düşünme balonunun içinde yaşıyorum resmen, puf puf, güzel bi şi. boğucu da olabiliyo tabii ama bulut işte. ben taklalar düşünürken, gökten zembille mi olduğunu henüz bilemediğim şeyler iniyo. düşünüyorum. yok yok, bence zembillik değil, göremiyorum öyle bi yan; ama herkes öyle diyo. bi gidip bakıcam, neymiş. zembil deyince zeplin geliyo aklıma.
bahar geldi sanan kız: krem rengi çorap ve süet ayakkabı. kapıda bulutlar yığılmış vaziyette resmen. gafil avlanmiym nolur ya. hale bak gri gri yine.
birisi serdar turgut'a "özrü kabahatinden beter" ne demek, anlatsın. "keşke isim kullanmasaydım" demiş. tabii yani o zaman üstüne alınıp dava açacak kimse çıkmazdı. demeçler vermişmiş, açılımı destekliyomuş. cümlenin içinde kürt geçiyo ya, kesin konu açılımdır! başka hiçbir kimliği yok mesela rojinin, kadınlığı ikinci sırada, alınıyosa kürt olduğu içindir, eh ben de açıldığıma göre, arkadaş olalım mı? kendi başına özür dilemişmiş. yalnız kovboy. radikal'e de yuh, haber yapıyor, haberin özünü yazmayı "atlamış". "ne demişti?" aa hiçbi şi dememiş yahu. gerçi bu ilk değil, son değil.
abantta ikinci tur. sinir harbi. alay edile edile. hani biz o zavallı hali kar sularına vermiştik, ki çeşmelerin su altında kalması bi tuhaflık olduğunu gösteriyodu ama bu kadarına pes ya. karadeniz boyunca denize ulaşamayan sular trajedisi var, küçük ölçeklisi abant için tasarlanmış: göle gidemeyen sular. bent bent bent. bence lego veya hiç olmadı sims filan oynasınlar, abant kalsın.
ondan başka, iyilik sağlık. 23 nisan kutlu olsun diye çabalamak.
fifi lapin graffitisi gördüm beyoğlunda, kuytu köşelerde. bi de kıyıntı ne güzel kelime, di mi? açlık değil ama minik, sinir bir kıyıntı. daldandala, dandanakan.
bi sabah pencereden bakıp da bi ağaç dolusu cennet papağanı gördüğümde, 7-8 tane, bi işaret gibi güzel, ışıklı ve tuhaftı. işaretmiş o hakikaten, tam o nokta, "en" miş. doğru yere bakıyormuşum. böyle donakaldığımda, ah tam da filmlerdeki gibi, böyle bakakaldığım anda, aklımdan çıkmamasının bi anlamı varmış. tek sayı mı çift sayı mı diye saymaya çalışmıştım papağanları, şehrin ortasındaki sürpriz paketi. bikaç kez daha yazdım o anı sanırım, daha da yazarım. düşündükçe, aynı güneş yüzüme çarpıyo. bir diğeri için bakınız, gelincik tarlaları. böyle bir anda, kıpkırmızı, kocaman, gelincikler.
30 Mart 2010 Salı
yaşıl
japonyayla bağım, varsa eğer, en bi akademik ve iki tane: dedem üzerinden ve azo üzerinden. haliyle aralarında konu farkı ve yaklaşık, hmmm, 40 yıla yakın bi zaman var. olsun varsın.
neyse, dedem tarafından bildiğim (daha doğrusu o zaman yaş itibariyle anlayabildiğim) yegane şey, doğaya saygı kısmı. hurafelere dayanan şeyleri geçtim, ormanı ağaçlandırmalarından bahsediyorum. evet, ormanı. (tamam, biliyoruz, "kendine doğa" bi tavır bu, korenin ormanlarından sandalye yaparken pek de hassas değillerdi; ama olsun. o kısmı şimdilik bi kenara koyalım, unutmadan). yürürken yaprak kopardı diye vatan haini ilan edilmekten. ve hep çiçekler, çiçekler. çiçeklere olan fetiş derecesindeki tutkuları bana büyülü geliyo, çok zarif. evet içimdeki minik romantizm kırıntıları çiçeklere odaklı. 11imde "ikebana kursuna gidicem" diye tutturup sonra yaş ortalaması 55 olan teyzeler arasında duramayacağımı anlayıp vazgeçmiştim. sonra, sonra kaldı işte. ama bence hala ikebana, buralarda bulsam gitsem.
noel gülü diye bir çiçek var imiş. tee japonyalardan gelip fotoğraf çekiyolar. kimileri "e tabii para bok, batıyo" diye düşünebilir; ama 2009da krizi en ağır geçiren ülkelerden biriydi nippon. mini mini kadınlar 6 bin eurosunu ayırıyo, çiçeğe. çiçek de yani, ayağımızın yanında bitse koparmayız sanki, öyle bi şi. bi kardelen, efendim bir ters lale, anca ilgimizi çekiyo; "danabağırtan" ne affedersiniz. bizimki flora şımarıklığı. ne bileyim, kampüsteki karahindibaları anne şefkatiyle okşayan alman kızlara karşı da bi acıma hissi olmuştu, "ay canııım, yeşile ota böceğe muhtaç kuzeyli senii" gibi, elimde değil.
o ot diye geçtiğimiz şeyler, güzellik işte. bizim buralarda endemik tür çok. dekor değiller. çiçek bi nevi sinyal gibi bence, "yerden bu bitiyosa daha neler neler bitebilir" işareti. hani pis karabaşı sevmeyip dalmaçyalıya sarılmak gibi aslında karahindibaya burun kıvırmak. evet evet. neyse işte, bence bu kadar özen, çiçeğe filan, zarif bir şey. bakınca görmek. kafam kadar manolyaları görmeyen mi var, noel gülünü görmek. galiba ben de abant turunda çekmiştim fotoğrafını, kendime on puan, kehkeh.
ne bileyim, biz ayrı alemlerdeyiz. minik çiçek, güzel böcek filan, bize gelmez. dolar üzerinden mark üzerinden, ÇED'in gerekliliğini konuşuyoruz biz. hoş, konuşunca da bi yere varmıyo. orman filan, hepsi potansiyel iş sahası, inşaat alanı, proje mekanı. abantın da yavrusunu inşa edeceklermiş misal. çünkü kazan doğuruyosa milli park mı doğurmiycak? noel gülü de ekeriz sonradan. yaparız biz, doğacılık oynarız. önce bozarız, sonra en alasını kendimiz yaparız, hem de istediğimiz gibi, istediğimiz kadar. mesela sol tarafa çiçek, sağ tarafa ağaç. öyle daha simetrik. yok yok, atatürk profili oluştursunlar. "yaşasın abant" yazalım.
sahi, çiçeklerle bayrak, atatürk filan yapıyolar ya, ele geçirilen mühimmatla türkiye cumhuriyeti, istanbul emniyet müdürlüğü vs yazılır hani, o geliyor aklıma. kurşun ve çiçek, dizilebilen şeyler.
neyse, dedem tarafından bildiğim (daha doğrusu o zaman yaş itibariyle anlayabildiğim) yegane şey, doğaya saygı kısmı. hurafelere dayanan şeyleri geçtim, ormanı ağaçlandırmalarından bahsediyorum. evet, ormanı. (tamam, biliyoruz, "kendine doğa" bi tavır bu, korenin ormanlarından sandalye yaparken pek de hassas değillerdi; ama olsun. o kısmı şimdilik bi kenara koyalım, unutmadan). yürürken yaprak kopardı diye vatan haini ilan edilmekten. ve hep çiçekler, çiçekler. çiçeklere olan fetiş derecesindeki tutkuları bana büyülü geliyo, çok zarif. evet içimdeki minik romantizm kırıntıları çiçeklere odaklı. 11imde "ikebana kursuna gidicem" diye tutturup sonra yaş ortalaması 55 olan teyzeler arasında duramayacağımı anlayıp vazgeçmiştim. sonra, sonra kaldı işte. ama bence hala ikebana, buralarda bulsam gitsem.
noel gülü diye bir çiçek var imiş. tee japonyalardan gelip fotoğraf çekiyolar. kimileri "e tabii para bok, batıyo" diye düşünebilir; ama 2009da krizi en ağır geçiren ülkelerden biriydi nippon. mini mini kadınlar 6 bin eurosunu ayırıyo, çiçeğe. çiçek de yani, ayağımızın yanında bitse koparmayız sanki, öyle bi şi. bi kardelen, efendim bir ters lale, anca ilgimizi çekiyo; "danabağırtan" ne affedersiniz. bizimki flora şımarıklığı. ne bileyim, kampüsteki karahindibaları anne şefkatiyle okşayan alman kızlara karşı da bi acıma hissi olmuştu, "ay canııım, yeşile ota böceğe muhtaç kuzeyli senii" gibi, elimde değil.
o ot diye geçtiğimiz şeyler, güzellik işte. bizim buralarda endemik tür çok. dekor değiller. çiçek bi nevi sinyal gibi bence, "yerden bu bitiyosa daha neler neler bitebilir" işareti. hani pis karabaşı sevmeyip dalmaçyalıya sarılmak gibi aslında karahindibaya burun kıvırmak. evet evet. neyse işte, bence bu kadar özen, çiçeğe filan, zarif bir şey. bakınca görmek. kafam kadar manolyaları görmeyen mi var, noel gülünü görmek. galiba ben de abant turunda çekmiştim fotoğrafını, kendime on puan, kehkeh.
ne bileyim, biz ayrı alemlerdeyiz. minik çiçek, güzel böcek filan, bize gelmez. dolar üzerinden mark üzerinden, ÇED'in gerekliliğini konuşuyoruz biz. hoş, konuşunca da bi yere varmıyo. orman filan, hepsi potansiyel iş sahası, inşaat alanı, proje mekanı. abantın da yavrusunu inşa edeceklermiş misal. çünkü kazan doğuruyosa milli park mı doğurmiycak? noel gülü de ekeriz sonradan. yaparız biz, doğacılık oynarız. önce bozarız, sonra en alasını kendimiz yaparız, hem de istediğimiz gibi, istediğimiz kadar. mesela sol tarafa çiçek, sağ tarafa ağaç. öyle daha simetrik. yok yok, atatürk profili oluştursunlar. "yaşasın abant" yazalım.
sahi, çiçeklerle bayrak, atatürk filan yapıyolar ya, ele geçirilen mühimmatla türkiye cumhuriyeti, istanbul emniyet müdürlüğü vs yazılır hani, o geliyor aklıma. kurşun ve çiçek, dizilebilen şeyler.
28 Mart 2010 Pazar
mavi
"mükemmel düz saç". ya biri bana anlatsın, düz saç zaten yeterince mükemmel bi şi diil mi? hacimsiz olsa güzel, hacimli olsa da güzel. düz işte. ister kestir her bi katı süper dursun, ister uzat, rapunzel ol. numune bi şi yani düz saç, az öz. e madem öyle kuaför alemi neden "düz saçlılar için yenilikler, düz saçta trendler" filan diye debeleniyo? onlar bence öyle zaten kutlu azınlık. hem canım memleketimde dümdüz saçlı kaç kadın var reca edicem yani, elfiz sanki. misal azo vardı güzel saçlı canım, e o da amerikaya gitti, eksi 1. benimse düz müz değil kardeşim, yün taşıyorum kafamda, 7-8 numara şişe uygun hem, bana menünüzde ne var? tahmin edeyim: saç düzleştirici. fön makinesi. yaa yaa. aksi taraftan bakınca, boink boink buklem de yok hem. düz de değil. çirkin uyuz tipte benim saçım. biriniz de oturup türkiyedeki kadın saçını çalışın, şu kataloglara üç beş model de bizden katın, törkiş dilayt saç modeli o ye, havanız olsun. bukleliler de aynı şekilde kategori üstü olmalı bence. kuaföre ihtiyacı olmayan kadınlara kuaför hizmeti. cık cık.
yine geliyo kırpılma günlerim. sinirim sebebim bundan.
*
haftasonu ordaaan orayaaa. ara sokakların denize çıkması çok güzel, bi anda hop, istanbul haşmetini gözünüze sokuyo. nanik yapıp ensenize vuruyo, "bak ben buyum" diye. bi tepeden gördüğün hedefine akşam gitmek güzel. artwalk pıt pıt. akşam vapuru hele, mis. krem brülenin yumurta kokmayanı da sahiden mis bi şi. sonra kadife müzik, beklediğimiz, aklımızın köşesindeki. cumartesi üşüdüm ama hiiç belli etmedim. olsun işte, ince çorap mevsimi geliyo yine de. bugünse, yine işte bi tepeden deniz, kahvaltı, sis güneşi. hop okul, hop manzara. okula gidip okullu olmamak ne güzel. gerçi diğer 3 kişi hala okulluydu ama olsun. anneannem "en zor meslek talebelik, çok acıyorum" derdi, halimden bi o anlardı. yaşatıyorum o geleneği. şimdi çok zor geliyor öğrencilik ama belki sonra bir gün aniden? şans talih kader kısmet beş kuruş. bissürü şey, dün mesela 2 gün gibi geliyo düşününce, tek günmüş halbuki. sonra ileriyi düşündüm, takvimlerimi, taklalarımı.
altın bamya ödüllerinin olması hatırlatıcı, uyarıcı. çok güzel hareketlerin pek de güzel olmadığını mesela ilk onlar söylemişti. uygur kardeşlere ve babalarına da aynı sebeple gülmedim, gülmiycem, üzgünüm. açılımsa, daha ilk kulaçta hükümet ve muhalefetin el ele boğulacağı kategori glbt. burda açılsınlar. ama öyle "onlara da yazık, onlar da insan, isterse çamurdan olsuuun" edebiyatıyla değil. ne bileyim, olağan şüphelilere sarılıp, bir ersoy, bir ürek yorumu ile taçlandırarak değil. tokalaşarak, öpüşerek, sarılarak. var mısınız? o kadar yoksunuz ki işte içim bile sıkılmıyor. bildiğiniz, çalıştığınız yerden soru gelince seranad kolay. hani tatil öncesi diye son üniteyi kimse çalışmaz ya veya resim altlarını, öyle bi mesele bu. vaktiniz kalmamış. yok yok, kitabınıza bile girmemiş ki.
yarın, 6 aydır bitmeyen senfoniye dönüşen rapor hayatımdan çıkacak umarım. üstümden 2 tane örs atıcak gibi hissediyorum. içimden şen şakrak müzikler geçiyor bu ihtimali düşününce. sonra, 6 ay üzerinde uğraştığım rapora bakıp "bu mu yani" diycem, biliyorum. 6 ay dert değil, rapor başka bir şey olmalıydı, başka denizler lazım.
o kadar hissediyorum ki bunu, her gün iliklerimden taşıp kemiklerime, kıkırdaklarıma, etime, derime fışkırıyor. yüzümü yıkıyorum mesela, gözeneklerimden filan bu akıyor. kafatasımda fısıltı halde yankılanıyor. çok garip.
yine geliyo kırpılma günlerim. sinirim sebebim bundan.
*
haftasonu ordaaan orayaaa. ara sokakların denize çıkması çok güzel, bi anda hop, istanbul haşmetini gözünüze sokuyo. nanik yapıp ensenize vuruyo, "bak ben buyum" diye. bi tepeden gördüğün hedefine akşam gitmek güzel. artwalk pıt pıt. akşam vapuru hele, mis. krem brülenin yumurta kokmayanı da sahiden mis bi şi. sonra kadife müzik, beklediğimiz, aklımızın köşesindeki. cumartesi üşüdüm ama hiiç belli etmedim. olsun işte, ince çorap mevsimi geliyo yine de. bugünse, yine işte bi tepeden deniz, kahvaltı, sis güneşi. hop okul, hop manzara. okula gidip okullu olmamak ne güzel. gerçi diğer 3 kişi hala okulluydu ama olsun. anneannem "en zor meslek talebelik, çok acıyorum" derdi, halimden bi o anlardı. yaşatıyorum o geleneği. şimdi çok zor geliyor öğrencilik ama belki sonra bir gün aniden? şans talih kader kısmet beş kuruş. bissürü şey, dün mesela 2 gün gibi geliyo düşününce, tek günmüş halbuki. sonra ileriyi düşündüm, takvimlerimi, taklalarımı.
altın bamya ödüllerinin olması hatırlatıcı, uyarıcı. çok güzel hareketlerin pek de güzel olmadığını mesela ilk onlar söylemişti. uygur kardeşlere ve babalarına da aynı sebeple gülmedim, gülmiycem, üzgünüm. açılımsa, daha ilk kulaçta hükümet ve muhalefetin el ele boğulacağı kategori glbt. burda açılsınlar. ama öyle "onlara da yazık, onlar da insan, isterse çamurdan olsuuun" edebiyatıyla değil. ne bileyim, olağan şüphelilere sarılıp, bir ersoy, bir ürek yorumu ile taçlandırarak değil. tokalaşarak, öpüşerek, sarılarak. var mısınız? o kadar yoksunuz ki işte içim bile sıkılmıyor. bildiğiniz, çalıştığınız yerden soru gelince seranad kolay. hani tatil öncesi diye son üniteyi kimse çalışmaz ya veya resim altlarını, öyle bi mesele bu. vaktiniz kalmamış. yok yok, kitabınıza bile girmemiş ki.
yarın, 6 aydır bitmeyen senfoniye dönüşen rapor hayatımdan çıkacak umarım. üstümden 2 tane örs atıcak gibi hissediyorum. içimden şen şakrak müzikler geçiyor bu ihtimali düşününce. sonra, 6 ay üzerinde uğraştığım rapora bakıp "bu mu yani" diycem, biliyorum. 6 ay dert değil, rapor başka bir şey olmalıydı, başka denizler lazım.
o kadar hissediyorum ki bunu, her gün iliklerimden taşıp kemiklerime, kıkırdaklarıma, etime, derime fışkırıyor. yüzümü yıkıyorum mesela, gözeneklerimden filan bu akıyor. kafatasımda fısıltı halde yankılanıyor. çok garip.
25 Mart 2010 Perşembe
stres bik bik
hayatta en asap bozucu şey, "strese bağlı bik bik" denen hastalıklar bence. misal, çarpıntı. stresim olmasa da o çarpıntı zaten stres sebebi. yüz beygir gücünde çarpıyo el kadar şey. veya misal, reflü. "ay bebeklerde bile var" diyen sevgili doktoruma sorarım, bebekte ne stresi yani, agu bugu yaşıyo! hiç işte. şimdi buna bendeniz, isiliğimsi kaşıntımsı şeyi ekledim. isilik denemez, o kadar da değil. karaktersiz minik kırmızı noktalar yüzünden karnım kaşınıyo. agu bugu demişken yani, kedileri ve bebekleri nasıl iyi anlıyorum, anlatamam. yat, kaşın. mis. öyle de lanet bi şi ki bu, düşünüyosun, tüm vücudunu karıncalar kaplıyo. nedir nedendir, fikrim yok. annem "uyuz oldun kehkeh" dedi. bir gece vakti ansızın bi baktım ki mini mini birler: kaşınıyorum. gregor samsa bir sabah uyandığında tırmık olmuştu. bi de sahiden bi karaktersiz, kızamık değil, isilik değil, belli ki böyle bızırtlar mırtmış, saçma sapan bi şi. kaale almiycam ama yani cık. bak düşündüğüm anda bacağıma vurdu, resmen psikolojik. annem de karınca/arı belgeseli izlese kaşınır. duş, soğuk su iyi geliyo. bunu okurken kaşındıysanız, bence kesin "neden kaşınıyoruz" konulu evrimsel açıklamaları da merak edersiniz. cık ama o kadarını da kendiniz bulucaksınız, sevmedim bu konuyu.
*
okuyorum dinliyorum, şu paket meselesini anlamaya çalışıyorum. konu anayasa mahkemesi üyeleri:
Cumhurbaşkanı 7 üyeyi ise direkt olarak atayacak. 5 üyeyi; üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar veya Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından; 2 üyeyi ise yüksek öğrenim görmüş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasından seçecek.
anayasa mahkemesi üyelerinin 2si "üniversite mezunu sıradan vatandaş" olacakmış. yani atıyorum, uçak mühendisi olmanız buna yeterli. sosyal bilimlerin bilim görünmemesi ne acı di mi blog? misal, "üniversite mezunu herhangi biri beyin ameliyatına girebilir" denmiyor ama anayasa mahkemesine dahil olabiliyor. rica edicem, hukuk dediğin ne kadar zor olabilir ki, peh! ya da mesela politika. kahvedeki ahmet amca da yapıyo, dört yıla ne gerek var? sosyoloji-psikolojiye girmiyorum, onlar "entel hobisi" olarak görülüyo zaten genelde. iktisat biraz daha saygı görüyo olabilir, para filan, dolar üzerinden mark üzerinden, o da yani, işte, yine tahtakalede biten bi işlem neticede. zamanında wall street uzmanları ve maymunlar arasında fark bulunamadı. bi bina mı yaptın, adam mı kurtardın, cık. eften püften sosyaller siziiii. safi laf, tooori çok, pratik yok. çok laf, az iş.
neyse özetle yani: bir diploma yeter! çünkü bunun adı demokrasi. velakin, ben mi yanlış biliyorum, güçler ayrımı filan, temsil yokken ne demokrasisi? yargıdan bahsetmiyo muyuz? "demokratik uygulama"dan farklı bi şi bu. hani gayet belirli bi alanda, ilim irfan sahibi, saçı beyazlamış akil insanlar ve uzmanlık gerektiren bi dal değil miydi hukuk? ben, atıyorum, matematik öğretmenliği bitirdim diye, tamam mıdır bu iş? madem tamam, üniversite mezunları bence "sıradan kul"ların başvurduğu yasal süreçlere dahil olmasın. düşünün yani, ben, gerekirse anayasa mahkemesi üyesi olacak kadar yetkin yüce kul, yine atıyorum, haciz için filan dava sırası mı bekliycem sıradan biri gibi? hatta yani kendi davamı kendim çöziym, üniversite okudum ya, yetiyo bana her haltı anlamam için. hukuk, hele ki anayasa, peh, ne kadar zor olabilir ki iktisatın yanında? tamam abarttım biliyorum; ama öyle bi his veriyo bana. yetkinlik, bilgi filan, çok mu gereksiz?
dedim ya anlamaya çalışıyorum. bi de bi 5 kişiyi cumhurbaşkanı kendi doğrudan seçecekmiş. aile şirketi yönetim kurulu ya orası. 2006 yılında da "cumhurbaşkanını anayasa mahkemesi seçsin" önerisi geldiğini hatırlatırım. paranoyaklar birliği olalım diye demiyorum ama bi tuhaf. kibarım bakın.
hukuk ilmiyle hiçbi ilgim olmadığı için mi çok büyütüyorum gözümde? benim için hukuk, böyle ilim irfan, kadim bilgi, kara kitaplar, tonla osmanlıca laf, evcimen evcimen evcimen - ve yani sahiden açık kalp ameliyatı gibi bi şi işte. zeycanın saçlarını beyazlatan tonla kanun, hakikaten bi ton çekecek bir sürü kitap, onlar bunlar, boşuna mıydı? 2 yıllık radyoloji mezunu arkadaş da yapabiliyo mu yani o işi? aşağı görüyorum sanılmasın, istersen yüksek mühendis ol, yine de hukuk değil işte.
yani tamam evet, mevcut anayasa mahkemesi başkanı hukukçu değilmiş, sayıştaydan filan. e ona bile laf ediyoruz, emre kongarın dün diklenerek söylediği üzere. "sayıştaydan başkan olmaz ama üye dediğin olsa olsa bizim derya olur" diyen bi sistem mi yeğ yani? ben anlamoor, diğerlerinin yanına ekliyorum. duyunca bile abes geliyor. belki de "ah biz ne güzel paket yapmıştık, denemiştik anlıyor musun dostum, bu pis muhalefet izin vermedi değiştirmemize" numarasıdır. bunu da gördük. ben çamurdan yapiym, hayır diyin, "en azından denedim" olur. en azından açıyoruz ya kapıyı, aza tamah ordusu.
ay neyse işte dedim ya, hukukçu filan değilim, belki ondan geriliyorumdur. 4 yıl okuyup diploma almış olmak belki de sahiden yeterlidir. "isveçte var norveçte var" diye sayanlar olursa, onların 2-3 ayrı sistemi olduğunu da (hazır yeni okumuşken satiym) dip not. mutlak güç değil yani. daha bi okiym anliym, oo neler neler yazıcam.
chp ve mhp kombo bombosu yerine adam gibi muhalefetimiz olsa, "cık bu kattiyyyeeen olmaz" demek yerine bi şi önerseler, yemin ederim daha bi anliycam. adamlar zaten müzmin muhalefet, belki arada olumlu şeyler de kaynıyo yani, ne bilcez, di mi a güzel? böyle gıpta ettiğim şeyler de var.
*
yarın zorla eğlenicem. işimi seviyorum işimi seviyorum. zorla resmen ya. sağ dön, tüfek omza, eğlen! japonlar gibiyiz. iş çıkışı sosyalleşmek mi, o da tabii ki iştekilerle! hele cuma akşamları!
kaşınmıyorum, karınca göçü bu. avustralya'da kırmızı yengeçler böyle boydaaan boya geçiveriyo ya kilometrelerce yolu, onun gibi. göç rotası üstündeyim. çok fena geyik yapmak, saçmalamak istiyorum, özge'yi sırf bu amaçla izmirlerden getirtmeyi planlıyorum hatta, bi o çeker sanki beni (buğulu bakışlarla fade out).
*
okuyorum dinliyorum, şu paket meselesini anlamaya çalışıyorum. konu anayasa mahkemesi üyeleri:
Cumhurbaşkanı 7 üyeyi ise direkt olarak atayacak. 5 üyeyi; üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar veya Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından; 2 üyeyi ise yüksek öğrenim görmüş, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları arasından seçecek.
anayasa mahkemesi üyelerinin 2si "üniversite mezunu sıradan vatandaş" olacakmış. yani atıyorum, uçak mühendisi olmanız buna yeterli. sosyal bilimlerin bilim görünmemesi ne acı di mi blog? misal, "üniversite mezunu herhangi biri beyin ameliyatına girebilir" denmiyor ama anayasa mahkemesine dahil olabiliyor. rica edicem, hukuk dediğin ne kadar zor olabilir ki, peh! ya da mesela politika. kahvedeki ahmet amca da yapıyo, dört yıla ne gerek var? sosyoloji-psikolojiye girmiyorum, onlar "entel hobisi" olarak görülüyo zaten genelde. iktisat biraz daha saygı görüyo olabilir, para filan, dolar üzerinden mark üzerinden, o da yani, işte, yine tahtakalede biten bi işlem neticede. zamanında wall street uzmanları ve maymunlar arasında fark bulunamadı. bi bina mı yaptın, adam mı kurtardın, cık. eften püften sosyaller siziiii. safi laf, tooori çok, pratik yok. çok laf, az iş.
neyse özetle yani: bir diploma yeter! çünkü bunun adı demokrasi. velakin, ben mi yanlış biliyorum, güçler ayrımı filan, temsil yokken ne demokrasisi? yargıdan bahsetmiyo muyuz? "demokratik uygulama"dan farklı bi şi bu. hani gayet belirli bi alanda, ilim irfan sahibi, saçı beyazlamış akil insanlar ve uzmanlık gerektiren bi dal değil miydi hukuk? ben, atıyorum, matematik öğretmenliği bitirdim diye, tamam mıdır bu iş? madem tamam, üniversite mezunları bence "sıradan kul"ların başvurduğu yasal süreçlere dahil olmasın. düşünün yani, ben, gerekirse anayasa mahkemesi üyesi olacak kadar yetkin yüce kul, yine atıyorum, haciz için filan dava sırası mı bekliycem sıradan biri gibi? hatta yani kendi davamı kendim çöziym, üniversite okudum ya, yetiyo bana her haltı anlamam için. hukuk, hele ki anayasa, peh, ne kadar zor olabilir ki iktisatın yanında? tamam abarttım biliyorum; ama öyle bi his veriyo bana. yetkinlik, bilgi filan, çok mu gereksiz?
dedim ya anlamaya çalışıyorum. bi de bi 5 kişiyi cumhurbaşkanı kendi doğrudan seçecekmiş. aile şirketi yönetim kurulu ya orası. 2006 yılında da "cumhurbaşkanını anayasa mahkemesi seçsin" önerisi geldiğini hatırlatırım. paranoyaklar birliği olalım diye demiyorum ama bi tuhaf. kibarım bakın.
hukuk ilmiyle hiçbi ilgim olmadığı için mi çok büyütüyorum gözümde? benim için hukuk, böyle ilim irfan, kadim bilgi, kara kitaplar, tonla osmanlıca laf, evcimen evcimen evcimen - ve yani sahiden açık kalp ameliyatı gibi bi şi işte. zeycanın saçlarını beyazlatan tonla kanun, hakikaten bi ton çekecek bir sürü kitap, onlar bunlar, boşuna mıydı? 2 yıllık radyoloji mezunu arkadaş da yapabiliyo mu yani o işi? aşağı görüyorum sanılmasın, istersen yüksek mühendis ol, yine de hukuk değil işte.
yani tamam evet, mevcut anayasa mahkemesi başkanı hukukçu değilmiş, sayıştaydan filan. e ona bile laf ediyoruz, emre kongarın dün diklenerek söylediği üzere. "sayıştaydan başkan olmaz ama üye dediğin olsa olsa bizim derya olur" diyen bi sistem mi yeğ yani? ben anlamoor, diğerlerinin yanına ekliyorum. duyunca bile abes geliyor. belki de "ah biz ne güzel paket yapmıştık, denemiştik anlıyor musun dostum, bu pis muhalefet izin vermedi değiştirmemize" numarasıdır. bunu da gördük. ben çamurdan yapiym, hayır diyin, "en azından denedim" olur. en azından açıyoruz ya kapıyı, aza tamah ordusu.
ay neyse işte dedim ya, hukukçu filan değilim, belki ondan geriliyorumdur. 4 yıl okuyup diploma almış olmak belki de sahiden yeterlidir. "isveçte var norveçte var" diye sayanlar olursa, onların 2-3 ayrı sistemi olduğunu da (hazır yeni okumuşken satiym) dip not. mutlak güç değil yani. daha bi okiym anliym, oo neler neler yazıcam.
chp ve mhp kombo bombosu yerine adam gibi muhalefetimiz olsa, "cık bu kattiyyyeeen olmaz" demek yerine bi şi önerseler, yemin ederim daha bi anliycam. adamlar zaten müzmin muhalefet, belki arada olumlu şeyler de kaynıyo yani, ne bilcez, di mi a güzel? böyle gıpta ettiğim şeyler de var.
*
yarın zorla eğlenicem. işimi seviyorum işimi seviyorum. zorla resmen ya. sağ dön, tüfek omza, eğlen! japonlar gibiyiz. iş çıkışı sosyalleşmek mi, o da tabii ki iştekilerle! hele cuma akşamları!
kaşınmıyorum, karınca göçü bu. avustralya'da kırmızı yengeçler böyle boydaaan boya geçiveriyo ya kilometrelerce yolu, onun gibi. göç rotası üstündeyim. çok fena geyik yapmak, saçmalamak istiyorum, özge'yi sırf bu amaçla izmirlerden getirtmeyi planlıyorum hatta, bi o çeker sanki beni (buğulu bakışlarla fade out).
24 Mart 2010 Çarşamba
nasihat.
"istanbulda yaşıyorsan, istanbulda yaşadığını anlayabileceğin eşik parayı kazanmak"tan bahsetmişti annem. anne nasihatı, sonrasında of ne biçim atışmıştık tarihlerden bir gün. ama öyleymiş coni. yanki go hom, anneler haklıdır. hani ankarada kalamıyosan, sebebi istanbulsa, aşerdiysen, istanbulda yaşadığını fark etmeden yaşamamalısın. di mi yani? eh bu da eşik bir parayı gerektirebiliyor, çoğu zaman. böyleyken böyle. sen de ankaradan kaçarcasına istanbula gidiyosan, fırsat maliyetleri, trade-off ve daha bir sürü antin kuntin terimler dolusu şeyin hesabını yaptın aslında. yapmışsındır. hadi ordan.
servetten bahsetmediğimi bilen biliyor, ay sonu biriktirebileceğim üç kuruşu artıramadığımı da. havalara saçılacak bir para da kazanmıyorum. ama işte hakikaten, şehrin tadını çıkarmak, bir iki etkinlik, lazım. nefes almak. hala öğrenci kimliğim duruyor, son kullanma tarihi 2006; ama kimse bakmıyor zaten. tipten yırtıyorum, bence 30uma kadar idare eder, gözaltlarımdaki torbalardan uyanacaklar. güzide şehrim aslında çok pahalı bir yer de değil ama festivaller yuvarlanıyor, akıyor her yanından. işte tüm bunlardan bi gıdım faydalanmak, teğet geçmek, atın arpadan ölmesi, yaş 25imden buçukken, güzel şeyler arada. idealistliğimi ekmek arası yapmak mıdır bilmiyorum. ah, bunu benden hiç beklemezdiniz. belki bir süre için; ama tamamen değil, onu da ben biliyorum. velakin, 1 yıl geçti işte. empire strikes back sevdiğim bir film adı olduğu gibi, beni benden bana benle. lazım. olacak. benden de bi strike. hatta: counter-strike. koza. yok yok, kuluçka. ne dedim? hiç. her zamankinden: eveleme, geveleme, devekuşu kovalama. 2 harika konser yolu gözlüyorum, ayrıca kendimi de gözlüyorum ama benden pek bi şi çıkmıyo.
vavien'in ödüllerini ne sevdim, pek sevindim. canım vavien.
şöyle bi şi istiyorum. ısıra ısıra dondurma yiyip dişim üşüyünce söylenmek istiyorum. dünkü güneşi geri istiyorum. sevimsiz çirkin hava. yaz meyveleri gelsin evet. yeşiller kırmızılar, sırayla.
blogdan sıkıldım yine. yedekledim bi kenara. hani bi gün eserse, kendime rağmen önlem almış olayım dedim. blogdan sıkıldığımda aslında kendimden sıkıldığımı bilmek daha da canımı sıkıyo. sana söylüyorum her günü aynı yapan atalet efendisi; ama yani kıç devirip yatıyosun tabii. peh.
iş çıkışı eve gelip üstüne 3 çeşit yemeği şarkı söyleyerek yapan, enerjisiyle şakıyan herkes: hepiniz uzaylısınız.
gerçekten. men in black'te gördüm. mesela, kansızlık ve demir eksikliği sorununa rağmen (yani benimkinin dörtte biri demir seviyesi) bunu yapabilen sevgili ev arkadaşım, üstüne bi de ofis çıkışında dans kursuna veya spora gitmiş oluyo ve yetmiyo, yemekten sonra sabahın ikisine kadar elin "liseden çıktım, üniversitedeki özgürlüğü arsızlık sanıyorum, asistan buldum üstünde egomu test edicem" kafalı ex-ergenlerine ders notu, sunum vs hazırlıyo. yoo yoo dostum burda bitmiyo, doktora tezi yazıyo, yeterlilik sınavı yaklaşmakta, master tezi alamanyalarda kitap olacak, onu baskıya hazırlıyo ve basımı yakın 2 makale daha yazıyo. ve tüm bunlar olurken saçı fönlü efendim, işte gözleri pırıl pırıl, evi havalandırmayı unutmaz, şu bu: fişek gibi bir kişi kendisi. kesin uzaylı yani. ama çok seviyorum. o da benim sınırlı dünyalı kapasiteme acıma dozu yüksek bi şefkatle yaklaşıyo işte. iyi bi ekibiz. sıradan bi dünyalıyla eve çıksam yapamazdım biliyorum, enerjisi ikimize de yetiyor, tavsiye ederim.
azıcık dinlensem, sonra gezsem tozsam. oh mis bi gün olarak kenara not etsem bugünü.
servetten bahsetmediğimi bilen biliyor, ay sonu biriktirebileceğim üç kuruşu artıramadığımı da. havalara saçılacak bir para da kazanmıyorum. ama işte hakikaten, şehrin tadını çıkarmak, bir iki etkinlik, lazım. nefes almak. hala öğrenci kimliğim duruyor, son kullanma tarihi 2006; ama kimse bakmıyor zaten. tipten yırtıyorum, bence 30uma kadar idare eder, gözaltlarımdaki torbalardan uyanacaklar. güzide şehrim aslında çok pahalı bir yer de değil ama festivaller yuvarlanıyor, akıyor her yanından. işte tüm bunlardan bi gıdım faydalanmak, teğet geçmek, atın arpadan ölmesi, yaş 25imden buçukken, güzel şeyler arada. idealistliğimi ekmek arası yapmak mıdır bilmiyorum. ah, bunu benden hiç beklemezdiniz. belki bir süre için; ama tamamen değil, onu da ben biliyorum. velakin, 1 yıl geçti işte. empire strikes back sevdiğim bir film adı olduğu gibi, beni benden bana benle. lazım. olacak. benden de bi strike. hatta: counter-strike. koza. yok yok, kuluçka. ne dedim? hiç. her zamankinden: eveleme, geveleme, devekuşu kovalama. 2 harika konser yolu gözlüyorum, ayrıca kendimi de gözlüyorum ama benden pek bi şi çıkmıyo.
vavien'in ödüllerini ne sevdim, pek sevindim. canım vavien.
şöyle bi şi istiyorum. ısıra ısıra dondurma yiyip dişim üşüyünce söylenmek istiyorum. dünkü güneşi geri istiyorum. sevimsiz çirkin hava. yaz meyveleri gelsin evet. yeşiller kırmızılar, sırayla.
blogdan sıkıldım yine. yedekledim bi kenara. hani bi gün eserse, kendime rağmen önlem almış olayım dedim. blogdan sıkıldığımda aslında kendimden sıkıldığımı bilmek daha da canımı sıkıyo. sana söylüyorum her günü aynı yapan atalet efendisi; ama yani kıç devirip yatıyosun tabii. peh.
iş çıkışı eve gelip üstüne 3 çeşit yemeği şarkı söyleyerek yapan, enerjisiyle şakıyan herkes: hepiniz uzaylısınız.
gerçekten. men in black'te gördüm. mesela, kansızlık ve demir eksikliği sorununa rağmen (yani benimkinin dörtte biri demir seviyesi) bunu yapabilen sevgili ev arkadaşım, üstüne bi de ofis çıkışında dans kursuna veya spora gitmiş oluyo ve yetmiyo, yemekten sonra sabahın ikisine kadar elin "liseden çıktım, üniversitedeki özgürlüğü arsızlık sanıyorum, asistan buldum üstünde egomu test edicem" kafalı ex-ergenlerine ders notu, sunum vs hazırlıyo. yoo yoo dostum burda bitmiyo, doktora tezi yazıyo, yeterlilik sınavı yaklaşmakta, master tezi alamanyalarda kitap olacak, onu baskıya hazırlıyo ve basımı yakın 2 makale daha yazıyo. ve tüm bunlar olurken saçı fönlü efendim, işte gözleri pırıl pırıl, evi havalandırmayı unutmaz, şu bu: fişek gibi bir kişi kendisi. kesin uzaylı yani. ama çok seviyorum. o da benim sınırlı dünyalı kapasiteme acıma dozu yüksek bi şefkatle yaklaşıyo işte. iyi bi ekibiz. sıradan bi dünyalıyla eve çıksam yapamazdım biliyorum, enerjisi ikimize de yetiyor, tavsiye ederim.
azıcık dinlensem, sonra gezsem tozsam. oh mis bi gün olarak kenara not etsem bugünü.
23 Mart 2010 Salı
börtlen
böğürtlen çayı içiyorum, aklıma böğürtlen cini ve sarı gaga geliyo. defnenin en güzel çocuk kitabıydı. bi de "big sister" vardı, ablalık nedir ne değildir kitabı, en eğlencelisi. güzel çocuk kitabı ne güzel bi şi di mi? böyle her bi haltı en detayıyla çizmeyen böğürtlen cini mesela: ormanda yürür sadece, en sade haliyle, gerisi çocuğa kalır. "sen bilmiyosun o ağacın arkasında kaplan var" diyebilir o zaman çocuk. görmediklerini bilmesine izin verir filan. bence yani, hep bence zaten, benim blogum canım.
keçe yüzüklerimle havam bin oldu ofiste, klavyemde ponponlar geziyor. hiç de rahatsız bi şi değilmiş, genelde çıkarıveriyorum yüzükleri.
annem istanbulda. zavallım, ataşehirden fatihe savrularak şehir turu yapıyo, günübirlik aceleler. göremiycem ama mis gibi uyur heralde bu yorgunlukla.
çok çok çok heyecanlıyım, nisan ve mayıs gelicek. bissürü yapılacak şey var, gezilecek yerler, dönümler, şaraplar ve rüzgar. daha nossun. bugün mesela açık hava, ceketsiz, güneşli, mis. ofisten kaçarak.
*
sizlere bi sohbet:
Şahin: Hiç evlenmemişsiniz, niye?
Bucak: Ben Sabahattin Ali'nin mektuplarını yayımlayan Ayşe Sıtkı İlhan'ın oğluyum. Sabahattin Ali için platonik aşk önemlidir.
Şahin: Hep platonik takıldın demek. Ayşe’ye mi vuruldun yoksa?
Bucak: Ayşe de başkaları da oldu.
Şahin: Koleksiyon genişmiş ama evlenmeye fırsat olmamış.
Bucak: Geçenlerde okudum, platonik aşk kalbi güçlendiriyormuş
hani bu "evlenmemişsiniz"den, "platonik takıldın demek"e geçiş var ya, tırnaklarım çekiliyo resmen. çok yaygın bi vaka bu. yani tamam orda burda, evet hatta burda, yorumlara "siz"le başlayıp "sen"le bitirenler olabilir ama 67 yaşında bir adamla konuşan bir meclis başkanı bunu yapınca, ayıp yahu. Ali mi okudun hayatında sanki. peh.
dedem, yılllaaar önce trt muhabirlerinin, atıyorum, etilerdeki amcaya "sizin düşüncelerinizi alalım beyfendi" deyip, sonra bi köye gidip "napıyon amca, ehiehi" çekmesine sinirlenip sürekli trt'yi arardı. "halkın dilinden konuşuyoruz,damarı tuttuk bırakmıyoruz" bahaneli seviyesizliklere asabiyet, ondan kalma. hoş yani, siyah beyaz devirden beri var işte. sizli senli sınıflamalar.
*
dergilerime dergi ekledim. evimde harita çalışıyorum. küçükken bi kitapta çarşafına hikayeler çizen bi çocuk vardı, onun gibi, yaz yaz yaz çiz çiz çiz. niyeyse pek bi pırpırım. güneşten, hepsi güneşten.
keçe yüzüklerimle havam bin oldu ofiste, klavyemde ponponlar geziyor. hiç de rahatsız bi şi değilmiş, genelde çıkarıveriyorum yüzükleri.
annem istanbulda. zavallım, ataşehirden fatihe savrularak şehir turu yapıyo, günübirlik aceleler. göremiycem ama mis gibi uyur heralde bu yorgunlukla.
çok çok çok heyecanlıyım, nisan ve mayıs gelicek. bissürü yapılacak şey var, gezilecek yerler, dönümler, şaraplar ve rüzgar. daha nossun. bugün mesela açık hava, ceketsiz, güneşli, mis. ofisten kaçarak.
*
sizlere bi sohbet:
Şahin: Hiç evlenmemişsiniz, niye?
Bucak: Ben Sabahattin Ali'nin mektuplarını yayımlayan Ayşe Sıtkı İlhan'ın oğluyum. Sabahattin Ali için platonik aşk önemlidir.
Şahin: Hep platonik takıldın demek. Ayşe’ye mi vuruldun yoksa?
Bucak: Ayşe de başkaları da oldu.
Şahin: Koleksiyon genişmiş ama evlenmeye fırsat olmamış.
Bucak: Geçenlerde okudum, platonik aşk kalbi güçlendiriyormuş
hani bu "evlenmemişsiniz"den, "platonik takıldın demek"e geçiş var ya, tırnaklarım çekiliyo resmen. çok yaygın bi vaka bu. yani tamam orda burda, evet hatta burda, yorumlara "siz"le başlayıp "sen"le bitirenler olabilir ama 67 yaşında bir adamla konuşan bir meclis başkanı bunu yapınca, ayıp yahu. Ali mi okudun hayatında sanki. peh.
dedem, yılllaaar önce trt muhabirlerinin, atıyorum, etilerdeki amcaya "sizin düşüncelerinizi alalım beyfendi" deyip, sonra bi köye gidip "napıyon amca, ehiehi" çekmesine sinirlenip sürekli trt'yi arardı. "halkın dilinden konuşuyoruz,damarı tuttuk bırakmıyoruz" bahaneli seviyesizliklere asabiyet, ondan kalma. hoş yani, siyah beyaz devirden beri var işte. sizli senli sınıflamalar.
*
dergilerime dergi ekledim. evimde harita çalışıyorum. küçükken bi kitapta çarşafına hikayeler çizen bi çocuk vardı, onun gibi, yaz yaz yaz çiz çiz çiz. niyeyse pek bi pırpırım. güneşten, hepsi güneşten.
22 Mart 2010 Pazartesi
griotte
insan büyüdüğünü yiyeceklerle barıştıkça anlıyo. yine klişe bi tespit; ama öyle. patlıcan yemeye başlamak, onu geçtim, fava görünce canımın istemesine şaşırmak filan, bunlardandı. bi diğeri de alkollü çikolata. çocuk aklı tabii, yiyodum, acı bu diyodum, iyk ekşi. velakin vişne likörlü çikolata bambaşka bi şi. misal, şu an üst komşum bangır bangır ismail y.k dinliyodu, şimdi ergen r&b'sine geçti ve başım çatlıyo benim, çekemiycem. ama ben onun bi motosikletli kurye olduğunu düşünüp 5 şarkılık hak verdim kendisine, haberi bile yok. henüz gidip "neden her gece saat 10, grafikle çizsem anlar mısın, kulaklık alsan takar mısın" filan demiyorum. bu iyi niyetin sebebi vişne likörlü çikolata. biter korkusuyla tane tane yemekten bayatlamasına sebep olucam ama olsun. öyle bi değiştim.
salkım saçak hissediyorum bazen. tarifi zor. hani böyle inci gibi giyinip gezenler vardır, küpeleri miniktir, çantaları başkalarına çarpmaz, cuk insanlardır. tokaları olması gerektiği yerde, tırnakları mis, ayakkabıları tıkır. hatta bence ideal toplantı/ mülakat görüntüsü insanlarıdır çoğu. imrenirim. bi gece öncesinde sürdükleri bebek mavisi, dyo kataloğundan fırlamış ojenin hala parmaklarında olduğunu toplantıya girince fark etmek mesela- onlara olmaz. "ne güzel olmuşsun" denir onlara, "ne eğlenceli olmuşsun"/ "ne renklisin"/ "hahah bu ne böyle, iyiymiş" filan denmez. kötü bi şi diil yani bu. aksi duruma da dağınık demiyorum bakınız: salkım saçaklık.
bana bakınca ilk görünen şeyler mesela, bence yani, üstümden sarkan şeyler: atkı, fular, kolye, bi şiler. ne derdi lisedeki o hoca: dilek ağacı. çanta mı var, çantadan da bi şiler. hele ki üstüne bol bulamaç günlerimden birindeysem, hollandadayken üniforma haline getirdiğim "1930ların başındaki mali krizle işsiz kalmış yaşlı bar şarkıcısı" kostümümle geziyorum; bi ötrişim eksik, tante rosanın emeklilik günleri gibiyim. öyle işte. iki dirhem bir çekirdek giyinenlere içim gitse de, bi cart renk, bi abuk takı, bi saçma bi detay olmadan olmuyo gibi sanki. tornadan çıkmasın, eğlenelim. kendimde canım, sizi bilmem. diyorum ya başkasında ne güzel duruyo. neyse, bu salkım saçak saçma detaylar sebebiyle küçük gösteriyorum belki de. yani jilet giyinince de "annecilik" oynuyo gibi duruyorum, o da bi komik. annesinin takımını giymiş kızcağız.
cık, rüküşlük de değil (rüküş derseniz ağlarım bak), salkım salkım bi hal. eğlenceli olmak ama leydi olamamak. olmasak da olur. neyse, anlatamadım. sabuşun gözleri az görür olduğundan beri daha kocaman ve parlak şeyler takmak istiyo, onun gibi. ama benim yaş 25, fark o. öyle işte. nar çiçeği ve füme çok güzel bi ikili. bi yandan da yani, sahiden, yaş 25. mavi oje için son demlerim sanki.
*
"Bir kimse için normal ve doğru olan bir şey herkes için normal ve doğru ise, bir an için herkesin bu normal tercihte bulunduğunu varsayalım; o takdirde yeryüzünde hayat mümkün olabilir mi?" diye bi soru sorulmuş. bu normal tercih, eşcinsellik. kendilerine yanıt vermeden geçemiycem: hayat mümkün olabilir. yani hayvanlara bi şi olduğu yok. tabii onların kastı insanlar. üzülmesinler, eşcinsel çiftlerin çocukları oluyor. bi sperm/ yumurta bankasına müracaata bakar. eşcinsellik demek, örneğin bi kadın için, doğurmak istememek anlamına gelmez ya da bir erkekte babalık isteğini öldürmez. hatta yani: ne alakası var? soruya dönersek, mümkün mü, al, mümkün. insan neslinin devamına engel teşkil etmediğini örnekle görmüş olduk, kabul edecekler mi? hayır. e madem öyle, konuyu varoluşsal teknik meselelermiş gibi aksettirmeye ne gerek var? ha herkes aynı şeyi mi seçmeli, tek doğru ne, normal kim, bu bi seçim midir, o konuya girmiyorum, sinir yapıyo. griotte mis, nokta.
anayasa paketi nihayet açılmış ama içinden ne saçılmış, bilemiyorum. bilmek gerek, o ayrı. üst katımda gülşen çalıyo galiba şu an. süpürgeyle tavana vuran rosa, ağlak adamlar ordusuna karşı.
salkım saçak hissediyorum bazen. tarifi zor. hani böyle inci gibi giyinip gezenler vardır, küpeleri miniktir, çantaları başkalarına çarpmaz, cuk insanlardır. tokaları olması gerektiği yerde, tırnakları mis, ayakkabıları tıkır. hatta bence ideal toplantı/ mülakat görüntüsü insanlarıdır çoğu. imrenirim. bi gece öncesinde sürdükleri bebek mavisi, dyo kataloğundan fırlamış ojenin hala parmaklarında olduğunu toplantıya girince fark etmek mesela- onlara olmaz. "ne güzel olmuşsun" denir onlara, "ne eğlenceli olmuşsun"/ "ne renklisin"/ "hahah bu ne böyle, iyiymiş" filan denmez. kötü bi şi diil yani bu. aksi duruma da dağınık demiyorum bakınız: salkım saçaklık.
bana bakınca ilk görünen şeyler mesela, bence yani, üstümden sarkan şeyler: atkı, fular, kolye, bi şiler. ne derdi lisedeki o hoca: dilek ağacı. çanta mı var, çantadan da bi şiler. hele ki üstüne bol bulamaç günlerimden birindeysem, hollandadayken üniforma haline getirdiğim "1930ların başındaki mali krizle işsiz kalmış yaşlı bar şarkıcısı" kostümümle geziyorum; bi ötrişim eksik, tante rosanın emeklilik günleri gibiyim. öyle işte. iki dirhem bir çekirdek giyinenlere içim gitse de, bi cart renk, bi abuk takı, bi saçma bi detay olmadan olmuyo gibi sanki. tornadan çıkmasın, eğlenelim. kendimde canım, sizi bilmem. diyorum ya başkasında ne güzel duruyo. neyse, bu salkım saçak saçma detaylar sebebiyle küçük gösteriyorum belki de. yani jilet giyinince de "annecilik" oynuyo gibi duruyorum, o da bi komik. annesinin takımını giymiş kızcağız.
cık, rüküşlük de değil (rüküş derseniz ağlarım bak), salkım salkım bi hal. eğlenceli olmak ama leydi olamamak. olmasak da olur. neyse, anlatamadım. sabuşun gözleri az görür olduğundan beri daha kocaman ve parlak şeyler takmak istiyo, onun gibi. ama benim yaş 25, fark o. öyle işte. nar çiçeği ve füme çok güzel bi ikili. bi yandan da yani, sahiden, yaş 25. mavi oje için son demlerim sanki.
*
"Bir kimse için normal ve doğru olan bir şey herkes için normal ve doğru ise, bir an için herkesin bu normal tercihte bulunduğunu varsayalım; o takdirde yeryüzünde hayat mümkün olabilir mi?" diye bi soru sorulmuş. bu normal tercih, eşcinsellik. kendilerine yanıt vermeden geçemiycem: hayat mümkün olabilir. yani hayvanlara bi şi olduğu yok. tabii onların kastı insanlar. üzülmesinler, eşcinsel çiftlerin çocukları oluyor. bi sperm/ yumurta bankasına müracaata bakar. eşcinsellik demek, örneğin bi kadın için, doğurmak istememek anlamına gelmez ya da bir erkekte babalık isteğini öldürmez. hatta yani: ne alakası var? soruya dönersek, mümkün mü, al, mümkün. insan neslinin devamına engel teşkil etmediğini örnekle görmüş olduk, kabul edecekler mi? hayır. e madem öyle, konuyu varoluşsal teknik meselelermiş gibi aksettirmeye ne gerek var? ha herkes aynı şeyi mi seçmeli, tek doğru ne, normal kim, bu bi seçim midir, o konuya girmiyorum, sinir yapıyo. griotte mis, nokta.
anayasa paketi nihayet açılmış ama içinden ne saçılmış, bilemiyorum. bilmek gerek, o ayrı. üst katımda gülşen çalıyo galiba şu an. süpürgeyle tavana vuran rosa, ağlak adamlar ordusuna karşı.
21 Mart 2010 Pazar
chapeau!
bebek yokuşundaki devasa manolya yine açmış. kafam kadar çiçekleri olan, yapraksız, kutsal ağaç. bahar denen şeyin vücuda geldiği ağaç. bkz. örnek foto. bir güzel filmimiz hem. hem de o yokuştaki kaldırımsız daracık yerlerde vınn vınn gelen arabalara söylenmenin sonrasında, hop, meraba manolya. kendine yük, yerlere kadar, çiçek açıcam diye çıldırmış bir adet ağaç. ağaç olma şansım olsa manolya olurdum, karar verdim. şarkısı da var hem. liseden de bir hoş seda, manolya pastanesinin çirkin ürünleri ve güzel limonatası.
bebek'e de baylan açılıyor imiş. avrupa yakasına kup griye geliyor şenlikleri, nasıl olur ki acaba çekincesi. bebekli olmak bir marka malum, dekor filan nasıl olacak? özsüt'ün cafe hali gibi bi şi bekliyorum, kokoş kokoş, beklentimden korkuyorum. ben yine kadıköyde yerim gibi geliyo. eskiden beyoğlunda varmış bi tane, onun gibi, şanındandır açmak. neyse benim için sevindirici yanı, kapanmıyor aksine zincirleşiyor olması. markiz hüznü yaşayamam bi daha, zararda değiller anlaşılan, falan filan. ay bi de bu açılıyo diye kadıköy kapanırmış?! yok yok.
kadıköy değil kadiköy diyorum, burcu çok gülüyo. kadiköy kadiköy, incelikten kırılıyorum.
okulum, mis kokulum. çimler ve güneş. ben o çimleri o kadar seviyorum ki sayfiye yerim kampüs. kimlik sordular ilk kez. bariyer vardı ilk kez. nevruzdan mı korktun? ne tuhafsın sen boğaziçi, aklına esince bi anda, sonra yine eskisi gibi. gelgitlisin. olsun. ne var sanki ateşin isi külü kalmış yerde, kime ne oldu bundan? neyse, çimler mis. orda onunla öylece olmak, rötarlı mı rötarsız mı şöyle bir an için düşünüp yeşil elma yemek filan, güzel hisler. dergi, gazete, kitap. güneş kedileri ayakkabınıza veya üstünüzdeki siyah şeye yatar hem. çimler de kuruydu. öyle işte, çim mevsimi açıldı. hala öğrenci olanlara kıskançlıkla müjdelerim. sonradan bok gibi özleniyor.
bir+bir bulamıyorum, halbuki çıkmış. ömer uluçlu bir kapağı varmış hatta. en güzel dergici meydandaki, bilmiyodu bile. nerelere dağıtıyosunuz, ben d&r'dan dergi almak istemiyorum, isyandayım. şalala'ya kardeş gerek.
şişelerce şarabı kalabalık bi sofrada içmek ne güzel. bu da bitti, hadi bi daha turları.
odtü mezunlar derneği'nin tavrını kaç üniversitede görebiliriz bilmiyorum. "pis anarşik gomunis" demekten öteye geçilememesi de işte, ne bileyim, hayatta tek bi kitabı bile sonuna kadar okumamış olmakla da açıklanabilir tabii; ama bana kolaycılık gibi geliyor.
eski nazan öncel şarkıları duman'a emanet edilsin. eskiler ama, ikilemelere gark olmadan önceki hali. demin bunu düşündüm de, çok aklıma yattı. hatta ben seçiym şarkıları. yaşı "gidelim burdan"a tutanlar ve tutmayanlar. kardeşim beni geçirmeye gelmedi hiç sanırım, öyle gittim gittiğim seferlerde. eski şeyler buldum ankarada.
onun dışında, iyilik güzellik. günler uzuyor, çiçekler yarışta ve hal durum gidişat gayet iyi. bi sonraki yağmura çamura kadar, bot çizme filan gerekmiyo, ayak bilekleri hava alıyo. iki gram güneşle çillendim bile denebilir, beneklerim uyanışta. kırpış kırpış bi hal işte.
bebek'e de baylan açılıyor imiş. avrupa yakasına kup griye geliyor şenlikleri, nasıl olur ki acaba çekincesi. bebekli olmak bir marka malum, dekor filan nasıl olacak? özsüt'ün cafe hali gibi bi şi bekliyorum, kokoş kokoş, beklentimden korkuyorum. ben yine kadıköyde yerim gibi geliyo. eskiden beyoğlunda varmış bi tane, onun gibi, şanındandır açmak. neyse benim için sevindirici yanı, kapanmıyor aksine zincirleşiyor olması. markiz hüznü yaşayamam bi daha, zararda değiller anlaşılan, falan filan. ay bi de bu açılıyo diye kadıköy kapanırmış?! yok yok.
kadıköy değil kadiköy diyorum, burcu çok gülüyo. kadiköy kadiköy, incelikten kırılıyorum.
okulum, mis kokulum. çimler ve güneş. ben o çimleri o kadar seviyorum ki sayfiye yerim kampüs. kimlik sordular ilk kez. bariyer vardı ilk kez. nevruzdan mı korktun? ne tuhafsın sen boğaziçi, aklına esince bi anda, sonra yine eskisi gibi. gelgitlisin. olsun. ne var sanki ateşin isi külü kalmış yerde, kime ne oldu bundan? neyse, çimler mis. orda onunla öylece olmak, rötarlı mı rötarsız mı şöyle bir an için düşünüp yeşil elma yemek filan, güzel hisler. dergi, gazete, kitap. güneş kedileri ayakkabınıza veya üstünüzdeki siyah şeye yatar hem. çimler de kuruydu. öyle işte, çim mevsimi açıldı. hala öğrenci olanlara kıskançlıkla müjdelerim. sonradan bok gibi özleniyor.
bir+bir bulamıyorum, halbuki çıkmış. ömer uluçlu bir kapağı varmış hatta. en güzel dergici meydandaki, bilmiyodu bile. nerelere dağıtıyosunuz, ben d&r'dan dergi almak istemiyorum, isyandayım. şalala'ya kardeş gerek.
şişelerce şarabı kalabalık bi sofrada içmek ne güzel. bu da bitti, hadi bi daha turları.
odtü mezunlar derneği'nin tavrını kaç üniversitede görebiliriz bilmiyorum. "pis anarşik gomunis" demekten öteye geçilememesi de işte, ne bileyim, hayatta tek bi kitabı bile sonuna kadar okumamış olmakla da açıklanabilir tabii; ama bana kolaycılık gibi geliyor.
eski nazan öncel şarkıları duman'a emanet edilsin. eskiler ama, ikilemelere gark olmadan önceki hali. demin bunu düşündüm de, çok aklıma yattı. hatta ben seçiym şarkıları. yaşı "gidelim burdan"a tutanlar ve tutmayanlar. kardeşim beni geçirmeye gelmedi hiç sanırım, öyle gittim gittiğim seferlerde. eski şeyler buldum ankarada.
onun dışında, iyilik güzellik. günler uzuyor, çiçekler yarışta ve hal durum gidişat gayet iyi. bi sonraki yağmura çamura kadar, bot çizme filan gerekmiyo, ayak bilekleri hava alıyo. iki gram güneşle çillendim bile denebilir, beneklerim uyanışta. kırpış kırpış bi hal işte.
16 Mart 2010 Salı
kadife
12 saatlik iş maratonumu bitirdim. bugün hava gebzede çok güzeldi. ya ya. eve geldim, eve gelince aklıma ev işi geldi, sırayla giriştim. ihtiyaçtan, yoksa hiçbi mükemmellik iddiam yok. kendi yağımda kavrulma ve sabah sabah ütüden nefret etmekle ilgili bi şi. bi de yaklaşık 3 saattir öyle susamış vaziyetteyim ki neden su içmediğim bi muamma. delice susayıp delice su içmek çok mutlu bi şi.
sürekli dalıp gidiyorum, beynim aklım başka yerde. tuhaf ama, aklıma ercan arıklı geliyor. ercan beyin mesela hava sıcaklığına göre özel hazırlanmış takım elbiseleri olduğunu, 22 dereceyse 22 derece için olan takımı giydiğini, hava aniden değişince eve koşup değiştirdiğini filan biliyo muydunuz? ne tuhaf di mi? aynı takım üstelik, renk bile değişmiyo. adamı belediye otobüsü ezdi. buysa ne kadar sıradan sayılan bi şi halbuki daha da tuhaf. öyle bi şi işte hayat.
6 ay sonrasını görmek için gözlerimi kısıp ufka kitleniyorum bu ara. işaret filan beklemiyorum, öyle bi işaret geldi ki anlamaya çalışıyorum. hayat borazan çiçeği gibi, küpe çiçeği gibi. bu da bugünkü özlü sözünüz olsun maarif takvimi sevenler. hayat hatta, akşamsefası gibi, evet evet, kesinlikle akşamsefası. ben kırma renkli çiçek üretebildiğimiz türleri hep sevdim, menekşe, akşamsefası filan. karışsın, değişsin hayat. tesadüfler yerine plan gerekince belirsizlik başladı resmen. göz kıs, ufka bak, geleceği bekle. belki ertelediklerim de bu vesileyle filan. di mi blog? yazamadıklarımı düşünmek için blogu kullanıyorum.
onun dışında pek yapmadığım bi şi yapıcam blog ama:
iyi gelen şey bu fotoğraf mesela. hissi ve varlığı.
net şeyler, mutlu şeyler, göz kısmama gerek olmayan şeyler. su içtim bi de demin, o. mesela.
sürekli dalıp gidiyorum, beynim aklım başka yerde. tuhaf ama, aklıma ercan arıklı geliyor. ercan beyin mesela hava sıcaklığına göre özel hazırlanmış takım elbiseleri olduğunu, 22 dereceyse 22 derece için olan takımı giydiğini, hava aniden değişince eve koşup değiştirdiğini filan biliyo muydunuz? ne tuhaf di mi? aynı takım üstelik, renk bile değişmiyo. adamı belediye otobüsü ezdi. buysa ne kadar sıradan sayılan bi şi halbuki daha da tuhaf. öyle bi şi işte hayat.
6 ay sonrasını görmek için gözlerimi kısıp ufka kitleniyorum bu ara. işaret filan beklemiyorum, öyle bi işaret geldi ki anlamaya çalışıyorum. hayat borazan çiçeği gibi, küpe çiçeği gibi. bu da bugünkü özlü sözünüz olsun maarif takvimi sevenler. hayat hatta, akşamsefası gibi, evet evet, kesinlikle akşamsefası. ben kırma renkli çiçek üretebildiğimiz türleri hep sevdim, menekşe, akşamsefası filan. karışsın, değişsin hayat. tesadüfler yerine plan gerekince belirsizlik başladı resmen. göz kıs, ufka bak, geleceği bekle. belki ertelediklerim de bu vesileyle filan. di mi blog? yazamadıklarımı düşünmek için blogu kullanıyorum.
onun dışında pek yapmadığım bi şi yapıcam blog ama:
iyi gelen şey bu fotoğraf mesela. hissi ve varlığı.
net şeyler, mutlu şeyler, göz kısmama gerek olmayan şeyler. su içtim bi de demin, o. mesela.
15 Mart 2010 Pazartesi
tanrıça ürünleri
kaç zamandır derdim olan şeyi uygulamalı anlatıcam.
en son çıkan güzellik malzemeleri diye bi haber.
ürün adı mühim değil, haberden alıntılarla başlıyoruz:
"Amazonlardan gelen beyaz çamurdan yapılan bu maske haftada bir kullanıldığında sinir bozucu siyah noktaların oluşmasını engelliyor" : amazondan gelen beyaz çamur lazım yani gül yüzünüze, aşağısı kurtarmıyor. dandik markalı kil sabun kesmiyor. kozmetik şımarıklık resmen. amazonun beyaz çamuru nedir, nerdedir, ait olduğu o amazon ormanlarındayken, aslında, nedir yani. bu iksir gibi ürün size gelene kadar ne kadar kloroflorokarbon gazı salar, o ayrı konu. ama amazondan beyaz çamur gelsin diye yapılan çalışmaların bölgeye etkisi de bir sonraki tez konumuz olsun. bu ürünün hayvanlar üzerinde denenmiyor ve çevre dostu paketleniyor olduğunu da belirteyim. "yeşil pazarlama" yani. vicdanınız bembeyaz oldu di mi, hatta sırf bunun için tercih ettiniz. anca paketleme seviyesinde dert ediyolar yeşili işte, hayvanlarda test etmemek, test ettirmemek anlamına da gelmiyor. işin içine adil emek ve amazon yerlileri bölümünü de sokmuyorum mesela. çamur asla basit bi şi diildir, gerçekten. bu yeşillenmelere bi tarafımla gülüp bir sonraki maddeye geçiyorum. hırr.
"Brezilya’nın bereketli tropikal topraklarından yeni ve yeşil bir ürün: Tropikal meyvaların kralicesi mango, kayısı, ananas ve greyfurt özlü vücüt bakım serisi. Organik malzemeler ile doğaya zarar verilmeden elde edilen bu sabun ve losyon ile kendinizi Rio de Janeiro sahillerinde hissedeceksiniz. Bu serinin içinde parabens, sülfat, sentetik boya, ve GDO bulunmuyor ve %100 vegan." : ah canım, ne tatlısın sen, beni ne kadar da salak sanıyosun. tüm sihirli kelimeler yan yana dizilmiş. brezilyanın tropikal topraklarına da bereketli denmiş bakınız, hani tükürseniz mango veriyo yani, yoksa kreminize seri üretim için toprağa yük yaratılmıyor. netleştirelim: doğaya zarar vermeden üretilip doğaya zarar vererek dağıtılıyor ve satılıyor. kıtalararası organik ürün sevinci: bana hiç zararı yok ve arkasındaki açıklama yazısını okuyunca vicdanım rahatlıyor. hem malzemeler o kadar egzotik ki kadim toprakların kozmetik sırrına ermiş gibi bilge hissediyorum kendimi. bi üstteki için de geçerli. hadi ordan.
eveet bugünkü kozmetikte sinir harbi turumuz bu kadar. "ay ama organik bu, cildime çok iyi geliyor üstelik vegan, üstelik egzotik, üstelik cart curt" diyen herkese, inek sidiğinin cilde çok iyi geldiğini hatırlatırım, binyıllık hint sırrı, ürik asit gençleştirir. çok ciddiyim. o kadar da organik olamiycam diyosanız kayısı yağı da olur, hadi gene iyisiniz.
en son çıkan güzellik malzemeleri diye bi haber.
ürün adı mühim değil, haberden alıntılarla başlıyoruz:
"Amazonlardan gelen beyaz çamurdan yapılan bu maske haftada bir kullanıldığında sinir bozucu siyah noktaların oluşmasını engelliyor" : amazondan gelen beyaz çamur lazım yani gül yüzünüze, aşağısı kurtarmıyor. dandik markalı kil sabun kesmiyor. kozmetik şımarıklık resmen. amazonun beyaz çamuru nedir, nerdedir, ait olduğu o amazon ormanlarındayken, aslında, nedir yani. bu iksir gibi ürün size gelene kadar ne kadar kloroflorokarbon gazı salar, o ayrı konu. ama amazondan beyaz çamur gelsin diye yapılan çalışmaların bölgeye etkisi de bir sonraki tez konumuz olsun. bu ürünün hayvanlar üzerinde denenmiyor ve çevre dostu paketleniyor olduğunu da belirteyim. "yeşil pazarlama" yani. vicdanınız bembeyaz oldu di mi, hatta sırf bunun için tercih ettiniz. anca paketleme seviyesinde dert ediyolar yeşili işte, hayvanlarda test etmemek, test ettirmemek anlamına da gelmiyor. işin içine adil emek ve amazon yerlileri bölümünü de sokmuyorum mesela. çamur asla basit bi şi diildir, gerçekten. bu yeşillenmelere bi tarafımla gülüp bir sonraki maddeye geçiyorum. hırr.
"Brezilya’nın bereketli tropikal topraklarından yeni ve yeşil bir ürün: Tropikal meyvaların kralicesi mango, kayısı, ananas ve greyfurt özlü vücüt bakım serisi. Organik malzemeler ile doğaya zarar verilmeden elde edilen bu sabun ve losyon ile kendinizi Rio de Janeiro sahillerinde hissedeceksiniz. Bu serinin içinde parabens, sülfat, sentetik boya, ve GDO bulunmuyor ve %100 vegan." : ah canım, ne tatlısın sen, beni ne kadar da salak sanıyosun. tüm sihirli kelimeler yan yana dizilmiş. brezilyanın tropikal topraklarına da bereketli denmiş bakınız, hani tükürseniz mango veriyo yani, yoksa kreminize seri üretim için toprağa yük yaratılmıyor. netleştirelim: doğaya zarar vermeden üretilip doğaya zarar vererek dağıtılıyor ve satılıyor. kıtalararası organik ürün sevinci: bana hiç zararı yok ve arkasındaki açıklama yazısını okuyunca vicdanım rahatlıyor. hem malzemeler o kadar egzotik ki kadim toprakların kozmetik sırrına ermiş gibi bilge hissediyorum kendimi. bi üstteki için de geçerli. hadi ordan.
eveet bugünkü kozmetikte sinir harbi turumuz bu kadar. "ay ama organik bu, cildime çok iyi geliyor üstelik vegan, üstelik egzotik, üstelik cart curt" diyen herkese, inek sidiğinin cilde çok iyi geldiğini hatırlatırım, binyıllık hint sırrı, ürik asit gençleştirir. çok ciddiyim. o kadar da organik olamiycam diyosanız kayısı yağı da olur, hadi gene iyisiniz.
14 Mart 2010 Pazar
takla
güvercin denen hafiften sarsak hayvanın takla atabilir olması bana çok enteresan geliyo. kendimi görüyorum diyebilirim: benim kadar dünyadan bihaber ve hatta melül bi hayvan, sanki şans eseri hayatta gibi. sonra bi bakıyosun saçma bi sebeple, bilemeyeceğim bi gaza gelişle, takla atıveriyo havada. dünyanın en saçma görüntülerinden.
ben de işte düzenli aralıklarla takla atıyorum, giderek de sıklaşıyo. 1995: takla. 2002: takla. 2006: takla. 2008: takla. 2009: takla.
şu kısacık ankara ziyareti sonucunda anlaşıldı ki 2010: yine takla. güvercin kadar kondisyonluyum yemin ederim. zaten bu saatten sonra takla atmasam kaşıntı yapacak heralde. iki ters bi düz. kendimce bi planlar yapıyodum ama bu bambaşka.
annem ve defne, her şey onlar için. yani bunu arada ben bile unutsam da, öyle. içimde zırhlı, beyaz atlı bi şövalye var. güvercin ruhlu bi şövalye evet, takla atabilen kahraman. kendime 2 boy büyük geliyorum arada, kendimi bekleyip görüyorum. satranç gibi. evet evet, gözlerim faltaşı gibi açık; kendimi bekliyorum, havayı kokluyorum, takvim sayfası koparıyorum. annem enteresan bi kadın, yapıverir, ediverir, en doğru kararı verdiğini bildiğiniz için de fazladan bi destek istemez sanırsınız. yani ne bileyim, öyle şeyler yaptı ki, ihtiyacı yok gibi. şimdi ilk kez, o 52 ve ben 26'ya doğru giderken, onun bana ihtiyacı var ve gözümün içine doğru, dimdik söyledi bunu. güvercinlere böyle şeyler yaparsanız aptala dönerler, e ben de döndüm. sindiriyorum. düşünüyorum. mantık ve ben ve güvercin ruhlu şövalyeler ve şövalye ruhlu güvercinler meselesi. güvercin ne kadar da ankara bi hayvan bu arada, di mi?
bana bi kez daha üniversiteye giriş pırpırı, bekleyişler.
maaile taklalanmalarımızın sonu iyi olsun, mis olsun, ferah olsun.
31 aralıkta karne notunu vericem 2010'un, bakalım. iyi olan kazansın, adil bi dövüş olsun.
ben de işte düzenli aralıklarla takla atıyorum, giderek de sıklaşıyo. 1995: takla. 2002: takla. 2006: takla. 2008: takla. 2009: takla.
şu kısacık ankara ziyareti sonucunda anlaşıldı ki 2010: yine takla. güvercin kadar kondisyonluyum yemin ederim. zaten bu saatten sonra takla atmasam kaşıntı yapacak heralde. iki ters bi düz. kendimce bi planlar yapıyodum ama bu bambaşka.
annem ve defne, her şey onlar için. yani bunu arada ben bile unutsam da, öyle. içimde zırhlı, beyaz atlı bi şövalye var. güvercin ruhlu bi şövalye evet, takla atabilen kahraman. kendime 2 boy büyük geliyorum arada, kendimi bekleyip görüyorum. satranç gibi. evet evet, gözlerim faltaşı gibi açık; kendimi bekliyorum, havayı kokluyorum, takvim sayfası koparıyorum. annem enteresan bi kadın, yapıverir, ediverir, en doğru kararı verdiğini bildiğiniz için de fazladan bi destek istemez sanırsınız. yani ne bileyim, öyle şeyler yaptı ki, ihtiyacı yok gibi. şimdi ilk kez, o 52 ve ben 26'ya doğru giderken, onun bana ihtiyacı var ve gözümün içine doğru, dimdik söyledi bunu. güvercinlere böyle şeyler yaparsanız aptala dönerler, e ben de döndüm. sindiriyorum. düşünüyorum. mantık ve ben ve güvercin ruhlu şövalyeler ve şövalye ruhlu güvercinler meselesi. güvercin ne kadar da ankara bi hayvan bu arada, di mi?
bana bi kez daha üniversiteye giriş pırpırı, bekleyişler.
maaile taklalanmalarımızın sonu iyi olsun, mis olsun, ferah olsun.
31 aralıkta karne notunu vericem 2010'un, bakalım. iyi olan kazansın, adil bi dövüş olsun.
12 Mart 2010 Cuma
bilet
hasta oluyo gibiyim. olmamam gerektiğini düşündüğüm için kendime izin vermiyorum, çarpışma halindeyiz. boğazım mı batıyo, ılık çay, hop iyi hissediyorum. ankaraya biletim var bu gece, annemin ültimotomu, teyzemin telefonları, sabuş'un sessizliği ve defnenin gelemeyişleri filan, gecikmeli işlerim işte. ankara 18 dereceymiş hem. gerçi ben gidiyorum ya, kesin soğur, yağmur filan yağar. ayak bileğime bağlı kara bulutlarla dolaşıyorum bu ara. x-men'de en çok storm'u severdim, o ayrı.
trompet ne güzel bir aletimizsin sen. haftaiçi konserlenmesi de güzel bi şi. babylon'a masa düzeni yakışmıyo ama olsun. gerçi babylon'a damlalıkla votka vermek de yakışmıyo ama neylesin gönül.
~
kadın ve aileden sorumlu devlet bakanları ne kadar enteresanlar değil mi? ruh halleri bir ters. gerçi gönül ister ki ne bileyim, "cinsiyet" odaklı bi bakanlık olsun olacaksa, böyle "kadınlar ve pek doğal olarak aileleri" girdabına dolanmayalım. aya benzer yüreğim, e doğal olarak takipteyim.
"Güçlü aile için güçlendirilmiş kadın anlayışı, toplumsal anlamda yaşanan tümsosyal sorunların çözümünde etkili olacak en temel unsurdur. Kadını güçlendirmek demek, aileyi güçlendirmek demektir. Aileyi aile yapan kadındır. Huzurlu bir toplumun en önemli unsuru sağlıklı aile yapısı, sağlıklı ailenin en unsuru ise güçlü kadındır." demiş bakınız bakanımız.
güçlü birey için güçlendirilmiş kadın anlayışına var daha yani. kadına fonksiyonel bakış. hani yuvayı yapan dişi kuşun uçabilir olması lazım, niye, yuva için. binayı taşıyan ana kolona güçlendirme. güçlendirilmiş kadından ne anlaşılıyor bilmiyorum, "tüm sosyal sorunlar" da iddialı bi laf olmuş. kadın, yine aileli kadın. ailenin annesi olarak ama; kızı olarak değil. o zaman bambaşka bi kadınlık performansı icap ediyor. ki kız çocuk olabilmek bile hesap kitap işi bi yerde.
aileyi aile yapan kadınmış. deliricem. aileyi aile yapan kadın ve erkektir. bence iki kadın ve iki erkek de olabilir; ama kendisi o konuda hassas. bekar anne- çocuk, bekar baba-çocuk gibi versiyonları da mümkün ayrıca. "sen yeterince aile değilsin gözüm, bi kadın al öyle gel" mi denecek? böyle "toplumun en küçük birimi ailedir" saplantısıyla aile odaklı politikalar, onun bi alt kümesi olan bireyi ıskalamaktan bir hal oluyo. neyse bunları piinata devrettim, o halledecek.
*
onun dışında ve kenarında, keşke otobüste filan kitap okuyabilseydim, yol tutmasaydı. belki öğrenilen bi şidir, geçebilen bi şidir. başucumda kitap, rapor, makale ve bissürü yazıyla dolu bi sepetim var, kısmet. hepsi bitecek, durdukça içim sıkılıyo.
kahvaltıda serçe istilası ne güzel bi şimiş, özlemişim ben. serçeler minicik, harika hayvanlar. amerika ve avustralyada yokmuş mesela aslında, sonradan götürülmüşler. 1854'te new yorkta bi mezarlığa getirilmişler ilk kez. central park yetkilileri 50 tanesini salıvermiş. birilerinin serçesizliğe dayanamayıp kıtalar aştırması, belki de romantik bi şidir.
kendime not: yaş 25, nihayet becerdim: saç terbiyesi. "öyle durmuyo" diyene küserim.
dibimde hem postane hem havuz var. kullanmamak ayıptır, adamı döverler.
trompet ne güzel bir aletimizsin sen. haftaiçi konserlenmesi de güzel bi şi. babylon'a masa düzeni yakışmıyo ama olsun. gerçi babylon'a damlalıkla votka vermek de yakışmıyo ama neylesin gönül.
~
kadın ve aileden sorumlu devlet bakanları ne kadar enteresanlar değil mi? ruh halleri bir ters. gerçi gönül ister ki ne bileyim, "cinsiyet" odaklı bi bakanlık olsun olacaksa, böyle "kadınlar ve pek doğal olarak aileleri" girdabına dolanmayalım. aya benzer yüreğim, e doğal olarak takipteyim.
"Güçlü aile için güçlendirilmiş kadın anlayışı, toplumsal anlamda yaşanan tüm
güçlü birey için güçlendirilmiş kadın anlayışına var daha yani. kadına fonksiyonel bakış. hani yuvayı yapan dişi kuşun uçabilir olması lazım, niye, yuva için. binayı taşıyan ana kolona güçlendirme. güçlendirilmiş kadından ne anlaşılıyor bilmiyorum, "tüm sosyal sorunlar" da iddialı bi laf olmuş. kadın, yine aileli kadın. ailenin annesi olarak ama; kızı olarak değil. o zaman bambaşka bi kadınlık performansı icap ediyor. ki kız çocuk olabilmek bile hesap kitap işi bi yerde.
aileyi aile yapan kadınmış. deliricem. aileyi aile yapan kadın ve erkektir. bence iki kadın ve iki erkek de olabilir; ama kendisi o konuda hassas. bekar anne- çocuk, bekar baba-çocuk gibi versiyonları da mümkün ayrıca. "sen yeterince aile değilsin gözüm, bi kadın al öyle gel" mi denecek? böyle "toplumun en küçük birimi ailedir" saplantısıyla aile odaklı politikalar, onun bi alt kümesi olan bireyi ıskalamaktan bir hal oluyo. neyse bunları piinata devrettim, o halledecek.
*
onun dışında ve kenarında, keşke otobüste filan kitap okuyabilseydim, yol tutmasaydı. belki öğrenilen bi şidir, geçebilen bi şidir. başucumda kitap, rapor, makale ve bissürü yazıyla dolu bi sepetim var, kısmet. hepsi bitecek, durdukça içim sıkılıyo.
kahvaltıda serçe istilası ne güzel bi şimiş, özlemişim ben. serçeler minicik, harika hayvanlar. amerika ve avustralyada yokmuş mesela aslında, sonradan götürülmüşler. 1854'te new yorkta bi mezarlığa getirilmişler ilk kez. central park yetkilileri 50 tanesini salıvermiş. birilerinin serçesizliğe dayanamayıp kıtalar aştırması, belki de romantik bi şidir.
kendime not: yaş 25, nihayet becerdim: saç terbiyesi. "öyle durmuyo" diyene küserim.
dibimde hem postane hem havuz var. kullanmamak ayıptır, adamı döverler.
11 Mart 2010 Perşembe
canbaz
annemi ortaokul ve lise arkadaşları "gırgır okurken gülmekten sıradan düşen kız" olarak hatırlıyor. babam, ailede eli fırça tutan yegane kişi oluşundan da olabilir, bana uzun yıllar boyu sürekli ve sadece çizgi roman hediye etti, hatta fransızca tek kelime bile bilmezken 5 tane fransızca çizgi romanım vardı: çizgilerinin zerafetine bakiym diye. ensesi kalın paragöz adamlar çizer, yanına deve kervanı, kuklalar oynatırdı. neyse yani, ben de hem çizgi roman hem de karikatür severek büyüdüm doğal olarak.büyük meziyet değil, ama işte, benim için özel bi şi çizgi romanlar, bol güneşli bir odada, küçüklüğüm demek. zaten çizgili şeyleri sevmeyen gitsin uyusun, bi sonraki binyılda uyansın. ntv yayınlarına ısınamadım bi tek, niyeyse. gereksiz taraması çok, keh keh.
neyse işte. küçükken, hayattaki hedeflerimden biri, ciltlenmiş, sıra sıra evde duran abdücanbazları okumaktı. okumak ve annemi anlamaktı hatta. annemin abdülcanbaz sevgisi, karakterleri anlatmaya her başlayışında kendi kendine gülme krizine girmesi filan, hepsi bi paket benim için. denizci kıyafetli o veledin değeri büyük.
ve işte o turhan selçuk vefat etmiş. cumhuriyetteki bandını geçiyorum, onu pek takip etmedim. benim için o en çok abdülcanbaz'dı ve ben annemin gözündeki pırıltılar adına bugün üzgünüm. gözlüklü sami içinse, ne diyeyim, müteşekkirim efendim.
neyse işte. küçükken, hayattaki hedeflerimden biri, ciltlenmiş, sıra sıra evde duran abdücanbazları okumaktı. okumak ve annemi anlamaktı hatta. annemin abdülcanbaz sevgisi, karakterleri anlatmaya her başlayışında kendi kendine gülme krizine girmesi filan, hepsi bi paket benim için. denizci kıyafetli o veledin değeri büyük.
ve işte o turhan selçuk vefat etmiş. cumhuriyetteki bandını geçiyorum, onu pek takip etmedim. benim için o en çok abdülcanbaz'dı ve ben annemin gözündeki pırıltılar adına bugün üzgünüm. gözlüklü sami içinse, ne diyeyim, müteşekkirim efendim.
10 Mart 2010 Çarşamba
seri üretim
evveet nihayet proceleri hayata geçirme işlemi. dün gece. bissürü şey var aklımda daha.
keçelerler. en güzel yanı, her şekle girmesi ve öyle durması, azmin zaferi, yılan gibi bi şi yaptım. keçeden tırtıl gibi, on farklı şekilde takıcam, burda çok sakin duruyo. renkler pek anlaşılmıyor ama ossun, toprak tonları işte. metaller de işte öyle bi şi. homage to chaplin's modern times olsun madem. breh breh.
parlaklarlar. ensesinde kocaman bi fiyonk olabülü, boyu ayarlanabülü. deri şerit buldum, suyunu çıkarmayı planlıyorum, çok bi canım oldu bu kolye.
bunlar da işte sıkıntıdan. ilkinin renkleri, ikincinin de hmm.. keçe yüzük oluşu? evet. dayanıcak umarım sağlıksız yöntemim.
tırnaklarım parçalandı ama saatlerce oynadım, iyi geldi. arada lazım.
keçelerler. en güzel yanı, her şekle girmesi ve öyle durması, azmin zaferi, yılan gibi bi şi yaptım. keçeden tırtıl gibi, on farklı şekilde takıcam, burda çok sakin duruyo. renkler pek anlaşılmıyor ama ossun, toprak tonları işte. metaller de işte öyle bi şi. homage to chaplin's modern times olsun madem. breh breh.
parlaklarlar. ensesinde kocaman bi fiyonk olabülü, boyu ayarlanabülü. deri şerit buldum, suyunu çıkarmayı planlıyorum, çok bi canım oldu bu kolye.
bunlar da işte sıkıntıdan. ilkinin renkleri, ikincinin de hmm.. keçe yüzük oluşu? evet. dayanıcak umarım sağlıksız yöntemim.
tırnaklarım parçalandı ama saatlerce oynadım, iyi geldi. arada lazım.
6 Mart 2010 Cumartesi
cumtesipaz
çilingirlik zor zanaat imiş. ben, kalacak yeri olsa dahi, evine 1 gün girememe ihtimaliyle deliren biriymişim. kardeşine laf etme, başına gelirmiş. hollandada anahtarımın kırılması, çalınması (evet, çalındı!), kilit bozulunca içinde kalması vs tonla vaka yaşamıştım ama bi şekilde içeri girmiştim hep. bu seferse, cık imkanı yoktu, ev arkadaşım ankaradaydı. eve girince yer karolarını öpecektim dün resmen. dün diyosam cuma, gecenin bi yarısı olunca tarih pazara geçti ama ben geçmedim.
bu cumartesi kuşluk vakti, acucuk geç kalarak filan, kaldığımız yerden mermaidcimle turumuza devam. eminönü. onun silikon tabancası üstünlüğü var, ben hala elimi sıcak silikonla yakma ihtimalimle boğuşuyorum, darth vader hikayesi çıkar diye korkuyorum. hani arada bi haller gelir insana, evde yürürken kapıya omzunu, yatağa ayağını çarpar, yetmez sıcak tencereyi cart diye tutuverir ve ütü elini yakar falan filan: felaketler zinciri. işte o hallerdeyim ben. kendime sakarlık sirki resmen. o yüzden, bi silikon tabancam eksik, erteliyorum.
neyse, projelerin birini finansman nedeniye hayata geçiremedik. ve yani, daireler çize çize bir sürü alternatif aradık. velakin belki bunun kredisi vardır, bankalar bu işe girse köşe olurlar.
sonra yün almaya gittik. yünden, şişten ve tabii ki dikişten hiç anlamam. kumaş cinslerini bilmek bi işime yarayamıyo. şimdiye kadar ördüğüm tek şey elim kadar bi şiydi, yaşım da 11 mi ne. mermaid sabırla "kalın yün ne demektir" konulu dersini verdi, ben her seferinde "ama rengi güzel, bu olmaz mı" dedim. "ince o ince, o olmaz bak bu olur" dedi o da. hani adam aile arabası için hayati karar derdinde, yüz bin özellik kıyaslıyor, kadınsa "pembe hangisiyse onu alalım"/ "ay bunun döşemesi çiçekli" filan diyor, öyle bir kıvamdaydık. ilmek atmayı da bilmediğim için, o başliycak ben bitiricem. ki bi daha buluşalım. hepsi benim hain planım, nıhahaha.
esnafla ilişkilerimizin temellerini sağlam attık. bikaç yeri işaretledik filan. onun dışında bolca "şu dağın ardı" vaadiyle dolandık durduk, elimiz boş bile kaldı ama sanırım ben sora sora bağdata gidemeyiş hallerini seviyorum. yani gerdek gecesi için kurulan dekorları görseniz... kat kat kabarık fırfırlarla kaplı bir yatak örtüsü, tam ortasında payetlerle kalp işlenmiş. üstünde 5li yastık seti, ki biri küstüm yastığı ve o bambaşka bi hikaye idi. rahatsız olmasını geçtim; sanki ademle havva yarabbim, öyle bir özen, tarihe altın harflerle işlenmeli halvetiniz. sonra yok bu ülkede vajinismus yaygın, yok iktid.arsızlık en büyük sorun filan. öyle bir dekor yapınca, oyuncular tabii ki performans beklentisi baskısı ve hatta sahne korkusu yaşar. bi de oldu olacak aile bireyleri de "gerdeğe gerdeğe gerdeğe geeldiiik" diye marş söylesin kapıda. neyse, en azından bu ruh halini anlamam gerekmediği için şanslıyım.
doğumgünü hediyelerini sevdiğini umarak nihayet paket teslim, o sırada en bi güzel öğle yemeği, et kokmadan pilav üstü, yayıla yayıla, sırt yaslayarak, dinlenerek. aa fotoğraf da çektik birer adet. dönüş yolunda yağmur, semtime gelirken rakım farkından resmen sulu kar. dondum dondum! çilingirle rötuş randevusu ertelendi, sıçana dönerek canıma koştum çünkü o bir hasta, çorbası tasta. sonra napalım derken, bakhalar- fena değildi diyelim, tavsiye edemeden.
ay bunların hepsi bugün olmuş gibi gelmiyo ama 18 saattir ayakta olduğum için de olabilir. ev arkadaşım geldi, yeni anahtarlarını verdim. artık devrilebilirim.
bu cumartesi kuşluk vakti, acucuk geç kalarak filan, kaldığımız yerden mermaidcimle turumuza devam. eminönü. onun silikon tabancası üstünlüğü var, ben hala elimi sıcak silikonla yakma ihtimalimle boğuşuyorum, darth vader hikayesi çıkar diye korkuyorum. hani arada bi haller gelir insana, evde yürürken kapıya omzunu, yatağa ayağını çarpar, yetmez sıcak tencereyi cart diye tutuverir ve ütü elini yakar falan filan: felaketler zinciri. işte o hallerdeyim ben. kendime sakarlık sirki resmen. o yüzden, bi silikon tabancam eksik, erteliyorum.
neyse, projelerin birini finansman nedeniye hayata geçiremedik. ve yani, daireler çize çize bir sürü alternatif aradık. velakin belki bunun kredisi vardır, bankalar bu işe girse köşe olurlar.
sonra yün almaya gittik. yünden, şişten ve tabii ki dikişten hiç anlamam. kumaş cinslerini bilmek bi işime yarayamıyo. şimdiye kadar ördüğüm tek şey elim kadar bi şiydi, yaşım da 11 mi ne. mermaid sabırla "kalın yün ne demektir" konulu dersini verdi, ben her seferinde "ama rengi güzel, bu olmaz mı" dedim. "ince o ince, o olmaz bak bu olur" dedi o da. hani adam aile arabası için hayati karar derdinde, yüz bin özellik kıyaslıyor, kadınsa "pembe hangisiyse onu alalım"/ "ay bunun döşemesi çiçekli" filan diyor, öyle bir kıvamdaydık. ilmek atmayı da bilmediğim için, o başliycak ben bitiricem. ki bi daha buluşalım. hepsi benim hain planım, nıhahaha.
esnafla ilişkilerimizin temellerini sağlam attık. bikaç yeri işaretledik filan. onun dışında bolca "şu dağın ardı" vaadiyle dolandık durduk, elimiz boş bile kaldı ama sanırım ben sora sora bağdata gidemeyiş hallerini seviyorum. yani gerdek gecesi için kurulan dekorları görseniz... kat kat kabarık fırfırlarla kaplı bir yatak örtüsü, tam ortasında payetlerle kalp işlenmiş. üstünde 5li yastık seti, ki biri küstüm yastığı ve o bambaşka bi hikaye idi. rahatsız olmasını geçtim; sanki ademle havva yarabbim, öyle bir özen, tarihe altın harflerle işlenmeli halvetiniz. sonra yok bu ülkede vajinismus yaygın, yok iktid.arsızlık en büyük sorun filan. öyle bir dekor yapınca, oyuncular tabii ki performans beklentisi baskısı ve hatta sahne korkusu yaşar. bi de oldu olacak aile bireyleri de "gerdeğe gerdeğe gerdeğe geeldiiik" diye marş söylesin kapıda. neyse, en azından bu ruh halini anlamam gerekmediği için şanslıyım.
doğumgünü hediyelerini sevdiğini umarak nihayet paket teslim, o sırada en bi güzel öğle yemeği, et kokmadan pilav üstü, yayıla yayıla, sırt yaslayarak, dinlenerek. aa fotoğraf da çektik birer adet. dönüş yolunda yağmur, semtime gelirken rakım farkından resmen sulu kar. dondum dondum! çilingirle rötuş randevusu ertelendi, sıçana dönerek canıma koştum çünkü o bir hasta, çorbası tasta. sonra napalım derken, bakhalar- fena değildi diyelim, tavsiye edemeden.
ay bunların hepsi bugün olmuş gibi gelmiyo ama 18 saattir ayakta olduğum için de olabilir. ev arkadaşım geldi, yeni anahtarlarını verdim. artık devrilebilirim.
5 Mart 2010 Cuma
gak gak gubarak, gubarak gubarak
iyi haber almayınca işler yürümüyor. onçün, iyi haber buyrun:
ikizdere, vadileri HES'e tercih etti.
enerji de tabii, mühim mesele. enerji 3 aşamalı: üretim, iletim, dağıtım. ama mesela, TEDAŞ verilerine göre, türkiyedeki mevcut sistemde mesken ve sanayiye iletilen elektrikte sistem %45'e varan kaçakla çalışıyor. yani ürettiğiniz elektriğin yaklaşık yarısı iletilemeden kaybolup gidiyor. sistem iyileştirilmesi, kayıp ve kaçakla mücadele, talep yönetimi kadar arz yönetiminin de temeli. tam da bu sebeple, mevcut sistemi iyileştirmeden "enerjiye ihtiyacımız var, napalım" diyerek dizi dizi barajlar inşa etmek, kimilerini ikna etmiyor, etmeyecek.
benzer şekilde, ısı yalıtımı. ısınamayan bölgelerde, binalarda yalıtım ne düzeyde? cevap veriyoruz: enerji bakanlığının 2023 için, mesken tipi yapılarda yalıtımı yapılmış bina hedefi 10 milyon. evet, 2023 yılı! anca tamamlanacak. yani elektrikte olduğu gibi, ısıtmada ve hele hele soğutmada deli gibi kayıp var.
su derseniz, suyun en yoğun harcandığı alan tarım ve damla sulamayla tanışmamız, matbaanın gelişi kadar geç oldu heralde. su kanallarındaki kayıp-kaçak meselesi ayrı bir hikaye konusu. sulama yetersiz diye yatağı değiştirilen nehirler, kurutulan yeraltı suları, buna rağmen aşırı sulamadan tüm mineral yapısı değişen ve verimsizleşen toprak, yıl 2010 ama havza yönetimini dahi hakkıyla becerememişlik, vesaire.
diye gider bu. kıt kaynakların etkin kullanımındaki optimizasyon lafı var ya, hani en bi ekonomi teorisi, hah işte o kimsenin umrunda değil. piyasa ekonomisi cart curt diyenler, rica edicem yani, ekonominin söylediği yegane şey, türev integral ve diğer tüm araçlarla, optimizasyondur. hani bi hayrı var ise, bu heralde. türevini al sıfıra eşitle, optimumu bul. haliyle ekonominin hakkını vereyim, en bi piyasacı versiyonu bile asla ve asla "%50 sistem kaybına rağmen serbest rekabet ve piyasa koşullarda tam gaz yatırım yap" demez. zira bunu yapmak, "rasyonel" değildir en başından. adını çevre koymuyor olabilir, ama en azından elindekinden en fazla verimi alarak kullanma gibi bi derdi var.
ha tabii, doğanın ve insanın suyunu çıkarsın anlamında söylemiyorum bunu; ama ölü yatırım kavramı, özünde ekonomiye ters. hatta yani, "imperfection" hassasiyetiyle deliren, bi garip saplantılı ilmimizdir kendisi. neyse, sıkıcı yazı, geçiyorum.
böyleyken böyle: ikizdereye iyi haber.
toprağa saygı duymak, güzel şey.
ikizdere, vadileri HES'e tercih etti.
enerji de tabii, mühim mesele. enerji 3 aşamalı: üretim, iletim, dağıtım. ama mesela, TEDAŞ verilerine göre, türkiyedeki mevcut sistemde mesken ve sanayiye iletilen elektrikte sistem %45'e varan kaçakla çalışıyor. yani ürettiğiniz elektriğin yaklaşık yarısı iletilemeden kaybolup gidiyor. sistem iyileştirilmesi, kayıp ve kaçakla mücadele, talep yönetimi kadar arz yönetiminin de temeli. tam da bu sebeple, mevcut sistemi iyileştirmeden "enerjiye ihtiyacımız var, napalım" diyerek dizi dizi barajlar inşa etmek, kimilerini ikna etmiyor, etmeyecek.
benzer şekilde, ısı yalıtımı. ısınamayan bölgelerde, binalarda yalıtım ne düzeyde? cevap veriyoruz: enerji bakanlığının 2023 için, mesken tipi yapılarda yalıtımı yapılmış bina hedefi 10 milyon. evet, 2023 yılı! anca tamamlanacak. yani elektrikte olduğu gibi, ısıtmada ve hele hele soğutmada deli gibi kayıp var.
su derseniz, suyun en yoğun harcandığı alan tarım ve damla sulamayla tanışmamız, matbaanın gelişi kadar geç oldu heralde. su kanallarındaki kayıp-kaçak meselesi ayrı bir hikaye konusu. sulama yetersiz diye yatağı değiştirilen nehirler, kurutulan yeraltı suları, buna rağmen aşırı sulamadan tüm mineral yapısı değişen ve verimsizleşen toprak, yıl 2010 ama havza yönetimini dahi hakkıyla becerememişlik, vesaire.
diye gider bu. kıt kaynakların etkin kullanımındaki optimizasyon lafı var ya, hani en bi ekonomi teorisi, hah işte o kimsenin umrunda değil. piyasa ekonomisi cart curt diyenler, rica edicem yani, ekonominin söylediği yegane şey, türev integral ve diğer tüm araçlarla, optimizasyondur. hani bi hayrı var ise, bu heralde. türevini al sıfıra eşitle, optimumu bul. haliyle ekonominin hakkını vereyim, en bi piyasacı versiyonu bile asla ve asla "%50 sistem kaybına rağmen serbest rekabet ve piyasa koşullarda tam gaz yatırım yap" demez. zira bunu yapmak, "rasyonel" değildir en başından. adını çevre koymuyor olabilir, ama en azından elindekinden en fazla verimi alarak kullanma gibi bi derdi var.
ha tabii, doğanın ve insanın suyunu çıkarsın anlamında söylemiyorum bunu; ama ölü yatırım kavramı, özünde ekonomiye ters. hatta yani, "imperfection" hassasiyetiyle deliren, bi garip saplantılı ilmimizdir kendisi. neyse, sıkıcı yazı, geçiyorum.
böyleyken böyle: ikizdereye iyi haber.
toprağa saygı duymak, güzel şey.
4 Mart 2010 Perşembe
basın-yayın'dan basmayın-yaymayın hamlesi
tekrar, yeniden:
şimdi... konu şu. ayrıca doğa derneği linki de burda. gazet linki ishali yaşayan bu blogda hiçbi gazete linki veremiyorum; çünkü yok.
gazetelerden tavır, mutlak sessizlik. basındışı iletişim kanallarıyla, boğazımızı yırtarak duyurmak dışında pek bir seçenek kalmıyor. sticker'ı, stencil'ı olsa, sokaklar dolsa. anca öyle.
parayı veren düdüğü çalar, yetmez, bi de ortada en bi yeşil kurumsal iletişim diye dolaşır. ben radikal'e ve ntv'ye sordum, "sağır sultanın bile duyduğu, haber niteliği taşıdığı açık bir şeyi niye haber yapmıyosunuz" diye. radikal 48 saat içinde yanıt vaadediyor. radikal2'de çıkan bir yazı yetmez, beni kesmez.çünkü bir haber değil bu. kanınız çekilmiyosa, beni bağlamaz. benim damarlarım kurumuş vaziyette. saf bi şekilde dürüst habercilik ummuyorum, ama birazcık yani, acıcık. radikal bak, radikal2'de günah çıkarmış, hani daha "muhalif ortam"ı ya radikalin, haşarı çocuk, eli sapanlı hınzır.
ha bir de tıklayın ve imza atın. kendiniz imza atmıyorsanız da "imza atın" demeyin.
dürüstlük beklerken dürüst olmak gerek çünkü, kendimize. bana fişleme korkusu size kıyısından aktivizm, cık, öyle olmuyor bu işler.
saygılar bizden efendim.
şimdi... konu şu. ayrıca doğa derneği linki de burda. gazet linki ishali yaşayan bu blogda hiçbi gazete linki veremiyorum; çünkü yok.
gazetelerden tavır, mutlak sessizlik. basındışı iletişim kanallarıyla, boğazımızı yırtarak duyurmak dışında pek bir seçenek kalmıyor. sticker'ı, stencil'ı olsa, sokaklar dolsa. anca öyle.
parayı veren düdüğü çalar, yetmez, bi de ortada en bi yeşil kurumsal iletişim diye dolaşır. ben radikal'e ve ntv'ye sordum, "sağır sultanın bile duyduğu, haber niteliği taşıdığı açık bir şeyi niye haber yapmıyosunuz" diye. radikal 48 saat içinde yanıt vaadediyor. radikal2'de çıkan bir yazı yetmez, beni kesmez.çünkü bir haber değil bu. kanınız çekilmiyosa, beni bağlamaz. benim damarlarım kurumuş vaziyette. saf bi şekilde dürüst habercilik ummuyorum, ama birazcık yani, acıcık. radikal bak, radikal2'de günah çıkarmış, hani daha "muhalif ortam"ı ya radikalin, haşarı çocuk, eli sapanlı hınzır.
ha bir de tıklayın ve imza atın. kendiniz imza atmıyorsanız da "imza atın" demeyin.
dürüstlük beklerken dürüst olmak gerek çünkü, kendimize. bana fişleme korkusu size kıyısından aktivizm, cık, öyle olmuyor bu işler.
saygılar bizden efendim.
ortak paydalar
ortak payda sahibi olmak zor değildir. ortaokulda gördük ki, paydaları eşitlemek, "ortak katların en küçüğü" ile ilgili bir okek-obeb meselesi. yani 3 ve 4ü 12'de buluşturmak, atla deve değil.
dolayısıyla din için "tabii ki ortak paydamız" diyen başbakan, çok enteresan bi şi söylemiş olmuyor. istesek 600'de eşitleriz paydayı, hem 5'e, 25'e, 100'e, 12'ye, 15'e filan da bölünür. ama 3'ün üçlüğü, 4'ün dörtlüğü ve 5'in 5'liği meselesi bu.
ve üzgünüm inançlarımız, "tabii ki ortak paydamız" değil. mesela cemevleri, en basit örnek. onu da geçtim, oralardan buralardan birilerinin inançsız olması, onları paydasız bırakmamalı. ortak payda dediğiniz şey, az buçuk, daha temel, mesela "vatandaşlık" gibi.
ben diyanetin varlığına karşıyım. çünkü mesafeyi eşitleyemeyip kimine miyop kimine hipermetrop bir halde sürüp gidiyor. "sunni müslümanlar başkanlığı" yapsınlar adını, bağımsız bi dernek/ vakıf olsun mesela, başımla. ama bu şekilde değil.
sivas yaşanalı daha 20 yıl bile geçmedi. ve bakın insanlar artık plakadan bile fal tutuyor. çünkü küçük çocuklar gibi, pal sokağı çocukları gibiyiz. "onlar bize taş attıysa o diyarlar toptan kötüdür" demek, "onlar müslümansa hepsi bizdendir" demek kadar büyük ve bence abes bir genelleme. "aa onları da sevin ama bak onlar da müslümaaan" demek, sorunları çözmüyor, en fazla örtüyor. "onları da sevin onlar da tüüürk"ten farkı ne yani? hem "müslümanlık" temelinde birleştirici politikalar üretmek aşırı oryantalist. elin amerikalısı bize dönüp "ay nası yani tüm müslümanlar arapça bilmiyo muuu?" dediğinde sinirlenmek, "müslümanız diye hepimiz aynı mıyız kardeşim, bunun tarihi var, politikası var, dili var milleti var" diye saymak, ülke sınırları içinde niye sökmüyor ki? veya - müslüman değilsek? süryaniler mesela, müslüman değiller. onları bi sonraki üniteye mi bırakıcaz, okuduğumuzu anlamadık mı?
kurtuluş savaşı günlerindeki gibi tek derdi "düşmandan kurtulmak" olan bi millet olsaydık, belki detaylara takılmamak için, nihai amaç için, gözümüzü kapardık, detayları filan sonraya ertelerdik. artık o günler geçti. ve hatta, hakikaten ertelemiştik bi zamanlar,nerdeyse 90 yıl geçti, hala çözemedik, hala öteliyoruz. ortak katların en küçüğü, maalesef, yetmiyor. daha ulvi temeller lazım. ortak katlara bakmaktan onun dışında kalanları unutmamak lazım. mil.li birlik ve kard.eşlik projesini yürütümeyi diyanet işlerine devrettiysek, başbakanın tabii ki köşe yazarlarına sataşmaya vakti kalır. 21 plakalı araca bile düşman tankı gibi bakan bir millet, günde 5 vakit kardeşmiş gibi yapsa, yutacak mıyız sahi?
daha çok şey yazıcam ama aklımdan yazıyorum. küçükken havaya yazı yazıp, hata yapınca da havayı silip düzeltirdim, onun gibi. içimden, hepsi içimden. çok iğneler batıyo düşündükçe.
dolayısıyla din için "tabii ki ortak paydamız" diyen başbakan, çok enteresan bi şi söylemiş olmuyor. istesek 600'de eşitleriz paydayı, hem 5'e, 25'e, 100'e, 12'ye, 15'e filan da bölünür. ama 3'ün üçlüğü, 4'ün dörtlüğü ve 5'in 5'liği meselesi bu.
ve üzgünüm inançlarımız, "tabii ki ortak paydamız" değil. mesela cemevleri, en basit örnek. onu da geçtim, oralardan buralardan birilerinin inançsız olması, onları paydasız bırakmamalı. ortak payda dediğiniz şey, az buçuk, daha temel, mesela "vatandaşlık" gibi.
ben diyanetin varlığına karşıyım. çünkü mesafeyi eşitleyemeyip kimine miyop kimine hipermetrop bir halde sürüp gidiyor. "sunni müslümanlar başkanlığı" yapsınlar adını, bağımsız bi dernek/ vakıf olsun mesela, başımla. ama bu şekilde değil.
sivas yaşanalı daha 20 yıl bile geçmedi. ve bakın insanlar artık plakadan bile fal tutuyor. çünkü küçük çocuklar gibi, pal sokağı çocukları gibiyiz. "onlar bize taş attıysa o diyarlar toptan kötüdür" demek, "onlar müslümansa hepsi bizdendir" demek kadar büyük ve bence abes bir genelleme. "aa onları da sevin ama bak onlar da müslümaaan" demek, sorunları çözmüyor, en fazla örtüyor. "onları da sevin onlar da tüüürk"ten farkı ne yani? hem "müslümanlık" temelinde birleştirici politikalar üretmek aşırı oryantalist. elin amerikalısı bize dönüp "ay nası yani tüm müslümanlar arapça bilmiyo muuu?" dediğinde sinirlenmek, "müslümanız diye hepimiz aynı mıyız kardeşim, bunun tarihi var, politikası var, dili var milleti var" diye saymak, ülke sınırları içinde niye sökmüyor ki? veya - müslüman değilsek? süryaniler mesela, müslüman değiller. onları bi sonraki üniteye mi bırakıcaz, okuduğumuzu anlamadık mı?
kurtuluş savaşı günlerindeki gibi tek derdi "düşmandan kurtulmak" olan bi millet olsaydık, belki detaylara takılmamak için, nihai amaç için, gözümüzü kapardık, detayları filan sonraya ertelerdik. artık o günler geçti. ve hatta, hakikaten ertelemiştik bi zamanlar,nerdeyse 90 yıl geçti, hala çözemedik, hala öteliyoruz. ortak katların en küçüğü, maalesef, yetmiyor. daha ulvi temeller lazım. ortak katlara bakmaktan onun dışında kalanları unutmamak lazım. mil.li birlik ve kard.eşlik projesini yürütümeyi diyanet işlerine devrettiysek, başbakanın tabii ki köşe yazarlarına sataşmaya vakti kalır. 21 plakalı araca bile düşman tankı gibi bakan bir millet, günde 5 vakit kardeşmiş gibi yapsa, yutacak mıyız sahi?
daha çok şey yazıcam ama aklımdan yazıyorum. küçükken havaya yazı yazıp, hata yapınca da havayı silip düzeltirdim, onun gibi. içimden, hepsi içimden. çok iğneler batıyo düşündükçe.
2 Mart 2010 Salı
fıldır
benim arkadaşlarım, benim diye demiyorum, harikalardır.
misal bi tanesi, hayaline adım adım, sabırla, arada tahminen hayata bolca söverek, ama sonunda bileğinin hakkıyla, kavuştu. "takım elbise bile almıştım, mülakatlara gittim" dediğinde, içim öyle çekildi ki. 3 düğmeli ceketi ilikleyecek en son insan çünkü o. seda dediğin alet kullanır; bisiklet, yelken, kamera, montaj bi şileri filan. seda, şimdi nihayet kamerasıyla ve iyi ki 3 düğmesiz kaldı. yanında kendimi kolay-cacık hissediyorum, öyle hissettirmesi bile güzel.
başka birini biri üzdü. o üzeni büzmek için dayanılmaz bi istek duyuyorum. kola şişesine filan tıkabilirim gibi geliyo. vörç diye emen bi vakum işimi görür. içimdeki şiddete duyduğum minnet. ho ho.
hardal yeşili ile nar çiçeği ikilisi ve çizgilerler. tuhaf derecede cart ve güzel ve bence bahar geliyo.
bundan başka, raflar ve kutular, sanki dağınıklar. her şey ortalıkta. ya da sapıttım iyice. dal avına çıkıcam hem; ama düşmüşünü bulmak gerek. bi de raf çakıcam. bi de o nane yeşili komodin ne güzeldi di mi mermaid? çok güzeldi, görseniz. kitap gezdiriyorum çantamda, etrafı görüyolar filan. elbet okunur, bi de otobüste okuyabilsem, yol tutmasa. dikiş kursu hala yalan vaziyette. koza koza.
akşamları en güzel şey koltukta uyuyakalmak, "hadi yatağa"yla taşınmak. öyle işte.
sabah güneş parlıyodu, şimdi yağmur var.
içimden bi şiler taşıyo, şişiyo da uçamıyo. tavanı delip geçemeyen balonlar gibiyim. haberleri okudukça reflüm azıyo.bkz sağdaki kolonda bi yerde, parildaanım'dan öğrenip koyuverdiğim üzere, akbank ve garanti fonluyomuş ılısu barajını, türk malı türkün malı, hasankeyf illa ki batmalı. nesiniz, nerdensiniz, nedensiniz, bi anlasam.
bunun dışında, yani buraya habire tekrar ettiğim çerezimsi haller dışında, bissürü şey dönüyo beynimde. tek derdim defalarca boşaltıp boşaltıp doldurduğum kutular değil. sıkıl sıkın. ne var sanki, anlatsam bi ben anliycam yine. tanıdığım çoğu kişi daha gözümün, saçımın ne renk olduğunda uzlaşamadı, ben de bilmiyorum ki. ara renkli bi hallerde, arada derede duruyorum. evet kendimi çok "arada" hissediyorum yine ben. dağ bayır sekerek, güzel bir fon müziğiyle koşmak filan - fena olmazdı. rilke'yi sakız yapmış olsam da, ne kadar da güzeldi kelimeleri. dantel gibiydi. yine de, hiç anlamadığınız şarkılar iki ciğerinizi birbirine dikiyosa sözlere çok da takılmamak gerek belki de. hissiyatlar efendim, mühim şeyler.
biraz vakte ihtiyacım var, kozaya, işte hardal yeşili ve nar çiçeği konusunu incelemek için filan. dino'nun eller tablosuna bakakalmak için. odamda, öylece.
misal bi tanesi, hayaline adım adım, sabırla, arada tahminen hayata bolca söverek, ama sonunda bileğinin hakkıyla, kavuştu. "takım elbise bile almıştım, mülakatlara gittim" dediğinde, içim öyle çekildi ki. 3 düğmeli ceketi ilikleyecek en son insan çünkü o. seda dediğin alet kullanır; bisiklet, yelken, kamera, montaj bi şileri filan. seda, şimdi nihayet kamerasıyla ve iyi ki 3 düğmesiz kaldı. yanında kendimi kolay-cacık hissediyorum, öyle hissettirmesi bile güzel.
başka birini biri üzdü. o üzeni büzmek için dayanılmaz bi istek duyuyorum. kola şişesine filan tıkabilirim gibi geliyo. vörç diye emen bi vakum işimi görür. içimdeki şiddete duyduğum minnet. ho ho.
hardal yeşili ile nar çiçeği ikilisi ve çizgilerler. tuhaf derecede cart ve güzel ve bence bahar geliyo.
bundan başka, raflar ve kutular, sanki dağınıklar. her şey ortalıkta. ya da sapıttım iyice. dal avına çıkıcam hem; ama düşmüşünü bulmak gerek. bi de raf çakıcam. bi de o nane yeşili komodin ne güzeldi di mi mermaid? çok güzeldi, görseniz. kitap gezdiriyorum çantamda, etrafı görüyolar filan. elbet okunur, bi de otobüste okuyabilsem, yol tutmasa. dikiş kursu hala yalan vaziyette. koza koza.
akşamları en güzel şey koltukta uyuyakalmak, "hadi yatağa"yla taşınmak. öyle işte.
sabah güneş parlıyodu, şimdi yağmur var.
içimden bi şiler taşıyo, şişiyo da uçamıyo. tavanı delip geçemeyen balonlar gibiyim. haberleri okudukça reflüm azıyo.bkz sağdaki kolonda bi yerde, parildaanım'dan öğrenip koyuverdiğim üzere, akbank ve garanti fonluyomuş ılısu barajını, türk malı türkün malı, hasankeyf illa ki batmalı. nesiniz, nerdensiniz, nedensiniz, bi anlasam.
bunun dışında, yani buraya habire tekrar ettiğim çerezimsi haller dışında, bissürü şey dönüyo beynimde. tek derdim defalarca boşaltıp boşaltıp doldurduğum kutular değil. sıkıl sıkın. ne var sanki, anlatsam bi ben anliycam yine. tanıdığım çoğu kişi daha gözümün, saçımın ne renk olduğunda uzlaşamadı, ben de bilmiyorum ki. ara renkli bi hallerde, arada derede duruyorum. evet kendimi çok "arada" hissediyorum yine ben. dağ bayır sekerek, güzel bir fon müziğiyle koşmak filan - fena olmazdı. rilke'yi sakız yapmış olsam da, ne kadar da güzeldi kelimeleri. dantel gibiydi. yine de, hiç anlamadığınız şarkılar iki ciğerinizi birbirine dikiyosa sözlere çok da takılmamak gerek belki de. hissiyatlar efendim, mühim şeyler.
biraz vakte ihtiyacım var, kozaya, işte hardal yeşili ve nar çiçeği konusunu incelemek için filan. dino'nun eller tablosuna bakakalmak için. odamda, öylece.
1 Mart 2010 Pazartesi
derviş fikri
atasözleri ne kadar işlevsel şeyler. herhangi bir şey başınıza geldiyse, üstelik bu şey tacizse, aslında siz orda yalnızca varolarak bile buna sebep olabilirsiniz. dervişin fikri neyse zikri de o çünkü. belki de o adam sizi ellememiştir, siz avcuna yerleşmişsinizdir, fikir bozuk zira.
bu kızın saat 6da bi alışveriş merkezi servisinde ne işi olabilir ki, tabii ki biri gelip bacağını sıksın, taciz etsin diye bekliyomuş yani. üstelik saat 6da! sanki 12 olsa haklı çıkarırmış gibi. hiç işte. "benim kızımın başına gelmez ben ona güveniyorum" demiş bi de beyfendi.
ah bilseniz, biz de kızımıza güveniyoruz ama etraf kötü bey amca, etraf kötü.
üniformasına güvenenlerin çıplak bırakılacağı araflar lazım bize.
ya da o ellere sigara söndürmek mesela, yasal olmalı. bi şekilde. damga gibi. başka kadınlar, karısı diyelim, veya annesi, gördükçe anlamalı ne mal olduğunu.
bu vesileyle bir olay anlatayım ki masal tadında bitsin:
otobüste el atan sürtünen tiplerin savunması genelde aynı oluyor: "hahayt sana mı tenezzül edicem, fasulye kendini nimetten sanıyor!" (bkz yine bir deyim sulandırması) . yine bi kadını taciz ediyodu bi hödük, kadın bağırdı, adam bu lafı etti, alkış bekleyerek. kadın sakince otobüsten inerken sadece şunu söyledi:
- aç olana fasulye bile nimet geliyor, naparsın.
di mi yani.
bu kızın saat 6da bi alışveriş merkezi servisinde ne işi olabilir ki, tabii ki biri gelip bacağını sıksın, taciz etsin diye bekliyomuş yani. üstelik saat 6da! sanki 12 olsa haklı çıkarırmış gibi. hiç işte. "benim kızımın başına gelmez ben ona güveniyorum" demiş bi de beyfendi.
ah bilseniz, biz de kızımıza güveniyoruz ama etraf kötü bey amca, etraf kötü.
üniformasına güvenenlerin çıplak bırakılacağı araflar lazım bize.
ya da o ellere sigara söndürmek mesela, yasal olmalı. bi şekilde. damga gibi. başka kadınlar, karısı diyelim, veya annesi, gördükçe anlamalı ne mal olduğunu.
bu vesileyle bir olay anlatayım ki masal tadında bitsin:
otobüste el atan sürtünen tiplerin savunması genelde aynı oluyor: "hahayt sana mı tenezzül edicem, fasulye kendini nimetten sanıyor!" (bkz yine bir deyim sulandırması) . yine bi kadını taciz ediyodu bi hödük, kadın bağırdı, adam bu lafı etti, alkış bekleyerek. kadın sakince otobüsten inerken sadece şunu söyledi:
- aç olana fasulye bile nimet geliyor, naparsın.
di mi yani.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)