28 Şubat 2008 Perşembe

daldandaladan

haberleri izleyemiyorum. yani bi sonuca vardıklarında izliycem... türban meselesi iyice suyu çıkmış bi hale geldi. Kuzey ırak da... hani benden yazı bekleyen varsa, olur a, ondan... yazamıyorum. detay haberlere sığınmaya devam.

yatağan termik santrali "masaya yatırılmış"ken (ki bu nası erotik bi laf aslında.. neyse), şen haber geldi... Muğla'nın yegane haberverenadam'ı yaşar anter'den. muğla'da anter soyadlı çok insan var.

neyse devam... antik Lagina kenti üzerine kurulsun diye teklif gelmiş. yeni bi tane daha... santralleştirmeler. yani ben bakanlıkların tarihe duyarlı olmasını isterim tabii de, yanlış anlıyolar. o çıkan şeyleri korumanız gerekiyo amca. suya gömünce pis, tü kaka oluyolar. şimdi hani 5 bin yıllık ya orası, dokunmak istediğinizde birazcık "mağrur olma padişahım senden büyük allah var" kategorisine giriyo, zortluyosunuz.

burda bitmiyor. bakanlıkların çelişkisi evlere şenlik. enerji bakanlığının termik kaygılarının yanında, kültür bakanlığı kazı fonu ayırmış lagina'ya. kafası karışık bissürü göbekli adam onlar. kendisiyle barışık olmayan bi ülkenin tarihiyle barışması da zor tabii... ya da yumurta mı tavuktan tavuk mu yumurtadan peki horoz nerden... "çankırııı gordion değildiiirr" diyen sevgili hcg'yi hatırlarsınız.

dehşetengiz istatistiki bilgilerle devam... turizm sektöründe çalışanların %83'ü evet evet böyle bir sayı, kaçak işçi. sigortasız. sözleşmesiz. duyunca şaşırdık mı, haaaayyııırrr... hala turizmde büyüme yapıyo muyuz eveettt... işçisine sigorta yapmayan adam arıtmayı çalıştırır mı, haayyıırrr...

tuzlayı önceden yazmıştım. buralarda bi yerdedir. tuzla'da koku çok... gemi sökümü yapan 6 ülkeden biriyiz. uluslararası toplantılara katılıyoruz falan diğer 5le beraber (brezilya, hindistan, sanırım fas..gerisi kalmamış aklımda). yani 6 ülkeden biriyiz biz; mesela asbest yüklü geminin sökümü sırasında solunum yolları enfeksiyonu yaşayan işçileri olan... ve onlara nanik yapan... tersane işçisine borcumuz dağ boyu; ama yol yordam bilmek için mevki yetmiyo, hala o koltuklarda utanmadan... yazmiycam kızgınım.

ben bu aralar detaylarda boğuluyorum, olmadı boy veriyorum. "çiğ" demiştim daha önce, açıp açıp kendi yazımı okuyorum, başkası yazmış gibi. bi sene olmuş nerdeyse. öyle işte. bu ara günler battaniyenin altından çıkmak istemeyen çocuklar gibi. bu ara her yerde sessiz telgrafhaneler görüyorum. bu ara sanki her şey kendi kendime zaten. istanbul'da yalnız dolaşmayı özledim. yani arada kaçıp, yokuşlara, vapura koşmayı. yakında ama. o da olur.



ama saçımı kestirdim. onu becerdim.

26 Şubat 2008 Salı

x = olasılık/niyet

ersinle ankaradan gidenleri konuşuyoduk, yarın itibariyle 2 kişi daha eklenecek de... sonra istanbula gitme planı yaptık, her zamankinden. sonra o londraya gitmekten bahsetti. derken rio dedi adam. ben peru-bolivya projemden bahsettim. "bi de uzak doğu sonra tamam" dedi. singapuru niyeyse fazla uslu bulduk, ben tayland dedim, hı hı'laştık falan... sonuç?

ersin işe gider en fazla.
ben yarın kuaföre gidebilirsem başarı.

tava yoğurdu

mina urgan "hiç hapse girmedim, dava görmedim, eksik hissediyorum" gibi bi şi demişti kitabında. evet bildiniz, the mina urgan kitabı: bir dinazorun anıları.

bülent ersoy konuşmuş savaş konusunda... "oğlum olsa göndermezdim" demiş. yani genelde biliyosunuz türk örf adet ananeleri bi insandır, osmanlıcadır, zeki müren olmak ister... makamındadır. eşcinsellerden nefret eder, iran'dır bu konuda. ben de kendisinden pek hazzetmem. neyse işte, bu sefer hayır diyeceği tutmuş. aman aman soruşturuluyo kendisi.

incelenecekmiş. insan hiç savaş zamanı savaş karşıtı olur muymuş? ne zaman olacaksak artık... böyle günlerde askerle aramızın niyeyse sımsıkı sıkı sıkı sıkı sıkı sar beni olması gerekiyo. öldürme ihtimaliyle zafer sarhoşu olanların ölüm gerçeğiyle ayıldığı günler oysa.

hani aklınızda bulunsun. böyle zamanlama hassası merciler var.
yarın öbür gün "ramazanda güllaç mı yenirmiş" de diyebilirler.


gündemini seveyim, petek dinçöz üstü bülent ersoy yazdım.
daha ne ister gönül.

22 Şubat 2008 Cuma

sobelebele

her ebe sobeye yeni başlık bulucam diye kelimenin suyu çıktı, evet.
efendiim pinatbatırımdan geliyo bu sefer. ahaha kendisi zaten ilk cevabımı vermiş, daha var öyle. konumuz şuymuş:
"Kişisel tarihimizin en salak alışverişi"

irili ufaklı örneklerim bol ve o kadar saçmalar ki hayatta aklımda kalmıyo ama evet, hatırlatılmışken yaziyim:
-yıl 1998/ 1999, bi de en fenası fotoğraflarla belgeli, mavi saç rimeli. spey de olabilir net değil. yalnızca o gün kullanıldı. perçemim mavi. ay o fotoğrafları koysam ekranınız çatlar. çok fena.


- kendimi düz saçlı zannettiğim günlerden bi gün, kuafördeki saç modelleri kataloglarından gelen gazla aldığım ürünü tarif etmek zor. onun için fotoğraf arıyorum.... adı bile yok. alengirli bi şi oluyo at kuyruğunuz. resmini ilkel yöntemlerle çizdim, yanda var. o yuvarlaktan toplanmış saçı geçiriyosunuz, sonra sivri kısmını da tekrar at kuyruğun başından, çekiyosunuz... ay işkence anlatması bile. böyle mini düğümümsü bi şi. bir kere kullandım, önce saç oraya sığmadı, sonra da saç açıldı. kimi kandırıyosam artık. heves. yıl da 2007, boru değil.


- saçımla zorum olduğu belli oldu sanırım... kişisel tarihimin en salak saç modelini de bu alışveriş başlığı altına sokucam; ama yine sevgili blogır piinatbatır flashbackle geçmişe dönüp aynı şoku yaşar diye korkuyorum. ilk o görmüştü de. benim o çok saç var ya.. yok saç olmuştu. kuş yuvası. anladınız siz. yıl.. 1996-7 mi ne.
-ahahaha tabii ki bi kutu wax. briyantinimsi şey. yine saç ürünü. yine heves. yine hüsran. fıçıyla satılsa, belki.. anca.
- bi diğer abes ürün de, nerden esti bilmiyorum ama "french manikür kalemi" denen zımbırtı. beyaz bi kalemle tırnağın içini mi dışını bi yerini boyuyosunuz. işin komik yanı ben bu işi ojeyle krallar gibi yapıyorum, niye kalkıştım bi fikrim yok.

- bi de böyle üstünde tüllü bi top olan bi taç var. bi kez kullandım. sonra işin komiği, nergiz de hediye etti bi tane. onu değiştirmeyi unuttum. iki tane var yani. biri de defneye. hahaha.
- takı/giysi gibi bi şi olmamış pek galiba. korkutucu. zira çok abes ürünler var elimde, demek ki kullanıyorum. fena. mesela özbek işi olduğunu tahmin ettiğim, erkek çocuğu takkesi var bende, püsküllü. şirin. kafama olmuyo, topuzuma takıyorum. şirin ama.
-adaşım derya baykal ortada yokken, ben, gidip, toys r us'tan iki paket yapay kuş tüyü aldım. evet. biri doğal renklerde, diğeri böyle egzotik kuşlar, mor, mavi, limon sarısı... sonra bi tane kemer yaptım. 2 kere taktıktan sonra tüyler döküldü. tamir edilmez hale gelince parçalamış olabilirim. tüyler duruyo. apaçi deryik.
- ah nası unuturum, kişisel tarihimin en salak alışverişi, tabii ki, bir heves alınan klasör ve daha da beteri ajandalardır. düzenli bi insan olabilme ihtimalini kırtasiye ürünlerine yatırdığım paradan faiz olarak alamayacağımı çok geç öğrendim. alınan ajandalar geri dönüşüme gitti, klasörleri defne kullanıyo. ben not tutacaksa minik bloknota, hiç olmadı eline yazan biriyim. maalesef.
- bi de hollandada denediğim tuhaf şeyler vardı. mesela bendeniz lychee mi ne, daha adını, görünümünü bilmediğim meyvenin suyunu alıp içtim. fena diildi de, salakçaydı biraz. diğer bi salaklığım da nedense "avokadoyu sen seç" diyerek beni maskara eden arkadaşlar yüzünden aldığım rezil(miş meğer) iki adet avokado. ah bi de bi kutu beyaz çay. yine benzer salaklık, neredeyse kiloyla burdan götürdüğüm kuru nane. arttı tabii, kıymetini bileceğini umduğum koreliye kaldı. bi de bikaç tuhaf sebze hevesim oldu.
-evet bitmiyo, bitmiyo, anneme aldığım karışık çay. içtikten sonra kafayı bulduk. içinde ne var bilmiyorum ama huşu veriyo.
-hala bakıp bakıp sorguladığım ama içten içe sevdiğim bi şi: belçika işi bi çizgi roman kahramanı var, gaston. onun bi de sırnaşık kedisi var. nerden biliyorum? evde çat pat anladığım 1 adet fransızca kitaptan. o kadar alakam yani. hah, işte gastonun (ve yanında kedisi) 10 cm boyundaki plastik biblosu. sanırım brüj'den, çizgi roman zımbırtıları satan mağazadan, koşturmaca içinde ve aşkla almıştım.
-vee son olarak, barselona'da resmen bir proje maaşımın dörtte birine tekabül eden manasız bi hediyelik eşya harcaması. ağlarsınız.
yeterince uzun oldu galiba.... efendiiimmmm... şimdiiii....
özel istek üzerine karanlık beyler, toplu sobe borcu içinde yüzen jelatin, ve listesini merakla beklediğim iki seçmece: sothyz ve ponçiki çiki ya ya... ay aklıma geldi: QM ve emir bey. tabii ki pas verirken dahi abartmak lazım.

21 Şubat 2008 Perşembe

gece vakti

şimdi şu an, bu gece vakti, aptalım ben.
jelatinle konuşuyorum. aptallık orda değil. kıza yurttan haberler vericem güya.

aysel gürel. haber o. bugün göz pınarınıza baskı o. benimkine en azından. neyse işte. salaklığım şurdan: online yorumlara bakiym dedim, hani sıradışı bi laf eden de çıkmıştır diye. tövbe bi daha... şimdi sizin tadınız da kaçmasın velakin, ben 23 yıldır, bi insanın ardından kötü konuşulduğunu duymadım. hele ki şunlar olsun:

"Nasil bilirdiniz derlerya iyi biliriz diyenler cok cikarmi acaba !.Ben Sahsen ALLAH rahmet eylesin demem,Insan Hayatta iken ALLAHi bilmezse Oldukten sonrada,Bize Rahmet etsin laflari dusmez" (noktalamaya dokunmadığım belli heralde)

"80 yıl boyunca boş yaşamış bir müslüman kişi için allahın rahmeti sonsuzdur temennisini etmekten başka yapacak birşey yok gibi"

"Hayatinda hic Allah, Kitap dememis, bilmemis hayatini nefsinin arzularina harcamis birisinin neden cenazesini yikarlar, neden namazini kilarlar sanki,ne olmus sanki unzile, sarkisinin sozlerini yazdiysa vatana millete ne kari vardi"

"geride kalanlarada ibret olsun din dusmanlarina musluman halk hakkini helal etmiyor"

diye gidiyor. eh tabii birileri de çıkıp ağızlarının payını veriyor.. vermesine de... ölüm haberi yahu. müslüman halk adına bi de sözcü olmuş bay cengaver. arada bi gaza gelip, ne alaka çözemedim, laiklik kavgasına da dönmüş iş, o taraf da ayrı bi cengaver. abesle iştigal artık serbest meslek. bir de "her canlı ölümü tadacaktır" tipi mesajlar var. ölüm nedir 101 tadında. sağolsunlar biz bilmiyoduk. "ölüceksiniz, hesap vericeksiniz, sonra iyiler cennete kötüler cehenneme gidicek, cennet cici cehennem öcü, fani dünyada eser bırakmış ne fark eder, sonu benimle aynı" kıvamı. aaaaaaAAAAAAaaaa yani. geldiler bastılar bana.

ölüm anına kadar üreten bi kadına "boşa yaşadı" diyenler kendini cennetlik sanıyor, gülücem, halim yok. ben bu kadar nefreti, bu kadar düşmanlığı hak edicek naptı bu kadın diye düşünüyorum, bulamıyorum. bu insanların derdi duygularla mı acaba? ama arkadaş haklı, hakikaten, ondan gelicek rahmeti, helali aysel napsın... hatta bence, üstü de kalsın. borçlu çıkar. molla kesilmiş üç beş kişi, elinde kör bi terazi, çıkmış aysel gürel'i tartacak. din adına. yok ya! biri "şarkıların başı sağolsun" demiş. şarkılardan önce bizim başımız sağolsun, gönlü geniş biri daha gitti, eh kalan sağlar bizimdir. kaç kişi kaldılarsa artık...

içim kıyıldı benim, salaklığım ondan, jelatin'in de içini kıydım. halbuki bir gece vakti insanın yapacak çok daha iyi bir sürü şeyi olabilir. şarkı sözlerine dalar mesela.

hem biri "şimdi zincirlikuyu'da şenlik var" demiş.
dedem anadolu yakasında, ben ona yanarım.

ipekböcek

the economist'ten haber almayı sevmesem de, naparsın, var böyle bi dergi. anonim olarak kendini "THE economist" sayıyo oluşuna sinir olsam da, yine naparsın, yalnız değiller, kabul görüyolar vs. eh, kulakları tıkayıp lalalalala yapmak da bi seçenek ama itiraz etmeden önce ne dediklerini bilmek gerek.

Diyarbakır'ın Ağaçlı beldesinde enteresan şeyler oluyomuş, onu öğrendim. sonra biraz gugılsörç.. durum şu efendim:

Ağaçlı köyü eskiden bir ermeni köyüymüş, 1915, gelenler gidenler, şu an bir kürt köyü. o tarihlerde el tezgahlarında ipek dokumalar yapılırmış. ilkokul coğrafya bilgimiz der ki, bu ülkede ipekböcekçiliği ve tabii ki ipek, bursa'ya özgüdür. değilmiş efendim. neyse, yıllar yıllar, acılar, terör, zorunlu göçler, değil ipekböceği, insan da kalmamış pek.

velakin, 62 yaşındaki muhtarın karısı, 1915'te kürt bir aile tarafından himaye altına alınan iki ermeni çocuğun çocuğuymuş. muhtar amca karısını pek seviyor anlaşılan, bu ipek meselesine takıyo kafayı. ipek işini başlatıcak, dirilticek köyde ama, ne böcek var etrafta, ne dut ağacı ne de para. Sanırım bu aşamada devreye diyarbakır ticaret odası giriyor, AB fonu sağlanıyor. Dut ağaçları dikiliyor, 15 kıza sertifika programıyla ipek eğirme, boyama vs öğretiliyor. eh dut var, böcek var, ipek de geliyor... ipekten anlayan, üreten kızlara da tezgah sağlanıyor. ipek poşular, eşarplar vs üretime geçiyor. The economist "bu ürünleri sadece Diyarbakır ticaret odası alıyor" diye yazmış; ama google der ki, Yunanistan üzerinden avrupaya satılıyormuş. Hatta suudi kralı da almış. Neyse, bu ürünlerin tanesi 35 dolar civarıymış ki bu fiyatla, hint/çin malı ucuz ipekle rekabet edemiyormuş. velakin bakınız, çinliler otomatik tezgaha yıkmışken işi, Ağaçlı'da ipek, elle eğiriliyormuş. kıymet bilene.

ve bitmiyor: halılar yapılıyor, ipek halı.. kürt köyündeki ermeni zanaati alıyor başını gidiyor. diyarbakır'da kocaman bi ipek sektörü büyüyor, 42 tonluk üretim yapıyor, bursa'nın havası batsın, ağaçlı gümbür gümbür geliyor. tek mesele fondan gelen paranın bitmesi, haliyle sürdürülebilirlik.. olsun varsın, o da hallolur gibi. yani bu ipek işine bayaa sahip çıkılmış gibi duruyodu DTO haberlerinde. Koza birlik de konuya dahil.

güzel haberler de verebilir miyim diye denedim de, oluyomuş.

sonra düşündüm de... yunanistan üzerinden avrupaya satılırken, eh bizde de ufak gazete haberi olabilirken anca, ben bunu the economist'ten duyacağıma, keşke keşke, ankara sokaklarında görseydim. istanbulun minik butik dükkan heveslileri de, mesela, görseydi. el dokuması ipek fular nedir bilmeyenler, etiketi olmayınca kıymeti de yok sananlar, bi silkinselerdi. abartiym mi? emine erdoğan alsaydı bi tane, pek fetişe yetişe ayakkabıları yerine bunu tanıtsaydı, eşinin yanında "kürt açılımı" yaparken... hani "fair trade" çılgınları peru'dan, katmandu'dan ürün getirteceğine, o ürün egzotik egzotik gelsin diye karbon salınımının dibine vuracağına, burnunun dibindekini görseydi. ne bileyim, olur a, ipek lüks ürün, kanyon'un, nişantaşı'nın bi köşesine tükan açasalardı. falan. gerçi kira ödeme derdinden saçları beyazlardı.

ya da bari, online satışa geçselerdi, birer birer satmak belki kar etmez o kadar ama, toptancılıkla işi ucuza kapayıp aracılıktan parsayı toplamayı yunanistan'ın elinden alırlardı, kızların cebine üç kuruş fazla girerdi. malum, biz balıktan cam nazar boncuğuna kadar her ürünün avrupaya girişini ya yunanistan ya italya üzerinden yapıyoruz da, onlar "made in turkey" kısmını belirtmeyi az buçuk unutuyo. eh iktisat ilmi der ki, aracı sayısı arttıkça son ürün fiyatı artar, üreticinin cebine giden azalır.

o da olur o da.. olacak. elbet olacak.

bir de: istanbuldaki midye dolmacılar istanbul ticaret odası tarafından hijyen denetimine tabiiymiş. taksiciler kadar sık denetleniyolarmış, zira zehirlenme vakaları olmuş. ara sokakları bilemem de, balık pazarı konusunda en azından, içiniz rahat olabilirmiş gibime geliyo sanki mi ne...

bugünkü ödeviniz efendim, isteyene, haritada gabon'u ve butan'ı bulmak. ya da önce bi harita bulmak. esenlikler.

20 Şubat 2008 Çarşamba

kırlangeç

şimdi aklıma geldi, ben bi ara kırlangıç fırtınası beklemiştim. yıl olmuş. kırlangıçların bir fırtınası var evet, kırlangıç yağdıran değil getiren. ki bahar ayı kırlangıçlarla gelir. miş. anneannem cemre zamanlarını bilir. bi tanesi, havaya düşen düşmüş bugün galiba. havaya-suya-toprağa. sırası bu. üşenmedim, tarihleri: 19-20 şubat, 26-27 şubat, 5-6 mart. bi de bizim bi komşumuzun çocuğunun adı cemreydi. çok kıskanırdım bu adı niyeyse. ama düşündüm de çocuğun cinsiyeti aklımda kalmamış... kendi adım kadar olmasın, yine çift cinsiyetli bir isim beğenmişim.

sonra mart 9ları gelir. ben milli piyango sevinciyle "9-19-29" diye düşünürken annem benim 9ar sayma becerimden şüphe etti, "9-18-27" imiş. benimki daha melodik... neyse mart dokuzları... çok fecidir bu dokuzlar, habire "ah bitti bu son" dersiniz, kazma kürek yakarsınız. sonra abrulun 5i var- kork abrulun beşinden, öküzü ayırır eşinden. nisan 5. son soğuklar, bakınız öküzü öldürüyo, şaka değil. bu kırlangıç fırtınası meselesi de bu civarda. nisan başında işte. kırlangıçlar geri gelirken.

hani, "bu havalar ne zaman ısınacak" diyen varsa, buyrun, ne beklediğimizi bilelim yol haritası.

kırlangıçlar ayrıca çok dakik, sözüne sağdık hayvanlardır. beklemeyi bilirseniz insanı hiç bekletmezler.

19 Şubat 2008 Salı

karkış

saatler boyu: traveler's IQ. şehirler vs iyi de, bayrak bilgim yokmuş, acı bi şekilde fark edip hırslandım. Tuhaf bir şekilde doğu avrupa ülkeleri skorum latin amerikadan düşük.

bir gece vaktiydi, ben "üzüm buğusu"nu ingilizceye çevirmiştim, ingilizcesi bile güzeldi. anlamıyo diye hayıflanırken, marisol kızıl buklelerine parmağını takıp "anlıyorum" demişti. O da bana gitarlı bir adamı dinletmişti, ne devrim ne sevda şarkısı çalan, bir şeylere hasret; hüznü mutlu bir adam. Biz hep böyle şarkı geceleri yapardık, bazen youtube bazen "Müziklerim" dosyasıyla... Marisol'ün sürekli dinlediği yegane türkçe şarkı firuzeydi, unuttukça sözlerini sorardı. üzüm buğusu demeye çalışırdı ki, marisol Ğ diyemezdi. firuze derdi gerçi. "orman kuytusu" lafını severdi.

cizre'deki olaylar sırasında "ölen" çocuk yahya menekşe'nin üstünden meğer sert bir cisim geçmiş. 10 puanlık uzman sorusu, bu cisim neydi? evet bildiniz, panzer yeterince sert bir cisimdir.

gazetede bir feminist yazar "az biraz da kadının cinselliğini konuşsak a beyler" demiş. bence çok iyi etmiş de, en sevilen aysel gürel şarkılarından biri ünzile'dir maalesef.

16 Şubat 2008 Cumartesi

antin kuntin

ankara sağolsun günler evde geçiyo. kendimden iyice sıkıldım. yapmam gereken işler olduğundan boş durmuyorum; ama ev giderek süpermarket/metro durağı havasına bürünüp zamansızlaşıyo. ürkütücü. bi de dışarı bakıyorum, kar. hep böyle bi karlı küre içinde yaşıyomuş gibi; ama evde. allah mahallemizin ev kızlarına sabır versin. evde ikinci ayımı doldurmak üzereyim ve çoktaaan bastılar, soldan sağdan geliyolar. son çarem biçki dikiş kursu ve şaka yapmıyorum. düğme dikme ve haraşonun ötesine geçmek de bi şi.

eğlencelik aktivite: BBC'nin antika programları. flog it! var mesela. böyle bir büyük britanya dolusu insan "annem vermişti, ninemden miras" diye diye gidiyolar müzayede salonlarına, ellerindekilere fiyat biçtiriyolar. aklınız almaz. sigara paketleri için tasarlanan çizimlerden, balıkçı oltasına kadar, her şeyin bir fiyatı, alıcısı ve pazarı var. hatta daha tuhafı, kolleksiyoneri var. saat 11 civarı bu program. ben ne bileyim, yıllardır o oyuncak ayılara zaafı olan adamın "hmm katherine ve patrick, elinizdekinin öyküsünü anlatın bize" demesini, dinlemeyi severim. elimde çay. manasız detaylar öğrenir insan. mesela marangoz bi amca vardı, adam viktorya dönemi seramiklerinden bikaç parça getirdi. garaj satışından almış. 3 pound ödemiş. değer biçecek uzmanın gözleri yerinden fırladı, minik ilaç kutusuna bakıp "bu bin pound eder, nerden buldun, nası bi beceridir bu" diye. sonra gittik sandalye uzmanı teyzeyi dinledik. hatta cardiff civarındaki bi seramik atölyesinin ürünlerini izledim, sarı sarı. van gogh'un sarı dönemini aldığı ilaçların etrafı sarı göstermesine borçlu olduğumuzu öğrendim. hayır beynim çöplük değil.

neyse, "benim hoşuma giden ne bunda" diye de düşündüm tabii, vakit bol. o aletlerden yaşam tarzlarını, günlük hayatı okumalarını seviyorum. modern arkeoloji gibi. bi de sanırım biriktirme kültürü. çöp ev olmadan, hobi olarak. japonlarda da var diye duyarım. bi konu seçen, hakkında okuyup, biriktirecek kadar dahil olan bir özen. özenli merak. illa da çok zenginleri yapmıyo bunu. pul kolleksiyonu yapan türk genci bir gün olsun "filatelist" kelimesini duymadan yapıyosa bunu ya da filateli üzerine iki satır okumuyosa bu tam bi hobi olmuyo bence. yığma oluyo, biriktirme değil. ipek ongun tadındayım yine. mesela bi adam, 10 yaşında başlamış biriktirmeye. sanırım kibrit kutusu biriktiriyodu; ama karton değil, gümüş falan. 10 yaşında bi çocuk buna nasıl sarar ki?
e tabii bi de bizim gözü açık, kazıkçı, bi halt bilmeden dükkan açan antikacılarından değil götürdükleri. adamlar uzman. sandalye, saat, masa, cam vs diye uzmanlaşmışlar. koyuyosun vazoyu, "1750 civarında john&hödö atölyesinde yapıldığını tahmin ediyorum..." diyo. biliyo işini. bazen değerini tutturamıyo, olsun. "ulaaan şuna bak, bire alır yüze satarım" hırsı yok. yani ben öyle ağır, gülle gibi koltuklar, avizeler, çin porseleni vazolar sevmem... kasvetli hatta biraz da yapmacık gelir niyeyse... ama ne bileyim, küçük kutu zaafım vardır. bu flog it!'de her şey var ve ben öylece dinliyorum.
hoş, ingilizlerin antika merakı da az millette var heralde.

ev monoton ben monoton. ekran, makale ve yazı derken gözlüğün burnumda izi çıkıyo.

evet benim gözlüğüm var.

15 Şubat 2008 Cuma

kadın ve müze, müzelik kadınlar.

eveet efendim.. bugün de gazete sayfalarında bırakmaya kıyamadığım iki mesele var. hatta üç. yok iki buçuktan üç. yaşasın blog, boş buluyorum yazıyorum, birileri daha da boş ki okuyo. ne güzel.

mesele 1: belki duyan vardır, "50 kuruşlara fotoğrafı basılan kadın" diye bi şi varbu ülkede. bu hanımefendinin ankara düğün başlığıyla çekilmiş bir fotoğrafı kullanılmış darphane tarafından, yıllar önce. kendisi anonim bir model değil, çok mühim bir şahsiyet: Sabiha Tansuğ. linki tıklamayanın kuyruğu çıkıyo. ben özetleyeyim yine, zira her şeyin hazırlop günlerindeyiz..

kendisi küçük yaşlardan itibaren anadoludaki yerel kıyafetlere takıyor kafayı. yıllar ilerledikçe, gezdikçe topluyor, 50 yıl içinde müthiş bir kolleksiyon sahibi oluyor, avrupa şehirlerinde sergiler açıp el emeği göz nuru işleri tanıtıyor. tek derdi, türkiyede de bir giysi müzesi açmak. eh, hollandanın takunyayı pazarladığı günlerde bir bindallıyı sergilemek neden istenir, anlaşılır bir şey... sandınız. "bir kadına mı kaldık" diyolar sabiha hanıma. reddediliyor. sabiha hanım küsüyor. maalesef, bu ülkede iyi niyetliler biraz da kırılgan oluyor. mesela, bilmiyordum, Piyer Loti kahvesini de yine sabiha hanım açıyor. oysa bugün adına bi ufak tabela dahi yok orda. bu giysi, başlık toplama merakı niyeyse 1968'te bir sergi sırasında darphane yetkililerinin ilgisini çekiyor, fotoğrafı basılıyor 50 kuruşa. kitaplar, makaleler yayınlıyor ama tek derdi müze açmak. yüzlerce, inanılmaz zerafette, bilimsel envanterlik giysiyi topluyor sabiha hanım. ne için, kim için? kıymet bilinmezlik için heralde.o bıkmıyor ve görünmezleşen iyi niyetliler havuzuna dalıyor.

2007 haziranında kolleksiyonundaki nadide parçalardan tam 430 tanesi çalınıyor. evet, gidiyor 430 parça. düşünün ne kadar büyük ki kolleksiyon, hala kalıyor bi şiler. 2008, kendisine "halk bilimleri ödülü" veriliyor. sabiha hanım hala buruk. pek bi fetişlediğimiz "zengin anadolu kültürü"nü giysileriyle dahi göstermeye yanaşmayan vatansever zatları o biliyor. eh, biz de duymuş oluyoruz. acaba bu ülkede tekstil tasarım okuyanlar onu biliyor mu, merak konusu.

mesele iki... ARTist diye bir dergi çıkıyor efendim. sanat dergisi. galeristanbul tarafından çok şık basılıyor. genelde ay sonuna doğru geliyor ankaraya, istanbulu bilemem. sadece 2 ytl. az buçuk modern resimle, el sanatlarıyla ilgilenmek isteyene duyurulur. şimdiden 10 bin satıyormuş.

iki buçuktan üçlük haber de işte artist'ten geliyor: guerilla girls. bir avuç kendini bilmez feminist, "müzelere neden kadın sanatçılar girmiyor, neden eserleri depolara kapatılıyor" diye sıyırmış. Feminizmin müzecilik halini de görüyoruz böylece, çok şeker, hafif çatlak posterlerle ABD'ye girişiyolar "hani bizim hemcinslerin işleri" diye. ayrıca "hani beyaz olmayan ressamların işleri" de diyolar. yetmiyor, italya'ya, aa çok ayıp bienal üzerinden türk kadın sanatçılara da el uzatıyorlar. 1985'te New York'tan çıkan bi grup kadın bu kavgayı anonim veriyor, yüzlerinde goril maskesi, isimleri ölmüş kadın ressamlar. çünkü amaç mesaj. bana bitch'in müzelere el atmış halini düşündürüyor.



eh anlaşılan, kadınların müzelere giden yolu bile az buçuk dolambaçlı... ya da kopuk.

günün mesajı da budur. ay sonunda ARTist alın, bi hoşluk yapın kendinize.

14 Şubat 2008 Perşembe

allianoi

efendim döndüm bendeniz.




2 günlük bergama gezisi, yukardaki de bakınız aklını seveyim narsis7ekho, asklepionda.
blogır buluşmasında bi tuhaflık yapalım dedik, istanbul ve ankaradan kalkıp izmir otogarında tanıştık. fena da olmadı. ben, n7e ve ablası ülkü olarak bi güzel bi güzel bergamaya gittik. kendileri hala izmirdeler, ben erken döndüm. şirincede şarap içme ihtimalleri bile var.

bergama, daha doğrusu bergamalılar çok enteresan. "Cemil Tekstil- benim adım cemil" mesela. "cafe&bar"da çay olmayışı gibi. bergamalıların nedense etraflarındaki onca tarihi yapıyla hiç ilgilenmiyor oluşları, örneğin bi tane bile hediyelik eşyacı olmayışı. bergama müzesine "allianoi" dediğinizde şehir merkezine uzaklığını bile bilmeyişi gibi. 18 km canımcım. o kadar 1zeus birahanesi" vb yapı arasında otelcimizin kendisine ad olarak gobi çölünü seçmiş olması, gösterdiği otantik türk halılarıyla bezeli odada bir de nedense disko topunun bulunması... son günün son saatlerinde ülkü'yü vurdu mesela bunlar birikip. gül gül gül gül gül bi yer.

efendim bi de soğuk ve rüzgarlı. hatta bergama safi rüzgardan ve rüzgarla oluşmuş bi yer sanırım. neymiş, kuzey ege bergamayla başlıyomuş. izmirle 4 derece fark var. neyse ilk gün, asklepion. narsis hanım daha detaylı anlatacaktır, kendisi efendim şifa merkezi, rüyalardan teşhis, kaynak sularıyla ve bitkilerle tedavi.



ikinci gün, bergama müzesi... "yangından ve vandallardan ilk kurtarılacaklar"ı bi çırpıda yan yana koymuşlar ve lakin açıklamalar genelde şöyle: "onur yazıtı" ve "adak yazıtı". yani kime, niye, noluyo.. merak yok, açıklama yok. olsun efendim, en azından seramikler yerindeydi, Nymph hanımlar gülümseyerek bakıyolardı. ama en acısı Zeus Sunağı... 130 yıl önce resmen sunağı parça parça söküp sonra berlin müzesinde birleştirip sergilemeye üşenmemişler... biz iki tabelaya üşeniyoruz. maketi kalmış geriye. bi de fotoğrafları var. diş gıcırtarak yürümek insanın çenesini ağrıtıyo. sonra minik minik heykel başları vs. hani bizim göre göre arsızca "taş lan bu, bu ne len yarısı kırık" yaptığımız şeyler.
efendim son hızla devam.. taksici amcamızın bölgedeki turizm yetkililerinden daha bilgili oluşu ve taksimetresiz öğrenci fiyatı biçmesi büyük şans oldu. yolumuzun üstü kızıl kilise. İlk yedi hıristiyan kilisesinden biri, mısır mimarisiyle inşa edilmiş. restorasyon sürüyo. herkesin yol arkadaşı bi arkeoloji meraklısı olsun, çok zevkli geçiyo.



Akropole çıktık. eh tabii, hong kong'tan rusyaya uzanan bir turist kafilesi de bizimleydi. yine rüzgar, hep rüzgar, hep bi muhtemel yüz felci. uçuş uçuş. beyaz mermer okşama. tepedeki tabelaların silinmiş olması yüzünden iki dilde okuyup parçaları birleştirme hali. Zeus Sunağından geriye kalan resmen 20 adet taş. dünyanın en dik amfi tiyatrosuna kıyısından oturabilip korkumla yüzleşme. tepelere tepelere çık çık. Traian tapınağı, Athena tapınağı, Demeter tapınağı, kütüphane, Gymnasion... daha gider bu. Narsis'in de önceden belirttiği üzere, Efes'in gölgesinde kalan ve bunu hiç haketmeyen bi yer.
sonra vınnn... Allianoi.

ve varış.






çoktan tabelalardan siyah sprey boyayla adı silinmiş, bi haltmış gibi "yortanlı barajı" şimdiden yazılmış. dikenli tellerle çevrilmiş, "GİRİLMEZ". hadi ordan. zaten bir biz değiliz belli ki, çünkü tel bükülmüş kenardan. gir çık koş bak. alandaki tabelalar da sökülmüş. bi tek planı kalmış allianoi'un. kazılar durmuş, donmuş, sanki birileri çok küskün kırgın gitmiş... seke seke yan taraftaki iki adet "ormaniye evi". duvarları "allianoi sular altında kalmasın" yazılarıyla dolu. içi dışı, sıvası bile dolu: kalmasın, kalmasın... arkeologların fotoğrafları çerçevelenmiş, duvara çakılmış. şimdi kimse yok, su tesisatı bile baltayla kırılmış. 3 adet ılıca hala duruyor, osmanlı dönemindendi sanırım. içinden 50 derecelik buhar yükseliyor. yükseklik korkusuna söverek ve narsis'in çevikliğine kapılıp iniyorum. içerisi lağım kokuyor. hayır hayır tesisat yüzündenmiş, sular karışmışmış. öyle olduğunu umuyorum. narsis'i de ikna ediyorum yoksa ona da sövecek ve biz geldiğimiz andan beri zaten sövüyoruz.

benim içimi acıttı o terk edilmiş yapılar. insanların bir umut, birbirinin elini tuta tuta, zorla, umut ederek kaldığı binalar. umuttan başka şansı da gücü de olmayanların "bak biz burdaydık, bak biz denedik, bak gör biz inat ettik" demiş olmak için en azından... o fotoğrafları sular altında kalacak binada niye bırakır ki yoksa insan? neden hala "Allianoi'u kurtarmak için aranması gereken numaralar" listesini duvarda bırakır ki? Umut kırılıyor, parçalanıyor ama inat ediyor.

aşağıdaki posteri görüyoruz.


"tarih, onu çamur altında bırakanları yargılayacak"

sonra dönüş yolu. baraj sulama için... sadece sulama içinmiş. ben enerji diye ummuştum, hani o zaman "rüzgar gücü pahalı" falan deseler, bi derece. ama su. kırsal sulamada %70'e varan kayıpları olan bir ülke, "tesisat yenileme"yi düşünmeden, yine aynı kayıpları vere vere kullanmak için baraj yapıyor tarihin üstüne. göbeğine. çöreklenerek. bunları söyleyenlere de reel politik üstü "düzen böyle bre salak haberin mi yok" kıvamı cevaplar veriliyor. allahtan iktisat okudum, yutmuyorum, yutturmuyorum. zavallı iktisadın da bunlara alet olması içimi sıkıyo.
sonra... baraj çalışmasının durduğunu söylüyor taksici amca.
16 şubata yetişemeyecekmiş.


öyle tuhaf bi şi ki umut, kırıntısı yetiyor.

9 Şubat 2008 Cumartesi

fastball söylesin biz gidelim.

otobüs bileti almak, yola çıkacak olmak güzel bi mutluluk veriyo insana. 2-3 gün için dahi olsa.

mis. hem de ulvi bi şiyse... en mis mis.

6 Şubat 2008 Çarşamba

oda VS ben. tabii ki ben.

kazandım. odadaki eşyaların yeri maksimum fayda ilkesiyle değişti, ek raflar çakıldı, sürekli ordan oraya eşya taşındı, ne atılan ne satılan ve manasızca yer kaplayan eşyalar arasında bi ayıklama yapıldı (ki nefrrrret ediyorum bu süreçten, biriken ıvır zıvırdan), hatta gidilen bütün tiyatro, sergi vs kitapçıkları dahi atıldı. oh be. oda hafifledi, yer açıldı, artıııı sabah gün ışığı gözüme giricek, öyle uyanıcam artık. yaşasın mimar anne, yaşasın fizik kuralları. oh yani. ohh... odada simetrisi bozulan raflara annem takıldı, gözünü tırmalıyomuş ama allahtan benim mesleki tek deformasyonum fırsat maliyeti hesapları. takmıyorum tak açıyorum.

ikili ilişkiler ne komik.. iki seçenek var: ya güveniceksin ya da paranoyak bi ajan olucan. erkekler kısaca "ne gele, gele"yi takip ediyo galiba, bunlar dişi seçenekler. ikisi arasında gidip geldim ben çok. dönem dönem. ama şu an b şıkkı için fiziki yetersizlik söz konusu. haliyle a şıkkı. tek şıkka düşünce insan rahatlıyo... yani güvensizlik değil mesele, kişisel bi seçim. yoksa b şıkkını seçen de "ben sana tabii ki güveniyorum canımm" der. diyo. demiştim. neyse yani. ben a şıkkımla mutlu ve huzurluyum. huzursuz olmam gereken bir şey varsa, ben bilmeden kerizleniyosam da eğer... kader utansın. sanırım canımı sıkamam artık... ama yok. biliyorum. ummak değil, bu sefer biliyorum. genelde de bildim zaten, doğruya doğru. adam gibi adamlara denk gelmiş olmanın şansı var bende. neyse, yanlış biliyosam da... kader utansın. dedim ya, seçenekler kendiliğinden bire inince, kendi kendini telkinle ikna etmek değil bu: insan cidden bi ferahlıyo. hem enerjime yazık.

ay neyse işte, bilmeden okuyanı bayan, sonsuz başsız bi yazı. peh. nededimbenşimdi paragrafı.

*_*annem arkadaşlarıyla iddiaya girmiş, h.uluç kaç yaşında diye. annem 80, onlar 70 diyo. "anne 1939 doğumluymuş" dedim, zira gugıla sorma görevi bana verildi, annem de "a-aa niye öyle.." dedi. annemi seviyorum. şimdi de "o zaman ertekin 80'dir" diyo. inat genetik bi şi.*_*

"hadi yürü gidiyoruz" diyen insanlara sevgim saygım hayranlığım sonsuz. biri dürtmeden kıpırdamadığım için... hele bu ara. neyse, bu sefer çok şık bi dürtük geldi, güzelbacaklıkız'dan hem de. tanışmaya vesile mini gezi öncesi plan program iş güç. gidelim buralardan zaten.

hani bu mısır-hindistan arasındaki internet bağlantı kabloları mı her ne haltsa, o koptu ya.. hani hayat durdu, borsa kapandı falan. hah işte, okyanusun dibinden sadece 1,5 cm'lik kablo geçirip mucizeler uman zihniyetin alnından öpüyorum. bi gemi çıpası kadar yani mühendislik bilgileri... yaranamazlar bana. hıh.


odam toplu ve ferah ve mis. canım odam canım ben.

5 Şubat 2008 Salı

biz de ergendik, biz de okuduk, yeri geldi sinüs, yeri geldi kosinüs.

"matematik yeni bir deterjan mııığğğ- wa-wa-walll.. alacaksın sakızı, atacaksın ağzına..."

diye giden bir sakız cingılı. yıl 1992 civarı bi şi.
sonra derken, bi anda, yıl 2008. matematik çalışan kardeş. bu cingılla odaya dalan abla, kendince sempatik, kendince genç, kendince halden anlıyo. el kol hareketleri de tam yerinde. kardeş sadece:

"o ne yaa ne dedin sen? matematik ne hı?" diyo.

ve abla yaşlı ve abla çökmüş ve abla 8 yaşındayken wall sakızlarının içinden çıkan dandik duvar yazılarını yapıştırdığı minik dolabı hatırlıyo. dolap şu an kimbilir hangi eskicide alıcı bekliyo, üstelik o yapıştırmaları kazımak da uzun iş. ve abla kös kös, arkasına bakmadan, omuzlar düşmüş halde odadan çıkarken "piyi üç al" diye alışılmış bir espri yapmıyo, hayır, "pirekare" diyo. kardeş bıkkın, kardeş taze, kardeş genç ve yine "hıı?" diyo. anlamıyo. abla son hamle olarak hızlıca " haydarpaşa lisesinin nankör kimyacısı rabianın cesedini fırlattı" diyo, evet ders kimya değil, evet kardeş iyice korktu... ama olsun, kulağına çalınsın.. ve abla odasına gidiyo.




cingılın devamını unutmuş, gugıla soruyo.

içindeki yazıyı
yapıştır bir duvara
wa-wa-wa-wall
yapıştır lafını çıkar tadını!!

3 Şubat 2008 Pazar

daha önce de demiştim ben...


HARİÇTEN GAZEL okuyun diye... nerden bulayım derseniz, cevap gururla geliyor:

en yakın bayiiden isteyiniz.
olmadı bana sorunuz yaauv. nedir yani.

elinizi çabuk tutunuz.
bunla da yetinmeyiniz, iki ayda bir lütfen..











çorbada tuz sevinci

1 Şubat 2008 Cuma

theghoststheghoststheghosts

bu aralar her şey laura marling dilinde. hem adı da lilly marlene gibi. şu şarkı birkaç aylar yıllar öncesinde beni bulsaydı, tek başına dönmeye hak kazanan mp3 olurdu. eh eski günler hatırına... ve hayaletler için.



it's not like i believe in everlasting love.

muhafazakar olabilme/ kalabilme özgürlüğü.

türban konusunda yazmak bana düşmez; ama yazanlar arasında açık ara favorim gökhan özgün. radikal'e hoşgeldiğinden beri döktürüyor. ben bu konuya baktıkça aslında farklı islam okumalarının çatıştığını düşünüyordum, daha düzgün ifade eden çıkmış; hem de etmesi gereken şekilde. hats off to gökhan. katılırsınız katılmazsınız o başka; ama temelde ekstra-laik kesimin islam anlayışının pro-türban kesimle çatıştığı malum. türkçemin inceliğinden dökülüyorum.

neyse, geçiniz. ayrıca kadınlardan imam olmazken imam hatiplere kız öğrencilerin alınması gibi 80 sonrası enteresanlıklar konusunda da emre kongar dün ntv'de konuyu güzelce bağladı; ki her bağlanan konu gibi, dışarda bıraktığı şeyler var.

benim takıldığım konu başka... "hayat tarzlarına özgürlük" meselesi. şimdii.. ben mi yanlış anlıyorum, yoksa biz ciddi ciddi "muhafazakar hayat sürdürebilme özgürlüğü"nü mi tartışıyoruz? vay türkiyem vay. yani düşünün, bu aşamaya gelmiş olmamız bile bir şey. her şey bitmiş görmeyeli, muhafazakarlık korunmaya muhtaç azınlık olmuş. olabilirdi; eğer gerçek olsaydı. bu ülkede geçer akçe zaten muhafazakarlık; din, milliyetçilik, orta-sağ politikalar, vs vs... yani ben hangi ara uyuyakaldım da, muhafazakarlık korunması gereken bir azınlığın yaşam şekli oldu? burda söylemek istediğim şey kimsenin başörtüsüyle alakalı değil; konunun yanlış sunulması. bu konu için bir sürü başlık seçilebilir; kadın-erkek eşitliği (zira "türbanlı erkek" yok ve benzer görüştekiler üniversitede), temel vatandaşlık hakları (bkz. eğitim ve üniversitelerin zaten özerk ve politik olmasının gerekliliği) ve yaşam şekli (türban takan kadınlara yaşam alanı yaratmak). tayyip erdoğan bu üçü arasında savrulurken sonuncuda karar kıldı. ki benim üçüne de itirazım var.

öncelikle, eğer bu tartışma yukarda sayılan başlıklardan biri alanında reform olarak görülüyorsa insan ister istemez soruyor: peki aynı başlık altındaki reformlar neler? yani önceliği almasına bir itirazım yok, devamı gelecekse. bakalım bir: kadın-erkek eşitliği... hmmm... kadın sığınma evleri kapatılıyor, şirketler 150den fazla kadın çalışanı olursa kreş açması gerektiği için 149 kadın çalışıtırıyor ve devlet kendisi kreş açmıyor. çalışan kadın nüfusunun %70'i tarımda; ama toprak reformu yok, kadının tapusu yok, sigortası yok. çocuk ölümlerinde liste başına yakınız. daha gider bu. temel vatandaşlık haklarından eğitim: bu ülkede ruhban okulu hala açılmadı. kürtçe eğitim yasak. yani inandıkları uğruna eğitimden mahrum olmamaksa, buyrunuz ruhban okulu. anadili eğer inanç kadar mühim görmüyorsanız, o başka bir sorun tabii. halen yurt olmadığı için köyden kasabaya gidip okuyamayan çocuklar var ve hala boktan bir ÖSS belasına dolanmış vaziyetteyiz. üç: yaşam şekli... işte bunu seviyorum.

yaşam tarzlarının kabulü. konumuz bu. ve bizde herkes kabul görmüş ben buralarda yokken, konumuz türban olmuş. bu "başka mesele mi kalmadı" demek değildir; dediğim gibi, benim derdim bu yaratılan illüzyon. kabul görmeyen yaşam tarzları listemiz çin seddi kadarken, bunlar içinden o piti piti görece muhafazar olanı seçmek pek bir enteresan geliyor, dışardan bakınca. zira bence, tabii bu bence, diyelim ki çankaya'nın göbeğinde oturan türbanlı bir kadının yaşayacağı baskı benim kütüğüm sebebiyle gittiğim fatih'te yaşadığım baskıdan azdır. yoktur demiyorum; daha azdır. açıklamam da şudur: muhafazakarlık, muhafaza etmeyi temel alıyor. bu sadece türbanla da ilgili değil. ergenekoncuklar da türklüğü muhafaza ediyor, bakınız. yani muhafaza edilen değerlerin aksine, tersine, ötesine düşen her şey, değişime eşit oluyor: ikinehir'in çok güzel link verdiği üzere bakınız burhan kuzu hemen örnekliyor: "eşcinseller de eşit hak istiyor verecek miyiz?". vermeyecek. zira sanırım AKP hayal dünyasında ortalığı eşcinseller basmış, biz muhafazakar heteroseksüellerin yaşam şeklini korumaya çalışıyoruz. bu üstteki örneğimde kabul, çankayadaki nüfusun görece daha az muhafazakar olmasıdır. devamı aşağıda.

benim okuduğum gördüğüm şey, marjinalleşmiş, toplumun kıyısına atılmış yaşam tarzlarına veirlen güvencenin diğerlerininkini de güvence altına alacağıdır. varlığı reddedilenleri kabul görecek hale getirmektir hayat tarzlarına saygı. 5 yıl önce de muhafazakardık zaten. benim görmediğim bi cinsel devrim yaşanmadıysa... bekara ev vermiyoruz, hep diyorum ya. Kemer'deki heykelden nem kapmıştı mesela chp-akp her bir p. ben hala gece 12de tek başıma yolda yürüyemiyorum. ateistim diyebilenler hala ayıplanıyor. yani dünyanın tamamıyla beraber, bu aralar zaten muhafazakarlaşıyoruz, hep öyleydik. 80 darbesi öncesinde yaşayanlar da sevimli çiçek çocuklar değildi. şimdi zaten hızla içe kapanıp muhafazarlaşırken, başbakanım çıkıp "buuu hayat tarzlarına saygıdıırr" derse ben gülmiym de napiym?

bu kabaca "saygıyı hak eden hayat tarzı budur" demektir. öncelikle. ve dediğim gibi, bunun türbanla bir alakası yok, bu sadece bunu söyleme şekillerinden biri. oysa tayyip erdoğan bu gece otoban kenarında işe çıkacak travestilerin bırakın hayat tarzlarını, hayatta yaptıkları tercihi güvence altına alabilecek, bunu saygı duyulacak bir şey haline getirecek tek bir düzenleme yapsaydı, kendisini kaale alırdım. homofobik kabinesinin prensi burhan kuzu özür dileme gereği duysaydı, KAOS GL, Lambda kapatma davası yaşamasaydı... 301 mesela, vakıf malları... mesela, dullar mahalleye tehdit olmasaydı... ya da sulukule'ye buldozerler göndermeselerdi... adli sicil kaydı bulunan eski tutuklular yeniden suça bulaşmadan, temiz bir sayfa açabilseydi hayatta.. ya da bunlar için minik bir hamle yapılsaydı... ya da sahi, bu konuların varlığı tanınsaydı en azından. hani bütün o hayat tarzı sepetine bunlardan biri de, yalandan da olsa, atılsaydı. ya da muhalefetçik bu konuda adam olup hamle yapsaydı.

o zaman belki kabul ederdim, az bir ekstra-laik kesimin tükürür gibi baktığı türbanlı kadınların haklarının öncelikli olduğuna. ama acı gerçek şu ki, türbanlı türbansız, bıyıklı bıyıksız, herkesin elele verip buluştuğu tek bir "ortak payda" var: toplumun kıyısındakilere tükürür gibi bakmak, tükürükle boğmak. "tercih özgürlüğü" adı altında, sadece bir (1) tercihin varlığını tartışmaya kendini hapsetmiş iki kesim bunlar. diğerlerini korumayı geçtim, konuşmaya tenezzül etmiyoruz. zira laik kesimi de biraz kazıyın, göreceğiniz tek şey "mevcut muhafazarlık eksi türban"dır. yani muhafazakar kalma özgürlüğünüzü damardan mı, yoksa soft mu alırdınız, mesele bu. bakınız deniz baykal türbansız alıyor, ekstra buzlu. eh, bu türbansız muhafazakarlığın islam anlayışının nasıl laiklik diye tartışıldığını da buyrun bi zahmet yukardaki linkten okuyun; "zaten islam böyle bi şi değil ki" diye din tartışan laik kesim paradoksu.

yani türban üzerinden biz, kendimize şaka bir şekilde, muhafazakar olabilme ya da daha da muhafazakarlaşabilme özgürlüğünü tartışıyoruz. altın kaplamalı, pek bi nazenin değerlerimize sarıla sarıla. CHP'nin kendini neferi ilan ettiği, ekstra-laik kesim de hayat tarzına ters düştüğünü düşündüğü "türbana hayır"larken, örneğin Madımak yangını sonrası kıçını kaldırıp da protesto yürüyüşü yapmadı, anıtkabir'e doluşmadı. o zaman laiklik elden gitmiyor muydu? ya da devletin bir sürü homofobik hareketine göz yumdu, gerektiğinde destek oldu, eşcinselleri çürük ilan etti. her şeyi evet-hayırlayan yüksek bilirkişi ordu da mesela, madımak konusunda ağzını açmamıştı. ah sahi, bu ülkede herhangi bir vukuat çıktığında, tomar tomar telef edilenler ya öğrenci ya solcuydu: öylesine kabul görmüştü hayat tarzları... bu konularda eli kanlı MHP çıkıp "muhafazakarlaşma özgürlüğü"nden nemalanıyor şimdi... hayat tarzlarına saygısı sonsuzmuş zira. evet, bahçelievler'de de saygıda kusur etmemişlerdi. hadi onların "sicili bozuk" tüsiad'cım, sorarlar adama sen naptın diye... kenan evren'i ressam yaptınız anca.

üzgünüm leyla, evet bu işler çok zor gonca; toplumca boyunumuz bükük baktığımız, kendimizden utandıran kesimler dağlar kadar; biz yine muhafazakarlığımızı ne dozda alacağımıza kitlendik. light muhafazakar koyu muhafazakardan farklı okuyor islamı, eyvah dünyanın sonu.

hayat tarzlarına özgürlük: muhafazakar olsun da, türbanı olsun muuu olmasın mı.
gerisi üç maymun. konumuz bu kadar basit aslında.

yemişim tartışmalarını. hiçbiri bana yaranamıyor ve yaranamayacak. sebeplerim de belli. suni gündem yaratmanın da bi haysiyeti var yahu. GATA düğümüymüş! bu kafayı örtsen ne fark eder, örtmesen ne fark eder ki? içi halen ırkçı, hala homofobik, hala birilerine kinli. başı açık teyzelerden kaçı kızının lezbiyen olmasını kabullenebilir, parmak kaldırsın (bakınız oğlu konusuna girmiyorum bile). hadi AKP-MHP muhafazakar sağcı kanat, sen naaptın canım solcu türkiyem? aşure dağıtmakla merkez sol olunmuyor be kuzu. önce sen reddettiklerini fark et, sonra tartışalım bakalım, kimin hayat tarzı tehlike altında, kiminki hiç kabul görmüyor.

masallar aleminde türkiye, bu dediklerimi duyunca hep aynı cevabı veriyor sanki: o kadar da demedik ki amaaa. demediğiniz kadar muhafazakarsınız oysa canım türkiyem. özgürlükten başı dönmüş iki farklı muhafazakar sıkıntıdan birbirlerine hırlıyor, üstelik özgürlük adına.

kerizleniyor muyuz ne?

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker