31 Temmuz 2011 Pazar

çilak

sabah 8de uyandım. kahvaltı, temizlik, biraz kitap, bir film... ve saat daha 12:45! erken kalkan sahiden yol alıyor adamım. tüm aylaklığımla, vaktim bol. şimdi tab ettirilecek film, gezilecek sergi filan var sırada. istanbul esiyor, pek bi güzel.
*
"meyveli içecek", "meyve nektarı", "meyve suyu"gibi isimler içtiğiniz şeyin içindeki meyve oranını gösteriyor. biliyodunuz tahminen. gıda koteksi der ki bir içeceğe kafana göre "meyve suyu" diyemezsin, bu işin bir minimumu olmalı. diğerleri de meyve suyu değil ise, kendi içinde ayrılmalı. işte o oranın %10 olması, %30 olması fikri filan, beni dehşete düşürüyor. geri kalanı demek ki şeker, katkı maddesi ve su. bunu mu içeyim yani?! nestle'nın turkazı güya suydu ama üstünde "sofra içeceği" yazıyordu mesela; çünkü arıtılmış atık suydu. böyle işte.
ben çok uzun zamandır %50'den az meyvesi olan bi şi içmedim, içmem, içirmem.  alkolle birlikte içilecekse, posa olmaması için %50 idare eder ama onun dışında tercihen %100 olsun. exot.ic, e.lit.e nat.urel (hele ki karadut!) filan, içinde sadece meyve suyu olduğu bildiğiniz şişeler. içindekiler kısmında kimyevi tekerlemeler yazmıyor. hani bu "illa organik içelim" inadı da değil. organik başka, katkısız başka şekerim. hormonlu sera meyvesi de olabilir ama bari bilmemne asidi, bilmemne jelatini içermesin. bu bahsettiğim meyve sularının kıvamı, tadı da başka zaten. bi de bozcaadada üretilen bi meyve suyu var, şimdi kesinlikle markasını hatırlamıyorum (nar?), cam şişede. üzüm suyu bi harika. neyse işte.

zaten çok meyve suyu içen bir ev değiliz, içince de tam içiyoruz galiba. meyve suyu reyonundaki kutuların üzerinde yine tuhaf tuhaf şeyler yazmaya başlamış. hep aynı şeyi aldığım için dün bi bakiym dedim, aptala döndüm, kaçtım. bir de yeni moda şu: mesela "vişne suyu" görünümlü bir ambalaj, ama minik harflerle şu yazıyor: vişne-üzüm suyu. okuyosunuz; vişne %10, üzüm %30-40 filan. üzüm daha ucuz olduğu için her şeyin içine katılıyor, vişneli üzüm suyu gibi bi şi oluyor. şeftali içine de elma katıyolar galiba. bu da tamamen "ay meyve suyu adını alabilmemiz lazım abidin, meyve oranını artırmalıyız, aban üzüme! aban elmaya!" mantığının sonucu. bana çok üçkağıtçı geliyor. tamam evet saklamıyor, yazmış filan ama işte, itici. özet: şişeyi okuyun efendim, zararı olmaz.
*
böyle bir durup dururken, abes bir post olsun bu da. nerden esti onu bile bilmiyorum. sakız çiğneyince de sakız yazarım artık. daldan dala gül bahçesi.

30 Temmuz 2011 Cumartesi

cmdn

sabahın köründe taksimden sabiha gökçene 30 dakikada gittim. "yol 1,5 saat sürüyo" gibi bi bilgi olduğundan 1 saat boyunca sabiha gökçende aylakça gözlem yaptım. her yere "ödüllüyüz biz! ödül aldık heyyo!!! sizin ödülünüz var mıııı?? bak ingilizcesi bile havalı!" filan yazmışlar. kapıdan böyle giriyosunuz. yani ben beklentiyi yükseltmemek için çok çabaladım, sonuçta sabah 08:00; ama yok öyle bi şi. klimalar efil efil esiyor, istanbulun kaderi olan "havaalanında yemek değil kazık yiyoruz" mekanları masalarını temizlemiş, taze poğaçalar, zift olmamış çaylar sunuyor. ışıklandırma iyi, yönlendirme tabelaları doğru ve personel şık. çok güzel. gidiş katı kalabalık, geliş katı sessiz, boş. böyle nezih bi ortam.

tüm bu nezih manzara tuvalete gidince değişiyor. kadınlar tuvaleti "bul karoyu, al parayı" konseptiyle tasarlanmış. 10 kabin var, hangisi temiz olan diye açıp açıp bakıyosunuz. yalnız siz değil, mesela diğer 2 kadın da bakıyor. haliyle karoyu bulmak mühim bir şey, 10 kabine rağmen 1 tanesine sırayla gireceğiniz çoktan belli oldu. haha! karoyu buldunuz! hayır, karoyu bulamamış olabilirsiniz. temiz olması, mesela tuvalet kağıdı olacağı anlamına gelmiyor. sabah 8:00'de bile gelmiyor. haliyle bu sefer de, mesela maçayı aramaya başlıyorsunuz. böyle bir bilmece bulmaca. zaman zaman da hafıza oyunu, maçayı bulunca, karoyu hatırlamanız gerekiyor filan. 10 tuvaletin 2si pis, 5'i ıslak, 3'ünde tuvalet kağıdı yok. yani aslında karo da maça da yok. sabun da yok zaten. ödülle elinizi yıkıyosunuz. bu sırada evet, hatırladınız: havaalanı boş. 1 saat içinde en azından, o tuvaletler düzelebilirdi. kalabalık olsa ne olacaktı bilmiyorum. "hacı kafilesi filan gelse zemzem olur yanlarında en azından" diye teselli buldum.


neyse çemkirella, söylenme! klimasından çok memnun kaldım s.gökçen'in, ödüllü sahiden. püfür püfür.

sonra bir anons, uçak gelmiş. o sensörlü kapı açılıp kapandıkça bi pırpır. sonra puf: evet, uçak gelmiş! getirmesi gereken tek kişiyi de getirmiş. 2,5 saatlik bir mutlulukla, kahvaltı, çay, kahve, bi şiler. sonra el salla, kuş gibi uçan havaş ve evcağız.

*
bloglarıyla pek bir arayı açan ikinehir ve narsis hanımlarla buluştum sonra. parilda da gelebilseydi heralde "bloga ööle yapılmaz, çoggayıp, hemen koşup sarılın bakiym!" zirvesi düzenleyecektim. neyse, sohbet, muhabbet, cihangir, bira. yaz öğünüm meyveli yoğurt. böyle bir gün bugün.

alman ekmeği diye bi şi var  ya da annem bana öyle belletmiş: mesela 20 saat boyunca kısık fırında ağır ağır pişirilen siyah, çavdar ekmeği filan. bildiğin doping, bi dilimi kek gibi, lifli gıda partisi, sağlık pınarı. hah işte ben hollandadan beri bundan yemiyodum, yine başladım. tadı çok bi şi olmamakla birlikte, "bi dilimlik kahvaltı vaktim var ve çok açım" anlarında kurtarıcı. bi de su içersen şişiyor o tahıl, garip bi tokluk veriyor. mutluyum.

*
deniz kabuğu fosilim oldu. taşlaşmış, ortadan ikiye kesmişler, granit gibi, hatta renkli onyx gibi parlak. onu okşuyorum. çok tuhaf şey, zaman filan. geçiyor ama nereye gidiyor? bak mesela kabuğun içine ve dışına kaçmış zaman, dışı ne kadar sıradan bir çakıl ise içi de bir o kadar sihirli.

2 gün sonra bu sefer ben uçaktan ineceğim, bi süreliğine. ondan sonrası iyilik, güzellik.

29 Temmuz 2011 Cuma

aktar

2 saatlik hasret giderme fırsatı için: sabih.a gökç.en.
git-gel 3 saat sürse de havaşa minnet borcumu tarif edemem. şu an halk kahramanı gibi bi şi benim için.
uyku vakti.

28 Temmuz 2011 Perşembe

boynuz

somali'de kıyamet kopuyor. hani "aa yine ölüyo bunlar" diye geçtiniz ya o haberi, ondan bahsediyorum.
kıtlıktan kaçan binlerce, milyonlarca insan iltica etme derdinde, yaşam savaşı veriyor. tabii filmi biraz başa sarmak lazım. haritanın renkleriyle bile oynadım ki pıt diye görülsün, öyle hamaratım:

kırmızı olan yer somali.
 komşuları: etiyopya, kenya ve cibuti. işte "afrikanın boynuzu" somali oluyor.

binlerce insan, aç, sefil, perişan halde kenya ve etiyopya'ya kaçıyor. somalide bir yandan da bir savaş sürüyor, iç savaş. içi dışına çıkmış bir savaş. son hayvanı ölüp, son kap yemeğini yiyene kadar direnmiş "düşkün ama onurlu" bir millet, artık kaçıyor. bilir misiniz, bizden başka da vatanını milletini seven, kolay kolay bırakıp gidemeyenler var. üstelik orası kuraklığı hepimizden iyi tanıyan, kuraklıkla yaşamayı çözmüş bir ülke. kuraklığın kontrolden çıktığı, mevsimselliğini kaybedip, insan eliyle yaratılan bir felakete dönüştüğü anda somali, parmak kadar kalmış çocukları beslemeye çalışan parmak kadar kadınların kilometrelerce yürüdüğü bir yol oluyor. somali, kaçamayış.

bak bbc türkçe ne demiş:
Birleşmiş Milletler'in kıtlık ilan ettiği Somali'nin iki bölgesi ve komşu ülkelerde toplam 10 milyonu aşkın kişi açlık tehlikesiyle karşı karşıya. Somali'nin büyük kısmını kontrol altında tutan İslamcı eş-Şebab örgütü, Dünya Gıda Programı'na kendilerine bağlı topraklara giriş izni vermedi.


zaten iyi ki bu haber yapılmış, yerli basınımız ısıtıp aynen servis edebilmiş, yoksa bu da olmayacaktı.

türkiyenin çok satan gazetelerinin websitelerine bakıyorum. somalide olanlar hakkında bir haber TABİİ Kİ var. ama asla ana sayfada değil, derinlerde, diplerde. böyle çeviri haberlerden. başbakan bi şi demişse, derse, belki önlere gelmeye hak kazanır bu 10 milyon kişi. iç savaş, kuraklık, kıtlık, gölgede 40 derece sıcak, kum fırtınaları ve 10 milyon kişi! bizimkiler pek sever böyle manşetleri: "son 60 yılın en büyük kuraklık felaketi!" ama yok, ilgi çekmiyor. tabii biz gündemi yoğun bir memleketiz, sıra gelmemiş olabilir. şu dünyada gündemi yoğun olan bi biz varız ve tabii ki, rica edicem yani, gündemimiz bi kendimize yoğun. somali ne yani, onlar zaten hep kıtlık, hep çöp gibi bacak, hep sefalet. yeni şeylerle, seksi şeylerle gel bebeğim. onların politik sorunları filan olmaz, anca sefalet, açlık.

somali bir islam cumhuriyeti. istese türk basını "mübarek ramazan ayı" öncesinde, bir zahmet, haber yapabilirdi. kampanya yapılabilirdi.  kapak haberleri, özel dosyalar, derin analizler çıkarabilirdi. yardımlar sel olup akabilirdi. yardım edenler, müslüman veya değil, işe yaramış olmanın mutluluğunu hissedebilirdi. bunu "islamcı" sayılan basından değil, ramazanda sofralar şenlensin diye emine s.beder tarifleri yayınlayanlardan da bekliyorum; çünkü hepsi için türkiye bir "müslüman ülke". hani istedi mi tüm dünyanın dostu, özellikle "global müslüman abi" olan türkiyeden bahsediyorum: neo-osmanlı, ümmetboy. ama şu an somalide bir şey olmuyor- hayır, asla. yardım gerekmiyor. işine geldi mi imandan çatlayan bu ülke ve onun hassas vatandaşları, görmüyor, duymuyor. yoldan çevir sor, "pampiş!" der de somaliyi bilmez. yani yönetimine bayıldığımdan demiyorum ama madem öyle: işte böyle.

elbet bir şeyler yapanlar var, haksızlık etmek istemem. onlar zaten hep, insanlıktan ümit kesmeyelim diye, bu kadar da bıkmayalım diye var. azlar ama özler. harikalar.

benim derdim, basında yer alışta, bu "kendine müslüman" hallerde. konuyu da din üzerinden yazıyorum evet; çünkü bizim basınımız "ramazanda akp uygulamaları VS chp hıçkırıkları" konulu maçta skor takip etme hevesinden, boğuldu gitti. yemin ederim, kuyu dibi kurbağası gibiler. bakıp da gördükleri şeyi dünya belleyip bize de o kadarını anlatabilme ve bizim de vizyonumuzu daraltma  lüksleri var, çünkü daha fazlasını sormuyoruz. şöyle kafalarına basıp, o kuyudan çıkıp, temiz hava almıyoruz.

şu inanmaz halimle,  inanana inandığı şeyi anlatacak değilim, yok artık daha neler. ama madem bir felaket yaşanıyor, madem bu basın, bu ülkeyi %100 müslüman gibi görüyor ve yansıtıyor, madem 3 gün sonra ramazan ayı başlayacak - bir şeyler yapabilirdi. iyi niyeti olsa, azıcık vicdanı olsa, belki bir ihtimal, parmağını kıpırdatabilirdi. ben buna köpürüyorum. bizi, bizden başka hiçbir şey duymamaya, görmemeye hapsetmeleri ne acı.
*
ben somalideki haberleri el cezireden takip ediyorum. mülteci kamplarından fotoğraflar var. dilerseniz, yani belki bilmek isterseniz, haberler mevcut. bbc türkçe de iyi bir kanal. avaaz'ın kampanyaları ise, internet aktivizmi açısından gördüğüm bildiğim en etkili kanal. ayrıca en taze haberleri de veriyolar.
neyse işte, maksat niyet. maksat, samimiyet.

26 Temmuz 2011 Salı

sonuna gelince başını unutacaksınız!

bu yazıyı çook sıralı, düzgün, inci gibi yazmaya karar verdim. uzadı. ama bilinç akınca bazen boğulup gidiyor.
önce video: "asmalı mescid burdan şuraya kadar özgür".
izliyoruz bir, güzel iş yapmış gençler. 19:33 süresi var, sabrın sonu selamet. içinde akraba emeği var, reklam yapıyorum. hı hı evet. "nevizade ayağa düştü" diyen kızımıza burdan selam söylüyorum, pek tatlı. "işaretli yerlerde içiniz" güzeli. barlar sokağına gidersin di mi hep? bi alt sokağından ödün kopar. neyse.

 mutenalaştırma istanbulda kalmıyor. aslında iş, mutenalaştırma ile de bitmiyor, o bu işgalin sadece bir yüzü. bunlar, her türlü haritada halk plajı olarak işaretlenmiş koylar kaçak iskeleler tarafından işgal edildiğinde de oluyor. her kışlığın bir yazlığı olduğu için, bu böyle. arada bi yıkıyolar filan,seviniyosunuz. yok yok az öteye daha güzellerini yapıveriyolar, hiiiç heveslenmeyin. hatta tapulu evi sırf sahibi roman diye yıkılabilen ve yerine gökdelen dikilen bir ataşehir de var.



dolayısıyla asmalıdaki masaların temizlenmesini, "oh be" diye karşılamamız çok mümkün. ki evet, orada yaşayanlar şu an kutlama yapıyor ve çok haklılar. devlet belki de ilk kez, yanlarında. delirmeden, çekip gitmeden, durabildiler.

bana kalırsa daha temelde ise konu, 10 yıldır sorabileceğimiz, "şimdi mi devletim?" sorusu. evet, şimdi mi battı? şimdi mi yetkinsin? sen 20 kişi baskına gidip masa sökebildiğine göre, bunu geçen yıl da yapabilirdin? yani bu sahiden şart bir hareketse, geçen sene şart değil miydi? veya son 5-10 yıldır işgaliye parası alırken, değil miydi? niye yapmadın? şimdi mi sıra geldi? yok ramazana falan da bağlamıyorum, 10 yıldır ramazan ayını 10 kere yaşadık. benim zamanlamadan kastım başka. niye şimdi, niye böyle? diğer soru da madem yapıcan, yolu bu mudur?


durumdan rantı zarar gördü diye şikayet eden istediği kadar mafyozik olsun, yolu yordamı bu mudur? devletin, yerel yönetimin işi ele alışı böyle mi olmalı? baştan ruhsat vermemesi gerekiyor belki, tamam. veya bi zahmet işgaliye denetimlerini ve yaptırımlarını sıkılaştırmalı. adamların başının etini yemeli bildirimlerle, ihtarlarla, kök söktürmeli. ama sanki bir gün ufak cinlerin büyüsüyle kaldırımda masalar çiçek açmış da yolmaya gelmiş gibi bir cengaverlik - sadece çok sahte. işletmecilerdeki isyan "oyunbozanlık bu" isyanı, farkındaysanız. çünkü şimdiye kadar birlikte oynuyorlardı. bence böyle.

mesele, yöntem meselesi. itiraz ettiğim şey de bu. o sökümlerin, o tutanakların, o müdahalenin böyle normalleştirilmiş bir şiddetle olması gerekmiyor. çünkü devlet yapıyor, bahsi geçen mafyozik tipler değil - bildiğin, "ideale yakın" iş yapması gereken devlet. bence bu kadar basit. "3 kişi de gitmiş zabıta ama dayak yemişler, mafya var orada!" hadi ya: sürpriz! devlettin kolluk kuvvetleri nerdeymiş, mesela meşhur beyoğlu polisi? siz hiç devlet memuruna hakaretten/ muhalefetten işkenceden geçirilmiş gencecik çocukları görmüyo musunuz, duymuyo musunuz? "mafyayı baştan babam mı soktu oraya?" bile demiycem. her gün cephane alır gibi malzeme alan polisimiz, mini cooper'lı beyoğlu polisi çaresiz. zabıtaya yardım edemiyor. bu böyle midir? mon dieu.

sahiden palazlanmış para babalarının mekanları mesela, işgaliyeyi ödeyip de masasını kaybedenlerden miydi yoksa en ufak teftişte "abicim bi bira iç sen gel"cilerden miydi? onlar zaten hep yolunu bulanlar değil miydi de, böyle palazlandılar, palazlandırdınız? madem olay bu kadar hukuksuz, müdahale işletmeciye de, ziyaretçiye de niye garip geliyor? çünkü daha önce bu olmamış, olmayacağı da nerdeyse garantilenmiş. yaygınlaşmış.

hukuksuz bir duruma kendi içinde adalet aramak, baştan sakat. "onlar işgalci, ben de baskıncı" diyemez devlet.bir yolu yordamı olmalı ve bu tutarlı olmalı. büyükşehir belediyesi ve yerel belediyeler, sokakları, en tenha virgülleri, acil durum toplanma alanlarını filan ispark'a kiralıyor. boğazdaki kaldırımları "şöyle kocaman bi kahvaltı" hasretindeki son model arabalar ve onun içinde süzülen "beverly hills" çizgifilmi karakteri tipler işgal ediyor. yürünmüyor. yürümeyi geçtim, ambulans geçemez. bu yasal yollarla yapılıyor, tıpkı tüm o işletmelerin vergisini veren, cezasını vs ödeyen yerler olması gibi. peki sahiden tüm bu işgalin karşısındaki tek cengaver, yiğitler yiğidi beyoğlu belediyesi mi?

herkes itinayla kurduğu hukuksuz düzen içinde kavrulup giderken, bir günlük "dostlar alışverişte görsün" icraatın, allah aşkına yani, sahiden düzen intizam meselesi midir? nasıl bir şovdur tek atımlık havaifişekler? ışıltısı kaç kişinin gözünü alıyor?

basit gidelim.
söz konusu belediye, güzelim istiklal caddesini laleli tipi tabela mezarlığına layık görürken, her türlü görsel uygulama kısıtını elinin tersiyle yıkarken, sahiden "ama artık kaldırımlar bizim olacak!!" mı?  senin için yapılması gereken ve zevkle, huşuyla elinden alınan hizmetleri, standartları da hatırlıyor musun? neyin hesabını sorman gerektiğini biliyor musun, yoksa biricik belediyemiz işine gelen bir tek perdelik "hesap sor şov"u sahneledi diye el mi çırpıyosun? "niye benim için bunu daha önce yapmadınız" diyemiyor musun? bu laflarım orada yaşayıp kahrını çekenlere değil, benim gibi seyircilere, geçip gidenlere. çünkü seyirci değilmiş gibi yapmak, samimiyetsiz.

sadece samimiyetsiz bir şovdan ibaret ve kabul edin: yol yordam eksikliği var. evet, ramazanla ilgili değil. aylardır sürdüğü için, değil. zaten lazımmış, o da belli. demem o ki: benim derdim masanın sökülmesi değil, sökülüş şekli, yöntemi. bu "baaak naptııım!" hali.
*
sırayla gidicektim di mi?
bir de, "tabii ki bu iş bir muhafazakarlaşma gösterisi!" diyenler de var. madem durum böyle bunlar manyak mı? bunlar sahiden, istanbul bursa olsa ödü kopacakken "türkiye iran oluyor" diye telaşlananlar mı?

şimdi iş bi gösteriyse, biraz kötü bir gösteri, kabul edelim. önceki versiyonlar çok daha el altından yapılmıştı hatırlarsanız. çeşitli anadolu illerinde şehir dışına sürülmüş "bar sokağı" temalı semtler yaratılmıştı, bir tek özel araçla gidilebilen. belediye işletmesine bağlı yerler "aile mekanı" ilan edilip içki servisi kaldırılmıştı. moda iskelesi gibi- ah evet, hatırladınız. hatta camilerin x metre yakınında içki servisi yapılmaması da buna eklenebilir. ha bu arada, birilerinin evine panzerle, kepçeyle dalındığında sesi çıkmayanların "ay ama masaaam?!" demesi de dev bir ikiyüzlülük; ama o konuya çok girmiyorum.

baskı yok mu? var. hep var, her adımda. asmalımescitin "şurdan şuraya kadar" özgür olmasından da anlayabilirsiniz. tünel meydanda dışarı atılmış masada oturan genci ensesinden yakalayıp hiçbir şey söylemeden "bizimle merkeze geliyosun" diyen polis de, rica edicem, kaldırım şövalyesi değil. öyle olsa 40 kişi birden çocuğu "kurtarmak" için debelenmezdik. yani muhafazakarlaşma derken bir tür baskıdan söz ediliyorsa, bunun artık dinle, içkiyle ilgisi kalmadı. bu "kontrol edilebilirlik" adı altında, sınırları belli kum havuzu dışında oyun oynayamamamızdır. bu da günün her anında, her yanımızda olan bir şey. kimileri sizin kovanızı çalıyo diye bağırmak da bir yöntem ama kum havuzu aynı işte. kurtarılmış bölge havuzu.

demem o ki, belediyenin aslında zaten 10 yıldır görevi olan, hatta rutinlikten yapanı boğması gereken işgal denetimlerinin şova dönmesi, bana garip geliyor. insanların bunda bir "muhafazakar baskı" diye görmesi de bu sebepten doğal: e çünkü daha önce olmadı ki? yadırganan bir belediye görevi, mümkün müdür? madem bu kadar makul, niye yadırganıyor? demek ki biraz ihmal etmişsin bu görevi. bir iletişim sorunu yaşıyorsun demek ki. meramını anlatamıyorsun. hayır basın bülteni geçmekten bahsetmiyorum, katılımcılık ninnisi benimki.

bu iş çok sahte geliyor bana. belki bir gün bir nutukta "yeri geldiiiii, nezih bir kaldırıım içüüüün, masaları da söktüüüük!" de der yerel ve merkezi yönetimlerimiz. muhafazakar-liberal yönetimlerin içkiyle ve içki kültürüyle ilişkisi, bir enteresan. alkol kokusunu pek sevmiyolar, sevmeleri de gerekmez: yatırım kelimesiyle büyüleniyorlar. o yüzden bu masa işi pek de vatandaşa hizmet sevdası değil bence. yoksa hak hukuk gardiyanı beyoğlu belediyesi demiröreni, emek sinemasının olduğu circle d'orient binasının başına gelenleri de izah edebilmeliydi, ama edemiyor. popülizm gereği, aslında kayırdıklarına da arada höt demesi lazım ya, biz tek perdelik bir oyunla bunu izledik: "onları kayırmıyoruuuz!! yeri geldii, masa da söktüüük!"

(bir de "ay ne muhafazakarlığı canım, meyhane kültürü son 15 yılda iyice büyüdü beyoğlunda, hani refah seçilince içki yasaklayıp cami dikecekti, onun gibi komik bi korku!" diyenler de var. onlara az buçuk çağlar keyder öneriyorum. üzerine şifa niyetine "istanbul'da eğlence" adlı derlemeyi de okuyabilirler; ki "bir beyaz türk eğlencesi olarak asmalımescit" fazlasıyla yerini buluyor bu kitapta.)

resmen yazı bitmiyor, yılan bağırsağı gibi oldu.
özetle meramım şudur:
ben hemen sevinemiyorum. yöntemin abukluğu bir yana, özüne dair de şüphelerim var.

bu "20 kişiyle mekan bastık, biz bir zabıta ordusu, mafyayı dağıttık" şovunun (hele ki) beyoğlundaki samimiyeti bir soru işareti. kararlılık şovu filan değil, biz ne kararlar gördük, zaten yoktular. beyoğlunu da geçtim, devletin, yerel ve merkezi yönetim hiç fark etmez, kamu politikaları tutarlılığı da ayrı bir soru işareti.bi sonraki bölümü ilgiyle ve heyecanla bekliyorum. az bi tutarlılık, azıcık da devamlılık bekliyorum. sonra inanıcam, söz. yani tutarlılık derken: dur diyebilmek. devletin görevi, en başından beri, yıllardır bu. canı istediğinde, aklına estiğinde, en bir gürültülü haliyle değil.
ay hadi bitsin yazı, sıkıldım.

24 Temmuz 2011 Pazar

mavi boş bir kafes

didem madak, kansere yenilmiş, bir yıldız kaymış biz bakmıyorken. çok tanımaktan değil, teğetlikten hissettiğim bir üzüntü. böyle, hani sanki daha bolca vakit varmış gibi tanımayı geciktirip, merhaba-merhaba'yla yetinmek gibi.

muhabbet kuşumuz öldü
arkasında uçuşan tüyleriyle mavi bir sonbahar bırakarak
biliyorsun ölüm, mavi boş bir kafestir kimi zaman
acıyı hangi dile tercüme etsek şimdi yalan olur pollyanna


 pollyanna, bence şimdi anlamıştır, acının ne menem bir şey olduğunu.

nemgül, nemcan, nemsu

odam derli toplu, nihayet.
bi kenarda biriktirdiğim kartpostallar kendi kendilerine bi kolaj haline geliyolar galiba, masamın üstünde bu konuyu değerlendiriyorum. odam toplu ama duvarları pek bi kalabalık. resimler var. ayna var. kolajcıklar var. yetmiyomuş gibi, perdelerim desenli. bu benim gözümü yoruyor. ben hep kalın, dümdüz, patlıcan moru perdeler istedim; ama yoktu. annemin nefti perdelerinin kumaşındani koyu mor perde aradım, bulamadım.  neyse, nihayetinde fonksiyonel bi şi perde, çok da üstelemedim. odada 4 kanat perde olduğu düşünülürse, odanın en büyük resmi şu: duvardan duvara sonbahar yaprakları. perdeler açıkken güzel, o zaman kalabalık gelmiyor gözüme.

arapsaçım var odada. evet biraz ırkçı bi isim, bu yüzden ona kıvırcık diyorum. kıvırcık, sıcaklardan çok mutlu. suyunu içerse daha da mutlu. az uzağında menekşem var, ne zaman ani bi rüzgar çıksa perde menekşeme sarılıveriyor. ben de lojistik müdürü olarak yerlerini filan ayarlıyorum.

vanilyalı dondurma+bal+ ceviz: gün aşırı mutluluk. haftasonunu bekliyorum. beat kuşağı antolojisi bana bakıyor, ben çehov okuyorum. havalardan olabilir. bugün için bi plan program yapmıştım, yalan oldu. o yüzden odamda sefa yapıyorum.


norveçi izledim. bombalı saldırı sonrası bi psikopatın 85 tane genci teker teker öldürdüğü norveç. başbakan "biz bu işin acemisiyiz" derken, içişleri bakanı/ polis/ ordu vs şaşkınken ve koca kral hönkür hönkür ağlarken, samimiler.  yani böyle bir acıda tabii ki samimi olunur diye düşünüyor insan; ama monoton demeçlerle ölüm şokunu bile sıradanlaştırmalarına o kadar alışmışım ki, kırmızı burunlu bi tomar yetkili görünce şaşırdım işte.

tutuklu gazete, bugün bayilerde. ben bugün birgün gazetesiyle alacaktım, bayilerde bitmiş, canım ev arkadaşım buldu, getirdi. 70 gazeteci tutuklu. bu durum, o kadar anormal ki okurken başıma ne gelecek bilmiyorum. yine de oradan bir ses duymak, o sese ulaşabilmek güzel. bu sese ulaşabilmeye sevinmek ise, çok acı.

pazar ne çabuk bitiveriyo.

*
bazen bloggerda filan, "bu bloga benzer bloglar/ kullanıcılar" diye öneriler oluyor. ne tuhaf kafalar di mi? biz bu benzerler olarak toplaşıp çok iyi arkadaş mı olmalıyız, birlikte mi yazmalıyız, nedir? bu benzeştirerek filtreleme saçmalığı yüzünden okuyucu da işte bizi "şampuan alan krem de aldı, pasta yiyen yanında kahve de içti" gibi bi ürün sanıyo zamanla. okuyucu da "X'i okuyosam Y'yi severim, çünkü bi aklıevvelin yazdığı kod bana öyle diyo" diye inanıp devam ediyo mu sahiden? ürünü, mekanı kıyaslasın da ne okuyacağınızı bari "bu kişi buna benziyo" diye önermesin! ayıp. 
ürün diilim ben. parmak işliyo burda.

22 Temmuz 2011 Cuma

döng

her gün ofise geliyorum. ofiste bir yandan çalışıp bir yandan da insan hakları ihlalleri, çevre sorunları vs o gün gündemde olan ve olmaya değer bulunmayan ne varsa, okuyorum. yerinden edilenler, suyundan olanlar, gündüz vakti ensesinden vurulanlar ve isimsiz gömülenler. işim bunlarla ilgili değil. keşke olsaydı, ama artık bunu da pek söylemiyorum galiba. çünkü sanki işimmiş gibi. bir şey atlasam, okuyamasam, işimmiş gibi utanıyorum. aslında değil. oysa benim mesleğim, yapmadığım mesleğim, bunlardı zaten. o yüzden ben, su içmesi yasak olan hastaların dudağını pamukla ıslattıklarında yaşadığı rahatlamaya benzer bir şekilde, okuduğum her harfte rahatlıyorum. bu daha ne kadar böyle gider bilmiyorum; ama 2 yılı aştı. ikiye üçe bölünüyorum. dibinde olmak istediğim şeylerin uzağında, uzağında olmak istediğim şeylerin göbeğindeyim. bi işim var, yapabiliyorum diye yapıyorum. ilişkimiz bundan ibaret. bi de yapamadığım ama sanki her an yapacakmışım gibi davrandığım bi işim var. böyle bir şey işte.
arafta bi haller.
bir de tabii, düşündüklerim var, kurduklarım, kurguladıklarım, istediklerim, özlediklerim.

gökhan, 16, samsun

16 ve 18 yaşında iki çocuk. 13 asker, gecenin karanlığında 10 dakikada 500 mermi sıkıyor bu çocuklara. 10 dakika, 600 saniye eder. 10 dakika boyunca neredeyse her saniye bir kurşun atılmış.
kardeş, adı gökhan, feci şekilde ölüyor. abi canını zor kurtarıyor.

"Gökhan çoğu zaman defter, kalem, silgi parası bulamadığı için okula devam edemiyordu. 2 yıl önce elektrik kontağında çıkan ateşten evleri yanmıştı. Sonra şu anda oturdukları eve kiraya çıktılar. En büyük hedefleri yanan evlerini tamir etmekti. Gökhan da bu nedenle günlük 20 TL’ye annesi ile birlikte tarlada soğan toplamaya giderdi. Ağabeyi Habip de iş buldukça oto yıkamacı da çalışıyordu. Hep garibanlık içinde yaşadılar."

aa o kadar masum olamazlar! "dur" diyen jandarmaya silah atmışlar efendim, silahı nerden bulmuşlar? bilmem. belki adi bir suça karışmışlardır, eğer illa bir suç var ise. jandarmadan korkmuşlardır, muhtemelen. çocuklar. ne kadar inanmasanız da, 16 ve 18 yaş, çocuk.

peki neden ölüyorlar? o saatte, orada ve siyah montlu oldukları için.
evet, resmen siyah monttan. asker ifadeleri öyle diyor:


"İstihbarat raporlarında gece saatlerinde oradan terör örgütü mensuplarının geçeceği belirtiliyordu. Raporlarda geçecek kişilerin üzerlerinde siyah montların bulunduğu belirtiliyordu. Bunun üzerine bölgeye pusu atıldı. Belirtilen saatte 2 kişinin geçtiği fark edildi ve raporlarda belirtildiği gibi siyah montlar vardı üzerlerinde. Yaklaşık 20 dakika bu kişiler izlendi. Daha sonra ‘dur jandarma’ diye 2 defa uyarıda bulunuldu. Ancak karşı taraftan 2-3 el silah sesi geldi ve ağaçlık bölgeye doğru kaçmaya başladılar. Bunun üzerine ateş açıldı. Oradan tam o saatte 2 PKK’lının geçeceği istihbaratını almıştık. 10 dakika boyunca yaylım ateşi açtık. Daha sonra canlı hedefe ateş açın emri verildi"


*


 kısa ve öz bir notla bitireyim:

iki çocuk,bitmek bilmeyen bir savaşın, kayda bile girmeyecek kayıpları oldu. "ay pardon" oldular. "ay pardon"la öldüler. siyah mont giymişler çünkü, çünkü istihbarat demiş ki siyah montla geçecek kötü adamlar.

ben savaştan, askerlikten, istihbarattan, bıktım, yoruldum. bu kadın halimle, onların ortasına düşmeyecek halimle, çok yoruldum. istemiyorum. bunu istememek bile suç. ben bunu istemeyince mesela, sizi askerlikten filan soğutuyorum, halbuki sımsıcak ve sımsıkı olmalısınız. o nefes ensenizden girmeli, ağzınızdan çıkmalı. Avrupa Konseyi’nin 47 üyesi arasında zorunlu askerliğin olduğu 15 ülkeden biri olan Türkiye, mevzuatında vicdani ret hakkı olmayan tek ülke. yo yo bunları düşünmemeliyim. 47 ülkenin 46'sının vatanı kutsal değil, onlar yeterince vatandaş değil, onların iç ve dış mihrakları yok. bi bizim var, en çok bizim var, bi tek bize var.

halbuki mesela, benim bi arkadaşımın adı da gökhan. o gökhan, 16 yaşında giydiği siyah mont yüzünden ölümle yaşam arasında bi karmaşaya kurban gitmedi. siz de elbet bir gökhan tanıyorsunuzdur. o da işte, bugün 16 yaşında siyah mont giymediği için belki, sizinle tanışabildi.

21 Temmuz 2011 Perşembe

kum saati

onun beli çok ağrıyor. benim de belim ağrıyor. benimki 1 ay oldu ama elbet geçer, onunki daha uzun sürdü, umarım onunki de geçer. benimki daha hafif, galiba dayanışma ağrısı. yürütmüyor, adım attırmıyor; ama geçer. günler de geçerse, tatil gelecek. tatil gelince, deniz buz gibi ve tuzlu olacak. ben sıcak deniz sevmem, pismiş gibi gelir. bunun dışında, tatil gelince, çok güzel kavuşmalar olur. çok güzel kavuşmalar olunca, bi an başını kaldırır insan, bi yıldız kayar. sokak kedisine bakar, kedi durup dururken sırtüstü atıverir kendini, oyun ister. serçeye bakarsın mesela, hop, o da sana bakar. altından geçtiğin incir ağacı "topla beni" diye hop, ayağının dibine meyvesini atar. ne bileyim yani, öyle bir sürü anlık güzel şey, gözünüze görünür. bel ağrıları bile geçer bence.

ben bi tek bunu düşünmek istiyorum.
uçak tamam, yer tamam. sadece geri sayım. sonrası iyilik güzellik.

quinta del sordo

(bol parantezli bi yazıdır)
tüm yazı tek başına geçiren çocuklardandım ben. çocuk diyosam, lise sona kadar filan böyle gitmiş olabilir. uzun yaz tatili olan, tatilde bodrumda olan, bodrumda (okuldan arkadaşlarla buluşulan 3-5 gün dışında) yalnız olan. yaş ortalaması 70 olan bi sitenin yakınında yaşıyoduk, orada torun aramaya çıkmayacak kadar çekingendim (hoş, sonra bi torunla tanıştım, pir tanıştım). neyse, ben de sıkılmamak için okudum. tüm yaz, hep aynı saatte ve yerde, boğulana kadar okudum. bu yazlardan birinde, yunan mitolojisine sardım. önce kısa hikayeler, sonra "senden mi korkcam ben be" ilyada. bunun bi benzerini de "sanatın öyküsü"nü okuyarak yapmıştım. ikisinden de korktum, çok korktum; ama iyi geldiler. iyi bi başlangıç oldu, devamı aynı hızda gelemese de.

neyse, bilen bilir, hikaye aslında zeusla değil, uranos ve gaia ile başlar, rheia ve kronus (hayır, aslında chronos değil) ile devam eder. gökyüzü ve yeryüzüyle başlayıp, bolluk ve "hadımcı bereket" ile (hayır, "zaman" değil, çelişki. neyse) devam eder. kronus onun yerini almasınlar diye tüm çocuklarını yer (bu çocuklardan biri olan zeus kurtulur). işte ben demiiiinnden beri konuyu buraya bağlamaya çalışıyorum.

yunan kronusun veya romalı satürn'ün (saturn-day/saturday eveet) çocuklarını yeyişi, tabii ki sanat aleminin ilgisini çekmiş hep. rubens'ten goya'ya mesela. rubens de candır tabii ama goya'nın "kendi evladını yiyen satürn"üne bi bakalım rica ederim:


birçok yerde kullanılmaktan eskimiş olsa da,  majaları da çok güzel olsa da, goya bence bu resim. her noktası harika bir şey. (bazı uzmanlar, resmin adı olmadığı için ve yenen figür bir kadına benzediği için, "belki de satürn değildir?" de diyormuş ama uzun hikaye.) her detayı, yüz ifadesi, elleri, ayakları, saçı, akan kanın düzgünlüğü, koca satürnün şu zavallılığı... bu resmin, goya'nın evinin yemek odasında olması bile harika mesela (konuyla alakalı olmasa da, el perro'yu da anayım, göklere çıkarayım, çünkü alakalıdır).

bu aralar, her şeyden çok bu resimden ibaret bu ülke. ben açıp açıp bakmasam da zaten gözümün önünde beliriyor ve zaten 3 yazardan 2'si bunu söylüyor: "kendi evlatlarını yiyen türkiye". ama mesele, o evlatları nasıl yediğidir. rubens'inki gibi şiirsel değil, tam da goya'nınki gibi. kendi evlatlarını yiyor, çaresizce. gözleri yuvalarından fırlamış bir şekilde, yedikçe yiyor. insanoğlunun "yaratılış"ı kendince açıklamaya çabaladığı ilk günlerin artığı olan hikayeye, şu gezegenin en eski hikayelerinden birine yeniliyor ülke. yedikçe yiyor, durmuyor. sanki yedikçe, aslında canı da acıyor.

goya, büyük adam vesselam. şuncamızın ciğerini bi o bilmiş, bi o görmüş.

20 Temmuz 2011 Çarşamba

kamu yararına karar vermek

bu arada kayıp giden haberlerden biri de, halkevleri'nin "kamu yararına dernek" statüsünün bir Bakanlar Kurulu kararı ile kaldırılmasıdır. denizf.eneri denen yapı ise hem bu sıfatı  hem de meclis tarafından verilen üstün hizmet ödülünü aldı. eh bunlar olurken, ezel evel "pis gömünis" yuvası olan halkevleri, tabii ki, haşa yani - kamu yararına dernek olamaz. 79 yıllık çaba, bugünün muhalefet evleri, yok yani, dayanılmaz.

ben hiç halkevine gitmedim. belki de benim ayıbımdır bu uzaktan izleyen destekçi olmam. belki de yanlarından geçsem ben onların burun kıvırdıklarındanımdır. ama şuncacık halimle "kamu"ysam biraz, hani bir ihtimal, yararıma iş yapanı da ben bilirim, ben tanırım.
bir de çocuklar:

"Yaz okulunda bazı günler ‘Güzel günler göreceğiz çocuklar’ adlı şarkıyı söylüyoruz. Paylaşmayı, dayanışmayı, yardımlaşmayı ve buna benzer şeyleri de öğreniyoruz. Buraya her çocuk katılmalı diye düşünüyorum."


ben de öyle düşünüyorum ve biliyor musun, o şarkıyı artık öğreten de pek kalmadı.
*
ota boka gözüm sulanıyor, "hava nemli" deyip yırtıyorum.
oysa o t-shirtte yazdığı üzere: halkın hakları var!

19 Temmuz 2011 Salı

dosyaları rafa kaldırdım.


ofis bilgisayarımda şu an ik.ea düzeni hakim. ilk denemede tam oturmamıştı kutucuklar, ama şimdi muhteşem oldu. raflar ve kutular - insanın sürekli bi şileri düzenleyesi geliyor. bunu mümkün kılacak kadar "geek" insanlar olmasını seviyorum. ha bu arada, bunu yapan firmanın kendisi değil, bi yerden buldum tesadüfen. reklamsa, ik.ea'nın reklamı değil.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

ran

ben ne zaman çok aşık hissetsem, hep aynı şarkı çalar. o kadar derinden çalar ki hiç duyamam, ama bilirim, gelmiştir, ordadır, yumuşacık. galiba hasretten gözlerim şişiyor. bu sıcakta bol tuzlu yiyip ayakları şişen teyzeler gibi, gözlerim şişiyor. tuzlu bir ödem. tuzlu ödemi deniz tuzu dağıtırmış mesela? dağıtsın. ben artık kavuşmak istiyorum. en aydınlık halime kavuşunca, sakince bir dalga olup, bir kıyıya, bir denize vurmak istiyorum. öyle bir dalga ki her şarkıyı duyar, her şarkı yumuşacık içine dolar.

benim her akşam baktığım bi fotoğraf var. sepyalaştırılmış. fotoğrafı görenler çok beğenir. oysa mühim olan, o fotoğraf kağıdının arkasındaki el yazısı ve yazdıkları. o yüzden fotoğraf aynama takılı duruyor; önünü herkes, arkasını ise bilenler görüyor.

artık iyi haberler istiyorum. güzel haberler, güzel bir tatil, huzur. o kadar.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

zuzu

önümde bir fotoğraf var. demin geliverdi. pat diye.
annemin doğumgünü? 2 sene öncesi olsa gerek. belki 3?
fulyanın güzellemesinden önce.

solumda oturan kişi, kısa kızıl saçlı, zuhal. annemlerin zuzu'su, komik zuhal. teyze değil, onlar hiç teyze olmadılar. hele zuhal, hiç olmadı. basketbol koçu, 2 çocuk annesi zuhal. ben o yemeği, fotoğraflar olmasa hayal meyal hatırlardım heralde. yengeç burcu çoktur, toplu bir doğumgünü yemeği, belli ki. solumda zuhal oturuyor. gülümsüyor. ben sonra ne alakaysa, kahve falı bakıyorum. bakamayışıma gülüyorlar.

facebook ne tuhaf. bir anda sana "o yemekte zuhal solunda oturuyordu" diyor. albümün adı "sevgili zuhal", biliyor musunuz? başka bi fotoğrafta, fulyanın evinin alt katındaki bahçedeler, annemle dans ediyor zuhal, fotoğraf kahkaha kokuyor.

zuhal, 2 senelik bir mücadeleden sonra, gitti. zuhal şimdi fulyayla. fulyadan daha çetin bir mücadele, daha ağır hastane günleriyle... "her şey pamuk ipliğine bağlı" denir ya, o kadar basit değil. pamuk ipliğine bağlı olan şey, dizili domino taşlarının ilki. o ip kopunca pat-pat-pat hepsi, sırayla. fulyanın bahçesi de kurudu, soldu gitti zaten, fulya yanına aldı bahçeyi. orada da oyalanacak bir şeyler aramıştır, malum. şimdi o bahçede zuhal, fulyayla çay içiyodur. ortancalar açmıştır.

ama işte şimdi, solumda oturuyor. bir anda, tüm gülümsemesiyle, esprileriyle. karşısında da annem var.
bir anda, pat diye fotoğraf - çok, çok zor.
hadi bit cumartesi.

garip meyve

az önce bir anda (larafreskodan) öğrendim ki:
assos'un güzelim behramkalesine bir jandarma karakolu yapılmış. olabilir.
sahilline belirli aralıklarla gözlem kulesi gibi yapılar dikilmiş. olabilir.
muhtemelen ilk bakışta, cankurtaran veya işte kaçak avlanma vs için sandığınız bu şeyler, mülteci avı içinmiş. mülteciler, bir yaz günü siz güneşlenirken can derdine düşerlerse uzaktan görülüp, sizin üzerinize su sıçratmadan "olmamış gibi"yapılması gerekenler. assosa böyle ulvi görevler yüklerken, size, bana, assoslulara sormadılar tabii. behramkalelilere "biz burada can derdindekileri avliycaz, içine siner mi?" demediler. "niye bize sorsunlar ki canım, gereğini yapıyolardır işte" diyenlere: lisede öğrendiklerinizi unutun, yeniden tanışalım.

bu ülkenin mülteciler konusundaki ikiyüzlülüğü benim içimi kurutuyor. yıllardır kimlik tespitini yapamadıkları festus okey'in cenazesini ailesine teslim edebildiler. davaya müdahil olmak isteyen herkese soruşturma açılıyor. onlar silmeye çalıştıkça, ama 5 kişi ama 10 kişi, inat ediyor ve bu sayede biz, hatırlayabiliyoruz. galiba yüzüncü kere yazıyorum ama sanırım benim de saplantım bu, beni böyle sevin: hatırlamak, en büyük görev. unutmamak, en güzel direniş. çünkü zaten her şey, kuma yazılıyor gibi, bir dalgada silenecek gibi. hatırlamanın ağırlığı, acısı, kişisel olarak oturduğunuz yerden yapebileceğiniz belki de tek şey: vicdanınız paslanmasın diye hep işler tutmak.

billie holiday bu şarkıyı kapanışta söylermiş, etkisi çok ağır olduğu için. ama bakın, ağlamaz. dimdik, size söyler şarkıyı.
o yüzden bize lazım. behramkaleye de lazım, o kuleciklerin tepesine tüneyerek ne yaptığını bilmeden, gözlerini uyuşturan ufka bakan jandarma erine de.



pek video paylaşmam ama, olsun canım. bugün cumartesi.
*

14 Temmuz 2011 Perşembe

13 veya 1,5

13 insan öldü bugün. laik ordunun müslüman diliyle: şehit oldular. hep çelişkiler öbeğiyiz, değil mi? neyse. 13 genç insan öldü. 7 kişi yaralı. ölenler için her şey, büyük bir acıyla bitti, devamı yok. onlar da yok. mezar taşları, üzerindeki sayıları gören herkesin içini burkacak. hissettikleri son his, ne olabilir ki? öfke mi, özlem mi, hasret mi, hayret mi?

mecliste bir kriz var. daha doğrusu olan kriz, seçim vesilesiyle meclise taşındı. meclis krizinin çözülmesi için her iki tarafta da diyalog, uzlaşma, akil midir ehil midir, insan ihtiyacı var. onun yerine tansiyon giderek yükseliyor, bitmiyor, durulmuyor. bu olayın sonu, pek tabii ki bdpliler için bir "hadi madem sen pkk değilsin, yemin et de görelim, ispatla!" sınavı olacaktır. hükümet için, ordu için, yeniden bir "etrafımız iç dış mihrak dolu" çağrısı olacaktır, rte eminim ki bir yolunu bulup palazlanacak, chp ise "terö.rist işbirlikçisi dönek" olacaktır. iki günde bir kendi kendine ateşkes ilan edip sonra yine geri çeken, mehteran adımlı pkk içinse "hala bi şiyim ben, baak naaptım!" debelenişi olacaktır.  herkes sürekli zan altında, bir şeyleri ispat derdinde, saçmalıyor veya birilerine zulmediyor. özeti bu.

sonuç? orda bir yerde, yerinden yurdundan edilmiş, başka bir şehre, ülkenin diğer ucuna sürülmüş, 1 milyon insan var. siz onları çöpçü, inşaat işçisi, taksi şoförü, esnaf vs olarak etrafta görüyorsunuz. sanki hep ordalarmış gibi. hatta belki, tiksiniyorsunuz. çünkü hala eğretiler. ortalama demografik verilere göre, bu insanların yarısı kadın. normalde %10'dur, ama yerinden edilenlerde daha yüksek bir oranda, hadi atalım %20'si engelli veya kalıcı bir hastalığı var. bu 1 milyon insan, yerlerinden edildikleri 30 yıl boyunca, evlendiler, öldüler, bölündüler. yeni nesiller eklendi. 1 milyon, şimdi belki oldu 1,5 milyon. evde 1 kişi çalışıyorsa, 2 kişi bakıma muhtaç.

1,5 milyon insan, arafta yaşıyor. 1,5 milyon insan, "ha devlet ha pkk işte, birileri hayatımı burnumdan getiriyor" diyor. ikisini aynı görüyor, anlaşılmayan bu. bu insanlar, bıkkın. bıktılar. ondan da, öbüründen de. insan gibi yaşamak, siyasi olayların çözülmesini, kutupların uzlaşmasını beklemesi gereken bir talep değil. devlet, kendi içinde veya dışında bir sorunu çözemiyor diye, 1,5 milyon insan, "hadi bakalım, bugün kim hayatım ve geleceğim için ne demiş?" diye, onun veya öbürünün ağzının içine bakmak zorunda değil. askere gidenin yakını, sürekli diken üstünde durmak zorunda değil. askere gidenler, başka biri olarak oradan dönmek zorunda değil - dönebilirlerse. o 1,5 milyon insan, dağa çıkan, eline silah alan yakınları yüzünden pislik muamelesi görmek zorunda da değil. çünkü "sosyal hukuk devleti" böyle der.

"bi gün gelip köyü yaktılar. sonra boşaltma emri geldi. biz de başka yere gittik, sonra öğrendik ki meğer bi örgüt varmış" diyen amcayı gördünüz mü? yok ben acındırma derdinde değilim. çok daha basit bir şeyden bahsediyorum: insanlar, sadece insanlar. yorgunlar, bıktılar ve artık hiçbi fark göremiyorlar. evi yakan onun için "evi yakan", başka bir adı yok.

onların şimdi, hayatının baharında, mesela 14 yaşında kızları var. 22 yaşında oğulları var. okuyamadan, şehirdeki evlerinde de defalarca dozer kepçesiyle, işsizlikle, muhtaçlıkla boğuşarak geçen günlerin geleceği ne getirir? kendileri 50-60-70 yaşa erdiler. hayatları, böyle bitecek. günlerinin sonu, bu arafta, bu tükenmiş ve bezginlikle gelecek. peki onların hissettikleri son his, ne olabilir ki? öfke mi, özlem mi, hasret mi, hayret mi?

ben, her gün, bu 783.562 m2'lik memleketin bir yerlerinde birilerinin ölmesinden, başka birilerinin de ölmekten beter bir yaşama mahkum edilmesinden, bunun doğduğum yıldan beridir devam etmesinden bıktım. sanki benimle doğmuş, yanımda getirmişim gibi bir yük bu. ben en çok da, etliye sütlüye karışmayan, bir gün olsun yakınında birinin asker olarak veya pkklı olarak vefat haberini almamış, almayacak olanların tavrından bıktım. ağıt yakarmışcasına "isyan" halleri, asabımı bozuyor. neye isyan edeceğinizi dahi bilmiyorsunuz. siz, kendiniz, bir tavırdan yoksunsunuz. algıda seçici ve ikiyüzlüsünüz. ağlıyorsunuz, sabaha geçiyor. gözyaşı, sabaha kurumaz. gözyaşı, çalan alarmla sıfırlanmaz. bu "seyirci" güruh, benim sahiden içimi şişiriyor.

üzülün, ona bir şey demiyorum. insan olan üzülür.
neye üzüldüğünüzü ve bu üzüntüyle ilgili ne yaptığınızı iyi düşünün.
üzülen insan, gerçek gözyaşı, insanın içinde nefret bırakmaz. onun yerine kararlılık gelir.

edito: bu yazı biraz aceleye geldi, özür dilerim. çatışmada ölen 7 pkklı hakkında tek bir kelime yok; çünkü gördüğüm ilk kaynaklarda yoktu bu bilgi. yazıyı okuyanlar, "ölüm"den ve "insan"dan bahsederken, bunun cimriliğini yapmayacağımı, 13'müş, 20'ymiş, bir fark görmediğimi anlamışlardır diye umuyorum. evlat acısı çeken 20 aile var, kim haklı, kim haksız, kim kime sövmeli kavgasını başkaları zaten ağız dolusu veriyor. benim kavgam bu değil.

13 Temmuz 2011 Çarşamba

bunları bilelim: epizyotomi

bu sabah twitterda bir haber üzerinden, haklı bir isyan vardı. yazmasam, hani bi ihtimal siz okumasanız, olmaz.
konu: epizyotomi. ne olduğunu bilmiyorsanız hiç dert değil, pek kimse bilmiyor gibi zaten.
haber şurada

konunun özeti basit:

Türkiye’de ilk kez normal doğum yapan kadınların yüzde 96.7’sinin cinsel organın doğum sırasında doktor tarafından kesildiğini biliyor musunuz ? Tüm doğumlarda ise bu rakam yüzde 70’in üzerinde. Türkiye sessiz sedasız bir kadın hakları ihlali yaşıyor.

lütfen okuyun. kadınlar bir kere, erkekler iki kere, doktor adayları ise günde üç kere filan okusun.

ben bu uygulamayı ilk defa duydum. duydum ve aklım çıktı. aklıma kadın sünnetine karşı yapılan kampanyalar geldi. bir kadının vücuduna istemi dışında kalıcı müdahale yapılamaz. bu müdahale, doğum gibi, heralde hayatta başına 1-2 kere filan gelen, tamamen can ve bebek derdinde olduğu, sancıdan fezaya erdiği bir zamanda yapılıyor. hani size fikriniz bile sorulsa "gırtlağımı kes de bitsin bu acı" diyebileceğiniz bir anda.
peki bu tıbben gerekli mi?


Türkiye’de normal doğumların yüzde 90’ndan fazlasında cinsel organ kesiliyor. Bu oran Hollanda’da yüzde 24, İngiltere’de yüzde 20 .

e peki bizde niye kesiliyor? manyak mıyız? doktorun eline ne geçiyor? cevaplar yine yazıda var ama özeti:
1) kesilmesi şart diye yanlış bir bilgi olabiliyor. - demek ki okulda da böyle anlatılıyor?!
2) zaman kazandırıyor ve sorunsuz doğumu garantiliyor. - "doktor başına düşen hasta sayısı"nın neden kalkınma kriteri olduğunun özeti.

son olarak,
Dünya Sağlık Örgütü tüm doğumların sadece %10′unda ( olağanüstü durumlar sebebi ile) cinsel organın kesilmesine ihtiyaç doğabileceğini söylüyor. Her 10 doğumun 9’nda değil ! 

bu uygulama, vahşettir. bilgi yetersizliğinden veya garanticilikten, ne olursa olsun. gerekmediği halde, bilgisi veya rızası olmadan bir insana bunu yapmak, sadece vahşettir. bunun uzman doktor eliyle olması, etik tarafını bir kenara itmiyor. aksine, daha da beter bir hale getiriyor durumu.

dünya sağlık örgütü, neyin ne olması gerektiğini söylüyor. siz veya bir yakınınız doğurmadan önce doktorunuzun arada bir, hobi niyetine de olsa mesleki bilgilerini güncellediğini teyit edin.

kanım donuyor. bu ülke, "kutsal anneler" geyiği yapan bu ülke, kadını sadece "anne ve aile" içinde çerçeveleyip duvarına asan bu ülke, anne olma anında bir kadına bunları reva görebiliyor.
bazen sahiden: köküne kibrit suyu.

12 Temmuz 2011 Salı

ataşehir, acı beton.

Biz belki 2. Dünya Savaşı’nı görmedik ama 19 Temmuz 2006’da yaşanan yıkımda o savaşın nasıl bir şey olduğunu anladık. Geldiler, hiç acımadan evlerimizi yıktılar, eşyalarımızı bile almamıza izin vermediler. (...)
Arsam için benden 1 milyon TL istediler. Ben 51 yıldır buradayım, tapu tahsis belgem var, 1978’de aldım. Burası Kadıköy Belediyesi tarafından çok ucuza hakim ve savcılara satılmış. Metre karesi 250 TL’ye. Benden istedikleri paraysa asla ödeyemeyeceğim bir para. Ben çiçek satıyorum, 1 milyonu nereden bulayım? 

bir gün uyansanız ve ailenizin evine dozerle dalan belediye memurları sizi bi kenara itip evinizi başınıza yıksa? içinden iki parça eşya bile aldırmasalar size? ah böyle şeyler size olmaz. siz o pis gecekondulular gibi değilsiniz, sizin her şeyiniz legal ve uysal. öyle şeyler haberlerde olur, siz nezih vatandaşlarsınız, etliye sütlüye karışmazsınız. sizin bi kere, tapunuz var. tapu, kayıt demek. fatura filan ödüyorsunuz. olmaz öyle şey, itiraz edersiniz, hakkınızı ararsınız. burası dağ başı mı canım? dinlemeden etmeden olur mu öyle şey?


dağ başı değil, ataşehir. tapulu gökdelenler dikilsin diye, tapulu evler yıkılıyor. 300 yıldır orda olan roman halkının, 78'den beri tapulu evleri, kışkışlanıyor.  dönüşücez çünkü, kentimize emir verildi. ataşehirin gülleri ağaoğlu, dumankaya ve diğer beton yığınları. ağaoğlu reklamlarında inşaat işçileriyle göbek hoplatarak gülüyor. güler, mühim değil. başbakan da davul eşliğinde "ille de roman olsun" diye bağırmıştı. halk adamı olmak, halktan gelip halktan çalmak anlamına geliyor. ne bekliyordunuz?

roman halkının kültürel mirası, mahkum edildikleri "dışlanmışlık" sebebiyle görmeleri gereken destek bir yana, onlar vergisini ödeyen TC vatandaşları. onlar oy verdiler. onlar, 2006dan beri tüm cefayı çekerken muhtemelen o "ille de roman olsun"a hiç kanmadılar. onlar, dağdaki yörüğün çadırına göz koyanların şehirdeki hedefi, anlıyor musunuz? fark yok.

yoksulluk, açlık çok göreceli kavramlar. bugün günde 1,25 amerikan doları kazandığınız anda yoksulluk eşiğinin üstüne çıkmış sayılıyorsunuz- üstelik dünyanın her yerinde. oysa yoksulluk, kelime anlamıyla dahi, kıyaslamalı bir şeydir. neyin "yok" olduğu mühimdir. evi varken, evinin bahçesi varken, bahçede en azından iki domatesi, bi tavuğu varken, aç değillerdi. yoksulluk, yoksun bırakılmışlık.

belediye haftaiçi yemek dağıtıyomuş 3 öğün, sosyal devlet ya. haftasonları sosyal devlet tatilde olduğu için, bu destek kesiliyor. "tembel" oldukları için yoksullar zaten di mi? çalışmak hiç akıllarına gelmemiş. oysa ilkokul birinci sınıftaki çocuğa bile utanmadan sınıfın ortasında "kokuyosun" diyebilirken öğretmeni, o koccaa işverenler romanlara iş vermekten hiç imtina etmez, di mi?

acaba var mıdır ataşehir cemaatinden olup o evlerin akıbetini merak eden? ay ay ay çamur olmuş buralar, ayakkabım battı yaaa oof. bugün mesela gazetede bu haberi okuyunca yüzü kızaran? evlerine göz koyan belediyenin kapısını aşındıran? var mıdır sahi, elde ettiklerinin birilerinden çalınmış olma ihtimaliyle uykuları kaçan? "siz kimsiniz de başkasının gözyaşını benim emeğimle aldığım evin harcına katarsınız?" diyen var mıdır?

ben sinirden gri griyim. çok büyük utanmazlık bu, vahşi bir yüzsüzlük. benim kanım çekiliyor damarlarımdan. ama hacer foggo var. hacer hanım, dünya iyisi. hacer hanım iyi ki var.

size bir şey söyleyeyim mi, o evlerini kaybeden insanların  sabrı, iyiliği, diğerlerinin caniliğinin gölgesinde büyüyor. dev gibiler. kocaman, parlak ve ihtişamlı bir iyilik bu, bakanın gözünü alır. "kedi köpeğimiz telef oluyor, hayvanseverler bari onlara yardım etsin" diyebilecek bir yürek, ataşehir gökdelenlerinin en üst katından bile parlar da uyutmaz adamı. uyutmamalı.

10 Temmuz 2011 Pazar

I was, I am, I shall be

Bernstein, gelişimin yasal gidişinde aklın, devrimci gidişinde de duygunun etkisini görüyor; tarihsel ilerlemenin reform çalışmalarında yavaş, devrimde is hızlı bir yöntemini buluyor; yasaların çıkarılmasında planlı bir güç, ayaklanmada ise ilkel bir şiddet görüyor.
Küçük burjuva reformcularının, dünya üzerindeki her şeyde bir "iyi", bir de "kötü" yan gördükleri ve önlerine çıkan her fırsatı denemeye kalkıştıkları çok eski bir hikayedir. (...)
(...)Demek oluyor ki, yasal reform ve devrim, tarihsel ilerlemenin çeşitli yöntemleri değildirler. Tarih büfesinden isteğe göre sıcak ya da soğuk sosis seçmek diye bir olanak yoktur. Yasal reform ve devrim gerçekte sınıf toplumunun gelişiminde çeşitli anlardaki iki ayrı unsurdurlar. (...) Reform çabalarının hareket alanı son devrimin gerçekleştirdiği toplum biçimi çerçevesi içindedir.

Rosa Luxemburg -Sosyal Reform ya da Devrim, 1908 (2.baskı)

kadınım rosa, revizyonist bernstein'a şiir gibi laf sokarken. biliyorum daha önce de bi alıntı koymuştum ve bu biraz kısa ve belki anlamsız oldu; ama belki bu vesileyle merak edip okursunuz? sahiden hiç eskimeyecek, hatta fazlasıyla taze bi kitap. dönüp dönüp okudukça pişiyor. bu da böyle bi önerim olsun madem.

"parası neyse verelim"ci çevrecilik

ben uzun zamandır çevre konusunda bi şi yazmıyodum. etrafta yazan bu kadar çokken, gerek de görmüyodum açıkçası. ama avustralyanın "yaşasın karbon vergisi uyguluyoruz, bu çevre için böyyük bir adım!" neşesi ve türkiyeden bunun destek görmesi, üzgünüm ama kanı beynime sıçratıyor. neyin sevinci bu ya?

öncelikle, bu çevreciyim diyen bireyin, evet bireyin, çevreyle ilişkisini nasıl gördüğüyle ilgili temel bir konu. hadi tamam pis bok iktisat ilmine soralım: sen canım kuzum, birey olarak, doğaya ne kadar değer biçiyorsun? daha da önemlisi, kafanda doğayı nasıl değerliyorsun? felsefi dehlizler bunlar; ama dönücez buraya. özetlersek sen, kirlenen göle bakıp geri dönülmez, telafi edilemez hasarlar görüp, "ama döktüğün zehrin varili başına 24 dolar ödersen anlaşırız" diyebilir misin, diyemez misin? konu bu kadar basit aslında. 24 doların içine soyu tükenmek üzere olan inci kefalini mesela, sıkıştırabilir misin?

bu soruya verilen yanıtla zaten yollar bayağı bir ayrılıyor. "tabii canım, ben doğayı parasızlıktan koruyamıyodum, kirletsinler ama telafi edecek fonum olsun" diyenler başka tarafa. benim verdiğim yanıt: ben bunu diyemem. o yüzden ben güneye inerken solda güneş yükseliyordu. diyemem çünkü "neden 24?"ü açıklayamam. ayrıca parası verilen her şeyin telafi edilebilir olduğunu iddia edemem. bugün elinizden balonunuz uçsa, yeni aldığınız balon bile tam o ilk uçanın yerini tutmuyor kuzucuklarım; çünkü rengi başka, tadı başka. eğer "3.köprü için 2 milyon ağaç kesiyoruz ama başka bi yerde dikicez" dediklerinde itiraz edip bu zokayı yutmuyorsan, çok rica ederim, "kirlenen ödiycek, vergi alıcaz, onunla burayı gül kokulu cennet yapıcaz" dendiğinde de yutmayacaksın. arasında bi fark yok.

bir şey diym mi? zaten kirlenen ödüyordu. yani zaten kirlenen satın alıyordu bizim havamızı, suyumuzu, toprağımızı. kirleten hatta yüzsüzce diğerlerini kire boğuyordu. gelişmiş ekonomilerin en yeni ihracat kalemi toksik atık. "kirleten öder" diyerek, afrikada, asyada, güney amerikada bu toksik atıkları gömüveriyorlar. dünya bankası uzmanlarından biri, bir seferinde, gelişmekte olan ülkelerin "toksik atık ekonomisi"ne geçmesi gerektiğini, kıyaslamalı avantajlarının burada olduğunu söylemişti. yani birilerinin çöplüğü olma üzerine kurulu bir büyüme modeli. neden? çünkü kirleten parası neyse ödüyor, dert değil.

siz rusyanın nükleer denemeleri sonucu, kuyruklu, boynuzlu olarak doğan pakistanlı bebekleri duydunuz mu? rusya da bir "kirleten" olarak "ödeme"sini yapmıştı. bu yetiyor mu? kirleten asla sanayi bölgesinde yaşamaz. kirleten asla boklu su içmez. o zaten bir para ödeyip, kirlenmemişe kaçıyordu, kirlettiğini  de ödeyemeyenin üstüne atarak, arkada bırakarak. bunun adını "ay ama ben ek vergi koyucam, kirletemeyecek" koymak, sadece saflık. o iş vergi olmaktan çıkar, "karbon hakkı ticareti"ne döner, bi ufak pazarı oluşuverir, peşinden de karbon hisseleri borsası filan. ki zaten hepsi mevcut. bunu sahiden görememek mümkün mü?

ben doğayı parayla değerleyemem. değerleyenleri biliyoruz çünkü. bir ormana değer biçeceğiniz zaman, neleri hesaba katarsınız? kereste değerini mi? siz sahiden, doğayı, gölü filan, parasallaştırabilir misiniz? bunların TL karşılığını nasıl tespit ettiniz de, verilen zararın birim başı vergisini hesapladınız da, bir de bu vergi ödendiği zaman zararın karşılandığını garanti edebiliyorsunuz? gelecek kuşaklar için nasıl bir değerleme yaptınız, amortisman bedeli mi belirlediniz?

dediğim gibi, bu ayaklar bu palavralar, hardcore piyasacı hükümetlerin, BM'nin "dostlar alışverişte görsün" taktiklerindendir. bağıran çağıran çevrecilere sundukları "orta yol"dur. yutmamızı beklerler. olabilir. olsun varsın, biz de itiraz edip dururuz, yutmayız. ama rica ederim, çevreyle ilişkisini çok net bir şekilde tanımladığını düşündüğüm bireyler ve/veya gruplar neşeyle cıvıldayarak bu vergi işini kutlamasın. daha fazlasını istemek hakkımız. doğayla para üzerinden kurulan bir ilişkiyi reddetmek de hakkımız. ton başına 24 dolar ödeyen kirleticilerin, mesela o gölün kenarında ata mezarlarını ziyaret eden köylülere de açıklama borcu var. mesela aynı kirleticilerin kirlettiği hava, rüzgarlarla kıta, okyanus aşıyor. fransanın nükleer denemeleri japonyada volkan patlaması tetikliyor. neyin vergisi, neyin çözümü? alacağınız vergi, o uzuuun muhasebe cetveline yazılan ek bir maliyetten öteye geçmeyecek. ayrıca o toplanan vergilerin nereye, nasıl ve ne kadar süreyle harcanacağına kim karar veriyor?

bitmeyen sorular bunlar, çünkü zaten baştan amorf ve hatalı. ama rica ederim, neye sevindiğimizi bilelim. kuyu dibi kurbağası gibi ufkumuzu gördüğümüz kadarıyla sınırlamak yerine, "başka dünya mümkün" diyebilelim. ben karbon vergisine karşıyım. her zaman da karşı olucam. çünkü mesele, sistemi hiç bozmadan yamamak ve böylece "tamam abi neyse parası verelim, yeter ki az susun ve işimize karışmayın" diyenleri rahat ettirmek değil, aksine, yeni bir sistemle akıllarını almak.

her alanda olduğu gibi, çevre konusunda da "yetmez ama evet" demem, diyemem, demiycem. üzgünüm.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

gündüz gözü, ikindi vakti

cuma günü zorla yemek yaptım. yemek de değil, salata. hiçbi şi yemek içimden gelmiyor, sonra gecenin bi körü muzur şeyler yiyorum. salata iyi bi şi, böyle dertleri bitiriyor. ben eskiden kuzu kulağı ve turp sevmezdim. artık seviyorum sanırım.

bir sonraki emre kadar kitap almayı yasakladım kendime. eskiden biri bitmeden başka almazdım. sonra büyüdüm, para kazanmaya başladım ve işte kitaplar da o zaman birikmeye başladı. buna bi son verme vakti.

evimin önündeki kestane ağacı tüm kış beklediğim kadar güzel ve yeşil.  yine de o bol gürültülü, bitmek bilmeyen ve içindeki işçilerin sürekli "bu alet edevat çok eski, elimizde kalacak" diye söylendiği inşaatı kapatamıyor.

hani iş görüşmelerinde "hobileriniz neler?" diyorlar ya, öylesine bir konuymuş gibi. "boş zamanlarımda hatırlıyorum efendim" demek istiyorum. sizin unutmayı seçtiğiniz bütün haberleri, görmediğiniz acıları, duymadığınız ağıtları özenle arayıp bulup içimde biriktiriyorum. böylece siz ve sizin gibilerin unutmayı seçmesi, onların yok olmasına yetmiyor. bir şeyi henüz bilmiyorsam veya unutmuşsam, utanıyorum. hatırlamak, tek kurtuluş yolu. unutmamak tek çözüm. tabii benim bir aleksandram olmadığı için içip içip ağlayamıyorum ama okuyup okuyup unutmaktan iyidir.


açık radyo programlarını kaçırsam da dinleyebilmek, büyük lüks.

apoyevmatini haberlerini, destek gruplarını belki görmüşsünüzdür. kapanmak üzereydi, aboneler ile bir süreliğine kurtuldu. rumca bir gazetenin hayatta kalabilmek için "en iyisi mi" türkçe sayfa çıkarmasını salık verenleri hiç anlamıyorum, anlamayacağım da. baştan yola öyle çıkılsa neyse, ama durum bu değil. agos gibi bir misyon da yüklenmiş değil. bu durumda hayatta kalabilmek için modifiye olmak, direnmek değil ki gülüm. bu dönüşümü değişim diye önermek de destek vermek değil, benim gözümde.

o gazetenin 30 bin okuyucusu vardı. bugün 600 kaldı. çünkü istanbulda sadece 610 tane rum aile kalmış. şimdi ben, bu şehrin tarihini bilmiyormuş gibi, "ayy türkçe niye çıkmıyo ki yaa o zaman okurduuuk" diyemem. para karşılığı hizmet almayı beklemek, çok kapitalist. bazen birilerini karşılıksız sevebilmek gerekiyor. sırf bu yüzden, mihail beyin omuzlarındaki yükü artıran bir talep bence "türkçe sayfa" ki zaten kendisi çoktan hayır dedi. bir gazetenin okuyucuya ulaşma ihtiyacını çok iyi anlıyorum; ama hedef kitlesi görmediği kişilerin "bana da anlat, bana da yaz" inadını anlayamıyorum. bence apoyevmatini rumca kalsın. ben okuyacak birilerini arayıp bulmayı, gazeteyi türkçeleştirmeye tercih ederim.

7 Temmuz 2011 Perşembe

ortanc

sokağımızdaki evlerin bahçeleri ortanca dolu. bahçeye ortanca dikmekle iş bitmiyor. neyse ki bizim sokaktaki bahçeciklerin hepsi azıcık sabah güneşi alıp sonra gölgeye dönüyor. o yüzden ortancalar sahiden ortanca. sırayla pembe, mavi ve mor olarak dizi diziler. tabii ortanca 3 renkten ibaret değil; ama elimizde bu var. ben çok severim. lale gibi bireyci, gül gibi romantik olmayabilir ortanca; ama o tombik, bonkör ve şen haliyle bahçeyi bahçe yapar da kıymeti bilinmez. canım ortancalar. tıklarsanız bir anda hepsi karşınızda. ayrıca hortensia olan adını ortanca diye türkçeleştirmenin de vurgunuyum.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

üverc

bir şeyler yazmıştım, sildim. eskidi. Piccinini Arter'e gelmiş, gitmediyseniz gidin. orada, üst katta, mavi pijamasıyla uyuyan bi çocuk heykeli var. onun gibi, kıvrılıp kalmak istiyorum. bazı günler, en temmuz takvime rağmen şubat şubat günler.

hani camı açık unutursunuz, içeri bi güvercin girer, çıkamadıkça panikleyip cama vurur. dursun istersiniz, durmaz. tüyleri saçılır, korkudan etrafa pisler, kafasında ufak bi yara görürsünüz, debelenir debelenir. dursun, dinlesin, yolunu buluversin istersiniz. yazık güvercin. durmaz, debelenir. "aptal güvercin" dersiniz, niye bi durmuyor, niye sakin olmuyor? aptal kuş. kuş işte. güvercin bi anda aptal oluverir. kışkış pışpış, o kovalamaca bitsin, kurtulayım istersiniz.

oysa iş öyle değil. siz hiç sırf meraktan bir yere girip, çıkışı kaybedip, çıksanız kavuşacağınız dış dünyayı görüp ama bir türlü çıkış kapısını bulamayıp hapsolmadınız mı? diyelim ki hapsoldunuz, allah aşkına yani, şu güvercin kadar çabaladınız mı bi çıkış yolu bulmak için? güvercin aptal bir kuş, belki evet; ama en azından azimli. azmini korkusuna borçlu. çünkü hapsolduğunu anlıyor. çünkü o beğenmediğiniz güvercin, hapsolduğunu idrak etmek için sizin kadar kör vakitler harcamıyor.

1 Temmuz 2011 Cuma

2 temmuz 1993, madımak oteli, sivas.

unutulması imkansız ya, yine de tekrar edelim:
2 temmuz 1993, madımak oteli, sivas.

Ben en çok, insanların sayıya dönüşmesine, dönüştürülmesine tahammülsüzüm. sivas konusunda "35 mi 37 mi, kaçtı?" denip duruyor. isimleri hatırlamak zor diye onları zip dosyası haline getirip sayıya çeviriyoruz. sonra o sayıyı bile hatırlamak zorlaşıyor. kısaca özetleyelim: 35 kişi yakıldı, 37 kişi öldü. ben yakılan 35 kişinin isim listesini, yaşlarını, bir kez daha aşağıya koydum, vikipedi sağolsun.

bu 35 kişinin çeşitli yerlerde "33 düşünür ve 2 otel görevlisi" olarak yazılması hem çelişkili, hem de yanlıştır. ilk grupta anılan 33 kişinin hepsi düşünür değildi, aralarında 12,16,17 yaşında çocuklar da vardı. aşağıda göreceksiniz, ölenlerin çoğu 20'li yaşlarında. bunun dışında, düşünür ve otel görevlisi ayrımının niye yapıldığını ise hiç anlamadım. orada katledilen 35 kişiden 2'sinin otel görevlisi olması, onları daha az değerli yapmadığı gibi, hiç merak edilmesin, "aydınlar yakıldı" diskurunu da zedelemiyor. doğrudan hedef olmasalar da kaçınılmaz kurbanlar oldular.  bu ayrımı tercih etmek, eşitlik, adalet ve huzur isteyenlerin arasına, bir araya gelmekten, birlik olmaktan huzur duyanların arasına gereksiz duvarlar dikiyor.

ölen diğer 2 kişi, 20-21 yaşlarındaki saldırganlardı. bir insanın o yaşta o kadar nefretle dolabileceğinden çok, kullanıldığını, birilerinin maşası haline geldiğini düşündüğüm için, gencecik yaşlarında nefretten ve böylesi bir katliamdan ölmeleri not edilebilir. onlar da bu nefretin, maşa olarak kurbanıdır benim gözümde. yaşasalardı belki dönemin ogünleri olacaklardı, bilemiyorum. ama öldüler. dolayısıyla bu ölümler de not edilebilir; ama aradaki fark, adlarını anmayışım olsun.

Listeye geçmeden önce hatırlatmak isterim:
1993 yılında aydın ve düşünürleri sivas'a davet eden dönemin valisiydi. sivasta yarın yapılacak anmayı yasaklayan yine şehrin valisidir.
boğulurcasına edit: madımak'ın yeni hali. belediye hizmet binası idari personel kreşi gibi. ağlayamadım bile. bacağıma tuhaf bi kramp girdi sinirden, onu geçirmeye çalışıyorum. o kadar acıyor ki artık fiziki tepkiler veriyorum. bisikletin tepesinde vali, sırıtıyor. kalpli yastıklar. pamuk prenses. einstein. hani almanyadan, nazilerden kaçan einstein. hani koray kaya'nın 12 yaşında ölürken belki de hiç binmediği bisiklet. en büyük küfrü ucubeye çevirerek ettiler.

Muhlis Akarsu - 45 yaşında, sanatçı
Muhibe Akarsu - 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi
Gülender Akça - 25 yaşında
Metin Altıok - 52 yaşında, şair, yazar, felsefeci
Mehmet Atay - 25 yaşında, gazeteci, fotoğraf sanatçısı
Sehergül Ateş - 30 yaşında
Behçet Sefa Aysan - 44 yaşında, şair
Erdal Ayrancı - 35 yaşında
Asım Bezirci - 66 yaşında araştırmacı, yazar
Belkıs Çakır - 18 yaşında
Serpil Canik - 19 yaşında
Muammer Çiçek - 26 yaşında, aktör
Nesimi Çimen - 62 yaşında, şair, sanatçı, üç telli curanın son ustası
Carina Cuanna Thuijs - 23 yaşında, Hollandalı gazeteci
Serkan Doğan - 19 yaşında
Hasret Gültekin - 23 yaşında şair, sanatçı
Murat Gündüz - 22 yaşında
Gülsüm Karababa -22 yaşında
Uğur Kaynar - 37 yaşında, şair
Asaf Koçak - 35 yaşında, karikatürist
Koray Kaya - 12 yaşında
Menekşe Kaya - 17 yaşında
Handan Metin - 20 yaşında
Sait Metin - 23 yaşında
Huriye Özkan - 22 yaşında
Yeşim Özkan - 20 yaşında
Ahmet Özyurt - 21 yaşında
Nurcan Şahin - 18 yaşında
Özlem Şahin - 17 yaşında
Asuman Sivri - 16 yaşında
Yasemin Sivri - 19 yaşında
Edibe Sulari - 40 yaşında, sanatçı
İnci Türk - 22 yaşında
Ahmet Öztürk - 21 yaşında, otel görevlisi
Kenan Yılmaz - 21 yaşında, otel görevlisi

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker