30 Kasım 2011 Çarşamba

mor

çok şikayet edebilirim; ama etmeyeceğim. vazgeçişler sessizlikle geliyor be blog ve ben o kadar güzel vazgeçiyorum ki. beceriksizlikleri, üslupsuzlukları, arsızlıkları ve sırtıma yaslananların yükünü düşünmeyeceğim. çünkü şu zavallı beynimin gri hücreleri günde 10 saat bununla zonkluyor zaten.

oysa ben mutluyum, çok mutluyum.bir tek bunu düşünmek istiyorum. 
şöyle bi şi, tıklayınız:


mesela ben marshmallowlu sıcak çikolata yapıyorum evde, en sevdiğim şeylerdendir. içiyorum onu, mis. mesela benim portakallı earl grey çayım var, binbir aromalı bir beyaz çayım var. içiyorum, mis. arkadaşlarıma duble rakı içiyorum, o da mis. bak bir bardak sıvı insana nasıl da yetiyor. öyle bir şey.

uzaklardan kart atmak istiyorum, tek yöne biletler istiyorum. anneannemin sözünü dinlemek istiyorum. benim anneannem, her şey bir yana, "vizyoner kadın"dır. öyledir o, hep bilir. şimdi düşündüm de, mesela 1946'da o rollercoasterda olabilirdi. böyle gülebilirdi. 

oturduğum yerde başka bir aleme gidiyorum, bambaşkalardayım. haberleri filan okumayı da bıraktım, takip etmek istiyorum ama iç karartısından bunalıyorum. yapamıyorum. kota aşımı gibi.  belgesel izleyeceğim, bir sürü. onun hayalindeyim. mesela menekşem yine mor mor çiçek açtı, tazecik yaprakları büyüyor. bu bana yetiyor. burayı değil, uzakları düşünmeye başlamak istiyorum, menekşeme bakıp bakıp.

Helvacııı helvaaa, şeker pamuk bu helvaaa

bu aralar en çok güldüğüm şey, twitterdaki tatlı_sozluk hesabı. gördüğüm kadarıyla en büyüğü 8 yaşında olan ama genelde 3-5 yaş aralığında çocukların laflarının kayıtları. hani "ay ne kadar da büyümüş de küçülmüşler, ne şirinler öyle!" halleri yok, bunlar sahiden çocuk. yoksa anasının lafını babasına satan çocuktan korkarım.

öyle zamanlarda öyle şeyler denk geliyor ki, günlük fal niyetine kullanıyorum sayılır.
bugünkü falımız 3,5 yaşındaki Ali Mert'ten :


-Ali Mert söyle bana bu hayattan beklentin ne? Nedir yani istediğin?
-Helvacııı helvaaa, şeker pamuk bu helvaaa.

benim de öyle ali mert, vallahi benim de öyle.

28 Kasım 2011 Pazartesi

bugün hava güzel

bu aralar blogcum, hayat bana güzel. hayat hızlıyken güzel, aniden güzel, birlikteyken güzel, bir anda güzel. hayat, hayatlığını yapınca güzel. hayat gözbebeğinde güzel. hayat en içten haliyle "hadi" dediğinde güzel. hayat öyle tuhaf bi şi ki aslında hiçbir fikriniz olmadığı anlarda en güzel. hayat tersliklerle güzel, güzel işte. en bilmediğiniz zamanlarda çok iyi bildiğiniz için güzel. bilmekle güzel, bildikçe güzel.

bugünlerde her şey pek bi orhan veli; ama en çok da cemal süreya. bugünlerde her şey güzel, en çok da hava güzel. hele ki anılar düş değeri kazanıyor ya, en çok da ondan. bugünler, o günlerden blog. hiç haberleri yokken, ne kadar da güzeller.

bu aralar kelimeleri tepe sersemi yapacak hallerde olduğumdan, pek yazmak gelmiyor içimden. bir kilo pamuk mu ağırdır, bir kilo demir mi gibi gibi. kafam bir kilo demir gibi, kalbim bir kilo pamuk gibi. aslında ikisi de kuş tüyü gibi. ne bileyim işte, hayat güzel.
 



22 Kasım 2011 Salı

yılbaşı listesi gibi

bu ülkede etrafımızda olan bitenle az biraz ilgiliysek, gazete filan okuyorsak, içimiz şişiyor. yılgınlıkla, bezginlikle doluyoruz. despot yönetimlerin üzerimize yağdırdığı o karanlık mutsuzluğa, o ümitsiz teslimiyete giderek daha çok gömülüyoruz. bu durum da pek bir normal, niyeyse.

22 kasım, geriye dönüp "buralar dutluktu ve biz çocuklar gibi şendik" diyeceğimiz gündür belki de. merhaba TİB, her nerde kime sinir olup, kimi kara listeye alıyorsan. yeni neslin mandrake'si olarak, şapkadan tavşan, internetten öcü, demokratik haktan örgüt çıkaracağın günlerin şerefine.

~ ~ ~

mesela ben, başbakandan başlayarak, bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler, daire başkanları, memurlar ve hatta taşere personel de dahil olmak üzere, kamu çalışanlarının terbiyesini dert etmek istemiyorum. her cümlesinin hakaret, alay ve üslupsuzluk olduğunu hissederek, "seçilmiş"liğini üstümde kutlayan birilerini dinlemek istemiyorum. bana söylediği şeyle değil, söyleyiş şekliyle ayar veren bir "kamu" istemiyorum. dinlememeye, kaale almamaya dayalı bir güç kullanımı istemiyorum. üstelik bu ne menem bir güç gösteriyse, belediye otobüsü şoföründen zabıtasına hepsi "ben devletim ulan!" kafasıyla sizi terörize edebiliyor. vatandaş olarak, bana bakınca azarlanacak çocuk, kulağı çekilecek köle gören bir devlet istemiyorum. adam yerine konmak istiyorum, devletin beni "beğenmeme" lüksünün olmamasını istiyorum.

madem kendinden yukarda görmeyi gururuna yediremiyor, bari göz hızasında kalayım; ama ben o vergileri, bir bakan çıkıp da "duble yol yaptık ya, ehü ehüehü" diyebilsin diye ödemiyorum. her gün saat başı emeğimin karşılığında, acısından susan bir aileye "oğlunuzu terörist sanıp vurduk ama iyimser olup diğerinin yaşadığına şükretmelisiniz" diyen bir içişleri bakanı almak istemiyorum.

kendini yetiştirmiş, yetişebilmiş insanı küstürmeyelim istiyorum. kafası çalışan, becerikli, özverili, eğitimli, efendi bir sürü arkadaşımın işsiz güçsüz aylar geçirdiği veya bir iş bulduğunda onda biri kapasitede olmayanlarca ezilerek sömürüldüğü bir ülkedeyiz. dünya da böyle. ama mesela bu insanlardan bazıları kamu görevinde çalışıp, vatan millet sakarya için faydalı olmak istediğinde, ayaklarına basılmasın, hevesleri kırılmasın istiyorum. bir işin çok üstünde özelliklere sahipken, iti ite kırdırma yöntemiyle en azın da azını almalarını istemiyorum. kendim de dahil, böyleyken böyle. askere giden arkadaşlarımın, askerlik dönüşü boş boş aylar geçirip karamsarlığa gömülmelerini istemiyorum.

bu ülkede yaşatılmış olan ve yaşatılmaya devam edilen acıları bilmek istiyorum. benim vatandaşlığını taşıdığım, nüfus kağıdını, pasaportunu gösterdiğim devletin, diğer vatandaşlarına nasıl davrandığını bilmek istiyorum. birilerinin can acısını, çığlığını duymak için çabalamak veya sırf bu acıyı duydum diye bile suçlu durumuna düşmek istemiyorum. 1994'te 3 yaşında bir çocuğun telsizli amcalarca götürülüp bir daha geri gelmediğini 2011 yılında öğrenmekten utanmak istemiyorum. kıyametler kopsun istiyorum, 3 yaşındaki bir çocuğun 20 yaşında olamayışı rüyalarımızdan çıkmasın istiyorum. ben "bunlar olurken neredeydim, nasıl duymam, nasıl görmem?" diye can acısı, vicdan sızısı çekmek istemiyorum. bir devletin canı acımıyor diye, benim gözlerim dolsun istemiyorum, tarifi zor. birileri sorumluluk alsın istiyorum. bunları görüp söyleyenlerin de aynı sonsuz kayboluşa mahkum edilmemesini istiyorum.

neyi, nerede, ne kadar ve nasıl düşüneceğimi bana söylemesinler, bana sürekli daralan çemberler çizmesinler istiyorum. düşünmekten korkmamak, utanmamak, çekinmemek istiyorum. düşününce, dert edince, iç sızı duyunca, birileri "aferin" desin istiyorum, destek olsun istiyorum. anayasal hak olan parasız eğitimi başbakanın gözüne sokarak hatırlattı diye gencecik insanların hapis yatmasını istemiyorum. her itirazın örgüt üyeliği olmamasını, örgüt kelimesinin akla suçu getirmesini değil, mesela sivil toplumu düşündürmesini istiyorum. meslek odalarının yegane adalet arayıcılar olarak kalmasını, onların da ilk fırsatta baltalanmasını istemiyorum.

bir suç işleyip hapse düşmüşlerin, engizisyon zindanlarına atılmışlar gibi bir muamele görmesini istemiyorum. ortalama bir bireyin "kana kan, dişe diş"diyebileceği anlarda, devletin devlet olup "kardeşim burda kanun var, adalet var!" diyebilmesini istiyorum. höt diyecekse, adalet için desin istiyorum. hapiste diye hastalığının tedavisinden mahrum bırakılmak, psikolojik şiddet ve izolasyonla tehdit edilmek, türkü söyledi diye 1,5 yıl görüş yasağı cezası almak, böyle keyfiyet istemiyorum. her ne olursa olsun devletin, nüfus kağıdı verdiği kişiye bakınca anayasal haklara sahip eşit vatandaş görmesini istiyorum. gözaltında, hapiste, sorguda çocuğu kaybedilmiş binlerce ailenin hesap sormasının "terörizm" olmasını, her şeyin bu kadar kolay "terör" ilan edilmesini istemiyorum. devletin, vatandaşıyla it dalaşına, mahalle kavgasına tutuşmamasını istiyorum.

sonra mesela, doktorun, öğretmenin, savcının avukatın, insan gibi çalışmasını, emeğinin kutsallığından şüphe etmeyecek kadar takdir edilmesini, hakkını almasını istiyorum. bir öğretmenin atanamamasını, bir doktorun hasta bakamamasını, bir avukatın adliyeye üstü aranarak girmesini, bir polisin yakaladığı her suçlunun savcı tarafından serbest bırakıldığını bile bile çalışmasını istemiyorum. fedakarlık yapanın takdir edilmesinin, saygı görmesinin normalleşmesini istiyorum. Normalimizin sürekli anormalleşmesini istemiyorum ben. 

Meslek içi ihlallerinin denetiminin de cezasının da benim adıma yapılmasını istiyorum, ensesi kalınların keyfiyle değil. çevrenin, sağlığın, işçi güvenliğinin her toplantının son üç konusu olmak yerine, başlı başına toplantı gündemi olmasını istiyorum mesela. imza atmalara doyamadığımız; ama uygulamadığımız uluslararası standartların hayata geçmesini istiyorum. mesela bir zahmet veri tutulmadığı için, Türkiye'de hiç iş kazası yokmuş gibi görünmesini istemiyorum. Zamanında tersanelerde kum torbası yerine kullanılan işçilerin ölümünün alnımızın en kara lekesi olarak kalmasını, maden işçilerinin ölümünün kömürden kara olmasını istiyorum. ben unutsam da, siz unutsanız da, orada birilerinin tek işinin hesap sormak ve hesap vermek olduğunu bilmek istiyorum.

Yetkililerin zafiyetler karşısında kendilerini ve kurumlarını değil, öleni, arkada kalanı, vatandaşın hakkını korumasını istiyorum. Selde, depremde benimle alay etmeyi bırakıp işini yapsın istiyorum. İşi nasıl yapacağını bilmiyorsa, yüzünü kızartıp, bunu kabul edip, hemen bir bilene sorsun istiyorum. kendi inadı ve egosunun insan hayatının üstüne çıkmasını istemiyorum. acil durum planı olmayanların, her günü her şeyin normal geçeceğine güvenerek yaşayanların görevden alınmasını ve hatta "halk güvenliğini tehlikeye atmak ve görevi kötüye kullanmak"tan yargılanmasını istiyorum.

birilerinin kimliğinin sürekli afişe edilmesini, dilinin, dininin, cinsel yöneliminin, avaz avaz bağırılmasını istemiyorum. bireyin de kurumların da sürekli bir hak ihlaliyle boğuşmasını istemiyorum. birilerinin eşitlerden daha eşit, birilerinin de eşitlerden daha aşağı olmasını istemiyorum. görünmez ama bilinir hiyerarşiler istemiyorum. barıştan korkulmasın istiyorum, barışabileceğimize inanabilelim istiyorum. ne olduğunu bildiğimiz bu ülkenin, birilerinin en faşo hayallerine uydurulsun diye şekilden şekle sokulmasını istemiyorum. insanın insandan korkmadığı bir denge istiyorum. ölmenin o kadar kolay olmadığı, yaşamanın, mücadelenin en yüce değer olduğu bir ülke istiyorum.

denizin, ormanın, sulak alanın, kurak alanın, bozkırın, makinin, her türlü yaşamalanının rantiye olarak görülmesini istemiyorum. bu ülkenin 2 boyutlu bir haritadan ibaret olmadığını, 3 boyutlu bir doğaya sahip olduğunu sindirelim istiyorum. Avrupanın en fazla endemik türüne sahip olan bir ülkede 4 bin tane baraj projesinin planlanmasının, plansız bir histeri olduğunun kabul edilmesini istiyorum. çevreden bahsedince manisa tarzanı muamelesi görmek istemiyorum. hani hıristiyanlıkta 7 günah vardır ya, işte ülke yönetiminde de o 7 günahtan azıcık korkulsun istiyorum. sokak köpeklerini düzenli olarak zehirleyen belediyelerin "yetkili"lerinin partilerinden ihraç edilmesini istiyorum. pet shoplar kapatılsın, barınaklardaki hayvanlara ev bulunsun istiyorum.

şehrin benim olmasını istiyorum, parkın, sahil yolunun, yürüyüş alanlarının. çocuk parklarının paslı tenekelerle dolu tetonoz abideleri değil, mesela zemini yumuşak betonla kaplı, ahşap, çocuklara faydalı yerler olmasını istiyorum. şehrin yüzme havuzlarının, spor tesislerinin olmasını istiyorum. olamadığı yerlerde de bari kaldırımları ispark otopark olarak işletmesin istiyorum. anadolu şehirlerindeki nüfusun büyük şehre sanki rüya alemiymiş gibi imrenmesinin bitebilmesini istiyorum, kültür, sanat, çevre, spor konularında bir minimumun her yerde sağlanmasını istiyorum. Yaşadığı yeri sevebilen kişinin sahipleneceğini de bilen yerel yönetimler istiyorum. parayı nereye harcıyorsa, ne planlıyorsa, tek tek anlatsın, hesap versin istiyorum. la hey'deki ilçe belediyesi yıl sonu bütçesi artı verince yaşayanlara "park mı yapalım, x y z mi yapalım?" diye sordu, oy birliğiyle çocuk parkı yenilendi. bu kadar basit bir katılımcılığın bize çok görülmemesini istiyorum.

kamu da özel sektör de, işini ehliyle yapsın istiyorum. Turisti görünce masayı silen esnafın, yerli müşterisine burun kıvırmamasını istiyorum mesela. her türlü aksilikte "aman bizim halka müstehak! böyle pisler, vandallar!" demek yerine, en iyisinin verilmesini istiyorum. turisti de yolunacak kaz değil, insan görsün istiyorum. çalışanın en iyiye layık olduğunu düşünmesini, kendisi için de her türlü hakkı savunmasını, gelen müşteriye de böylece saygı duyabilmesini istiyorum. insanların işlerinden nefret etmeyeceği bir sosyal devlet istiyorum. kendi emeğine saygı duyabilme hakkımı istiyorum. engellinin, kadının çalışabilme hakkını hepimiz dert edelim istiyorum.

her konuda, her fırsatta ikilik yaşamak yerine, uzlaşma kültürü istiyorum. birbirimizin gözünü oymamanın daha büyük bir fayda yaratmasını istiyorum. trafikte delirmeyelim tabii; ama birbirimize girmek yerine belediyeden ulaştırma için daha iyi hizmet talep edebilelim istiyorum. söylenmek yerine harekete geçebilelim istiyorum. devlete en sade soruları bile sormaktan korkup sonra her fırsatta yanındakine hırlayan manyaklar olmayalım istiyorum.

insanlar istediğini sevsin, istediğiyle yaşasın istiyorum. eşcinsel çiftleri, transseksüelleri taşlayan vatandaşın da memurun da o kızgınlığı bir zahmet  pedofillere göstermesini istiyorum. Sorunu sadece bir "kadın" sorunu olarak değil, "ataerkil düzen" sorunu olarak görebilen yetkililer istiyorum. kadının sadece ana veya sadece çocuk olmadığı bir sistem istiyorum. 5 kadından 4'ünün ev kadını olmasının bize utanç vermesini istiyorum. taciz şikayetiyle polise gidince, polisin önce saatine bakıp bana "ama geç saatte dışardasın" imasında bulunmaya cüret edebilmesini istemiyorum. birbirini sevenlerin öpüşmesinden korkmak yerine, etrafındaki kadınlara hayatı dar eden manyakların "psikolojik işkence"den ceza almasını ve hayatı boyunca gözetimde tutulmasını istiyorum. çocuklara cinselliği tü kaka, sevgiyi ayıp diye anlatmak yerine, olası tacizler karşısında susmamayı, bedenlerini sevmeyi, ona sahip çıkmayı öğretelim istiyorum. 

çocukların bizim oyuncaklarımız değil, TC vatandaşı bireyler olduğunu fark edelim istiyorum.  sadece temiz, uslu ve akıllı çocuklar değil, tüm çocuklar sevilsin istiyorum. tinerci çocuklara canavar gibi bakılmasın istiyorum. mesela şam fıstığı kırmak için parmakları unufak olan minikler istemiyorum. pamuk tarlasından koca yatağına giden minikler istemiyorum. gözünün içine bakabileceğim çocuklar, gençler istiyorum ben; gülümsemeyi unutmamış insanlar.

çok basit şeylerin, hayattan zevk almanın, geleceğe güvenle bakmanın, kendine vakit ayırmanın, basit reklam metinlerindan fazlası olmasını istiyorum. kör kurşunla, seken kurşunla, ay pardon yanlışlıkla, çukura düşerek, kuyuya düşerek, alt geçitte selde boğularak, düğünde vurularak, çalışırken veya tatildeyken, ölüvermek istemiyorum ben.

bu kadar kolay ölemeyelim istiyorum. şuncacık hayatımızı çok sevebilelim, sevmekten utanmayalım, sevgimize, varlığımıza, emeğimize saygı duyulsun istiyorum.

*
başka şeyler de var tabii.
çok şey istemediğimi de biliyorum; ama bunları istedikçe aldıklarıma bakıyorum, bakmaktan yoruluyorum.

21 Kasım 2011 Pazartesi

...and we're back!

aay ay bu blog bu kadar ara verildiğini görür müydü yahu? sanırım bir ilk. galiba iki parça halinde yazmalıyım? neyse, başlayayım, uzasın gitsin. siz bölerek okursunuz.

- intronun sonu, derin nefes -

neyse, gittim, geldik. ne güzel oldu.

bayram tatili sonunda londra'yla ilişkimin temeli: saygı. korku değil. "çok pis döver" gibi değil de, "çok pis bozar" gibi. hani haydarpaşa merdivenlerinde "seni yenecem istanbul!" dersin de, mesela liverpool street station'da bunu yapsan akabinde "hohoho" diye bi kahkaha patlar gibi. ne bileyim, simpson severler için: bart'tan değil, lisa'dan çekinmek gibi.

o british museum var ya, there's nothing british in it. kimse bana "ama döönnyaaa tarihini eeepimize ücretsiz sergiliyollaa!!" demesin. versin efendim o zaman tur paketlerinin, hediyelik eşyaların parasını! 19. yy sonunda ne halde olduğunu bildiğimiz osmanlının, ingiltereye kafa tutamaması da cahillikle falan açıklanmasın rica ederim. orası çok güzel düzenlenmiş, harika işletilen, örnek bir talanhane.

tapınak vardı orda. koca tapınak. nereid tapınağı. arkasında mesela zakkumlar, lacivertler, begonviller olacak bir tapınak, rüzgarsız, iyotsuz bir odada hapis tutuluyor. biliyoruz bunları, yeni değil; ama peşpeşe görmek dehşete düşürdü beni. karakalem resmini çizen öğrencilere "arkasına deniz filan yapın nolur" diyecektim, yaşlanıyorum heralde, bi şi demedim.
didimden giden heykeller, knidos, bodrumun güzelim mausoleum'u, likya, xanthos, her yer, her şey. yunanistanın parthenon davasıyla ilgili "yunanistan ne istiyor? müzemiz ne diyor?" bilgilendirmesi vardı. istediğini anlatsın, hikaye. minicik ilkokul çocuklarının müthiş bir zevk ve disiplinle resmini çizmeyi denediği her şey, HER ŞEY akdenizin. her şey lacivert ve tuzlu olmalı aslında, gri ve yağmurlu değil. 1 salonluk kuzey-batı avrupa dışında her şey.

hayvanat bahçesi gibi bir şey o müze; içinde zorla tutulanlar hayvan değil mermer heykel, o kadar. dünya mirasını yemişim, yok böyle bir yalan, talan! iç acıtıyor. afrika bölümünü gezerken, bir vitrin dolusu maske vardı. bir tanesi de "beyaz turist maskesi". bildiğiniz, panama şapkalı, hafif kilolu ve sırıtan, vasat amerikalı turist; ama 19. yy'dan. ahşaptan oyma bir maske. bu fotoğraftan tam belli değil. uzun uzun oturdum karşısında, güler misin ağlar mısın?  beyaz adam, törenlerde bir karakter.

neyse, müzenin tamamını gezip bacak ağrısıyla kıvrandıktan sonra, yürüyüş hakkımı şehre ayırmaya karar verdim, başka müzeye gitmedim ve tabii ki 8 günü ingiltereye söverek geçirmedim. oyster sayesinde dön dolaş. piccadilly, soho, portobello, brick lane, thames, columbia market ve ve ve diğerleri. bu arada arkadaşlarla buluşmaca bile sıkıştırdık ki bence çok güzel oldu. buckingham'dan gelen süvarilerin geçidini bile gördüm adamım, kraliçenin de tahttaki 60.yılı, jübilesiydi. daha nolsun? londra, bizim olabilir, olsundur.

- birinci bölümün sonu, çay ve ihtiyaç molası -

müzesi içimi buruşturup atmış olsa da, londra, canımız. bir kere, kaldırım neymiş öğrendim. bizimkiler kaldırım değil, yol tırtığı. yayalar olarak arabalardan tırtıkladığımız ve yerden yükseltebildiğimiz kısımlara kaldırım diyoruz ya, aslında öyle diilmiş o. bir tek arabanın bile işgal etmediği, 4 kişinin yanyana yürüyebildiği, düzgün taşların döşendiği bir şeymiş kaldırım. inanmazsınız, bebek arabası, tekerlekli sandalye filan da gidebiliyor üstünde. çok enteresan bir şey. bi an için sanki yaya olarak varılma hakkınız bile oluyor. yaya geçitlerinin de yoldaki zarif zebra desenlerinden fazlası olması, iç gıcıklatıcı. çılgın ingilizler.

bir de efendim, vatandaş-kamu ilişkisi. bir garip, bir tuhaf. nerdeyse bizimkinin güzelliğinden şüphe edecektim. mesela kraliçe victoria'nın parkı var, tamamı tellerle çevrilmiş, 2012 olimpiyatları için süsleniyor. şimdi öyle bir tel olsa burda, üstünde ne yazar? "yenileme çalışması- girmek yasaktır!" filan, di mi? buradaki versiyon şu:
"hepimizin çok sevdiği yapay gölü şimdilik kuruttuk, temizleyip yeniden doldurup içine balıkları getireceğiz. kurutttuktan sonra çıkan atık toprağı da ilerideki alanda saklıyoruz, uygun bir şekilde bertaraf edeceğiz. hepsi bittikten sonra parkın bu bölümü aşağıdaki canlandırma resmindeki gibi olacak" - AÇIKLAMA!
höt zöt değil, resmen izahat! ayrıca "yapılmaktadır- edilmektedir" tipi bir soğuk savaş emir-komuta zinciri diliyle değil, "biz" diyerek, samimi bir şekilde. dünyam şaştı.

"sen anlamazsın, uzak dur salak!" değil, uzun bir hesap veriş; çünkü o park, vatandaşın. çünkü o parkı tellerle çeviren kamu birimi, vatandaşı o göl etrafında dolaşmaktan alıkoymuş gibi hissediyor kendini, açıklıyor: sizin için, bunu şunu yapıyorum. park, belediyenin, valiliğin adım basmamıza izin verdiği özel mülkü değil yani, bildiğiniz vatandaşın alanı. devlet, vatandaşa bu kadar basit bir şey için bile 4 paragraf izahat verebiliyor işte canım blog. sen daha otur, vatandaş ne, devlet kim, kamusal alan filan. "kamu"sal alan budur işte: park. o parkın, öncelikle benim oluşu, benim bile olabilişi.

hyde park'ın umumi tuvaletini ayrıca yazmam lazım. bugün, benim diyen restoran bu kadar temiz değil istanbulda. adamlar neyi nasıl ve ne hızla temizliyor bilmiyorum, en kalabalık metro ve otobüs duraklarının dibinde ve hyde park'a bağlı tuvaletin hem kadın hem erkek bölümü az önce kullanıma açılmış gibi temizdi, sıcak su akıyordu, el kurutma makinesinin enerji verimliliği konusunda yine uzun bir izahat vardı. fotoğrafını çekmediğime yanarım. sabiha gökçen havaalanı ise sabah 8de bile kokan ve girilmez halde olan kabinleri için "ah bizim insanımız pis işte, ondan bu rezillikte tuvaletler!" demenin ötesine geçmiyor mesela. yoksa hyde park'a hep lordlar ve düşesler gidiyor, İSG yönetimi haklı. bu vesileyle söyleyeyim, "bizim insanımız pis" kadar aşağılık bir savunmayı bana yapan yetkiliyle sabah güneşi eşliğinde kavga ettik.

londra derken: sonra mesela en alakasız otobüs durağında bile oradan geçen hatların her bilgisinin yer alması, bilgi kağıdı olmayan panoda ise "bu metni okuduğunuza göre bilgilendirme yazısı yok demektir. lütfen hemen xxx nolu telefonu arayın, nerde olduğunuzu söyleyin, telafi etmemize izin verin. elimizden geleni yapıyoruz, sizlerin desteğiyle daha iyisini yapacağız. teşekkürler." yazması. ben de işte böyle "aaa vatandaşlık demek böyle bi şiiiii...." diye aval aval dolandım.

bunun dışında, yılbaşı vitrinleri, bonfire neşesi, müzikaller, kabareler, bira bira bira efendim. bir de en bi havalı doğumgünü hediyelerim. 8 gün azdı; ama dolu bir girizgahtı. üstelik, londra en güzel haliyle 2 kişilikti.

- ikinci bölümün sonu, ana öğün yenebilir-

sonracığıma, istanbula geldiğim gibi ertesi gün yine gittim: cannes. 2 gün boyunca en bir angarya şekilde çalıştım ama bi yandan da her türlü deniz ürününü yedim, isilik dökmekten korksam da bir şey olmadı. salyangoz güzel bir şeymiş, çekirdek gibi yenebiliyormuş. 2 michelin yıldızlı aşçı yemeği bile denedim; ayrıca fiyatları da öyle uçuk değildi. sağolsun şef yemekten sonra bize mutfağı ve köşkünü gezdirdi. 

cannes'da hava çok güzel ve güneşliydi efendim, gerçi ben vampir gibiydim ama camdan bakınca güzel görünüyodu. yine de işte, anılarım genelde akşam yemeğiyle ilgili. bu arada çok yakınımdaki mariage freres mağazasını gördüğümde çoktan kapanmış olması, hüzünlü bir tesadüf. neyse efendim özetle cannes, lüks ve şaşaa içinde yaşayıp gidiyor.

dönüş yolunda air france ve CDG kardeşlere doya doya söverek, aktarmalı iç hat rötarı yüzünden istanbul uçağını kaçırıp 6 saat pariste havaalanı kuşluğu yaptık; gerçi la durée'li bir havaalanı ve yedi adet dekorasyon-tasarım dergisi ile vakit beklenenden hızlı geçti. sonra bi saat daha rötar. 

sıfır uyku ve istanbul, ev, 2 saat uyku ve ankara. uçuşumu iptal edip yarım saat sonrasına bilet kesen; ama bana bilgi vermeye gerekli görmeyen sevgili thy, o yorgunluğun üstüne tuz biber oldu. tam 24 saati yolda geçirerek kendimden ve oturmaktan sıkıldım. zaten paris-istanbul uçağında bi ara koridorda koşmayı bile düşündüm, onun yerine şarap içtim.
yine de yollar güzeldir ve kitaplarlarlar okunur. şikayetim bel ağrısından, başka şey değil.

- üçüncü bölümün sonu, yemek üstüne bi kahve fena olmaz -

esenboğa havaalanının kazuletliği beni üzüyor. çok "şık" olabilir; ama batılılaşmanın şapka takarak olmadığını geçen yüzyıl öğrenmiştik sevgili dostlar. ödül de almış olabilir, her 5 kişiden 4'ü ödüllü zaten. ben mekanın kullanım kolaylığına takılmış durumdayım. yıl 2011, çok şükür işinin ehli tabelacılar var. tam çıkışa gelmişken "otobüs biletinizi almadan çıkmayın!"ı minicik yazmak, bilet satışını dingil bir şekilde sigara büfesinden yapmak; ama bunu hiçbir tabelayla izah etmemek, yönlendirme koymamak, büfede bile bir "bilet burda" ibaresinin olmayışı "ankaraya sadece ankaralılar gelir hemşerim!"den başka bir şey değil. her şeyi infoya sormak, sormak, sormak. o zaman ödülünü de ingilizce tanıtmayıver.

bileti alıp dışarı çıkınca koca esenboğa-kızılay ego hattının durağının olmaması, durağı gösteren şeyin üzerinde, 10 punto times new roman ile yazılmış, "DUYURU! sayın yolcularımız, lay lay lay hepsi türkçe bir metin bu" yazılı bir A4 olması- AAGH yani. sabah 7.30 itibariyle otobüsü beklerken "VICTORIAAA!" diye bağırmak istedim, sesim çıkmadı. 

içim şişiyor böyle beceriksizliklerden. hoş bu beceriksizlik bile değil - umursamazlık. o yüzden de çok büyük bir terbiyesizlik. ayrıca otobüste bilet satışı kaldırıldı diye, elinde 3 bavul ve bebek arabasıyla binen çifte "içeri girip alıcan, 20 dakika sonrakine binicen" diye şoförün arsızlığı, inanılmazdı. gardiyan gibi, bekçi gibi, o da "devlet!" işte. hepimizden çok. normalde bir şoför bunu söyleyemez. "sonraki otobüse 20 dakika var" diyebilir, hatta uygulama değişikliği ile ilgili bilgilendirme yapılmadığı için özür de dileyebilir mesela; ama "20 dakika sonrakine binicen, in şimdi!" diyemez. ama o otobüs belediyenin olduğu için, hepimiz melihiz tabii, diyebilir ve netekim- diyor canım ülkem. o otobüste buna takılan sadece 2 kişiydik.

- sonsöz-

neyse, ankara, ev, geçmiş olsunlar, sağlık olsunlar, sevmek güzel şey. 2 gün ne dolu, ne doyurucu geçti,öncesinde de londrayla ne güzel tanıştım! şimdi odamda 3 ayrı bavul, tuhaf eşya yığınları ve toz var. döne döne temizleyecek olmaya üşenmiyorum bile, tören gibi yapıcam sanırım. bu sabah da ofise saat 7de geldim, olsun varsın. 2 kadranlı saatimi aynı ülkeye ayarlamak, bambaşka.

devamı vardır belki; ama şu an, budur.

3 Kasım 2011 Perşembe

44


 bu hafta bitince yola çıkacağım; kavuşmalara. ben bu yola çıkmayı çok bekledim. çok güzel bir 8 gün geçireceğim. tatil değil bu, daha fazlası. şehir haritalarınca bir bekleyiş, başka bir şey, tarifi zor. hem ihtiyaç hem başlangıç bu. ilk. iğne oyasının başlangıç ilmeği gibi. çok yabancı olana merak değil, çok tanıdık olana hasret. hani film fragmanlarında "bu tatil zamanı...her şey farklı olacak..." der ya boğuk bir ses, ondan sonrası.

şu yukarıdaki fotoğrafa bakıyorum günlerdir. pek güzel; ama aslında beni çok heyecanlandırmıyor. beni heyecanlandıran şeyi buradan bakınca göz seçmez, orada bir ufak nokta. bir ufak nokta, bir koca dünya. yoksa ışıklı bir şehir, istanbul veya paris veya londra veya tokyo veya buenos aires, zaten güzeldir. bu şehre bakınca beni heyecanlandıran şey, bu fotoğraftaki güzelliği değil.

bu kadar işte.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker