20 Aralık 2012 Perşembe

çıplak deniz çıplak ada

Dün, türlü çeşitli abuklukta beyan ve olaydan bir tanesi üzerine sakin hanım "benim yeniden sinirlenmem lazım" dedi. ne iyi dedi. bunun üzerine düşündüm de ben artık sinirlenmiyorum, alışıyorum bazı şeylere. onun için de daha az yazıyorum sanırım. sinirlensem, midem yandığıyla kalacak gibi çünkü. bi 4-5 yıl önceki halimden eser yok şimdi. o zaman şaşırır, sinirlenir ve yazardım. artık sinirlenmiyorum, üzülüyorum. acıyorum halimize. sonra unutuyorum. insan üzülünce unutur, sinirlenince hatırlar. bence öyle. o yüzden sinirlenebilmeliyim yeniden. saman alevi gibi sönmek değil, derim nasırlaşmadan, sinir ola ola, "bu normal değil" diye diye.

*

misal, bir burhan kuzu'nun, koskoca yenikapı kazılarıyla ilgili olarak "orada bi kemik çıkıyor. kendi mi koydu naptı artık??? anlayana!!!" minvalindeki sözlerine kızabilmeliyim. efendim, iki kemik çıktı diye arkeolojik hassasiyet ayağına koskoca Marmaray projesi gecikiyormuş, hem de 2 yıldır! daha ziyade cehaletine acır haldeyim; ama hayır, kızabilmeliyim. sen kimsin ki, nesin ki bir koca tarihi, onca biliminsanının emeğini, özeni, hukuku, kuralı ve hatta edep adabı bi kalemde siliyorsun? karbon testini bile akıl edemiyorsun ve sen, elinde hak etmediğin güçlerle benim için mi karar vereceksin? koskoca arkeolojik kazı için "oraya kemiği kendileri koymuş" diyen bir adamın, başka bir davada "benim bilgisayarıma virüsle dosya koydular" diyenlere, üstelik kanıtlarıyla, raporlarıyla ispat ederek bunu söyleyenlere terörist demesi nasıl bir edepsizliktir? sen her bir haltı biliyorsun ama mürekkep yalayanlar "monşer" oluyor. nasıl bir güç sarhoşluğu bu? güçler ayrılığı bile kaşıntı yapıyor sonra işte.

mesela odtüyü savaş alanına çevirmelerine sinirlenmeliyim, oysa ben polisin bikaç metreden biber gazı atıp fişeğiyle kafasını yardığı, beyin kanaması geçirip hayatı tehlikeye giren öğrenciye üzülüyorum. koca kampüste OHAL ilan edilmiş gibi gövde gösterisi yapmanın cüretine sinirlenmeliyim. buna alışılmaz. buna sayıp sövüp "hep aynı nakarat işte" denmez. 1000 öğrenciye karşı 3600 polis yığmanın, bunu özerk olması gereken bir üniversite kampüsünde yapmaya kalkmanın cüretine sinirlenmeliyim. hayır, burası dingonun ahırı değil. hayır, sen padişah değilsin. hayır, polis senin kapıkulu askerin değil. hayır, sana itiraz edenin hayatına cehennem zebanisi gibi çökemezsin. destur. 19 yaşında, çocuğunu polis dayağıyla kaybeden o genç kadını unutmadım. bu ülkenin öğrencilerine zaten çok fazla borcunuz var. hapisten çıkarmakla başlayabilirsiniz, beynini ezmekle değil.

Gerçi çevre konularına sinirlenebiliyorum hâlâ. Delta, bildiğiniz üzere, coğrafya derslerinde kusturana kadar ezberlettikleri üzere, "verimli toprak"tır, alüvyon ovasıdır; nimettir yani. Gediz Deltası da böyle bir yer ve flamingo yaşam alanı. ilkbaharda 3500 flamingo üremeye geliyormuş, kışın da 17.000 flamingo konaklıyormuş burada. diğer bir flamingo cenneti de Tuz Gölü'ydü ama onu zaten öldürdüler, koca gölün ipini çektiler.

Şimdi Gediz'in iki sorunu var. Birincisi, sahipsiz köpekleri buraya bıraktıkları için, flamingo yumurtalarını yemiş hayvanlar. hadi bunu çözdük diyelim. Tabii belediyenin barınaklara tıkıp açlıktan öldürmesi veya toplu zehirleme değil kastım, insan gibi çözdük, diyelim. İkincisi, dehşetengiz. Malum, izmir körfezi temizlenecek. Bu projenin en büyük sorunu da deniz tabanından çıkacak pis çamurun ne olacağı. çözüm olarak Gediz Deltası'na yığmaya karar vermişler. ÇED süreci devam ederken, mevzuat açıkça "bu yaşamalanına çamur falan dökemezsiniz" diyor. Kanunda var yani. Yeni yer bulunması lazım. Yeni yer bulunana kadar da proje askıda. bu da tabii akla Burhan Kuzu'yu getiriyor: "allah bilir flamingoları da kendileri getirmiştir oraya".

Neyse kanunda olsa da mühim değil, İzmir Belediye Başkanı diyor ki "çamur sulak alana iyi gelecek. RESTORE edecek. o sebeple yeni yer filan aramıyoruz." kaynak? bilim? rapor? yok öyle bir şey. 22 milyon metreküp çamurun, varlığı yeterince hassas flamingoların tepesinden aşağı boşaltılması, güzelim Gediz Ovası'nın boğulması filan, normal geliyor. hatta bakın, flamingolar da binlerce yıldır bu çamura hasretmiş meğer! İzmir Körfezi temizlenecek, Gediz'i bok götürebilir. Doğa Derneği diyor ki: "tam 700 futbol sahası büyüklüğünde doğal alan çamurla örtülerek yok edilecek. Bu çamur, alanı 30 santimetre kalınlığında 10 kez kaplayabilir". Delta doğal sit alanı; ama ne gam, deltayı bataklığa çevirebiliriz! yine Doğa Derneği diyor ki Gediz, Türkiye’de uluslararası Ramsar Sözleşmesi kapsamında koruma altına alınan 13 alandan biri. Neyse, başkana yanlış bilgi verilmiş diyelim. başkan yanlıştan dönebilir diyelim. hatta başkanı en iyisi elinden tutup bi Gediz'e götürelim, kendi görsün.

*
sinirlenebilmeyi istiyorum, sahiden. şunca zaman en büyük korkum alışmak, şaşırmamaktı. nasırlanmayayım yeter. sinirim bana kalsın. bazen insanın elinde sadece "hâlâ tepki verebiliyor olmak" kalıyor nasılsa. sinirleneyim ki ensem kararmasın. sinirlenmeyi bırakınca, enseden doğru kapkara oluyor insan; alışıyor.

*
Yaşar Kemal'in yeni romanı çıkmış çoktan, "Bir Ada Hikayesi" dörtlemesinin sonu. alın okuyun, benim için de. dilini bildiğiniz, aynı güneşte ısındığınız için mutlu olun. neticede hayat kısa, kuşlar uçuyor ve yaşar kemal hâlâ yazıyor. aslında zor değilse, bu gibi şeyler sayesinde. "Cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. Bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu" demiş Don Kişot için. onu da okuyun. "Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok"u da yüzyılın romanı seçmişti Kemal, keza onu da okuyun. Bence Yaşar Kemal ne okuduysa biz de okuyalım. Belki reçetemiz budur. belki bir umut, biz de evriliriz ona doğru, birazcık da olsa. tek işimiz bu olsun, bi de bu formülü deneyelim.

13 Aralık 2012 Perşembe

pon

kış uykusu zamanı yine. pek kısa günler. ben de meymenetsizim. bu da 2-3 gündür bekleyen yazının son hali.

gönüllü iş iyi gidiyor; ama personelden çok danışman gibiyim. henüz bana bi iş vermediler, bazı şeyler soruyolar, ben de düzeltilmesi için öneri yapıyorum. bilmişlikten değil, sadece deneyim farkı. pek bi çalışkan ekip, o güzel. ufak ufak pişiyor işte işler, çok acelesi yok. bir kere yapalım, tam yapalım.

bu arada jella hanım misafirim oldu, londra bi adet leydi gördü. her zamanki yerler daha bi güzel oldu, gezdik, gördük, üşüdük ve çaktırmadık. şehrin bi ucu olduğu için gitmeye üşendiğim portobello'ya da gittik mesela. noel anne gibi bana yine bir şeyler getirdiği için cennetlik. arkadaşlar çok özleniyor, böyle gidip gelmeler de doping gibi. bu vesileyle: bizim de pasaportlar gelsin, biz de gidelim artık. tahminimce 1,5-2 ay  daha kaldı. o kadar olsa keşke.

bi arkadaşımın bana "stepford wife eşiğine iki kala" dediği üzere, stepford günler geçiriyorum. yılbaşı madem, biraz hediye hazırlığı, biraz süs filan; ama ağaç yok. bir şeyler yapıyorum, el oyalıyor. ben yılbaşının hediye verme kısmına pek bi kapıldım bu yıl, bakalım. 1 ocak dedin mi durulurum herhalde.

Noel haftası tatil, biz de hafta sonu liverpool'a gideceğiz. 24-25'inde orda olmanın bir anlamı yok; her yer kapalı ve dönüş treni dahi bulunmuyor ve londra'da bi noel yemeğine davetliyiz. neyse, iki gün de yeter zaten, gani gani. bu vesileyle, the beatles kürüme de başladım, maksat moda girmek. ortaokuldan beri görmek istediğim tek şehir herhalde, hep bi ötelendi. ortaokulda sınıfımda bi kız vardı, pek bi varlıklı. sömestr tatilinde gitmişti liverpool'a. benim de delice beatles dinlediğim zamanlar. "bitlıs mı ne, onun müzesini gezdik" diye anlatmıştı o zaman, müthiş bir havayla. adını bilecek kadar bile umursamıyorken gidebilmesine çok sinirlenmiştim niyeyse. neyse, "bayramda kırmızı rugan pabuçsuz kalan çocuk" dramı yaratmiym şimdi, bu da böyle bi anımdır.

*

meclis bütçe görüşmelerinin ortasında arınç vajina kelimesinden utandığını söyledi. meclisin bütçe görüşmelerinin ortasında konu buraya nasıl geldi? bir kadın milletvekilinin ona bakarak konuşmasından mahçup olduğu için geldi. bir milletvekili değil, bir "kadın" milletvekili; çünkü önce kadınız. biyolojik olarak kadın olmanın koşullarından biri de vajina tabii. vajinamız var; ama adını anamıyoruz; çünkü vajinasızlar utanabilir ve sahiden, meclis bütçe görüşmeleri için çok önemli bir konu bu. kendisinin penis kelimesinden de utandığını tahmin ederim. bu vesileyle, mesela rahim kanseri veya prostattan da utanıyor mu, merak ediyorum. genel ahlak işte. geriye kaldı twitterdaki "ne diyek, mahmut mu diyek?" yorumu baki.

ilk okuduğumda çok güldüm, sonra detayları düştü internete. bir insanın vajina kelimesinden utanması değil komik olan; bir milletvekilinin, başka bir milletvekiline "organınızın adını nasıl anarsınız! çok ayıp" demesi, beri yandan kadınlarla ilgili onlarca konuda söz ve yetki sahibi olması. trajikomik olan onunki değil; bizim halimiz. bu konuda daha da yazabilirim de sahiden içim şişiyor, istemiyorum. sonuçta kendisini şok eden cümlenin aslı "vajina bekçiliği yapmayın" idi, konu da kürtajdı. tek bir kelime değildi yani, bir koca cümleydi. çok şey anlatan, cinsiyet politikaları jargonunda yeri olan bir cümleydi. bir kadının, kadınlığı, anneliği ile ilgili hak talebine "sen kadın ve annesin, nasıl vajina dersin!" dedi adam. şu andan sonra sahiden karşısına geçip penisvajinapenisvajina diye bağırasım var. hoş n'olacak, ben bağırırım, o utanır, utanınca kızar. kudretlü devletlü.

28 Kasım 2012 Çarşamba

küresel ısınma: kışlar sıcak, yazlar çok sıcak.

Neden wikipedia'ya güvenmemeliyiz?
Veya şöyle sorayım: neden vikipedi'ye güvenmemeliyiz?

Tamam, bunu zaten biliyoruz. Tamam, şaşırmamalıyız. Günaydın, evet.
Yine de işte, iklim değişikliği sayfasına baktım. Türkçesine baktım özellikle ki utanayım.

"Küresel ısınma: Küresel ısınma kimyasal etkilidir. Canlıların solunum ve boşaltım yaptıktan ve çeşitli aktiviteleirnden sonra çıkan sera gazları ile gerçekleşir. İnsanların yaptığı fabrika gibi çeşitli etkenler de kirlenmeye neden olur."

İlkokul 2'ye gidiyoruz ve öğretmenimiz ödev verdi. O yüzden bu kadar bi açıklama yeterli. "İnsanların yaptığı fabrika gibi çeşitli etkenler", I love you. Etken ve etmen kelimelerinin israfı yasaklansa keşke.

"Etkileri: Küresel Isınma, atmosferdeki ısının orada kalmasını sağlayarak iklimlerin normalin üzerinde sıcak olmasını sağlar. Bu sayede örneğin kış mevsimi her zamankinden sıcak olabilir ya da yaz mevsimi çok sıcak olabilir."

İşte bu efendim, bu külliyen yalan! küresel ısınmanın etkisi iklimlerin sıcak olması filan demek değildir! Küresel ısınmanın etkisi de değil, sonucu "iklim değişikliği"dir. Sıcak okyanus akıntıları sayesinde azıcık poposu ısınan İngilizler ve Hollandalılar gayet iyi bilir ki küresel ısınmanın onlar için sonucu resmen buz çağı olacaktır; çünkü o sıcak akıntılar kesilecek. Hani sevgili Gulf Stream var ya, ondan bahsediyorum. Aralıksız yağmur, aşırı soğuk geçen yazlar filan - bu taraflarda küresel ısınma buna denk. Üstelik öyle akıntı kesildikten sonra yüzyıllar değil, birkaç ay içinde olacak.   Bunu da fal bakarak değil, araştırmayla buluyor insanoğlu. yaşasın jeoloji. Ay çok tembelseniz filmi var bunun, "the day after tomorrow". Orada da donmanın tabandan başlaması gibi fiziksel mucizeler oluyor; ama sonuçta film, anafikir alsanız yeter.

E tabii soğuk su akıntılarıyla "serinleyen" diyarların bu akıntılar kesilince yaşayacağı şey de kavrulma. Kışlar sıcak, yazlar çok sıcak. Ne kolaymış ya.

*

Lise 1'deki coğrafya hocam, kulakları çınlasın, hafif deli biriydi. Ağzı bozuktu bi kere, hiç sevmezdik. Ünlü vecizeleri arasında "Siz bu tembellikle Atatürk'ün boku bile olamazsınız!" vardır mesela. Sınav soruları ahret sualleri gibiydi. Gözümüz kapalı harita filan çizmemiz, doğal kaynakları tam yerinde işaretlememiz gerekirdi. Bu da değil, tarifi zor. Camdan dışarı baktırıp bulut çeşidi filan sorardı, her an her şeyi tazecik bileceksin! Yine de hakkını vereyim, kafamıza vura vura öğretti her şeyi. O yıl hiçbir derse çalışmadığım kadar coğrafya çalıştım. "Otobüs camından gördüğünüz dağı, dereyi merak edin!" derdi hep. Coğrafyanın ders kitabı değil, gezegenin ta kendisi olduğunu idrak ettiysem, emeği var. O dağı tepeyi merak etmeden, yediğin meyvenin de, yüzdüğün denizin de pek anlamı olmadığını öğretti. Harita cehaleti sadece ülke sınırları bilmekle giderilmiyor, gerçi fena bi başlangıç sayılmaz.

İşte böyle vikipedi zımbırtılarına sinirleniyorsam, gözümün önüne Ahmet Hoca geldiği için. Sinirlenince sesini uysal bi kedi gibi yumuşatırdı. Bunu okusa yine öyle olurdu herhalde. Biz onu sevmezdik ya, o bizi severdi bak. Sevmese bu kadar uğraşmazdı zaten. Kışlar sıcak, yazlar çok sıcak filan der, geçerdi.

26 Kasım 2012 Pazartesi

işim gücüm

nihayet: ben de bir gönüllüyüm. çok yeni, tazecik. önümde Uganda haritası, dersimi çalıştım. tabii kırtasiyeden yeni çıkmış ilkokul 2 çocuğu gibi olmam bambaşka bir konu. ilkokul 1 olsam, okul, ders nedir bilmem, kırtasiye hevesim zaten olmaz; ama 2. sınıfa geçmiş bir abla olarak, 36lı boya seti olsun, kalem arkası süsü olsun, benden soruluyordu. ekipmanı kuşandım, çarpım tablosudur, güzel yazıdır, örtmenin bi an önce konuya girmesini bekledim. "Yavaş yavaş başlarız" filan dediler, ben de sabırsızlıktan, yeni kalemimi yeni kalemtraşımla açarak vakit geçirdim. Neyse, başladılar. Bir anda başlandı. bakalım bakalım. Çok yeni bir organizasyonun henüz ilk aşaması bile başlayamamış ilk kampanyası: hepimiz amatörüz. Genel olarak bir "burun kıvırma" halim var her şeye, huyum kurusun. Burnumu düzeltip işlere bakıyorum. Londra gri ve soğukken yapılacak en iyi şey evden çalışmak işte.

*
Bu arada, Pınar Selek davası tarihin en absürd davası olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. 15 yıldır sürekli diken üstünde yaşamasını, bu sırada her kurbandan beklendiği gibi "aklıselim ve dirayetli" olmasını, annesini kaybetmesini, kardeşinin hukuk okuyup avukat çıkmasını, avukatlarından biri olan babasının çile dolduran derviş gibi sabırla nefes alıp vermesini geçiyorum. Geçiyorum; çünkü bunlardan bahsettiğiniz zaman niyeyse "fazla insani" oluyor, şu üç günlük dünyada insanca yaşamak bize fazla olduğu için. Bu konudan bahsederken, pınarselek diye bir makineden bahsediyormuş gibi yapmalıyız, niyeyse. yapalım o zaman. peki. çok acırsak "kadıncağız" deriz, bir de kadınlığının zavallı halini belirtmiş oluruz, sanki 15 yıldır dimdik duran bir akademisyen olması o -cağız ekini paramparça etmiyormuş gibi.

Neyse. Bu dava, tüm bu saçmalıklarla sürüyor; çünkü genel görüş "elbet vardır bi sebebi"ciler ile, "ama o da kürtleri yazdı, aposever"ciler arasında gidip geliyor. "ama'lamak" tabir ettiğim bu alışkanlığı hayatın her alanına uygulayabilirsiniz. Ama'yı bastığınız an, sizin hangi cüretle "hak etti işte!" dediğinizi bile sorgulamaz insanlar, defansa başlarlar. "Ama" geldiği zaman, öncesi kaybolur. "tamam 15 yıldır hukuksuz bir şekilde, üstelik tam 3 kez beraat ettiği halde ağırlaştırılmış müebbetle yargılanıyor olabilir; AMA o da kürt dedi!".

Mesela başbakan çok güzel yapıyor bunu, tam bir "ama" uzmanı. İşi gücü bırakıp o "ama"dan sonra gelen kısımları açıklama / temizleme / izah etme döngüsüne giriyorsunuz, böylece "ama" görevini yapmış oluyor: anlamsızlaştırma. Bir örneğini "roboski diyorsunuz ama kürtaj da cinayettir" cümlesinde gördük. "ama"dan sonra gelen kısım öyle dehşetengizdi ki cümlenin başını unutturdu, aklımız almadı bu cüreti. aklımız iki alakasız konunun tek bağlaçla bağlanabilmesini de almadı. aklımız ne masum, di mi? Oturup anlatıyoruz, "yani bombacı mı? yani suçsuz olduğu halde hapis mi yatsın?". Ben size özetini söyleyeyim: ben bu satırları yazarken "bilgisayarından Ece Temelkuran fotoğrafı çıkması" diye yeni bir kanıt türü gösterdi mahkemeler. Hadi buna da açıklama yapalım, güzel ve masum aklımızla!

Ben Pınar Selek davasını takip etmeye çalışıyorum. Bu dava olmasaydı da başka davalarını, yazdıkları için açılanları takip ederdim; çünkü elbet kalemine kasıtları olacaktı. Aklıma anlı şanlı üniversiteme konuşmacı olarak çağırmak istediğimizde "yani işte... ŞAİBELİ BİR İSİM" diyen rektörler, dekanlar geliyor. Gerginlik çıkmasıncı tatlı su lüferleri. onlara inat, şaibeye inat, tüm inadımla takip ediyorum.

Ah işte, şaibe. ne güzel şey.  good old çamur at, izi kalsın. 29 yaşında, gencecik bir kadın, Nazlıgül, "ahlaksızlık ve disiplinsizlik" suçlamasıyla, onlarca manasız soru sorularak; ama tek bir kanıt gösterilmeden ordudan ihraç edildi ve ertesi gün intihar etti. ŞAİBELİydi çünkü. Şaibesi de neşesinden geliyordu, makyaj da yaparmış ve inanmazsınız, milli güvenlik dersine gittiğinde sivil öğretmenlerle konuşmuş! Makina Nazlı, insani temaslarda bulunmuş. Güleryüzünden rahatsız olmuşlar işte, özgüveninden. Bu sadece askerlikle, militarizmle açıklanacak bir şey değil; çünkü ordunun Nazlıgül'e sorduğu manasız sorular listesini ortalama bir erkek zaten her gün soruyor karısına. Ben daha ekleme de yapabilirim listeye isterlerse.

Makine olmalısın. İnsan olamazsın. Kadın hiç olamazsın. Ben erkek olurum. En güçlü makine benim. Erkek olamayan erkekler ibnedir ki onlar da insan değil, makine bile değil. Makinelerin özgüveni yoktur. makinelere komut girersin, yerine getirirler. Makineler iyi, bana kendimi güçlü hissettiriyorlar (Ben bu satırları yazarken ordu eşcinselliği en ağır suçlar listesine dahil etmişti ve ucunda ihraç vardı).

Kimse de çıkıp, Pınar'ın veya Nazlıgül'ün bu şaibe altında bırakılmasındaki ahlaksızlığı sorgulamıyor. Bu cüret, bu haddini bilmezlik, resmen her türlü sorgudan muaf. Onlar debelenerek kendilerini izah etmeli, açıklamalı, boktan bi şikayetleri varsa bi zahmet kendilerini aklamalılar. Boka tapanlar bokun niye orada olduğunu düşünmek zorunda değil, rica ederim. Ha burada iki kadından bahsettiysem, gündemde oldukları için. Yoksa bundan muzdarip erkek sayısı da, hepimizin bildiği üzere, ziyadesiyle fazla.

*

bundan başka: ay başından beri şehir yılbaşı havasında. ekonomiyi canlandırsın diye bel bağlanan tatil zamanlarının en kıymetlisi. ışıl ışıl, şıkır şıkır. Bir de hiçbir ağaçta yaprak kalmasa da, atkılar bereler kat kat giyinsek de bazı ağaçlar inatla çiçeklenebiliyor.

12 Kasım 2012 Pazartesi

pokal

doğumgünü kutlamalarımı nihayet bitirdim. önce bir dim sum gecesi yaptık, hatta yan masada da doğumgünü kutlayan türk bir abla-kardeş vardı. "'asya mutfağı sevmem' diyenden kork" misali, hunharca yedim. cuma da cabaret'yi izledik. müzik ve dans güzeldi, mekanımız olan Savoy Tiyatrosu güzeldi. belki birkaç karakter daha iyi olabilirdi; ama "bir liza minelli değil" gerçeği bu.


hediye paketimden, kitapçı turlarında elimi atıp bıraktığım, merak ettiğim kitaplar çıktı. hediyenin inceliklisi daha güzel, dinlendiğinizi bilmek. cumartesi günü arkadaşlarla kutlama yaptık ve tazecik bir espresso setimiz oldu. bir de ben bundan sonra sadece bellini içerim, bellini güzel, bellini hafif.

bir de kinfolk çıktı paketimden - merak ettiğim kinfolk (manifestolu dergileri severiz). itiraf edeyim, aslında biraz abartıldığını düşündüğüm bir "fenomen"di kendisi benim için. hani şu "minimalist instagram kadınları"nın tamamında olan hipster köpek resmi, + desenli battaniye, çocuk odasındaki elma- armut resmi, siyah-beyaz washi tape filan gibi bir şeydi biraz: yetişkinlerin içindeki liseliyi tatmin eden "must-have", bir gruba aidiyet alameti. bir takım "farklı olacağız diye aynı"lıklar: siyah-gri-beyaz, bi çılgınlık yaparsak bakır. o yüzden şüpheyle karışık bir meraktı.

neyse, erteleyip duruyordum ya, aslında ne garip, çok da doğru bir zamanda karşıma çıktı. "eve misafir çağırma" konusunda istekli; ama bir şekilde "teknik aksaklık"lara takılıp erteleyen bir çiftiz. hayır, aslında ben bu konuda galiba biraz fazla hassasım; her şey tam olsun derken hiçbir şeyin olmadığı hallerdeyim. bir de galiba, iki kişilik hayatı seviyorum; çok kalabalıklara gelemiyorum. tekil misafirlerimiz oldu; ama şöyle küçük; ama etkili bir "house warming" dahi yapmış değiliz. biraz benim yüzümden, biraz da bitmeyen tesisatçı ziyaretlerinden, ertelenip durdu.

kinfolk, neredeyse tam bir "resimli kitap" olmasına rağmen, az öz kelimeleriyle midir nedir, beni çok havaya soktu. iade-i itibarla söylüyorum: evet, güzel dergi. "neyi bekliyosun be kadın?" dedi, iyi geldi. zaten bu saatten sonra dergilerde edilmemiş söz, çekilmemiş fotoğraf yok gibi, dolayısıyla o konuda bir iddiası olmasındansa, bana bir "hava" vaadinde bulunması daha anlamlı geliyor. neyse, 3 ayda bir çıkması bile kendi içinde bir citta slow havası, bir tutarlılık. bi yerde ‘rustic wooden table-ism’ tanımlamasını okumuştum, hah işte, tam da ondan. wooden table kısmı hazır. rustic için de londra'nın en uygun semtlerinden birindeyiz, deneriz. havalara girmelers.

http://www.ikea.com/gb/en/images/products/pokal-glass__42749_PE137950_S4.jpgbu vesileyle: beni mutlu eden bazı eşyalar var. bunlardan biri de ikea'da filan da satılan, ucuzun ucuzu ufak su bardakları (pokal'mış modeli). Daha önce lafını etmiş de olabilirim, benim en güzel anılarım bir şekilde bu bardaklarla çakıştı hep, londra'da da böyle. yorgunlukla oturulan kafedeki kahve, kuyruk beklenerek girilen italyan restoranındaki şarap, hep bu iddiasız; ama samimi su bardaklarındaydı. sorsanız hangi tarih, hangi gün olduğunu, hatta yanımda kim olduğunu bile hatırlamam belki; ama o hissi hatırlarım. ne bileyim, seferîyken defterinizi çıkarıp iki satır yazma isteği veren anlar vardır ya, onlar işte.

bu bardak varsa, orası sevilen bir yerdir; maaşınızı bayılmadan lezzetli şeyler yersiniz, öğrenciler bir köşede ders notu okur, gürültülü veya sessiz; herkes kendi alemindedir, yerde emekleyen bebeklerin üzerinden atlayarak servise devam eden sevimli garsonlar vardır. bu bardak, ara sokakların gizli kalmış cevherini, sahibi her zaman güleryüzlü olan hazineleri gösteren pusuladır. daha da abartabilirim, isterseniz.

Herhalde bu yüzden, bu bardaklar bana her an hareketli, bir şey kırılsa da önemli olmayan, canlı, hayat dolu mutfakları hatırlatıyor; nasıl bir mutfak istediğimi. "Müze değil, hayat". Ne bileyim, English Home sayfalarına, o hep çiçekli, hep ince desenli, hep pastel ve hep anaç mutfaklara bakmak başka bir şey, her saniye o fotoğraftaki müze hali yaşamaya çalışmanın (bence) yorgunluğu başka bir şey. Fotoğrafını beğensem de beni geriyor, öyle uzak. Ben o rustic wooden table'ı, az öz iskandinav havasını daha çok seviyorum. Yemek yemek kadar canlı, gıda kadar hayatla ilgili bir mutfak istiyorum. kendi 6'lımızı aldığımızda, saçma bi sırıtışla rafa yerleştirmem belki de bundan, bardaklara yüklediğim anlamdan. özenli ve düzenli mutfaklardan çok, herkesin her şeyin yerini bildiği, kuralların pek olmadığı mutfakların bardağı sanki.

neyse, kısaca "kinfolk bardağı" diyebilirim artık, onca anlamı kapsamak için aradığım sıfatı bir dergide buldum (ki sahiden öyleymiş). bu sıfatı buldum ya, sanki bardakların hakkını verme zamanı geldi. sonuçta sonbahar, çorbaların, sıcak şarap denemelerinin, peynir tabaklarının, kuru meyvelerin mevsimi. londra yağmurlu havaların, evde toplaşmaların, kolay ulaşımın ve arkadaşları, aileyi özleyerek geçen günlerde yeni arkadaşlar edinmenin şehri.

*

 kaktüsçüklerim, daha doğrusu bir zaman türkiye'de deli gibi aradığım ve burada bulduğum air plant'lerim kaç zamandır saksı bekliyordu. bonzai saksılarına yerleştirdim, hatta komşu duvarlardan topladığım yosunlarla da dibini bezedim filan. tabii az su isteyen kaktüsle bol su isteyen yosuna birlikte bakmak çin işkencesi oldu. yosunlar gidici; ama kaktüsler sağlam. bir ara terrarium girişimim de olacak; ama malzeme topluyorum şu an. bir de yılbaşı konusunda hiç olmadığım kadar hevesliyim, etrafın beyaz-yeşil- kırmızı halinden de olabilir tabii. ağaç filan süsleyecek değilim, zaten evde yer yok; ama bakalım, bir şeyler düşüneceğim.


dün uzunca bir yürüyüş sonrası olimpiyat köyüne gidelim dedik. green way denen ana yürüyüş yolu kapalıydı, biz de etrafı dolaştık. aslında o bölge sanayi bölgesi, bolca depo var; ama bu depoların bir kısmı, en azından fish island üzerindekiler ağırlıklı olarak atölyeye çevrilmiş. kocaman bir hangarın bir kısmı cafe, bir kısmı sergi salonu bir kısmı da kiralık, özel stüdyolar. biraz ilerisinde de ingiltere'nin en eski somon işleme fabrikası var; ama koku sorunu yok gibi görünüyor; çünkü restoranı filan da var. kanal boyunca dizi dizi yerler. manzaraları pek matah değil aslında, dev bir stadyum işte. yine de güzel müzik, bir fincan çay, geniş pencereler ve sonbahar insanı mutlu etmeye yetiyor.

*

62. gün bugün. bir devletin, bizzat aynı devletin hem "size trt şeş açtık ya!" deyip hem de mahkemede "bilinmeyen bir dilde konuşuldu" kaydı tuttuğu günlerin devamı. bu bile yeterken, tutup "tadında bırakın" diyor adam. açlık grevindeki insanlara tat alma duyusu üzerinden seslenmesi bile benim canımı yakıyor, anlatsam anlamaz.

7 Kasım 2012 Çarşamba

28


bi tanecik staj mülakatımdan da hayır yanıtı aldım. nedenini bilmiyorum; çünkü sormadım. çünkü bi hafta geç cevap verirken, üstelik benim dürtmemle cevap verirken insanın bunu söylemesi gerekir. bir sebep söylenmiyorsa ve cevap 6 kelimeden ibaretse, demek ki bilmeme değer bir şey değildi. "daha genç birini arıyoruz" veya "deneyimlisin, maaşlı işi buldun mu bırakırsın" filandır işte. neyse, bu benim kaba etimin üstüne zarifçe oturduğum gerçeğini değiştirmiyor; ama bir hobi olarak önümdeki maçlara bakıyorum.

yılın o vakti geldi: yarın doğumgünüm. yarın günlerden 28. benim senelik döküm zamanım. küçükken ben 16, 22 ve hatta 25 yaşımı düşünmüştüm de sonrası yoktu. 28 varmış. güzele benziyor.

geçen sene bu zamanlar yine Londra'daydım, 8 günlük bir misafir olarak. iki dileğim vardı: artık daha fazla özlememek ve bir de o zaman gündemdeki ameliyatın güzel geçmesi. ikisi de oldu bak. Ameliyatı güzel geçti, zorlu; ama iyi. Hiç hesapta yokken bir kış günü Ankara'da evlendim; hızlı, güzel, sade. İstanbul'un baharında işimden istifa ettim. Bavullar ve vedalar sonrası, o çok beklediğim Londra günleri başladı. Dinlendim, şehri dinledim, öğrendim. saygıyla ceketimi ilikleme aşamasından, "bugün keyfin nasıl Londra?"ya evrildi ilişkim. İngiltere'yle de şehir şehir tanışmaya başladım, iki kişilik hayallerimdeki gibi. Yazın Tanzanya'ya bile gittik işte, anı biriktirdik. Ankara'yı özler oldum bunca yıldan sonra, aslında sadece Ankara'dakileri. Arkadaşlarıma, aileme, buradan da yetmeye çalıştım. Skype'ı evlat edindim. Sporla hiç ilgisi olmayan biriyken, en azından düzenli "hareket" etmeye başladım; yürüdüm, egzersiz yaptım ve hatta koştum. Vakit bolluğundan kendimi sokaklara vurup ne yapacağımı şaşırdığım da oldu, battaniye altında zaman öldürdüğüm depresif günler de. Atalet kabuğuma çekildiğim an ilk önce sevdiğim adam dürttü beni, arkadaşlarım da iyice bi silkelediler, kimse o kabuğa girmeme izin vermedi. Hiç durmadığım kadar durdum. Hiç yapmadığım kadar düzenli ve çeşitli yemek yaptım, galiba sevdim de. İzlemediğim kadar film izledim, burlesk ve kabare takip eder oldum. Gazetelerden biraz uzaklaştım, beynimin gündem takibi kısmını iki ülkeye böldüm. İş aradım, arıyorum, arayacağım; sabır eğitimi gibi. Göçmen olmayı öğrendim; çalışma izniymiş, yenilemeymiş, kayıtlarmış, her şey. Arada misafir ağırladım, kısa kısa da olsa. En çok da "her şeyin başı sağlık" dedim, 25 yaş sonrası bu cümleyle başlıyor galiba.

Hani yazı yazmadan önce enine boyuna çeşitli çizgiler, daireler filan yapılır ya güzel yazı defterine; bu süre, "Londra'da düzen kurma" zamanlarım, tam da ona denk geçti işte. 2012'nin çoğu. Biraz bol vakitler, olabilir. Artık güzel yazı vaktim geldi, o yüzden bu yaşımda ilk kez, "kararlar" alacağım. genelde yılbaşına sakladığım şeydir bu kararlar ki hiçbirini beceremesem dahi doğumgünümün tadını bozmasınlar. bu sefer 31 aralık klişelerinden uzak, tamamen kendime ait: el yazısı kararlar. yeni yaş? gelsin bakalım. gelirken bana bir iş de getirebilir hani, fena olmaz. 30'a yaklaşmak filan korkutmuyor beni, belki 18'den uzaklaşmak garip geliyor denebilir, o kadar. Benim küçükken 18 sandığım şeyler 22, 25 sandığım şeyler de 30'muş galiba. sonrası iyilik, güzellik.

*
blogun arşiv kısmına gözüm takıldı demin. 2006'ta 339 yazıdan, 2011'de 170 yazıya. Her yıl 40-50 yazı azalmış ortalamada. 2012'nin kasımına gelmişiz, toplam 81 yazı. bu blog biraz biraz "fade out" dönemine girmiş, tercümesi bu.

30 Ekim 2012 Salı

salgın

Sevgili sol kolum, yaklaşık 2 haftadır şalteri indirmişti. Geçen yıl omzumu sakatladığım o saçma olaydan beri, sol omzuna çanta bile takamayan bir çürük kişiyim. Solak olmam işi hiç kolaylaştırmıyor. Omzum aklına esince ödem yapıyor, sinirlere baskı filan derken parmağımı kıpırdatamıyorum. Kas gevşeticilerin işe yarıyor olması güzel. Kolum nihayet kendine geldi biraz. Çatal, klavye ve diğer her şey geri geldi. hızımı alamayıp puf böreği yapmam da anlamsız bi riskti işte.

> FALAN <

sıkıcı kelimeler öbeği. blogu bu ara kapatmazsam bi daha kapatmam heralde. boş oturdukça yazmıyorum, üstüne kızgın yağ dökesim geliyor. yazıp silme, yayımlamama filan da bambaşka.

pasaportumu istiyorum, çok istiyorum. geldiğinde bi zahmet, içindeki oturma izni de yenilenmiş olsun istiyorum tabii. aylar oldu Türkiye'ye gitmeyeli. Hollanda'dayken bu kadar kopukluk olmamıştı, özledim. Ayva tatlısı, ayva reçeli zamanıdır da şimdi ufaktan. Aynı anda gitmek istediğimiz 3-5 yer var. Hem pasaport gelsin ki tatillerin tadı çıksın. Burada işteki ilk yılında en az 20 iş günü tatilin var, resmi tatiller hariç. 4 hafta yani. insan gibi. tabii stajyer / part-time olunca böyle değil; ama olsun.

hadi bir daha: > FALAN <.

*


Yaşananları unutmamak, mühim. Ben unutmamaya çalışırım, derdim hatırlamak. Toplumsal hafıza, ömer madra'nın o güzide benzetmesiyle, "12 eylül lobotomi"siyle hasar gördü, evet. O yüzden tazelemek lazım; çünkü son 32 yılda da çok birikti kesedekiler.

Yine de kini, kin beslemeyi pek anlamam. Belki çok büyük bi genelleme olacak; ama bence sağ cenahın sol cenahtan öğrenmesi gereken şey bu: kinlenmemek. Belki de "muhafakar" kelimesinin köküne, o muhafaza edişe bakmakla da ilgili. muhafaza etmek istediğin şey, artık yok. alındı, gitti, koparıldı, neyse; ama yok. bitti. çok üzüldün, böyle olsun istemezdin, kendine bir düşman da seçtin, e sonra?  frankestein misali, yeniden yaratmaya çalışmak: neo- osmanlıcı politikalar, İMÇ'yi yıkıp "yeni osmanlı mahallesi" yapmak gibi çakma diriltme projeleri. Bir nostaljinin içinde her gün ah çekerek yaşamanın kolaycılığı başka, tüm bu bitmiş ve gitmişleri unutmadan, yüzleşerek, tartışarak, birlikte yeni bir "şey" yapmaya çalışmak başka. işte o kolaycılık, o sonsuz hasretli, güzel günler nostaljisi bence kine yol açıyor, amaçsız, hedefsiz, sadece çok kızgın bir kin. siyah - beyaz bir kin.

Örneğin sağda ciddi bir Osmanlı hayranlığı mevcut; bu ümmetçi bir birliktelikten, cihan hanedanlığı gücüne tapmaktan başlıyor, "herkes neşe içinde vergisini ödeyen, dil din ırk ayrımı yaşamayan, mutlu osmanlı vatandaşlarıydı" tipi Romalılaştırmayla devam ediyor. Menderesçilik etkisinin de beslediği bu algı, kendisinin yaşamadığı, görmediği, romantikleştirilmiş, özgürlüklerin diz boyu olduğu bir Neverland hayalini alıyor. Aslında temelde mutlak monarşi nedir, bunu bilmemekle ilgili sanki. Batılı ressamların çizdiği harem, hamam resimlerinden farksız. Bir kere öyle bir Osmanlı ki, 600 yıl boyunca hep aynı, hep tutarlı, hep düz çizgi; ama bir öncesi Selçuklular bu romanstan payını alamıyor niyeyse. Bir de hep saraydan bakarak görüyoruz, herkes pek bir rokoko, anlatabildim mi? Böylesine ütopya haline getirildikten sonra da eleştirmek imkansızlaşıyor. Yapılan şeyler eleştiri değil, daha çok, "canım dişinde yeşil bi şi var" uyarısı gibi kalıyor. En basitinden, devşirme sistemi bile övgülere doyamıyor; o çocukların "saray"a alınması, ailelerinden koparılması, onlar için daha iyiydi. Kime göre? saray tarihçilerine göre. Aynı hızla yerinden edilen, toptan yer değiştiren köyler de başarılı bir politika halini alıveriyor.

Menderes kısmına da dokunayım hadi. Başbakandı ve asıldı ve bu yanlıştı. Başbakandı ve yargılandı, bu davaların birçoğu da saçmaydı (bebek davası, köpek davası vs); ama Başbakandı, yargılandı ve bu davaların birçoğu da gayet önemli, Türkiye'yi kökünden değiştiren konularla ilgiliydi: 6-7 eylül ve diğerleri. Erdoğan'ın Mehmet Barlas'la yaptığı röportaj sırasında bir kez daha fark ettim ki, bu kısım yokmuş gibi davranılıyor. Konu 6-7 eylül olayları olunca, başbakan "kimdi o dönem hükümet, kimdi kimdi?" diyor büyük bir hevesle, gülümseyerek ve cevabı CHP sanarak. Çok trajik; ama böyle. Barlas da "kim olduğu mühim değil; ama Demokrat Parti'ydi" diyor. O gülüş donuyor.

O sahne o kadar önemli ki. Bu sadece "vay başbakan daha siyasi tarih 101 bilmiyor" değil. Menderes'in kurbanlaşmasında, kendini Menderes'in devamı gören bir partinin siyasi algısında ciddi bir günahtan arındırma, aklama ve azizleştirme de mevcut. Şöyle diyeyim hatta: "devşirme sistemini CHP kurdu" deseniz aslında ne kadar da berbat, aileleri yıkan, çocukları sömüren, vahşi bir sistem olduğunu ve Menderes'in de o çocukları nasıl da kurtardığını anında anlatabilir bu zihniyet; çünkü mesele ne olduğundan çok, kimden geldiği. Bu algı, siyahlar ve beyazlar üstüne kurulu ve işin fenası, tek bir siyah ve tek bir beyaz var. Mesela Osmanlı beyaz, Menderes beyaz. bunlar  tıpatıp aynı ton beyaz, bu arada. Cumhuriyetin ilk yılları siyah, tek parti hükümeti siyah ve mesela 28 şubat da siyah. bunlar da yine aynı ton siyah. tasnif ve dosyalama işi gibi, kütüphanede etiketliyoruz sanki kitapları. Bu esnada sol, chp, ordu filan da hep aynı siyahta kalıyor işte. sağın hemen her dönem iktidar olduğu gerçeği ise gözardı ediliyor.

Ha diyeceksiniz ki "sol bunu hiç yapmadı mı?" yaptı tabii ki. Bugün SSCB'nin sütten çıkma ak kaşık olduğu hikayeler dinleyebilirsiniz mesela. Türkiye'nin kendine has, güçlü bir sol iktidar geçmişi olmadığı için, ütopya ve hayalleri başka ülkelere ait genelde. 61 Anayasası hariç. 61 Anayasası ile ilgili çok garip bir ruh hali var solun. Anayasa metninin (metin başka, uygulama araçları başka) özgürlükçü olması,  '71 darbesi komutanının "sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı" lafıyla teyit edilen toplumsal hareketlilik, sol için hep hayaldi belki de. Sol, o pek de yakından göremediği, yaşayamadığı iktidara yaklaşacaktı.

Burada karışıyor işte her şey. Yukarda tariflediğim sağdan bakınca, Menderes karşıtı olduklarına göre "sol = CHP" oluveriyor, "= tek parti". çok enteresan; çünkü sol kendini CHP'den ayrılalı onyıllar oluyor. Ayrıca Nâzım komünistti mesela; bu da heralde o yıllarda Menderes ve CHP'nin yegane ortak düşmanı yapıyor onu. Ayrıca bir de İP vardı. Neyse, sol = CHP formülüne itirazım anlaşıldığına göre, devam. sonra o özgürlükçü anayasanın askeri bir darbeyle hazırlanmış olduğu gerçeği hatırlanıyor. 82'nin sivil bir anayasa olması; ama içinde "sivil"e dair bir şey olmaması ve 61'in aksine, metinden çok kurumla, uygulama araçlarıyla gelmesi ayrı bir hikaye. 61'i mi siviller yapsaydı, 82 mi özgürlükçü olsaydı, falan filan.

Neyse konu çok dağılıyor ve kolum ağrıyor. Solun, 71 ve 80 darbelerinden gördüğü yıkıcı zarar ve sayısız kayıp, bir gün iktidar olup herkesin anasını ağlatma kinine evrilmedi. Evrilemedi belki, iktidar olmadıkları için; ama bir yandan da saplantılı bir şekilde izahat isteği var solun. Pratik hayattan kaçıp teoriye sığınmaya varabilecek bir anlama isteği. "Niye böyle oldu. bir daha olmaması için ne yapalım. Niye biz" soruları bitmez. Bunun için heralde, sol bölündükçe bölündü. Kimi ortanın solu rolüne yapıştı. Kimi ordulaştı. Kimi, "türk solu, atatürk yolu" formülleri uydurdu. Kimi iyice liberalleşti. Sonuçta dönüp dolaşıp baktığınızda, sahiden lobotomiden çıkmış bir sol kaldı. Ayrıca iktidar olmaktan çok geçmişini anlamaya çalışan bir sol, iktidar olması halinde ilk yapacağı şey geçmişle yüzleşmek olan bir sol. Thatcherlarla Reaganlarla yükselen sağın yanında, kendine referans noktası arayan, Berlin Duvarı sonrasını kurmaya çalışan bir sol.

Solun dil, din, ırk katmanlarına girmiyorum bile, matruşka gibi. kendi içinde bile çatışma sebebi olabilir. Sağda da var tabii; ama sol biraz daha katmanlı. Yine de başa dönecek olursak, Türkiye'deki solun geçmişte özlemle anacağı bir "muhteşem yüzyıl"ı olmadığı, böylesi bir dönem ilkokul tarih kitaplarından devlet diskuruna kadar her yere sinmediği içindir ki ancak geleceğe nostaljiyle bakabiliyor. Bence en temel fark da bu. Sol, o ütopyayı bir zamanlar yaşadığını değil, "tam da yaşayacakken kaybettiği"ni düşünüyor. gerçekleşememiş devrimler ve çocukları. Ha tabii bu "gerçekleşememiş devrim" bir öç ve kin yaratmıyor mu, bazısında yaratıyor elbette; ama bence yenilen takımın maç kaydını tekrar izleme isteği, karşı takıma küfretme arzusundan daha ağır basıyor.

Bu yüzden ki ilk olarak bazı Kürt ve Ermeni entelektüellerin dile getirdiği, "hakikat komisyonları"na bugün her şeyden çok ihtiyacımız var. Darbeler için, sol ve sağ için, gelecek için. Yargılamasız, hakikat komisyonları. Kürtleri ve Ermenileri tabii ki milliyetçilikten uzak görmüyorum; bu onlara hakaret olurdu. Elbette fanatik milliyetçisi de, komünisti de, liberali de mevcut. O yüzden the kürtler ve the ermeniler genellemesi yapamam. Ben, barış çağrısı yaparken bi yandan da öç almaktan, intikamdan, kinden bahsetmeyenleri söylüyorum. Yeni, temiz bir sayfa açmanın ne kadar zor olduğunu bilenleri. Bir zamanlar Dink'in yapabildiği gibi, çuvaldızı da iğneyi de kullanabilenlerden bahsediyorum. Geçmişteki ütopyanın nostaljisine kapılmadan, geleceğin belirsiz; ama birlikte inşa edilebilecek zorlu yollarını önerenleri söylüyorum. Bu kişiler, milliyetinden bağımsız, soldan çıkıyor genelde. Sağdan da çıkıyor elbet de, dönüp dolaşıp bir yerde tıkanıyor sanki; hiç olmasa GLBTT haklarında, kürtajda filan bi sessizleşiyor ortalık. sanki "muhafaza" etmek istediği bir şeyi kalıyor mutlaka sağın.
 
Soldan bakınca gördüğüm bu, evet. kendimi tarafsızlaştırmaya çalışmam fazla bir "renksiz terazi"lik olurdu. Yine de toparlayacak olursam, özetle: Sağın nostaljilerinin, solun olamamış devrim komplekslerinin, hepsinin artık bittiği günler diliyorum. Bence bir gün o komisyonların hem sağ, hem sol, herkesin birlikteliğinde kurulduğu, kendimizi yeniden öğrendiğimiz, ütopyalarımızı, nostaljilerimizi bi kenara bırakıp sağlıklı gelecek hayalleri kurabildiğimiz günler lazım bize. ütopyalar ve hayaller kötü olduğu için değil, aksine; artık bunlardan bir şey yaratma vakti geldiği için.

Dün 29 ekim'di. Yürüyüş yasakları, hipodromlar, biber gazı ve her şey bir yana, birbirimizle bu bitmeyen çatışma hali kinden besleniyor, barışmamaktan. birilerinin 29 ekimle ve cumhuriyetle derdinin olması bana hiç garip gelmiyor; olabilir. Bu o kişiye hak vereceğim veya ondan nefret edeceğim anlamına gelmez. bana garip gelen,  konuşamaz halimiz. bu derdin kine, nefrete, kutuplaşmaya evrildiğini görsek de "e tabii ki olacak, ne var bunda?" denmesi. sınır tanımaz yıkıcı güç. siyahlar ve beyazlar ve o bir türlü uzlaşmaz, nostaljik kin.

29 ekimi kutlama hakkını savunanlardan bazılarının, genel olarak "bir şeyleri kutlama hakkı"nı savunmaya evrilmemesi de parantezim olsun.  Kutlatmayan zaten oralarda değil, onu belirtmiyorum bile. Gerçi mağdurun güce karşı koymak yerine, gücü yönlendirme sinsiliği, güçlüye yanaşma arzusu hiç şaşırtmaz: "bana değil, ona vur ey güçlü" = "29 ekime değil newroza saldır ey hükümet". "biz terörist değiliz!" dedi çoğu "sade vatandaş". tutuklanan öğrenciler, çevreciler ve onca entelektüel, terörist mi peki? birilerinin illa terörist mi olması lazım, bize illa terör mü gerek? 49 gündür açlık grevindeki insanlar, onlar hangi bir siyaha veya beyaza yakışıyor sizce?

Hangi taraftan olursa olsun, konuşmaktan, çözmekten yana olanın, olası bir hakikat komisyonlarında en önde duracağına eminim. 29 ekimin dünkü hali bana sadece şunu düşündürüyor: sağ sol fark etmez; patlama noktasına geldik artık. etrafa ne saçılır, belirsiz. sinirden boynumuzdaki damarları şişire şişire kabarmak yerine, aynı masada oturmayı becermemiz gerekiyor.

*


Bak böyle bir şarkı vardı bir zaman, anne- baba yaşındakilerin gençken, inanarak, karşılarında dikilen jandarmaya söyledikleri marş. Nâzım yazdı diyorlar, "jandarma biz komünistiz" şeklinde, bilemem. "jandarma sen kardeşimsin, köylümsün / kırlarında salgın gezen köyden geldin belki dün". öyle işte. Son 20-30... yılını ortak payda bulma, yeni bir "toplumsal anlaşma" arayışına filan harcayan bir ülkenin, belki de önce kırlarında gezen salgına bakması lazım ki o köyleri daha bir iyi görsün, anlasın. köy var, kırları var ve o kırlarda salgın baki. Muhteşem yüzyıl da, özgürlükçü anayasa da, cumhuriyet de, darbe de, menderes de o kırlardaki salgını yok edemedi. bence mesele tam da o salgında. hakikat komisyonları, o salgına dur diyebilir belki.

18 Ekim 2012 Perşembe

döküm

Yazmadığım şu günlerde:

Radikal Blog başladı. Ben de temmuz ayında yazı göndermiştim iki tane, onlar da yerini aldı. Bundan sonra da umarım, yeni yazılarla devamını getiririm. Blogdan derleyip yazmak bir seçenek (ki kolaycı ve aklıma yatan bir seçenek); ama şimdilik oraya başka yazılar yazmayı tercih ederim. Edeceğimdir, bakacağızdır. Radikal bence önemli bir işe girişti. Sorumluluğu büyük, fazla yazar olduğu için her an dağılıvermeye müsahit; ama düzgün gittiği sürece güzel sesler verecek bir iş. Ben özellikle twitter'da olup da blog yazmayan kişilerin yazıları için takip ediyorum.

Ayça ki kendisi herkes uyandığında müzik açar, büyük bir işe girişti. hikayesi burada, bu hikayenin devamı olan blogu burada. Bence okuyun, atlamayın.

İş başvurularımın monolog halini alması sonucunda, staj & gönüllü çalışma başvurularına da başlamıştım. Nihayet bir staj için görüşmeye de gittim, çok istediğim bir yer. Olacak gibi, tahtalara vurunuz. Görüşmeye gitmiş olmak bile iyi geldi; hatta mailime cevap almak bile iyi geldi. Karşımdaki insanın beni anlaması iyi geldi. Türkiye'de olsa "hmm.. niye ama? mmm!" filan diyeceklerini düşündüğüm şeylere (sektör değiştirme, 6 ay ara verme vb), "tabii doğal" demesi de iyi geldi. "Staja fazlasın" demesi en iyi gelen şeydi tabii; ama çekirgelikten zarar gelmez. Ben yeniden öğrencimsiyim. İyi haberler bekliyorum işte. Şu başvuruları yaparken "olsun da n'olursa olsun" demeden, sadece içime sinen, sahiden çok istediğim yerlere başvurdum. "bulunsun" diye el attığım başvuruları da ya tamamlamadım ya da yollamadım. Filtreledim. Evet, 28 yaşımdayım ve hem filtreleme hem de stajyer olma lüksüm var. Ben de kullanıyorum bu lüksü; çünkü bir yerden başlamak duvar saymaktan iyi.

 Bunlardan başka,  geçen hafta Tate Britain'daki Pre-Raphaelites sergisine gittim (linkte video da var). Hafta içi öğle saatlerinde boş olmasını beklerken yaş ortalaması 70 olan bir kalabalığın ortasında bulduk kendimizi. Sergi güzeldi, müze zaten çok güzel. Sabit sergiye henüz sıra gelemediyse, büyük olduğu içindir.

Cumartesi günü Camden Town'dan başlayıp Little Venice'e kadar, Regent's Canal boyunca yürüdüm. Kanal kenarı Amsterdam gibi, bisikletliler dahil. Pek güzel bir sonbahar yürüyüş güzergahı, 3 km filan. Aksi yöne yürüyünce Victoria Park'a bağlanan bir güzel kanal kendisi, pek uzun. Bir dahakine de rota o olacak heralde. Regent's Park'a hâlâ gitmedim. Yuh bana; ama hep başka bir şeyler çıkıyor, erteleniyor.

Pazar günü önce Waterlow Park'a, oradan da kapı komşusu Highgate mezarlığı'na gittim. Mezarlık doğu ve batı olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Batı bölüm mimari açıdan daha zenginmiş, süslü kemerler, geçitler filan. Oranın turu 7 pound. Biz Marx'ı ziyarete geldiğimiz için Doğu bölümüne girdik; mezarların olduğu esas taraf. burası da 3 pound. Girişte ayrıca 1 pound verip mezarlık haritası da alıyorsunuz. Başta almadık, avare avare dolandık; ama işe yarıyor, biz de geri gidip aldık haritamızı.

En eski mezar 1860 yılına ait. Bir fırıncının 16 yaşındaki kızı gömülmüş ilk olarak. Mezar taşı yenilenmiş, harita üzerinde özel olarak işaretlenmiş. 152 yıl sonra bile ziyaretçileri var.  Marx en çok ziyaret edilen mezar; ama bunun dışında Otostopçunun Galaksi Rehberi'nin yazarı Douglas Adams, Viktorya İngiltere'sinin meşhur kadın yazarı George Eliot, kimya ve fiziğin babalarından, elektrolizci Michael Faraday, "survival of the fittest" lafının sahibi Herbert Spencer da buradalar. Ayrıca Irak komünist hareketinin lideri olan beyfendi, ilk seri üretilmiş somun ekmek yapan bir diğer beyfendi de Highgate'te (diğerleri).

İsimsiz, eski mezarların hepsinin üstünü yemyeşil bir sarmaşık ağı sarmış. Ağaçlar kat kat büyümüş, mezarlığı örtmüş. Tamam, tabii ki mezarlık; ama capcanlıydı. Özellikle sarmaşıklar çok huzurlu bir hava veriyordu o yan yana mezarlara; sanki kocaman bi battaniyenin altında birlikte uyuyan kardeşler gibi. Heykeller, enteresan mezar taşları arasında en zarifi şuydu: eşi erken yaşta ölen bir kadın, düzenli olarak eşinin mezarını ziyarete gelmiş. O da vefat edince eşinin yanına gömülmüş. İşte o mezarın yanına bir bank yaptırmış çocukları. Ayrı geçirdikleri; ama mezar başında buluştukları yılların anısına.

Bunun dışında günler genelde evde, bol yemekli, bol kitaplı, biraz miskin geçiyor. Ekim 15'i de geçtiğimize göre buna kısaca sonbahar diyebiliriz. Her gün bir gün geçiyor, ertesi günü bekliyoruz. Ev halkı olarak bir haberler bekliyoruz hep bir yerlerden, onun verdiği hal bloga da çöktü sanırım. Yazmak istiyorum, düşünüyorum; ama yazmıyorum. Kuluçka. Yine de şu iyi: twitter'a da yazmıyorum bak, bloga saklıyorum (bu not sakinn hanıma).

10 Ekim 2012 Çarşamba

Tırabzan

(baştan editos: yazılışını hep karıştırdığım kelimeyi başlığa koydum ki editi göz alsın. Tırabzan: Farsça kökenli ve bir Trabzon değil. Yazmadan önce kontrol etseydim iyiydi tabii.)

İş arıyorum. Aslında iş arıyoruz; ama birimizin çoktan buldu. Araya ufak bir tatil kaçtı sadece.

İş arıyorum ve iş tanımları anormal olan yerler bana daha yakın. Hani muhasebe ve raporlama ve denetim ve İK, ne iş varsa tek kişinin yapması beklenen küçük yerler. Joker elemanın halinden joker arayan anlar. Umarım, anlasın artık ya. Çevre çevre diye tutturdum; ama elbette ki esniyor. Çocukları da severim, göreceğiz.

*

Sevgili Victoria Park'ımız ve biz. Ben bu parkı çok seviyorum. İyice boşladım, koşu filan yalan oldu hava 10-12 dereceye düşünce. Hoş, üstüne çıkacağı süre de belli işte yıl içinde. Neyse, yakınımızdaki metro durağı da Bethnal Green. Kabaca 2-3 otobüs durağı mesafesi var parkla arasında. 2. Dünya Savaşı'nda gerçekleşen meşhur bir Bethnal Green Vakası var. Ben durak civarı bombalanmış diye biliyordum; oysa öyle değilmiş.

Efendim wikipedia (ve kaynakçaları) der ki:

Sevgili parkımız sivillere kapanıp uçaksavar alanı ilan ediliyor savaş sırasında. Uçaksavar roketlerin cinsi cibiliyeti de gizli tabii. Park dediğin 86 hektar alan, döne döne uçak savıyoruz. Neyse, yıllardan 1943, günlerden 3 Mart, gece vakti delice siren sesi duyuluyor: bombalama uyarısı. Meşhur Blitz sırasında 57 gece boyunca bomba yiyen bir şehirden bahsediyoruz; yani siren sesi çok tanıdık. Bir önceki gece de Berlin ağır bir şekilde bombalandığından, halk zaten bir karşı saldırı huzursuzluğunda.

http://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/0/0c/Victoria_Park_proposal_1841.jpg
Victoria Park planı, 1841
Bethnal Green metro istasyonuysa, inşaatına yeni başlamışken savaş çıktığı için rayları bile döşenmemiş halde. Savaşın ilk yıllarından beri, 5.000 ranzası olan, toplamda 12.000 kişi alan geniş bir sığınak görevi görüyor; hatta içinde kütüphane bile kurulmuş. Siren sesinden sonra, yakındaki sivil halk başta sakince istasyona koşuyor sığınmak için; sinemadan çıkanlar, yanaşan 3 otobüsten az önce inmiş olan herkes. Yağmurdan ıslanmış merdivenleri sakince iniyorlar, ne de olsa bu bir rutin. 2.000 kişi istasyona girmeyi başarıyor. Genelde bu sirenlerin ardından patlama gelmiyor; ama o gün istisna: dev bir patlama sesi duyuluyor. Hiç duymadıkları, "yeni" bir patlama sesi ve çok yakından. Olağan sığınak uyarısı refleksleri yerini paniğe bırakıyor. Metro girişindeki merdivenleri inen çocuklu bir kadının ayağı kayıyor, düşüyor. Hemen ardından da yaşlı bir adam. Karartma gecesinin zifir karanlığında koşan kişiler merdivende düşenleri görmüyor. Saniyeler içinde 300 kişi düşüyor peşi sıra. Toplamda 62'si çocuk, 173 kişi ölüyor ve 90 kişi yaralanıyor. 173 kişi, sahiden üst üste ezilerek ölüyor. Bu, İngiltere'nin 2. Dünya Savaşı sırasında ülke içinde yaşadığı, bir seferde en yüksek sayıdaki sivil kayba neden olan olay.

Peki bomba n'olmuş? Duyulan patlama sesi bomba değil, Victoria Park'tan atılan yeni tür bir uçaksavar roketinin sesiymiş, gizli bir deneme atışı yapılmış (BBC söylüyor). Yani 173 kişi, sahiden pisi pisine ölüyor: ortada bomba bile yokken. "Ezilerek ölmek nedir?" derseniz, teni maviye, mora, siyaha dönecek kadar oksijensiz kalmış çocuklar derim. Kurtulanların ve kurtarma ekibinde çalışanların anıları şurada.


http://www.stairwaytoheavenmemorial.org/images/BG-tube-entrance-in-1943.jpg
metro girişi
Olay fazla soruşturulmuyor başta, üstü kapanıyor. Ölümler kaydediliyor, o kadar. Sağ kurtulanlar sessiz kalmaları için uyarılıyor. Savaşta moral bozmanın, düşmana koz vermenin anlamı yok. Daha sonra, ölenlerin yakınları soruşturma istiyor; çünkü halk metro istasyonuna koşarken etrafta tek bir polis bile yokmuş. Rapor tutuluyor: "Evet, hiçbir kolluk kuvveti yoktu ama olsaydı dahi toplu histeri halindeki sivil kalabalık içinde ölümler kaçınılmazdı. Polis bir şey yapamazdı".

Ayrıca metro durağı henüz açılmadığından, metro girişi ahşap panellerle çevrili merdivenden ibaret, tırabzan filan yok. Tırabzan yapılması talebi hükümete iletilmiş; ama faaliyette bile olmayan bir durak için savaş zamanı böyle bir harcama yapılması, hele ki "metal" tırabzan filan, tabii ki onaylanmamış. Olaydan sonra tırabzanlar konuyor, bir de her basamağın kenarı beyaza boyanıyor ki karanlıkta görülsün (editos devam: bir de ısrarla cümle içinde kullanmışım sevgili "tırabzan"ı).

Böylesine büyük ve bence İngiltere'nin sayılı "bok yoluna niyazi" vakalarından biri olan olay, konuşulmuyor ve unutuluyor yavaş yavaş. Cephede tek asker ölse dahi uygun bir yere anıt dikiveren İngilizler için bence sıradışı bir durum. Nihayet 2005'te mi ne, Victoria Park içine ufak bir dikilitaş yapılıyor. Metronun da bir girişinde ufacık bir tabela varmış; ama gözüme çarpmadı. Olayın hayatta kalan kurbanları, 2007 yılında bir araya gelip bir "anıt fonu" oluşturuyorlar. Ölenlerin anısına, ufacık tefecik değil, ihtişamlı bir anıt yaptırmak için. Seçilen proje, iç kısmında 173 tane ışık olan, ters duran bir merdiven heykeli, "Stairway to Heaven". Proje hâlâ tamamlanmış değil; ama yavaş yavaş sürüyor. Tamamlandığında metro girişinin hemen üstünde duracak ve o ışıklarla merdivenler aydınlanacak. Bağışlar toplanıyor, konser düzenleniyor filan. Umarım 2013'e, 70. yıl anma törenine yetişir.

http://www.stairwaytoheavenmemorial.org/images/69th-wreaths-railings1.JPG
69. yıl anma töreninde durağa bırakılan çiçekler

Ben işte bu duraktan metroya biniyorum. Girişinde çok geniş, tırabzanlı, 20 basamak var. Şimdi yazarken aklıma geldi: geçen gün yağmurda ayağım kaydı, tırabzana tutundum. Tırabzanlar hâlâ önemli.

5 Ekim 2012 Cuma

böbrek

Her kış öncesi yaşadığım sorun olan "benim niye siyah bi ayakkabım yok?" geri geldi. Ben siyah ayakkabı / bot / çizme ihtiyacı olan, bunu bile bile gidip kahverengi çizmeyle haki bot alan bi garip insanım. Arada bir cem yılmazlaşıp "tüm dolabı siyah yapayım, renk olarak araya gri ve beyaz atarım, aklım rahat olur" diyorum; ama işte, olmuyor. Neyse, bu krizi bu sene çözüp kendimi Doğu Londra'nın trademark'ı olan chelsea boots'a adayacağım. Doğu Londra demişken, botları Alexa Chung göstersin:

 http://static2.vouchercodes.co.uk/images/blog/12514_chung.jpg

Evet biraz kaba, biraz da öğretmen botu; ama bunları Kızılhaç dağıtıyor olmalı, giymeyeni organik baget ekmekle kovalıyolar.  Burda böyle.

Bu vesileyle, hani her denediği ayakkabı tam ayağına oluveren cinderellalar var ya, hepsini kıskanıyorum. benim ayağım boydan 38, enden 37. vurmayan, yara yapmayan ayakkabım olunca bi ömür giyiyorum, bakınız 15 yıl sonra emekliye ayrılan siyah botlarım (eski bir dost gibi gözümün önünde beliriyor). neyse yani, hele öyle "hadi zara'dan ayakkabı alalım" filan, bence çok büyük çılgınlık. benim bu çılgınlığı yapabilmem için birkenstock tarafından stiletto üretilmesi lazım ki fikri bile absürd. ayakkabı alışverişinden nefret edişim de bundan: ayağıma olmuyolar.

bu çok anlamlı paragraflarıma burda son veriyorum.

*

bu aralar iki tercihim var: 1) gazete okumak. 2) instagramın kraliçesi olan iskandinav kadınlarının evlerinin fotoğraflarına bakmak. ben önce 2, sonra 1 yapıyorum. evler sade ve huzurlu, evler güzel. hepsi biraz birbirine benziyor, bir şekilde. ortaokulda aynı çoraplardan giymek gibi belki. neyse, sonra haberleri okuyup delirmemek için iyiler.

yurtdışında yaşarken sürekli haber takip etmek zor. bir kere, bulunduğunuz ülkeyi de takip etmeniz gerekiyor ve sahiden, çok fark var. iki ayrı alem. bir ingilize "taksim meydanı elden gidiyor"u anlatmak için anca "hyde park'ı inşaata açtık, otoban kenarı dubleks süperlüks apartman daireleri olacak, sitenin adını da öz londra koyduk" filan deyince, beeelki anlıyor. bilmediğinden değil de, hiçbir "dokunulmaz alan" olmayışını anlamadığından. yoksa londra dediğin, mutenalaşmanın gözbebeği bir kent. süper lüks daire lafına da pek gülerim. ultra mega ışıldaklı daire! yıldızlı pekiyi! neyse.

sonra mesela, "aa tezkere filan, savaş?" diyor insan. oysa muharrem ince'nin hatırlattığı gibi, bu 9. tezkere. 1 mart dışındakileri hatırlamıyor olabiliriz; ama 8 tane daha tezkere geçti. yani benzer bir yetki zaten verildi; mesela kuzey ırak için. evet tezkere çatışma demek, silah demek, birilerinin illa ki bok yoluna ölmesi demek. bak roboski de bu tezkerelerin sonucu. düşük yoğunluklu operasyonlar ve bir takım terimler; ama aslında "savaş" demek değil-miş. yani sahiden, "savaş öncesi" olabilir; ama tam savaş değil-miş. belki iyi ki de değil. savaşa dönüşebilir, o başka; ama henüz, daha orada değiliz. "kahrol düşman al sana bomba!" halinin ölümler getirme ihtimali yüksek, evet. her ölüm kötüdür, evet; ama savaşta değiliz. henüz. demek ki bir şey yapılabilir.

savaş dediğimiz şey, 30 yıldır bu ülke coğrafyasında süregiden şey. yani bu suriye tezkeresine bakıp "memleket üzerinde kara oyunlar oynanıyooorrr, bir takım güçler bizi kendine doğru çekiyoooor" demeden önce, bir zahmet, hatırlayalım: bu ülkenin doğusunda insanlar duvarları kurşun izleriyle delik deşik olmuş evlerde yaşıyor ve orası saraybosna değil. bu durum yeni değil. zaten, suriye olayında da yine onlar öldü. ölebilirlik endeksinde üst sıralardaki yerini yıllardır koruyanlar. tezkeresiz. bu tezkereyle de dönüp dolaşıp yine onların ölme ihtimali - çok yüksek. o yüzden bu olaya şaşıranlara ben şaşırıyorum. ha bu olaya bakıp "yeter bre!" diyenlerin yeri ayrı nazarımda; onlar bunun ne ilk ne son olacağını idrak edenler.

bu ülkede askere giden erkekler için istediğiniz türküyü söyleyin; ama en çok ağıt yakılıyor. aileleri kurbanlık koyun gibi, arenaya çıkan gladyatör gibi gönderiyor çocuklarını. sadece askerler de değil. binlerce aile çocuğunun akibetini bile bilmiyor, bir gün dağa çıkmış, belki sadece cenazesi inecek. o veya bu, taraf önemli değil artık. evet, bazıları da askere gitmemek için kırk takla atıyor. neden? çünkü ölebilirler. ölebilmek kadar korkuncu, öldürebilirler. bazı insanlar ölmekten çok, öldürmekten korkuyor, biliyor musunuz? benim arkadaşım gece sınırda nöbet tutarken gördüğü iki karaltıyı vurmamak için defalarca "kimsin" diye bağırmış, köylüler olduğunu anlayana kadar. ateş etmemek için, boğazını kanatana kadar bağırmak diye bir tercih de var çünkü. rüyasında görüyor hâlâ o geceyi, birini öldürme eşiğinden döndüğü geceyi. öyle sanıldığı kadar kolay değil, 30 yıl boyunca sürekli ölüp öldürüp adını savaş koymamak. hep birlikte, her gün birbirimizden ve kendimizden nefret ede ede yaşıyorsak, kendimize söylediğimiz bu 30 yıllık yalanın ağırlığı yüzünden.

ha tüm bu tezkereler, yürüyüşler önemsiz mi? tabii ki değil. bir şeyler olduğu kesin, birilerinin çarkının döneceği de kesin. tüm bu olaylar olurken Suriye yerine kendi hükümetimizi eleştirecek dirayete sahip olduğumuz için, değil. Milletin vekillerinin milletten saklanmak için kapalı oturumlara sığındığını bir kez daha gördüğümüz için, değil. Nedir, vatandaşın ölmüşse tepki göstermelisindir. Kitaplar ve mantık bunu söyler.  9 sivil İsrail tarafından öldürüldüğünde bunu söylememişti, o başka kitaptır belki. Bilmem, bilemem. İnsanlar bunun okulunu okuyor, ben kahvehane muhabbeti düzeyinde kalırım. Yine de işte, savaşa yeni girmiyoruz. yeni bir savaş olabilir; ama "savaş" bize yeni değil. Her gün birilerinin öldüğü, birilerinin hayatının asla eskisi gibi olmayacak şekilde değiştiği bir ülkede yaşarken tezkere heyecanı en hafif tabirle safça kalıyor. yani tabii ki "barış'a evet". her türlüsüne, hepsine. bizim ülke içindekine bile evet, inanmazsınız. hatta tercihen: barış hemen şimdi!

*

Dünyanın diğer ucunda, Filipinler'de yaşayan bir arkadaşım bir yaşını doldurmamış oğluna oyuncak kalaşnikof almış. keleşle oynuyor el kadar bebek. dik tutunca kendinden büyük. Filipinler tarihine şöyle bir bakarsanız, istemediğiniz kadar ölüm ve kan görürsünüz. Çocuğuna, daha agu bugu bile diyemeyen çocuğuna silah almış. Dünya denen gezegende dokunarak öğrenmesi, aklına ilk kazınması gereken formlardan biri: kalaşnikof. Ben dehşet içinde baktım fotoğraflara. nasıl mutlular! tetiği arayan elleri, tetiğe basınca yanıp sönen ışıklar ve çıkan sesler, bir güzel oyuncak olarak kalaşnikof. biraz büyüsün babasına doğrultup "dışıınn!!!" der, o da ölmüş gibi yapar. öyle neşeli oyunlar. beynim almıyor.

İlkokuldaki sınıf arkadaşlarımın bi kısmı bücür psikopatlardı. Mesela ilkokul 1'in ilk gününde bir çocuk sıra arkadaşının kafasına kurşun kalem sapladı. Bir anda. Kafası kalemli, ağlayan çocuğu acile götürdüler. Kalemi saplayan çocuk 2 sene sonra, durup dururken parmaklarını gözüme sokmuş ve benim çığlıklarıma yanıt olarak "tepkini merak ettim" demişti. Ona yardım etmesi gereken öğretmenlerse sınıfın en arka sırasında, kendini yok etmesi için yalnız bıraktılar. Sıradan düşüp kolunu kırdığında da alçısıyla üst sınıftaki kızlara vuruyordu. Cezalar aldı; ama kimse "neden?" demedi.

Ha bu çok özel bir vaka olabilir; ama özellikle ilkokul 3-4 yaşlarında çocukların içinden bi canavar çıkıyor. Resmen her teneffüs birbirlerini dövüyorlar. Ben "böbreğine iyice vurursan kan işiyor!" diye gülen sınıf arkadaşlarımı hatırlıyorum. Anatomi dersi gibi. Sadece erkek çocuklar da değil, bizden biraz uzun ve iri olduğu için okulu haraca bağlamış kızlar da vardı. Annem denk geldiği bi kavgayı ayırmaya çalışırken resmen dayak yemişti. Aslında bunlar normal. Şöyle normal: dokunarak öğrenme, karşındakini de keşfetme fazı. "Pipim var, senin de var mı?" evresi. Evet, 4-5 yaşındayken de bu evreden geçmişti belki ama bu  ergenliğe girmeden az önce. Pipin var bakalım vurunca n'oluyor? Bence, birinin karnına attığınız yumruğun sahiden ne kadar acıttığını anlamak için karna yumruk yemek gereken yaşlar. Empati filan hak getire, kontrolsüz enerji yumakları.

Tam o yaşlarda çocuğun içinde doğal olarak bulunan bu dürtüyü beslemek bana sadistçe geliyor. Şap yedirin demiyorum; ama onlarca rehberlik öğretmeni yanılıyor olamaz: TV, bilgisayar ve hobilerinde şiddeti azaltın. Ne bileyim, spor yapsın, düz duvara tırmansın, bir şeyler. Kadınlarla ilişkisinin sağlıklı olması için de pornografik öğeleri azaltın. Sıfırlayamayacaksınız; ama konuşabilin. Aynayla arkadaşının eteğinin altını dikizlemesinde "ay oğlum çapkınlığa mı başlamış?" sevimliliği yok. Çocuğunuz 3 yaşındayken yanında kanlı haberler izlemiyorsanız, 10 yaşındayken de izlemeyin.

O ilkokul arkadaşım şimdi n'apıyor bilmiyorum. Fakir bir ailenin sorunlu çocuğu olarak, zaten yarı görünmezdi sınıfta. Uslu dursun diye yanıma oturtmuştu öğretmen. Biz aynı yaştaydık ve kazık kadar, "deneyimli" öğretmenin bulduğu çözüm, o çocuğu benim iyileştirmemdi. Ben 8 yaşımın verdiği müthiş becerilerle ona örnek olacaktım, yapacaktım işte bir şeyler. Sonuçta o benden nefret etti, ben ondan korktum, böylece bir yıl geçirdik. Sorumsuzluğuyla iki öğrencisine birden zarar veren bir öğretmeneyse kimse bir şey yapmadı. Normalmiş gibi. Oysa hiçbir şey normal değildi. Belki babasından öğrenmişti birine kemerle vurmayı? Bir şeyler tersti; ama bakmadılar ve görmediler.

*

Konuyu bağlamaksa, bağlayalım: bakın ve görün. Sorunun ne olduğunu görmek de yetmez. Sonuçların dehşetinden büyülenip sebeplerini sorgulamamazlık etmeyin. Gerçek dehşetin o sebeplerde saklandığını siz de çok iyi biliyorsunuz.

30 Eylül 2012 Pazar

yaka iğnesi meselesi

Hava soğudu. Soğudu derken, palto giyiyoruz. Burası da böyle, n'apalım? kalorifer yakalım. çok çok üşüyen biri olduğum için hep şikayet edip söylenirim soğukta; ama artık sustum. Böyle çünkü. bana güneş vadetmedi londra. neyse, pek bir pineklemeli pazargünü geçirdim, hatta kendi geçti bitti. yazı da öyle olsun:

bu aralar, şöyle yüksek yakalı beyaz bi gömlek arıyorum; gidecek bir işim varmış gibi. kolalı yaka, güzel yaka. neyse, tüm bu arayışın sebebi aslında piccadilly caddesi oldu. "adı nerden geliyo buranın ya?" dedik, gugılladık. efendim caddenin adı portugal street'miş bi zamanlar. 16.yy'ın sonunda Robert Baker adlı bi terzi dükkan açmış. italyan işi, pikadil model yakalı gömlekler yapıp köşe olmuş. kendine bu caddede dev bir ev inşa ettiren, daha sonra bu muhitte yapılan diğer görkemli evlere de ilham veren bir terzi bey. haliyle yakaları da gugılladık. Elizabeth I dantelli versiyonu çok severmiş, sade versiyonu şurda. sonra o yakalar için en güzel aksesuar olan yaka iğneleri geldi karşıma ki bence pek zarifler. daldan dala derken, konu yaka iğneleri oldu bi anda. yıllar önce yine bi takılmıştım ben bu iğnelere, sonra unutmuştum. hortladı. (editos: kulağı delik olmayan annem hediye gelen minik küpeleri yaka ucuna takar da. oradan sarmıştım.)

http://25.media.tumblr.com/tumblr_l9teowQ1Xi1qdaotno1_500.jpg

80lerden bir versiyonu koydum ki tanıdık üstünde görün; potansiyeli anladığınızı umuyorum. bu işin atası tabii ki şu masum hanfendininki. erkek versiyonu da bence gayet şık, önemli gün ve haftalarda hediye alınan kol düğmelerine alternatif:

http://www.gq.com/style/blogs/the-gq-eye/swatch-pins-glenn.jpg

erkek versiyonunun uygulaması için de bakınız: birtakım . babalars. ve tabii ki: fred astaire.
mad men, boardwalk empire derken, dönem dizilerinin de hızıyla erkekler arasında inceden bi geri geliyor sanırım. bi de genelde "çakal" tipler kullandığı için, "kötü adam şıklığı" çağrışımı da varmış efendim; yorumcuların yalancısıyım, fred abiye yanlışım olmaz. erkeklerde işin içine kravat filan da giriyor, tamamen ayrı bir mesai. bi "inceleme" yazısı şurda.

neyse, benim hayalim daha ziyade şu aşağıdaki. madem yapıyoruz, eskilerden, çok eskilerden seslensin:

http://vintagecostumejewelry.us/unsign/j50601LockPin.jpg

bunu bulmak azıcık zor olduğu için, düz, sade çıbıklara da eyvallah diyeceğim gibi duruyor. tabii önce, herhangi bir gömleğin yakasını delmek yerine, kendinden yaka iğnesi deliği olan gömlek arayacağım. erkekler için bile azken, bu modelde kadın gömleği aramak da işte, meşgale. mesela kadınlar için kol iğneli gömleği de arıyorum hâlâ.

kadınlar için "yaka aksesuarları" genelde yaka ucu için olanlardan, zincirli filan. şıkırtıya, süslemeye müsait. onlar başka. bence bu barlar daha güzel. gerçi böyle diyorum; ama bi bakmışsınız aramaktan sıkılıp kocaman bi skoç etek iğnesini takmışım boynuma. şimdilik, erkek reyonundan araklanmış bi metal papyonum var, onunla yetiniyorum. tek ortak yanı iğne oluşu, üstelik.

gömleği ve iğneyi bulduktan sonra da artık giyer takar, otururum evcağızımda.

23 Eylül 2012 Pazar

kutlamalar, şenlikler

Birkaç günlük doğumgünü kutlamaları zamanıydı bu hafta. londra'nın en güzel yanı bence akrobasi/burlesk şov / kabare tipi şeyleri aramasan da bulabilmen. bu vesileyle biz de çift olarak bu işi sevdiğimizi fark ettik; hele ki şöyle vintage kostümler, mini mini bir piyano filan da varsa, harika.

neyse, 3-4 günlük kutlamaları da ona göre planladım haliyle. perşembe günü bir güzel restoran olan circus'a gittik. içinde ufak bir podyum kurulu. akşam yemeği saatlerinde gidecekseniz, yarım saatte bir akrobat, dansçı veya bir drag queen çıkıyor. 21:30'dan sonraysa yemek servisi bittiği için şovlar sıklaşıyor, 10-15 dakikada bir, gibi. bar kısmıyla birlikte gece 12'ye kadar sürebiliyormuş. yemekler asya mutfağı ağırlıklı, lezzetliydi. bir de çalışanlar çok güleryüzlüydü. hele bizim masayla ilgilenen kadın bence bu dünyaya hizmet sektöründe çalışmak için gelmiş, resmen neşe saçıyodu. tatlılar gelirken doğumgünü mumu koyup şarkı filan söylediler hem.

bir sürü program işte: cuma da "the tassle club" günüydü ki kendisi "londranın en uzun soluklu vintage sirk kabaresi" imiş. genelde iş dünyasına özel şovlar filan yapıyolarmış. bence zevkliydi. bileğim kadar beli olan çok güzel kadınların, harika kostümler içinde alev yutması beni büyülüyor, evet. bir de bu elfler tüyler ve tüller içinde sahnede süzülürken bir 3-5 dakikalığına tüm dünya duruyor, 3 boyutlu tablo gibiler. neyse, şovun adı göğüs uçlarına taktıkları ve gösterilerinin sonunda çevirdikleri püsküllerden geliyordu. anladınız.

cumartesi günü: bizim buraların en biricik caz mekanının 25. yıl kutlaması varmış, öyle bir müziklenmece oldu. ressam bi teyze açık hava sahnesine çıkan her grubun yağlı boya resmini yaptı, sonra sahne etrafına dizdiler. gece sonunda, etrafta balonlar ve elimizde punchlar eşliğinde amerikan prom night müzikleri dinliyoduk, pek bir 80lerdi efendim. bildiğimizden değil de işte, olsa öyle olur gibiydi.

 bugünü kabareli brunchla taçlandırmak  ve bu "konsept"i  altın vuruşla tamamlamak istedim; ama mekanda yer yokmuş. sağlık olsun. cümbür cemaat başka bi brunch mekanına gittik ve eylül yerine kasım ayını yaşayan londra'ya sitem ettik; çünkü everybody talks about the weather.

evet, resmen  "yedik içtik, çok eğlendik" raporu verdim. kafamı kullanacağım yazılar da yazarım inşallah.

*

şu an üşüyorum. yağmuru izlemek güzel. aslında şemsiye varsa ve rüzgar yoksa, yürüyüş de güzel. evcağızımızla ilgili minik minik projelerim var. onlarla oyalanmak güzel. iş başvurusu yapıp yanıt almamak kötü; ama umut fakirin ekmeği. öyle böyle derken, 2 gün sonra londra'daki 6. ayım olacak ki evet, zaman hızla akıııp gidiyor. biz bu vize yenileme işi yüzünden heralde bi 3-4 ay daha ülkeden çıkamayacağız. bu demek ki türkiye'ye de gidemeyeceğiz. bu da demek ki bazı gelin ve damatlara ayıp olacak. göçmen bürosuna söylenmiyorum, sadece beklemedeyim. göçmen bürosu da insan, neticede. neyse işte. çok heveslenmiştik ve bugün sessizce kahve içerek durumu kabullendik. o an kötü; ama bunu yaşayan 6 kişi bir arada olmak iyi.

18 Eylül 2012 Salı

demli çay

Benim sevgili anneannem bir evlilik teklifini, teklifi eden kişi çay fincanını tutarken serçe parmağını kaldırıyor diye reddetmiş. beyfendi bir pastaneye davet etmiş anneannemi, çok kibarmış da. sohbet etmişler; ama ah o parmak! çok şekilci olabilir, evet. daha başka, "ciddi" sebepleri de vardır elbet; ama "bir ömür o parmağı seyredemezdim" dediğinde ona hak vermiştim. seyredilmez sahi. hem Sabuşcuğum bir kınalı yapıncak, bir arnavutköy çileği, bir istanbul marilyn'i olarak, hiç gelemez öyle şeylere; gözü acır. mesela fincanda da "bi dudaklık pay" olmalı, yoksa asla içemez, ağzına kadar dolduranları da aşağılar azıcık.

neyse, konu dağıldı. işte bugünler, serçe parmak havada günlerdi biraz. ondan yazdım bunu. şimdi koskoca güne "indir o parmağı" deseniz ayıp olur ya, el mahkum bekleyeceksiniz bugün bitsin diye. sonra bir daha hiçbir günü bugün gibi yaşamayacaksınız ki bir ömür o parmağı seyretmeniz gerekmesin. Ben de kendime milat olarak bugünü seçtim. bugün son kez karşılıklı çay içiyoruz, ben, bugün ve serçe parmak. gerisi iyilik güzellik.

Londra eylülü atlayıp ekime geçti biraz; ama bu da güzel. güneş oldukça her gün mis gibi.

14 Eylül 2012 Cuma

mercan

haftada bir. arayı açmışım. olur öyle.

ay çok sıkıcı bir iki paragraf yazmışken sildim. sıkıcıydı çünkü. nezle, tamirci ustalar falan. bulaşık makinesi bir, kalorifer iki: bence hiçbir zaman çözülmeyecek sorunlar. alıştım.

tahin pekmez aldım. ben ikisini de ezel evvel hiç sevmem. burda pek bir sevdim niyeyse. aklıma zeycan geliyor. tansiyonum 4'e düştüğünde bana kaşık kaşık pekmez yedirme çabası. acaba niye sevmezdim ki? zaten küçükken patlıcan da yemezdim ben, saçmalık. gerçi karnıbahar baki. pişerken çıkardığı kokuyla sebzelerin durian'ı benim için.

evde her yer raf. dolap değil, raf. raflardaki her şey gözüme batıyor, tozlanıyor filan. hepsini kutulara kaldırmak istiyorum. minik bir ecza deposu görüntüsüne doğru, son hız. dekorasyon bloglarına filan bakıyorum, hep aynı soru zihnimde: peki EŞYALAR nerde?  bir sürü raf veya masa. hepsinde etsy'den alınmış baskılar, sulu boyalar, biblolar filan dizili. odada sadece 3 çekmece ve yine minik minik ıcır bıcırlar filan... kuzum battaniyeyi nereye kaldırıyosunuz? yedek çarşafın da mı yok? sadeleştin arındın da, bi sandalet, bi çizme, bunlar nerde?

yatağın bazasından şüpheleniyorum. sanki her şey fotoğrafı çeken kişinin arkasında, dev bir depoda üst üste duruyor. bu kare de böyle, sahiden bi "dekor". western filmleri gibi. dağınıklık değil bahsettiğim, fonksiyonel hiçbir nesne yok gibi. giysiler açıkta, bir ikea askıda dizili. kuzum o tozlanmıyo mu? onların hepsi gömlek, belin bıkının üşüdüğünde hırka giymiyo musun? nerde o hırka - kazak? yani o boydan boya raydolap kaplı odalar bile daha gerçekçi geliyor bana. eşyayla dolup taştığım için değil; en azından daha fonksiyonel. ayh ne bileyim.

defterlerim ve boya kalemlerim var. boya kalemlerimi kullanmıyorum sayılır. defterler güzel. saçma şeyler arıyorum: mesela minik, ahşap mandallar. kırtasiyede olur heralde. minik minik girişimler. çerçevelettiğimiz resimler nihayet yerini buldu. birini ısrarla asmıyoruz, belki karanlık oda baskısı yetişir, değiştiririz diye. ne mühim, di mi?

iş arıyorum iş. aslında işim bu.

7 Eylül 2012 Cuma

o harika insanların muhteşem olgunlukları üzerine

Insanları hayatlarındaki bazı olaylar olgunlaştırıyor. Böyle sıradan bir gerçek bu. Ben hiç "başkasının olgunlaşmasını sağlayan" taraf olmadım, o hissi bilmiyorum. Bildiğim tarafı anlatacağım; olgunlaşangiller.

Bu olgunlaşma halinin bir ayağı da tüm bunları çocukken yaşamak. "Ah hiç yaşıtları gibi değil, çok olgun, çok aklı başında". O aklı birileri kemirdi her gün, ondandır. Sincap gibi sevimli de değil, sıçan gibi kemirdi. Baktım ki çare yok, başımda tutayım dedim. hem delirsem n'olacak? yine ben uğraşacağım. öyle bir durum. ben o erken yaşta olgunlaşangillerdenim, evet. anlatsam roman olur, film olur. aslında daha iyi olur, pek gerçek gibi durmuyor. hani "gerçek hayatla ilgisi yoktur" desem, "e heralde yani" dersiniz. bir sürü şey öğreniyorsunuz. mesela insanlar şiddetten çok korkuyor; ama insanı esas delirtebilecek şey saçmalık. Siz hiç 10 yılı aşkın süreyle bir saçmalıkla uğraştınız mı? Sanmam. sisifos söylencesi gibi, anlamsızlık dolu bir lanet. "neden?" sorusunun çürüdüğü bir karadelik.

Neyse. İnsanların iyi niyetle, belki sadece gözlemle söylediği birçok safça söz bende çok sinir yapar. Garfield'a saldıran kötü kedi şerafettin gibi, boyunlarını sıkıp "sen hangi gezegende yaşıyorsun? küçük prensle mi komşusun, alice'le mi?" filan demek isterim. Tüm bu olgunlaşmanın bendeki hasar da bu oldu sanırım: tahammülsüzlük. artık büyüdüm heralde, birkaç şey dışında gülüp geçme safhasına geliyorum.

Mesela: boşanmış ve yalnız bırakılmış çocuklu kadınlar için "harika bir anne! inanmıyorum! ben olsam yapamazdım!" denmesi. Bana verdiği hissin tarifi yok. Göz seğirmesi, mide bulantısı. O kadın harika değil, o kadın harika olmak zorunda kaldı. Harika olmayı öğrenmek zorunda kaldı; çünkü başka seçeneği yoktu. Harika olmayı, süper olmayı, imkansızı başarmayı, hiç canı acımıyomuş gibi yapmayı, kendini çocuklarına adamayı, sırf onlar huzurlu kalsın diye kendisi de delirmemeyi filan - hepsini zorla öğrendi. Belki o da öğrenmek istemezdi, böyle bir tercihi, böyle bir lüksü olsaydı. Sana gelince canım, sen olsan sen de yapardın; ama inşallah yapman hiç gerekmez. İnan.

İş biraz burada zaten. Mesele o kadının harikalığı, süperliği değil, niye süper olmak zorunda kaldığı. Hani dedim ya ben "diğer tarafı bilmiyorum" pek diye, bu "başkasının süper olmasını sağlayan" tarafı biliyorum ama. Çok enteresan bir vakadır. Bir kere sahiden vakadır, genelde tıbbi bir yanıtı olan bir sorundur. Yine de bunu geçelim, enteresanlığına gelelim. Mesela mutlaka süperin süperliğini süpere verir, hak yemez. asla "ay o kötü!" filan demez. iki gün dese dahi, üçüncü gün demez. "aa biliyorum, o çok süper!" der. Nasıl demesin? O süper sayesinde kendi bir halta yaramadan yaşayabiliyor. Kendi bir taraf değilmiş gibi, elini taşın altına sokması gerekmiyomuş gibi. hani bir gün olsun, "süperin sırtından yük alsam da her günü Herkül'ün 12 görevini tamamlar gibi yaşamasa." demez. Süper süperdir çünkü. O yapar. Yapabilir.  Normal olan budur. O hep daha güçlüdür; sanki güçlü olmama gibi bir seçenek tanınmış gibi. Süperleştirense işte, takdirle izler. Alkışlar. İmrenir. Süper olamadığı için süpere garezlenmesi bile mümkün. Bazen sorarsınız, "e peki sen niye süper değilsin?" diye. Gözlerini kırpıştırarak "ama ben.. ben süper olamam ki... o süper!" filan der. ah o yapamaz. o beceremez. ona yazık. o bilmez! Tüm o haliyle, ona yazıktır; tabii ki süpere değil. Süper zaten süper, hâlâ anlamıyosunuz! ona bişcik olmaz!

Burda bitmez. Kendi yarattığı zararın, hasarın telafisiyle boğuşan bu zoraki süpere sırtını dayamaya devam eder. Her süper insan, her süper anne, "normal" birinin o "normal"liğin gereğini dahi yerine getirmeyişinin eseridir; fazladan sorumluluk, fazladan yük, fazladan her şey. Süper dediğiniz, normal bir insanın iki katıdır; çünkü bir normal insan 1 kişilik payından dahi vazgeçmiştir. Ah o kadarını bile beceremez o, yazık! o bilmez, o yapamaz, o bir yazıklar anıtı!

Aslında sahne şöyle: o süperleştiren zat, süperin sırtına çıkmış, zıplıyor.  var gücüyle, hırsla, gülerek. süper de sakince hayatını sürdürmeye çalışıyor; çünkü o yapmazsa yapacak başkası yok. arada canı acıyor, ah bile demiyor belki. diğeri hep zıp zıp. süper taşır. süper kaldırır; o süper çünkü. o sırada çocuğun altını değiştirir, işe gider gelir, anasına babasına bakar, evi tozlanmaz, çamaşırı - tabağı temiz kalır, çocuğun okuluna gider öğretmenleriyle konuşur filan. sırtında da hep daimi bir zıp zıp. zıplayabilir n'olacak? süper o sonuçta; taşır. şımarık bir çocuk gibi zıplanabilir, süperler düşünsün.

mesela süperler çekip gitmez. öyle bir ferahlığı yoktur. "çekip gidicem burdan" der defalarca, gitmez. gidemez. bırakamaz. lanet olsun ki beynini kemiren bir sorumluluk duygusuyla doludur. öyle saçma bir şeydir ki bu, yeri gelir o sırtında tepinen manyağa bile üzülür, "ay ayakları acıyodur, yorulmadı mı?" diye. öyle bir şey işte. o sırtındakinin heyheyleriyle uğraşır. saçı çekilir, sırtı tekmelenir, mühim değil. gücünü annelikten filan aldığını sanmıyorum; anne olmayan ve hatta kadın olmayan versiyonları da var bu hikayenin. gücünü sadece kendinden alır bu süperler. hani sahiden süper bir tarafları varsa, adamı çatlatan sorumluluk duygularıdır. Onların şirazesi kaymaz. onlar delirmez. onlar şöyle bir güzel saçmalamaz. onlar zembereğinden boşanmaz. anlatabildim mi? ha bir yerden elbet patlak verir, geceleri ağlar belki veya bir daha asla kimseye güvenmez. bunun da tek sebebi yine kendileridir, kendilerini suçlamaları, kendilerini yiyip bitirmeleri. Öyle bir sorumluluk fazlasıdır ki sırtındakine niye tepindiğini sormaz da "sırtıma nasıl çıktı? ben çıkarttım!" diye dertlenir. böyle yani.


Ne diyordum? hah işte ben tüm bu sebeplerle, bu koşullardaki birine harika, süper, vaaouvv diyenlerin hepsini çok tuzukuru bulurum. Baktığı yerde bir varolma çabası göremeyecek kadar tuzukuru bir rahatlık. sonra kızmama kızarım. ne güzel işte? baktığında olayın aslında ne olduğunu göremeyecek kadar tasasız yaşamış demek ki. bazal tepkiler, holywood/ yeşilçam replikleri savuracak kadar uzakmış. demek ki sahiden o tuzu kuru kalmış, ne güzel. erken olgunlaşmamış, belki tonla saçmalamış. ne güzel. yapabilmiş bunları. kıskanıyor bile olabilirim.

ha tüm bunların sonunda insan bazı şeyler öğreniyor tabii. mesela deli deliyi görünce sopasını saklıyor sahiden. kadın kadının kurdu sahiden. dinsizin hakkından imansız geliyor. keser dönüyor, sap dönüyor. bir sürü şey öğreniyorsunuz. delirmeyen süperler ve onların olgunlaşangilleri olarak, dua eder gibi atasözü ve deyim tekrarlıyorsunuz. olgunlukla, aklıselimle, huşu içinde. ne komik. başka bir sürü şey var mesela: o süperleştirenlerin her daim ilgi istediği gerçeği. sizden alıp götürdüklerini yine size fatura edeceği. yüzsüzlükle arsızlık arasındaki o azıcık farkı bile öğreniyorsunuz, gariptir.

sonra n'oluyor biliyor musunuz? bitiyor. bir şekilde, bir gün bir perde iniyor önünüze. bitiyor. o perdenin arkasına bir daha bakmıyorsunuz. kapanıyor tamamen. o perdenin ineceği günü iple çektiğiniz için olabilir, perdeyi çok seviyorsunuz. nihayet işte, nihayet perde kapanabiliyor. kimse açamaz. delirdiğimi düşündüğüm tek an, bu perdeyi sahiden gördüğümü düşündüğüm andı heralde. devasa bir tiyatro perdesi; ama kırmızı değil, koyu bir bej. kir göstermez cinsten, ağır bir perde. çok mutluydum. gelmişti işte perde. canım perde. tarifi zor. birine bakıyorsunuz ve o kişinin dev bir perde arkasında kaldığını görüyorsunuz; beyin ne güzel organ. müthiş bir ferahlık. bi arkadaşım da mavi bir kapıdan bahsetmişti. kapı da olur, benimki perde. o perde o kadar güç veriyor ki insana. tüm o sırtta tepinmelere son veriyorsunuz. sizin sırtınızda olmasa bile, süperin elinden tutuyorsunuz. o süperleştiren zavallıyı resimden kesip atıyorsunuz. perdelerce. cem karaca nâzım'ın şiirini ne güzel söyler: herkes gibisin. kimileri aşklarını filan düşünür belki bu şarkıda; o bile çok safça gelir bana. birini herkes gibi yapabilmek için yıllar harcayınca anlayacağınız cinsten bir şey.

bu arada ben de öyle böyyyüüük bir felaket yaşamadım. hatta bakarsanız, tüm bunlarla gırtlağıma kadar battığım dönemler hayatta en başarılı olduğum zamanlardı. yaşadıklarım 3. sayfa haberleri düzeyinde de değil. ben absürdlükle uğraştım, dediğim gibi: saçmalıkla. anlamsızlıkla. o kadar tüketici bir şey ki.

tüm bunlar olurken en garibi diğer insanların tepkisiydi. birçoğu süperin halini anladı, anlamaya çalıştı. sırtınızda birinin zıpladığının fark edilmesi çok zor olmuyor. bir kısmı bakmadı, görmedi, görmek istemedi, "sizin özeliniz yani, ben karışmiym" korkaklığı. bir kısmıysa, büyük bir zevkle, çekirdeklerini alıp işin geyiğini çevirdiler. gladyatör dövüşü gibi, BBG evi gibi. bir gün olsun kendilerine aynı şey olmayacağından çok emin olarak. "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" dediler, "inanamıyorum" dediler. mantık aradılar; o devasa saçmalıkta, o absürd filmde mantık aradılar. bazısının kapısına kafası kesilmiş mr.spock kuklası filan göndermek istediğim doğrudur. öyle fantastik şeyler kurabiliyor insan;  neticede süper olan ben değilim. mantıklar ve aforizmalar sonrası, uzaktan, uzak durarak incelemelerini tamamladıktan sonra, eh baaarrri, lütfedip hak verdiler; ama tek kaşları hep havada kaldı. "ama niye sen? niye o? niye öyle? niye böyle?". bok çünkü, sebep bu. bok: saçmalığa ve yalana inanmanın kolaylığı, puf koltuk rahatlığı.

ha n'oluyor? bir güzel yükünüz oluyor. o perde arkasındaki dev yük. ölü kemirgen. her yere sizinle geliyor. işin acemisiyken saklamaya çalışıyorsunuz. sonra bir ferahlık anı: o yük sizin. sizi siz yapan manyak kemirgen, saçma yük. hayatınıza giren insanların da tanıması gereken bir yük. ilerde bir gün yaşlanıp da gençlik anılarınızı sayıklayacağınız günler geldiğinde, kelimelerinizde olabilecek bir yük. içki içerken gözleriniz dolduğunda perdeyi aralayan bir yük. sizin sevgili yükünüz. utanmanız gereken bir şey yok. bunu anlatıyorsunuz ki anlamayanla uğraşmayın. hayatınıza "ay ne süper! inanmıyoruum!" diyenler girmesin. bencilce; ama öyle. insan seçiyorsunuz. yükünüzü dinlerken dehşete kapılıyorsa, başını okşamak geliyor içinizden: masum çocuk. yükünüzü dinlerken o sizin başınızı okşuyorsa; tamam, anlıyor.

bu işte böyle bir şey. olgunlaşangillerin sıradan hikayesi. süper değil hiç kimse. kimse takdir de beklemiyor aslında. belki belki biraz destek, biraz anlayış. o kadar. kendi hayatımdaki zoraki süperden öğrendiğim yegane şey: "başkalarını kendi dertlerinle sıkma" oldu. ne komik di mi bu nasihat? "başkalarını rahatsız etmemek" ve "verebileceğin olası rahatsızlığı her zaman tartmak". o süper insan bana bunu öğretti işte. hani bir gün olur da birinin sırtına çıkmaya yeltenecek olursam, utanıp vazgeçeyim diye heralde. ben süper değilim dedim ya; ama süper beni iyi eğitti. iniş çıkışlarım, saçmalamalarım, yanlış tercihlerim, hatalarım filan hep kendime. birine rahatsızlık vermeme kaygısıyla, hep kendime. birini rahatsız ettiğimde, bu yüksek sesle müzik dinlemek bile olabilir, yerin dibine batışım bundandır.

deformasyonumsa şu oldu: dert anlatmaya çalışmak. ikna etmek bile değil. anlatmak, anlaşılmaya çalışmak. sırtta tepineni tepinmekten vazgeçirmeye çalışmak. tüm o saçmalık talimime rağmen, sonsuz bir "neden?" sorusuna cevap aramak. çene yarıştırmak. susmamak. oysa süper olanlar ne güzel susar. içine atmak bile değil, vazgeçtiği için. bense en gerektiği zamanda bile vazgeçmem. kendimi tüketirim. bir yere varmayacağı halde, sisifos gibi, inatla iterim o kayayı. mesleki deformasyon - adeta. kendi söküğümü dikemeyiş. cama çarpan sinek gibi. zoraki süperlerden değilim işte, ondan. aradaki farkı burdan anlayabilirsiniz. olgunlaşmış olabilirim; ama bir süper kadar değil.

neyse, bu da bi parantez olsun. açılsın, kapansın.

5 Eylül 2012 Çarşamba

ondördüncü


ben bu ara en çok yargıtay 14. ceza dairesini merak ediyorum. kendilerini genelde verilmiş mahkeme kararlarındaki cezaları indirmeleriyle tanıyoruz. basına yansımış kararları bi hatırlayalım:

1.meşhur N.Ç davası kararı onlara ait. karar yetmediği gibi basına "oradaki rıza kararı doğrudur, yaygarayla hukuk değiştirilmez" diyen de daire başkanı.
2. anal ve oral seksi ile nekrofili, ensest ve hayvanlarla ilişkiyi bir tutan ve "doğal olmayan ilişki" sayan muhteşem karar da onlara ait.
3. tecavüze yeltenen; ama mağdur direnince korkup kaçan adamlara indirim de kendilerinin eseri. buradaki indirim sebebi şuymuş: "aşılabilir mukavemet". yani isteseler mağdureyi manyakça dövüp yine yaparlarmış ama yapmamışlar, aşabilecekken aşmamışlar. yani kendileri vazgeçmiş. yani hafif bi teşebbüs bu. bu kavramları iyi öğrenin bak, bi gün gerekebilir.
4. 18 yaşında down sendromlu kız babasının tecavüzüne uğruyor, hamile kalıyor ve kürtaj oluyor. ancak kızlık zarı yırtılmamış; birçok kadında olduğu gibi. bu daire, "kız bakire, babanın suçu indirilsin" dedi. nitelikli suçtan, basit suça doğru bir indirim önerdiler. sadece 1 üye itiraz etti, 4 oyla onandı.

böyle yani. özel branşları çocuk yaştaki kişiye tecavüz davalarında ceza indirimi vermek. buradan öyle görünüyor.

karar metinlerinin tamamını okudunuz mu bilmem. hukuk bana çok enteresan geliyor. hukukçu olmadığım için olabilir. her şeyin tanımını yapmak şart bi kere. öyle ya, ortada tecavüz yokken adı tecavüzcüye çıkan, iftiraya uğrayanlar da var, yok değil. yani her erkeği sapık zannetmiyorum, çok şükür. ha suçlunun savunma hakkıdır, avukatın müvekkilini savunmasının avukatı suç ortağı yapmayacağı gerçeğidir, hepsine varım. yaşasın hukuk. hepimize lazım.

neyse, bu tanımlar enteresan yine de. mesela tacizin iki tipi var: nitelikli ve basit. tecavüz de şu: "birinin vücuduna rızası dışında organ veya sair cisim sokmak". böyle yani, hepsi teknik cümleler. hukuk da bakıyor, bu cümleye uyuyorsa durumunuz, onay veriyor. vücut tamam, rıza dışılık tamam, organ veya sair cisim tamam - o zaman tecavüz. böyle yani.

sonra işte bi yerde, "aşılabilir mukavemet" çıkıveriyor. hmmm. bunu teknik tanımda görmemiştik; ama tabii ki hukuk bir makine değil. kararı insanlar veriyor, insan için. yoksa girerdik sisteme tıkır tıkır, adalet sağlardık. öyle değil de böyleyse sebebi var: kanaat. insan için, insanla.

işte ben merak ediyorum, bu 14. daire niye hep suç indirimine kanaat getiriyor? kanaat olmasa teknik sebeplerden, ah nerdeyse istemeden oluveriyor bunlar? kim bu adamlar? hepsinin erkek olduğundan ben buradan eminim, kadın yoktur aralarında. kim bunlar? neciler? çok merak ediyorum. gazeteciler nasıl etmiyor, onu da anlamıyorum.

internetten bakıyorum, dairenin kuruluş tarihi 2011. yeniden yapılanmış yargıtay. üyelerine bakıyorum, mesela bir tanesi türkiye adalet akademisi yönetim kurulunda; adli ve idari yargı hâkim ve savcı adaylarının yetiştiren kurum bu. 14. dairenin 5 üyesinin oy birliğiyle NÇ kararı çıkmıştı. Bu isimlerin 3'ü HSYK kanunu değişikliğiyle o göreve gelmiş, diğer 2'si eski yargıtaycı. O kadar teknikler ki nüfusa göre 12 olan mağdurun kemik yaşına bakılmış, 14 görülmüş. Eh 14 dediğin, 15 sayılır. 15 olunca suçun vasfı değişiyor. E 15'ine az kaldı, birkaç ay var diye asgari sınırdan karar düşünülmüş, 14. daireye de uygun gelmiş bu. kanaat sonuçta. Bunları ben uydurmuyorum, başkan anlatıyor. Her şey teknik yani. Mesela bu davada "fuhşiyata tahrik" suçundan yargılananlar da vardı, 7,5 yıl sonra  dava zaman aşımına uğradı biliyor musunuz? hepsi teknik.

neyse bunlar hep yazılıp çizildi. bu adamların hiçbiri de gökten zembille inmiyor tabii.  yargıtaya gelene kadar cumhuriyet başsavcılığı görevinde filan, yıllar yılları bulunmuşlar. Mesela şu 4. vakada bahsettiğim, itiraz eden yegane üye HSYK atamasıyla gelmiş. sebeplerini "teknik olarak" karşı oy yazısında anlattığını açıklıyor, duygusal bir karar değilmiş.

yine de, HSYK'nın bu tür davalarda mimli olduğu açık. Malum, türkiyedeki feminist hareketin yıllarını vererek kanundan çıkarttığı "mağduruyla evlenen tecavüzcüye indirim/ af" salaklığını yeniden kanuna sokmayı öneren HSYK üyeleri oldu, bi toplantıda uzun uzun tartışıldı. Aynı şekilde, alıkonan veya kaçırılan kadın evlenirse, adamın suçu 5 yıl ertelenecekti, bu önerildi. HSYK'nin tamamının hükümet tarafından atanması da güçler ayrılığı ilkesine yönelik bir "nitelikli suç" bence; ama belki de aşılabilir mukavemeti vardır adaletin, bilemiyorum.

neyse konu dağılmasın. o meşhur HSYK toplantısında önerilen şeylerden biri de şuydu: 15 yaşından küçüklere karşı "rızaen" cinsel ilişki suçlarının ceza miktarları düşürülmesi. durun durun, sakin. bu niye önerildi biliyor musunuz? yani toplantı konusu neydi de HSYK bi anda bunu konuşmaya başladı? hadi hatırlayalım: ‘yargının hızlandırılması ve sorunların tespit edilmesi'. bu yani canım. yargı yükü hafiflesin diye lütfen tecavüzcünle evlenir misin?! ayrıca rızan mı var, kızlık zarın mı var filan derken beni temyizlerle oyalamasan da cezayı indirsek doğrudan? ayh yani siz kadınlar! 

yani burdan bakınca, 14. ceza dairesi bir hukuk devrimi yapıyor. HSYK'nın saatler süren çok anlamlı toplantısında konu dönüp dolaşıp taciz ve tecavüz davalarının sayıca çokluğu olmuş olacak ki, 14. daire konuşulup da uygulanamayan bütün bu fantastik önerileri hayata geçiriyor. tamamen teknik bir şekilde. yani rica ederim, bundan anlamlı ne olabilir? mesela benim bi önerim var: zaman aşımı istemiyorsanız, o zaman dava açmayın. dava olmazsa, zaman aşmaz. bence çok mantıklı. tecavüzcünüzün yakalanıp salıverilmesinden ve bir de mağdurken suçlu çıkarılmanızdan bıktıysanız, zevk almaya bakın. göreceksiniz, yargı hızlanacak ve sorunlar tespit edilecek. daha önemli ne var yani, teknik olarak?

yani işte, bu bir iş. teknik bakacaksınız; ama tabii "insan faktörü" de önemli. kanaat filan. bak ne diyor HSYK başkanı: biz bunları önerdik; ama bir sor, niye? soruyorum hemen: niye? bölge gerçeğiymiş efendim. napalım yani: insanlar böyle. kanaat. bazı bölgelerin tecavüzü başka bir tecavüz, bazı bölgelerinki fasülyeden. kadını 15 yaş altı, 15 yaş üstü, bakire, evli, dul filan diye sınıflandırdığımız yetmedi, bir de ayrıca bölgelere böleceğiz. Demiş ki kendisi, "orada bir bölge var uzakta, bu bölgede 15 yaşından küçük kızların evlendirilmesi olağandır". hayır, bu tecavüzdür. bence böyle. sizce de böyle olabilir; ama sanırım bölge bilgimiz zayıf. 15 yaşından küçük kız çocukların evlendirilmesinin "bölgesel gerçek" olduğunu belirterek, "kadının mağdur olmasını engellemek için" erkek ve aile hakkında ceza verilmesini öngören kanunun kaldırılmasını önerdiklerini ifade etmiş. yani biz gerizekalılar anlamıyoruz ama adam aslında kadını koruyor: bari başında bi kocası olsun. bari aile korunsun. aile büyüktür kadın. aile mühim şey tabii, aile demek erkek demek. kadın da işte, var evet öyle bir şey.

bölgeselmiş. bölgelerinizi seveyim. o bölgelerde çocuklar pisi pisine ölüyor. ceylan kendi köyünde koyun otlattığı tepeye gitti de öldü, annesi eteğine topladı yavrusunun parçalarını. o bölgelere sizin borcunuz dağlara taşlara yazılı; ama nolacak, biri gitti, diğer çocukları var di mi? teknik olarak çok çocukları var onların, canları acımaz teknik olarak. bölgesel gerçekler ve tecavüz. bulantı sebebi.

beynim acıyor yemin ederim. insanlar "ya senin çocuğun olsaydı?" filan diyor. nasıl da anlamıyoruz, bu teknik bir şey. zaten onun çocuğuna olmaz. olsaydı da teknik olarak farklı olurdu. bu iş tamamen teknik. hukukun, yargıtayın en saygı duymam gereken adamlarına empati üzerinden adalet kavramı anlatmaya çalışmam acıklı olur. "bak şimdi adalet lazım çünkü empati kurarsan..." filan. yok öyle bir şey. bu adam hukukla ve tabii ki adaletle ilişkisini teknik düzeye indireli yıllar olmuş. kimbilir bu eğlenceli 14. dairede bir araya gelmeden ayrı ayrı ne kararlara imza attılar? ben burdan sapıklar lokali gibi görüyorum; ama iş tamamen teknik. bakınız: birini bir organ veya sair cisim sokmak suretiyle hamile bırakabilirsiniz. bir önceki kararınızda ensest ilişki saf sapıklık da olabilir; ama bekaret, ah o zar! her şeyin üstünü örten zar! o işte, o zarın adı ne biliyor musunuz? aşılabilir mukavemet. öyle yani. hafif suç. hafifletici zar.

daha önce de dedim: ayaklı vajinalardan ibaretiz. arada doğuruyoruz filan. mesela gündüz vakti adam bacağınızı çimdikleme hakkını kendinde görüyor. elini yakalayıp bas bas bağırdığınızda o kadar şaşırıyor ki. ben yaptım, ordan biliyorum. adamın elini havaya dikip, "sen beni nasıl ellersin!" diye bağırdığınızda nutku tutuluyor. konuşan vajina! ve işin en ikiyüzlü yanı, civardaki erkeklerin, "lan sapık mısın laaan" diye adamın üstüne çullanması. hayır sapık değil, normal. sizin kadar normal. siz şimdi beni korudunuz; ama tenhada ne yapardınız bilemem. bi kere ellendim çünkü. az yelloz olabilirim, aşılabilir mukavemetim de pek aşılabilir değil belki; ama işte bi kere ellendim. demek ki bi kuyruk filan sallıyorum. rıza bir erkek adıdır neticede ve her kadının bi rızası vardır. böyle işte. o aptala dönmüş suratıyla bana bakarken, niye bağırdığımı anlamaya çalışıyordu, nasıl olurdu da yani, bir vajina nasıl konuşur? nasıl itiraz eder, teknik olarak?

beynim acıyor. inatla anlatmak lazım: bak bu bi kadın. yani insan. onun bedeni, onun kararı. seninle bir ömür sevişebilir, bir gün sevişmek istemeyebilir ve zorla sevişemezsin. bu bi kadın. sırf sokakta yürüyor diye kamu malı değil. bu bir kadın: göz göze gelince hallenirsin diye başını yerden kaldırmadan, hızlı hızlı yürüyen bu kadın senin vatandaşın. vergi filan veriyor, eşek gibi. emeği gasp ediliyor. ya sana, ya çocuğuna, ya anana babana bakıyor, bitmiyor derdiniz. en elit ortamlarda, şehirlerde, plazalarda filan çalışıyor, orada bile hiç olmadı sürekli "şaka" yapıyosun. üstelik o bel altı şakalar arası hallenmelerine gülmezse de frijit diyeceksin, öyle bir kafa yapın var. bu bir kadın. eve geliş saati mevsime göre değişiyor: hava 4'te kararıyorsa 4'te, hava 8'de kararıyorsa 8'de evde olmalı genç kız. balkabağı kıvamı, bitkisel hayat düzeyinde bir kadınlık.

insan bu kadın. her şeyi sürekli takip edip, bitmeyen bir ürkeklikle varolmaya çalışıyor ve sonra sen tüm teknik tükmüklerinle üstüne çullanıyorsun: mukavemetli rıza üstü sair cisim sokmalar.

neyse. başa dönelim. şu 4 maddeyi, 4 kararı bir okuyun ve sonra kendinize bir sorun: adalet, sahiden bu kadar teknik bir şey mi? bize yutturmaya çalıştıkları gibi mi işliyor bu teknik sistem? ben bu kararlardan sonra sokağa dökülmediysem, ne bekledim? alıştım mı? ne zaman alıştım? bi sorun. bi düşünün. sonuçta alt tarafı 5 erkek, şimdiden bu 4 karara imza attı bile. yine teknik olarak, bu yetkileri sonsuz değil.

ha bir de şunu düşünün: 15 yaşını kutladığı doğumgününün ertesi günü, veli izni, mahkeme onayı ne evrak varsa toplanıp 30 yaşındaki damatla evlendirilen bir kadın tanıyorsunuz. kocası başarılı bir adam oldu, şimdi cumhurbaşkanı. bir düşünün, iyi düşünün. bunu siyasetler üstü söylüyorum: çünkü zaten bu durum siyaset üstü bir durum, öyle yaygın. onun için düşünün zaten, son 10 yılı suçlayıp rahatlamak kolay. belki de itiraz etmek için daha çok sebebiniz vardır. belki iş sadece 1-2-3-4-5 adam, onların yargıtaydaki konumları, yetkileri filan değildir. belki sizin evin duvarları da biraz üstünüze üstünüze geliyordur.

ben yine de bu 14. daireyi merak ediyorum. araştırmacı gazeteci birilerini tanısaydım keşke. kim bu adamlar?

3 Eylül 2012 Pazartesi

bir iskoç başkenti hikayesi

Efendiim, bucak bucak Britanya turumuzun son durağı Edinburgh oldu; ama hemen yazmadım. geçen hafta Pazartesi günü tatildi, eh 2 yerine 3 gün oldu mu biz bi yere gideriz, hele Ağustos ayını festival ayı yapmış bi şehirse.

Edinburgh festival(ler)i ağustos ayında oluyor, birkaç tanesi çakışıyor. Fringe adlı şehir festivali, sanat festivali, uluslararası edinburgh festivali ve kitap festivali çakışmıştı mesela.  Neyse, baştan başlayayım.
bizim otel.
 İlk gün öğlen şehre vardık. Edinburgh Üniversitesi'nin kampüsü içinde olan bir otelde kaldık, bildiğiniz yurt odası; ama bilmediğiniz bir yurt binası. 2 gece kalacağımız için odadan fazla bir şey beklemiyorduk; ama kahvaltı önemliydi ve kahvaltısı güzeldi. Konaklamayla ilgili bir sorun, yorum okumak. Nereye gideceğini bilmeden gidip hayalkırıklığı yaşayan bir grup var ki sahiden benim asabımı bozuyor. Ya otelin adresi bile okul kampüsü. Hani bir spa'sı olmadığı aşikar! neyse.


sevgili kale
İlk gün 15 derece ve yağmurluydu, biz de kat kat giyinmiş ve mutluyduk. Önce otobüsle şehir turu yaptık. İyi de oldu aslında. ödüllü bir turmuş bizimki, 3-4 seçenek arasından "heritage tour"u seçmiştik. 1 saat sürüyor ve şehrin güzel bir özeti. Kalenin yakınlarında indik. Şehir açık hava müzesi gibi, yağmur yağmış ve topraktan mimari fışkırmış gibi. Edinburgh Kalesi sahiden güzel bir yer, manzarası yeter zaten. Biz biletlerimizi önceden internetten almıştık, iyi ki de öyle yapmışız, çok sıra vardı. Bi ara hatmettiğim ingiliz- iskoç tarihini hemen hemen unutmuşum, okudukça bir şeyler hatırladım.

Savaş müzelerinde sergilenen madalyaların rengarenk olması asabımı bozuyor. "ne güzel öldünüz, ne güzel sakat kaldınız" der gibi. ne bileyim, o renksiz üniformaların, acılı ölümlerin olmadığı bir şekerci dükkanı yalanı. hepsi bir aradayken, o madalyaları almış askerleri düşündüm, her biri acı için başka bir renk tasarlayacak kadar bu işi oyun sanan rütbelileri filan.

kaleden edinburgh
 Neyse efendim, kale turumuz bittikten sonra yeniden yola düştük. Festival zamanı olduğu için, biz de bu sanat fışkırmasından nasiplenelim diyerek, 4 saatlik fransızca bir oyuna bilet almıştık: Les naufrages du fol espoir. şehir dışında bir yer olduğu için havaalanı otobüslerine binmemiz gerekiyodu, otobüsü ararken kaybettiğimiz vakte yanıyorum. Neyse, ucu ucuna yetiştik. Oyun güzeldi, her şey iyiydi de bence 2,5 saate bağlardık. son 15 dakika boyunca kendimi çimdikledim, kabul ediyorum. Yine de güzel bir ekler yiyip şarap yudumladım; çünkü pisboğazım. Saat 22.30 gibi şehre döndüğümüzde cumartesi gecesi ateşiyle alakamız yoktu, sabah 5'te uyanmış olmanın yorgunluğuyla otele dönüp zzz.

Arkadaki david hume'un mezarı.
   
calton hill: iskoç akropolis'i.
Pazar günü güneşli olduğu için pek bir mutluyduk. Önce mezarlığı gezip sonra Calton Hill'e çıktık. Manzarası pek bir güzel, solunuz şehir, sağınız ufukta kuzey denizi olan bir yeşillik. Tam karşımızda şehrin en yüksek noktası Arthur's Seat vardı, resmen ayağımız kaşınıyordu.
calton hill'den manzara on numara
şu arkadaki tepe holyrood park.
Calton hill'den sonra kraliçenin İskoçya'daki mekanı olan holyrood sarayı'na doğru yürüdük; ama sarayı gezmedik. Hemen yanında da koca bir tepe olan holyrood park ve tepesinde de arthur's seat duruyordu. Aslında tırmanmayacaktık; ama bi anda iki su iki sandviç almış, yolluk yapmış halde bulduk kendimizi. bu arada hava ısındı, ceketler çıktı ve tırmanışa başladık. parkın ana yolundan 45 dakika kadar yürüdükten sonra bir düzlüğe geldik. biraz soluklanıp esas tırmanışa başladık.
arthur's seat'e doğru.
 iyi ki çıkmışız, manzara harikaydı. yine de ara ara çok gerginleştim; çünkü yükseklik korkum var ve alt kısımlara taş basamak yapıp da üst kısımları toprak eğim olarak bırakmanın mantığını çözemiyorum. neyse, zirveye ulaştık, fotoğraflarımızı çektik. hava 15 derece, güneşli; ama rüzgarlıydı.
zafer duygusunun adresi: arthur's seat.
Efendim bu yürüyüş ve yorgunluğun üstüne, şehrin ana caddelerinden biri olan ve kaleye çıkan royal mile boyunca yürüdük ve sonra bir pub'a kendimizi attık. bu tür tatillerde nerde yemek yiyeceğini ayarlayan, rezervasyon filan yaptıran insanlara hayranım. biz daha çok "xyz yapsak güzel olur" deyip, yapmayıp, son anda olmamasına da çok takılmıyoruz. neyse işte, ana caddede dolaştık, fringe'in coşkusunu damarlarımızda hissettik. sonra grassmarket'ta bir yerde erken bir akşam yemeği yedik. hesapta otelde biraz dinlenip tekrar çıkacaktık, cumartesi olamamış gece alemlerini pazar günü tadacaktık. olmadı. beni rüzgar çarpmış, otele gidince uyudum ve sadece ilaç içmek için gözümü açıp yine uyudum. haliyle gece hayatını pek göremedik; ama güzel diyolar. iskoçlar güzel insanlar zaten.

neyse, ertesi sabah dönüş zamanımızdı. eşyaları alıp istasyon yakınındaki fruit market gallery'e gittik. dieter roth sergisi vardı. küçüktü; ama güzeldi. yağmurlu olduğu için galerideki kafede biraz tembellik ettik, kahve filan içtik. sonra baktık vakit geçmiyor, princes street'e yürüdük. bizim olduğumuz tarihlerde edinburgh tramvayı kazısı vardı, haliyle ana cadde olmasına rağmen princes street ve kuzeyindeki sokaklara pek yüz vermemiştik. şu an havaaalanından şehir merkezine tramvay yapıyolar, o da bi bilgi. neyse, rose street vs, şirin yerler. bi baştan başa yürüdük, görmüş olduk. esas esprisi akşamüstü -gece bar keyfiymiş, bi dahaki sefere artık. sonra trene binip şehr-i londra.

bir dahakine leith walk'u keşfetmek, deniz kenarına gitmek ve dağ bayır tırmanmaktan gezemediğimiz müzeleri gezmek gibi hedeflerimiz var. britanya turumuzun yıldızı şimdilik edinburgh.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker