30 Eylül 2011 Cuma

uyk

boncuk kutumu düzenledim. bu böyle basit bi cümle değil, ben deliğine zerzevat taşıyan fare gibi her eminönüne gidişte bu kutuma boncuk, ne işe yaradığını bilmediğim ara parçalar, kurdele, lastik, zincir filan yığıyorum. sonra iş çığrından çıkınca oturup düzenliyorum, 2 saate yakın sürüyor. dün bu işi yaptım ben. bahar temizliği, herkesin kendine.
neyse, bu vesileyle yeni projemi açıklıyorum:


peh, tabii ki değil. dışarda seller giderken kafama tüy takacak değilim. kokar bi kere. ayrıca bu piñata vari şeyi yapana kadar ev kümese döner, ev arkadaşım beni katrana bulayıp üzerimde tüylerle sokağa atar sonra. yine de  hepimiz bazen black swan, bazen huysuz virjin.

neyse, plan projem daha ziyade aşağıdaki arkadaş. henüz bitmedi; çünkü bu hali çok kolay. biraz daha oyuncaklı bi şi olması lazım; ama şimdilik böyle:



falan filaan.

26 Eylül 2011 Pazartesi

ponponponpon

bi zamandır, sanırım bir buçuk yıldır filan, evde dev kalınlıkta mor yünler var. neye niyet neye kısmet bir halde kısmetlerini bekliyorlar. şiş filan da almıştım; ama şişleri bende bile değil, öyle bir örmek istememek. resmen unutmuşum varlıklarını. neyse, nihayet cumartesi günü bi yumakla boğuşup kendime sonia rykiel tacı yaptım. sonia'cığımın yanında benimki ucundan taca ilişmiş bir buluttan çok, kafama çökmüş bir kartopu gibi duruyor. olsun. bi de benimki bi boy ufak kalsa da istanbul sokakları sanırım anca bunu kaldırır. gerçi kafamda mor renkli, devasa bir ponponla ancak ve ancak kraliçe elizabeth'le çay içmeye gidebilirim. şimdilik evde takıp dolaşıyorum. altındaki taç biraz ince kaldı, kalınını bulup ona takarsam mahallenin delisi adayıyım.

*
sevgili Birgün Gazetesi sayesinde görüp bu.rsa mü.ftülüğü websitesini inceledim. iyi niyetli olabilir; ama sahiden dünya saçması beyanlar ve tavsiyeler var. bir kuple "aile içi iletişimde altın kurallar":

madde 4: Saldırı hakkı tanımak: Bir insan her zaman neşeli, mutlu olması hoş olurdu ama, bu mümkün değildir. Eşinizin sinirli olmasının nedeni sizinle hiç ilgili olmayabilir. Ona saldırı hakkı tanımak gibi güzel bir armağan verirseniz fırtınaya fırsat vermezsiniz.
madde 14: Fırtınalara fırsat verin: “Bu adam beni deli etti “ diyorsanız, bırakın fırtına essin, arkasından sağanak yağış gelsin, sonradan çiçekler açacaktır.

canına yandığım ülkemde böyle nereden çeviri olduğu belli olmayan metinler müftülükler tarafından yayılıyor ya, aklıma 2001'de mi ne izlediğim o kadın programı geliyor. bir kadın, telefonla canlı yayına bağlanıp yayındaki avukata akıl danışmıştı. konu şu: kocası kızgın şişle rahmini dağlamış. doktora gidememiş, kanaması varmış. ayrıca çeşitli süreler ve sıklıklarda ütü basıyormuş vücuduna. bir anda reklama girmişti kanal. avukatsa buz gibi bir sakinlikteydi; çünkü bir o biliyor: ne ilk, ne son.

şimdi pardon, yukarıdaki metni bir daha okuyun. evet bir daha okuyun. hadi hatta bir daha okuyun. antisipasyon tanımı yapana kadar, aile içi şiddet hakkında tek kelime etseler ya? bu kadar mı gül bahçesi bir memleketteyiz de aile içi tek sorun şişkin egolar? resmen 15 maddesi ego idaresine ayrılmış bir liste!

olmayan bir oyunun en sahte hali bu. görmezden gelmek midir, rüya alemi midir, nasıl bir aymazlık ve körlüktür? bu kadarı hakarete dönüşüyor. bırakın fırtına essinmiş. bunu söyleyenler benim nazarımda, bir çocuğun sünnet korkusunu çok iyi anlar da bir kadının dağlanmış rahmini düşünmeye tenezzül etmez. dünyadan bihabermiş gibi yaparlar, gülmüş gibi, gül bahçesiymiş gibi. neyin nereye gittiğini düşünmezler.

oysa ben size hop - bir iki sayı bulayım:
  • Başbakanlık Aile Araştırma Kurumu'nun araştırmasına göre, Türkiye'de her 100 aileden 34'ünde kadınlar fiziksel şiddete maruz kalıyor. 
  • Araştırmaya katılan kadın ve erkeklerin yüzde 56'si, 'kadını' hiçbir gerekçe olmaksızın, her şart altında suçlu olarak değerlendirirken, yüzde 34'ü şiddet olaylarında suçlunun taciz eden taraf olduğuna inanıyor. 
durum vaziyet bu. daha önce de yazmıştım, belediyelere sığınma evi zorunluluğu getirildi. hani keyfi değil, zaruri bir durum. yine de olmuyor. diyelim ki oldu, bu kadınlar sığınsa kime sığınacak derseniz, onun da bir örneği var:
  "Sığınma evleri açıldıktan sonra neye dönüştü biliyor musunuz? Bunun ne olduğunu burada açıklayamam, çünkü hanımlar var"- i.melih. ankaranınki.

ondan sonra rica ederim, bir grup erkek ve kadın, feminizm hakkında atıp tutmasın. "kadın hakkı yoktur, ona insan hakkı denir"cilere hiç girmiyorum, hani cümlenin devamı "çünkü Hakkı erkek adıdır hihoho" olsa, o bile tercihim. o zaman engelli hakları, azınlık hakları filan da yok, homojen bir homo sapiens familyasıyız, ama işte aramızdan birileri gerizekalı gibi branşlaşıp eğitim görüyor, kör olana kadar kitaplar deviriyor (başka gerizekalılar yazmış tabii o kitapları), uzman filan oluyor. peh.

*
orada bir yerlerde, bu ülkenin dağlara taşlara kök salmış bir ataerkil düzen sorunu var. kapıdan kovsan bacadan höt höt. yokmuş gibi yapabiliriz tabii.onun yerine fırtınalara fırsat verip vermemeyi de değerlendirebiliriz tabii. hepsi mümkün; ama sizi o kadar da salak yerine koyamam, mil pardon. kafama ponponumu takıp otururum işte anca.

24 Eylül 2011 Cumartesi

kıvırcık

bugün güneşli bir cumartesi çünkü dün Güneş doğdu, minik bir Çınar'ı aydınlatıyor şimdi. pek minik ve güzel.

Bugün güneşli ve benim 36 karelik filmim var. bir lomo acemisi olarak ilk partiden pek memnun değildim ama sevgilim canım beğendi. o beğenince biz de beğenmiş sayıldık blog. demek ki sandığım kadar fena diilmiş.

Ayın en güzel zamanlarından biri de nihayet bir+bir'in çıktığı gün. mesela size bir anda turgut uyar'ın "efendimiz acemilik" lafını hatırlatıyor. tüm saçma koşturmacaları bir perde gibi çekip, kenara atıp size en haşmetli haliyle uyar'ı gösteriyor pencereden: "bak burnunun ucunda ne var, unuttun yine". öyle güzel bir şey işte bir+bir.

kahvaltıyı neden çok sevdiğimi buldum: aslında çok kolay bir hazırlığı olmasına rağmen, belki de bu yüzden, habire atlanan, geçiştirilen bir zavallı öğün. halbuki yeni uyanmışken azıcık aylaklık hakkı olmalı insanın. kahvaltıyı atlayan kendine çok haksızlık ediyor. sonra gidip napacaksın yani, fasulye-pilav için mi vakit ayırıp masaya oturacaksın? buna mı acele edeceksin? bi de büyüdükçe ilkokul kahvaltısına dönüyorum ben: bi bardak süt filan. en güzeli.

falımda leylekler var, umarım kanatları çarpışmayacak.

bazen bazı şeyler çok eğreti duruyor insanlarda. çok istekli, çok azimli; ama işte bir o kadar da ödünç. yani sanki, yanlış bir istek, çarpık bir azim. hani kağıt bebeklere giydirilen kağıt kıyafetlerin katlama kulakçığı illa ki ya yırtılır ya eğrilir ve kıyafet sadece bir tek pozisyonda aşırı bir dikkatle tutunca düzgün durur ya, onun gibi. en ufak harekette fire veriyor. ne fena bir his olmalı o sürekli kendiyle savaşan haller, kendine kağıttan elbise biçmeler. büyük bir azimle katlanan kulakçıkların hep kayması, düşmesi. çok zor görünüyor dışardan bakınca. insan sadece içinde olmadığı için seviniyor. hani olmayacağı oldurmaya çalışmak da yorucu mesai bi yerde.

teoman'ın en sevdiğim şarkısı sessiz eller. o şarkıda b.ortaçgillik bir şeyler var derken, meğer düetini yapmışlar zaten. çok mutlu oldum kendi kendime. ne zaman olmuş da atlamışım, bilmiyorum.

bi de şu dünyada mulatu astatké'yi canlı dinledim ya, bu da bir şeydir blog.

23 Eylül 2011 Cuma

google'da ara: mavi kapak akülü araba

arayı açar oldum blog. 5,5 yılda arada bi olur o kadar.
belki duydunuz, denk geldiniz, şu pet şişelerin mavi kapaklarını topladığınızda, türlü çeşitli derneklerin bağış sistemi ile engelli vatandaşlara akülü araba veriliyor.  devletimiz de en azından yerel yönetimler düzeyinde projeyi destekliyor. derneklerin çabasını kenara koyarsak, devletin bu işe bakıp ne gördüğünü sahiden merak ediyorum. hediye denemez, 160 bin kapak toplayıp katıldığınız tuhaf bir promosyon görüyor olabilir anca.

evet bakınız sayı bu: 160 bin. 250 kilo toplanınca anca 1 akülü araba ettiğinden, bunun karşılığı 160.000 adet kapak imiş. yani oğlunuz, kızınız, eşiniz, kardeşiniz için başladınız diyelim bu işe. mesela bi ara 45.678 olacak sayı. ne bileyim, 123.984 olacak. ama 160 bin olmasına daha çok olacak. bitmek bilmeyecek. bir hayal edin. otobüslere filan toplama kutuları koymuşlar, 2-3 kere denk geldim. kimi zaman da ihtiyacı olmayan aileler, bireyler de toplayıp bağışlıyor. yine de ihtiyacı olanı düşünün bir: bu haberi okuduktan sonra kaç 160 binlerce kapak rüyasına girmiştir?

"ben öropa gördüm" ukalalığı yapmayı sahiden istemiyorum; ama azıcık ucundan gördüm. hollandada değil engelliler, yaşlılara da anında akülü araba veriliyor. neredeyse trafikte ayrı şeritleri var, rin tin tin temposuyla gidiyolar. yani bir derneğin, böylesine bariz bir ihtiyaca çözüm bulabilmek için proje geliştirmek zorunda kalması gerekmiyor. devlet, devletliğini yapıyor. konu öropa filan değil, konu vicdan. insaniyet. saygı. vatandaşlık hakları. gerçi evet, sokakları da gidilebilir sokaklar oraların. mesela 30 cmden başlayan, alçaldığı anda da otoparka dönen kaldırımlar yok. oysa yaya geçidinde bekleyen yaya görünce yol vermek aklının ucundan bile geçmeyenlerin diyarında kaldırım, bildiğiniz can simidinden başka bir şey değil.

 akülü araç. 160 bin kapak. 250 kilo.

kimse "hiç yoktan iyidir canım" çekmesin rica edicem. böyle bir dernek olmayabilirdi, 1998'den bu yana omurilik felçlilerine sahip çıkılmıyor olabilirdi. ölümü gösterip sıtmaya razı etmek diye bi laf var ya, hah işte öyle sosyal devlet olmaz. insanları yerde, gökte, çöpte mavi kapak aratacak kadar muhtaç bırakmanın hiçbir adı olamaz. lafım derneğe değil, niyetlerinin iyi olduğunu herkes biliyor; ama bu projenin en önemli neticesi, kaç ailenin kapak peşine düşecek kadar muhtaç bırakıldığını göstermesidir. bir de tabii işte böyle matruşka gibi, akülü arabadan kaldırıma, nelere nelere uzak ve muhtaç kaldığımızın resmini ince ince çizmiş olmasıdır.

*
özeti de şudur: 1998 yılından bu yana, omurilik felçlileri için çalışan bir dernek ve onların yoğun çabaları var. türkiye omurilik felçlileri derneğinin kampanyası da var. isteyen doğrudan bağlantıya geçebilir, ne bileyim sms atabilir. eminim ki sms, kapaklardan daha hızlı biriken ve insan onurunu incitmeyen bir şey.

19 Eylül 2011 Pazartesi

sabuşevi

arada bir odamdaki parça pinçik zerzevata bakınca hep onu görüyorum: Sâbuş. küçükken istanbul'dan ankara'ya gitmek demek, o evdeki binlerce minik parçayı keşfetmek demekti. bir tek salonu bile yeterdi evin, hiç görmediğim, görmeyeceğim tuhaflıkta obje, genelde renklerine göre gruplanmış, bir arada dururdu. hepsi dünyanın bi köşesinden gelen bu eşyalar anneannem için gezi anıları değil, dostlarının hatırasıydı; onun gitmediği gezilere gidip ona hediye getiren dostlarının. böyle söyleyince biraz hüzünlü oldu sanki; ama bilen bilir ki Sâbuş evi hüzünlü olmaz.

ankaraya bu seferki gidişimde, en azından salonu kare kare arşivlemeye karar verdim. eh, benim arşivim biraz da blog. az buçuk "possession obsession sergisi" gibi görünmesinden çekinsem de, bu fotoğrafların hepsi benim aklıma mıh gibi kazınmış çocukluk anılarımdır. her gidişimde, biri kırılmış, biri çatlamış filan olsa da yerli yerlerinde dururlar. onları orada görmek ve bir daha hikayelerini dinlemek en zevkli şeydir; çünkü bir şekilde Sâbuş kahkaha patlatıverir. nadiren yerini değiştirdiğinde veya familyaya birini eklediğinde, bir tur daha anlatır.

başlıyoruz:


bu gülümseyen arkadaş bir eskimo totemi. galiba balina dişinden. diş olduğu kesin; sadece şans mı getiriyor şeytan mı kovuyor, onda uzlaşamadık. ailece pek sevilir, eline alan illa ki bi güler zaten. sağdaki şey ise 7 tane iç içe geçmiş, iğne oyası gibi işlenmiş top. içe doğru işlenmiş, sonradan ekleme değil ve toplar dönebiliyor. uzakdoğu olsa gerek. arkadaki renkli şey deri bir lamba, el boyaması. bi tane daha var bundan, benim küçükken başucumda dururdu. harika renkte ışıklar verirdi, seyretmekten uyumazdım. annem de "çok ısınmasın, deri zarar görür" diye kapardı. ilk fotodaki beyaz uzun şey de yine el işi lamba ama yandığını hiç görmedim, bozuk olabilir. yeşim fil, yeşim buda.


 hemen yanında: gidilmemiş afrika anıları köşesi. kimden hediye olduğunu ben hatırlamıyorum ama en sevdiğim şey şu sağdaki fındıkkıran. el işi ve fındığın bilmemkaç katı büyüklükte.


bir sürü sedef kakma bi şiler (görüldüğü üzere, sabuş anlatırken dinlemiyorum. anlatışını dinleyip eşyaları kurcalıyorum). anneannem kabe'den olduklarını iddia etti, hediyeymiş. derken sağ tarafta su kuşları var ve sanırım o siyah şey boynuz. bu arada tüm bunlar katlanabilir, sedef kakma bir oyun masası üstünde duruyor, tavla ve dama oynamak mümkün. hatta içinde çuhası da varmış galiba eskiden. ben bildim bileli bu şekilde kullanılıyor, hiç oyun oynandığını görmedim. anneannem fillere bayılır ve şans getirsin diye kapıyı gösterecek şekilde dizer hep.


evin niyeyse selçuklu köşesi ve annemin en sevdiği şey olan selçuklu tavusu. küçükken bu ne idüğü belirsiz kuşun haşmetinden, siyahlığından, karnındaki arapça yazılardan filan korkardım biraz. baş köşede durduğu için olabilir. sağdaki ise yine annemin "hiç yüz vermiyosunuz ama çok zarif, bakır bu" diye okşadığı güzellik.


evin şark köşesine dönüş. soldakiler afrika işi diye bilsem de sanırım hindistandan, maymun ailesi. atmiym. anneannem bebek maymunların uslu uslu oturuşunu pek bi sever. ben kendileriyle evcilik oynar, maymun göçü filan kurgulardım. aralarında oynanabilir olan yegane parça bunlardı nihayetinde. sağdakilerse endonezyadan bir savaş sahnesi diye hatırlıyorum, duvar panosu. küçükken düşürürüm diye o kadar uzaktan bakardım ki büyüyünce yaklaşıp detaylarını incelemek garip bi zevk vermişti.


sol fotodaki o lamba ve o vazo, hep orda. o koltuk da öyle. o kutuda bazen şekerleme olur, ganimet. sağdakiler gözyaşı şişeleri. sol fotodaki koltuğun önündeki masada duruyolar. yine küçükken ellemeye korktuğum, anneannemin bazen bana gösterdiği şişecikler. camın inceliği zar gibi. birinin aşkından, hasretinden ağlayarak bu şişeleri doldurması fikri, o zaman aklımın alamayacağı kadar romantikti ve açıkçası, aileden birinin bunları kullanmış olduğunu hayal ederdim.

 veee son olarak, bir bodrum amforası. pek bir değeri yok, zamanında bir müzayededen alınmış. yılı yaşı bilinmiyor. salonun en ücra köşesinde durur. diğeri ise, ailedeki herkesin en az bir kere düşürdüğü ama ancak geçen yıl kırmayı başardığımız taş. evet o şey aslında gülle gibi ağır bir taş blok, şimdiki haliyle oyma heykel. kim niye ve nasıl böyle bir hediye getirir, bilmiyorum. kendisi bildim bileli o sütunun dibinde durur ve pek bir sevilir. hemen dibinde yerden tavana yükselen bi lamba vardı, bir sopa üzerinde 5 elips lamba. sanırım yine aile eşrafından biri fena bir düşmeyle yere indirdi o sopayı. düşüp duruyoruz çünkü orası basamak, bu arada. düz yolda devrilmiyoruz yani.

bu kadar efendim. size değil, kendime.

annemin bibloyla filan arası yoktur pek, çok biriktiren biri de değil. bense, pardon ama, sömestr tatillerinde böyle bir evde hazine avcılığı yaparak büyümüş biriyim. malzemenin genelde hayvan dişi, kemiği, boynuzu filan olması dehşet verici olsa da hepsi en az 40 yıllık olan bu şeyler benim için hazine işte. haliyle bendeniz elbette ki yuva yapan kunduzlar gibi, ne bulsam biriktiriyorum. hatta bu "bulma" kısmı işin zevkli yanı. mermaid'ciğimle horhor'u gezerken zilyon tane şey dolu vitrinde bulduğum ufak kirpi biblosu mesela- benim için ganimet. hop, kunduz yuvama taşıyorum.

bu evin bir diğer kısmı da büyük, teneke çay kutuları içinde duran, sıra sıra kolyelerdir. hepsi basit cam boncuktur ama işte çay kutusunun üstünde seylanlı bir kız vardır, çok süslüdür ve o kolyeler tabii ki uzak diyarların prenseslerinin hazinesidir. rica ederim yani. takıp takıştırıp ayna karşısına geçmek için bir de uzuuun bir tuvalet masası aynası vardır. daha ne olsundur.

ondan sonra yok efendim pek bi kokoşsun! evet, öyleyim. ben çok sade bir evin kızı olarak, deli dumrul bir evin torunuyum. horhordan evine çay tenekesiyle dönünce sevinçten zıplayan da benim. çünkü bir evde kolye olmalıdır, biblo olmalıdır, teneke çay kutuları olmalıdır, kutu kutu içinde olmalıdır. her şeyin bir hikayesi olmalıdır. ancak o zaman küçük çocuklar ve yetişkin misafirler oyuncak kutusuna düşmüş gibi sürekli bir şeyleri kurcalayarak dolanır etrafta. ben de bu yüzden, odama gelen arkadaşlarımın meraklı kurcalamalarını çok severim. onların merakının benim için anlamı, Sâbuşluk'a bir adım daha yaklaşmaktır. öyleyken böyle.

görüldüğü gibi, gidecek daha çok yol var.

kepenk

ilk kez, önemli gün ve haftalarda uzak olacağım. mesafe, böyle böyle acıtıyor işte. hain şey. mesela hep bi "geçen sene bu zamanlar" diye bi şi var. geçen sene bu zamanlar, tatil. geçen sene bu zamanlar, birlikte. geçen sene, geçiveren zamanlar, geçip giden zamanlar.

Çok sinirleniyorum bazen, çok üzülüyorum. belli bir şeye de değil aslında. aslında belli: evraklara. imzalara. kağıtlara, A4lere ve sarı zarflara ve makbuzlara. gerekliliklere. kısıtlara, sınırlara, en çok da sınırlara.

*
ben dün yürüyüşteydim, adaletin 200'ü. bikaç yerde birden görünce, gitmemek olmaz. hafta içi olanlara katılamadığım için hafta sonu arayı kapamaya çalışıyorum. zaten bi işim yok, en azından işe yarıyorum. çok kalabalık mıydık, neydik, bilmiyorum. gazetelerde yok. gazeteciler yürüyordu, yine de gazetelerde yok. gayet sakin bir protestoydu, önde davullar vardı, atılan sloganlar 5 kelimeyi geçmedi ve ah aziz ülkem rahat olunuz: hepsi öz türkçeydi. zaten alt tarafı GS meydandan taksim'e yürünecekti, onu da yürütmediler. yarım saat sonraysa toplaşan gs taraftarları haykırarak ve küfürler saçarak koşabildi meydana kadar, orada bir güvenlik endişesi yoktu.

neyse, taş çatlasın 1200 kişiydik; ama uydurmiym, çünkü ben son anda katıldım, başını sonunu, uzunluğunu göremedim. ama bu güruh yürürken büyük bir aceleyle kepenklerini indiren GAP, Swatch ve Benetton - sizi gördüm. biz yürüdükçe, sanki size bir zarar gelecekmiş gibi yarıya indirdiğiniz kepenkleri, o kepenk indirme düğmesini, demirören'in matador kılıklı korumalarının hindi gibi kabararak girişi kapamaya çalışmasını gördüm. bir tek ben de değil, orada yürüyen, alkış tutan, slogan atan herkes gördü ve bir şey söyleyeyim mi, bir anda ron ron ron kepenk inme sesiyle kaplandığımız için, herkes kahkahalarla güldü. bir anda herkes, demirörenin güvenlik elemanlarına "napoorsunuz siz kuzum yahu? korkmayın bizden" dedi. komikti işte. komik bir acizlik.

biz bizden korkmazken ve kimseyi korkutmazken - o kepenkler, ah o kepenkler. orada o kadar az oluşumuzun sebebi işte o kepenkler. biz "ahmet çıkacak, yine yazacak" diyoduk, "nedim çıkacak yine yazacak" diyoduk (ki niyeyse işin özü olan bu sloganları sadece 2 kere dedik, ama olsun). Bu sırada, 3 tane 20li yaşlardaki genç kızın yanımdaki adamdan "adaletin 200'ü" kartonetini isteyip, gülümseyerek fotoğraf çektirdikten sonra istifini bozmadan, gülüşerek yoluna devam etmesinin sebebi de o kepenkler. "ahmet kim, nedim ne?" dememelerinin sebebi işte o kepenkler. yani ne bileyim, facebook'da alacağı 3 "like"ın, önündeki 1500 kişinin derdinden daha mühim olabilmesinin sebebi de kepenk mesela.

içerdekinin dışarıda olan bitenden korkup, kendini hapsettiğini bile fark etmeden sığındığı kepenkler. asla ana kucağı filan olmayan kepenkler. size, istiklal caddesi boyunca her haftasonu en az 3-5 yürüyüş olduğunu söylemiyorlar. onlar söylemiyor ya, gelip kendiniz görün. kepenklerinizi de açık tutabilirsiniz, kimse kimseyi ısırmıyor.

16 Eylül 2011 Cuma

yargının tek yükü kadınlarmış meğer

‘Yargıda Durum Analizi’ isimli bir rapor hazırlanmış. iş yükü nasıl hafifletilir filan, böyle şeyler görüşülmüş bir toplantıda, onun raporu.
O önerilerden bazıları şöyle:
  • Adli Tıp’tan cinsel suçlarla ilgili daha hızlı rapor alabilmek için ‘beden ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığı’ araştırması yerine sadece ‘beden sağlığının bozulup bozulmadığı’ araştırılmalı. 
  • 15 yaşından küçüklere karşı rızaen cinsel ilişki suçlarının ceza miktarları düşürülmeli.
  • 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 434. maddesindeki uygulama yeniden hayata geçirilmeli. (Yürürlükten kaldırılan bu madde kaçırılan veya alıkonulan kadının evlenmesi halinde koca hakkındaki cezanın 5 yıl ertelenmesini öngörüyor. Ayrıca söz konusu madde mağdurun tecavüzcüsüyle evlenme maddesi olarak yoğun şekilde tartışılmıştı.) 
 sahiden, harika bir "yargıda durum analizi" olmuş. bahsi geçen 434. madde kaldırılsın diye on yıllar harcadı bu ülkede kadınlar.boşunaymış, arsız bir iş yükü yaratmaktan ibaretmiş kadınların derdi.

mesela bu ülkede tecavüz suçu, heralde bi 10 yıl öncesine kadar, kurbanın medeni hali ve bekaretine bağlıydı: "evli kadın"a tecavüz büyüktür "bekar ve bakire kadın"a tecavüz, o da büyüktür "bekar olan ama bakire olmayan kadın"a tecavüz. bu sıralamayla bakınca, tahmin edebileceğiniz gibi, örneğin "seks işçisine tecavüz" neredeyse ödüllendirilirken, evlilik içi tecavüz ise "kocasının hakkını söke söke alması" gibi bir şeydi. kadınlar "hepimiz sadece şiddete uğramış kadınlarız" dediklerini duyurmak için de on yıllar harcadı. o da boşunadır heralde, onu da eklerler başka bir rapora.

14 yaşında bir çocukla "rızaen" ilişki nedir, ne demektir, nasıl bir uydurmasyondur, o kısmı geçiyorum. işlerine gelince, kadınlar her halt için yetersiz; ama adet kanamasının ilk damlasıyla koskoca kadınlara dönüşen çocuklar görüyorlar. sanki açılış kurdelesi kesiliyor. çünkü koskoca hakimlerin, 12 yaşındaki uzun boylu kızına bakıp "iyi de bu büyüdü, baksana benden uzun?" diyen amcadan zerre farkı yok.

şimdi rica ederim, ülkenin yarısı kadınlardan oluşurken, bu cin fikirli cümleleri kurabilen "hukukçu"ların meslekten ihraç edilmemesi nedir, ne demektir, bir de bunun analizi yapılsın.


*
bu arada aile ve sosyal politikalar bakanımız, yeni teknolojik oyuncağı olan elektronik kelepçeyi anlatmış güzel güzel. efendim işte, uzaklaştırma ve takip bir arada olacakmış, kısıtlama kararı sonrasındaki şiddet azalacakmış. yukarda meramını gayet net bir şekilde anlatmış olan hukukçular, o kelepçeyi kaç vakaya takar? yoksa iş yükü hafiflesin diye beraat kararı mı verirler?

kadınlar her gün beşer onar öldürülmese, şiddet görmese iş yükünüz daha çok hafifleyecek ama henüz o üniteye gelmediniz galiba çocuklar.

14 Eylül 2011 Çarşamba

tay tay tay tay

sabah sabah bir haber:"polisin cevap bulamadığı soru".
haber radikalde, onlar da milliyetten almışlar.

haber içeriği enteresan. emniyet bakanlığa, "eşcinsellerin üst aramasını kim yapacak?" diye sormuş. iyi niyetliler heralde ki, "normalde nüfus kağıdına bakıyoruz ama farklı tercihler olabiliyor" filan demişler.
bu kısma en son gelicem de nolur bi habere bakın, 10 yanlışı bulun. ben ilk 3'ü vereyim mesela:

1) konumuz, yani en azından emniyetin sorusu, eşcinseller. fotoğrafta ise tabii ki bir trans birey var. çünkü tüm eşcinseller transtır ya da olmak ister. çünkü canım ülkem efemine erkek karakterlerine hönkür hönkür gülmekten 40 yıldır bir arpa boyu yol alamadı. sırıtan memur ise bonus.

2) fotoğraftaki trans bireyin yüzü filan açık. çünkü o "temsili travesti". bir kimliği, haysiyeti mi var ki doğan medya grubunun her aklına estiğinde suratını kullanmasından rahatsızlık duysun? umumun malı artık o, polis de kullanır, eşcinsel nedir trans nedir farkı bilmeyen cühela medyacılar da. nolucak ki yani? aynı gazete işine geldiğinde pazar günü enteresanhaberlereki'ne "eşcinsel çift romantizmi" dosyası filan hazırlar. nolcak ki sahiden?

3) fotoğraftaki trans bireyin yüzü açık olduğu gibi, yanında da polis memuru var. yani kendisi "olağan şüpheli". gözaltında üst araması gibi bir haberde kullanıyoruz ki aman diym, suçla ilişkileri kesilmesin, zevkle hazırlayıp zevkle okuttuğumuz "travesti dehşeti!!!" manşetlerini ima edelim.

sabah sabah sinire kestim. bu nasıl bir cüret, nasıl bir saygısızlık, nasıl bir hadsizlik?! ben mesela bomba imhasını izleyen bir erkek muhabiri tutup "fuhuş baskınında yakalanan şaşkın erkekler mahalleliyi güldürdü" haberine malzeme yapabilir miyim? kıyametleri koparmaz mı? en basitinden diyorum. neyse haber ayrıca milliyetin ana sayfasında. orada da bir taşla iki kuş, "üst araması fantezisi" için bir kadının göğüslerini arayan kadın memur fotoğrafı seçilmiş. yapılan yorumlara girmiyorum bile.

bu hadi, ana akım medyanın, doğan'ın genel tavrı. çok sevdiğim ve hasss kişiler olduğunu bildiğim köşe yazarlarının olduğu radikal de aynı bokun laciverti işte. hani pek bi hassas ruhlar olarak kendi gazetenizi mi okumuyorsunuz? nedir bu yani, nasıl olabiliyor? neyse, bordro heralde.

emniyete geri dönelim. nüfus kağıtları ve tercihler arasında kaybolmuşlar. kimi neyi nasıl nerde ne yapmalılar? çok doğaldır, çünkü hâlâ o lanet "cinsel tercih" lafına takılmışlar. gerçi "ipneeeaa"ye göre, hortum süleymana göre bayaa bi yol alınmış, kabul. böylece 50 yıl öncesinden 40 yıl öncesine ilerlemişiz. şimdi umarım, emniyetimiz gelecek yüzyıl içinde "cinsel kimlik ve yönelim" terimlerini öğrenecek. tay tay tay tay. sonra işte öğrenince, insanların nüfus kağıdı renklerinin ötesinde kimlikleri olduğunu da öğrenecek. tay tay tay tay. bu arada, bu soruya bu yönde cevap verebilmek için "hususunda değerlendirmeler" yapması gereken taraf, adalet bakanlığı; ama henüz bu konuda bir hüküm yok. yönetmelikler tebliğler genelgeler filan lazım yani. hadi o tarafa da bir tay tay tay tay.

ayh yani. aygghhhhh.

6 Eylül 2011 Salı

sen, ben, kadınlar, erkekler ve diğerleri.

hayat bir enteresan şey blog. bir sürü önkabule rağmen hayatın gerçekleri size nanik yapıyor: "pek de öyle değil bir tanem".

mesela, filmlere bakalım. fabrika kızı tütün sararken, ustabaşı kötüdür hep. sinsidir, tacizcidir, sıkıştırır, yıldırır, bezdirir. ki evet, bunlar oluyor. "seni erkeklerin tacizinden korumak için başındayım" diyen erkekler, aynı şeyi başka kadınlara söyleyen başka erkeklerden koruyor birilerini. ikircikli haller. ama mesela bakalım o filmlere, kitaplara: sanki ustabaşı ve hanım kızımız üniversiteler bitirip kitaplar devirse, bunlar olmayacak. sanki o şoven ataerkil baskı, bir diplomayla kuş olup uçuyor. sanki ekonomik bağımsızlık, tek reçete.

oysa biz de biliyoruz, asistanını sıkıştıran üniversite profesörünü. ustabaşı kadar açık bir şekilde tenhalarda kıstırmıyor belki (ki o da var); ama hep yanı başında, nefesi kulağında oluyor mesela. ne bileyim, siz iş yerinizde ne zaman tuvalete gitseniz, aksi gibi yol üstündeki fotokopi makinasında işi oluveriyor, ofisin en yılışık adamının. ne tesadüftür ki hep size yapacak bir esprisi, savurması gereken çift anlamlı lafları, sorgulayıcı bakışları, çıplak gösteren gözlükleri filan var. yani usta başı "taciz" ediyor ya, diğerine de modern zamanlarda "bir tür mobbing" filan diyoruz, MBA'liler o dilden anlıyor.

daha geçenlerde çıktı, istanbuldaki belediyelerin, ki atıyorum 60 tane olsun, hepsinin sığınma evi açma zorunluluğu var. yani yasa var mı, var. ama sadece 4'ünün sığınma evi var. mesela beşiktaşın yok. manyak gibi sürekli aradığım belediyeyi bi de bunun için ariycam. 2011 yıl sonuna kadar, belli bir nüfusun üstündeki tüm belediyeler sığınma evi açmak zorunda. zaten zorundalardı; ama umarız 2011 sonunda "cezai işlem" de uygulanacak. hamiş: yasal zorunluluk, "zorlayan" olmazsa işlemiyor. basit, evet.

mesela bu ülkede mor çatı diye bir kuruluş var. çünkü sadece sığınma değil avukat da sağlıyor. yeni bir hayat imkanı sağlıyor. gönüllü avukatları var. ve devletim milletim, mor çatıya verdiği desteği kesti, birkaç yıl oluyor. sanıyorum ya taşındılar, ya da taşınmanın eşiğinden döndüler kira sebebiyle. aynı devletim milletim, sığınma evi zaten açmıyor da; diyelim ki açtı, onda da törenle açıyor. resmen "çelenk gönderimi için adres" filan bildirip gizli olması gereken sığınma evini afişe ediyor. ölü doğum.

yani niyet yok, beceri yok, bilgi yok. bunlara sahip kişilere de destek yok. cezalılar, niyeyse.

aile içi şiddet konusunda mesela, tonla çalışma yapılıyor. pedofili ve ensest mağduru sayısını bilmeyen bir ülke için bu çalışmalar nimet. bunlardan bir tanesi, ki ben 2002 yılında okuduğuma göre yenilenmiştir, çok basit bir şey söylüyordu: eğitim seviyesi arttıkça şiddet artıyor. özellikle de eğer çiftin her iki tarafının da eğitim seviyesi aynıysa. şaşırdınız mı? ama neden? o kadar mantıklı ki.

eğitim seviyesi arttıkça, şiddet sebepleri değişiyor ve çeşitleniyor. kaba dayak, yerini sözlü tacize, yıldırmaya, cinsel istismara, tehdide bırakıyor. size, sevdiklerinize, hayatınıza tehdit. kadın programlarına çıkan dehşet hikayeleri kadar "somut"laşmıyor belki; ama hep başınız üstünde dolaşan ve bir tek size yağan bir kara bulut gibi, yanınızda oluyor. bağımlılık, itibarsızlaştırma, günlük yaşamı kısıtlama, özgürlüğünü sınırlama haline dönüşüyor.

"yandım aman komşular!" diye koşsanız, neden yandığınızı anlatmanız bile zor. çünkü şiddet, henüz somutlaşmamış. bir olsa, bir gerçekleşse, neler olabileceğini bir siz biliyorsunuz. tehdidin ne kadar gerçek olduğunu bir siz biliyorsunuz. zaten şiddet, genelde dev bir tehdit. her anınızı paranoyaya hapseden bir korku dumanı: ama bir siz görüyorsunuz. hayatınızı zindana çeviren mahluk, dış cilası yerinde, façası cakalı bir yaratık. o şık kostümün içindeki ruh hastasını, saplantılarını, şiddetin boyutunu bir siz biliyorsunuz. çünkü en seçmece şarapların tadımı için uçağına atlayıp bağları gezen, yok efendim işte teknesiyle mavi tura çıkan veya evinde şirin bir köpek besleyen bu adam, yüzünüzü morartmadan, topuğunuza sıkmadan şiddet uygulamanın da en zarif yolunu bulmuş, çaktırmıyor.

burada devreye, güvenlik güçleri, şiddeti önleme mekanizmaları giriyor. çünkü bu sevgili ülkemiz hariç neredeyse tüm dünyada tehdit de bir şiddet türü. "önleyici hekimlik" gibi bir şey. gerçekleşmiş, fiziki şiddete bile "kol kırılır yen içinde kalır" diyen bir kolluk kuvveti, tehdide ancak "aman canım, korkutmak için diyodur, yapmaz öyle şey" demez mi? "yapsa şimdiye kadar yapardı canım" gibi bir sevgi pıtırlığı göstermez mi?  şüpheniz mi var? yok. gözaltına alır, bırakır. belki madalya da takar? sonuçta bir bakmışsınız, şikayetçi olarak siz "abartıyor" olmuşsunuz. aman canım, meşgul etme bizi. bi şi yok işte, kadın dırdırı. çünkü mağdur, ilk şüphelidir böyle durumlarda.

kolluk kuvvetlerinin tavrı hep aynı. nitekim, "aylardır tehdit edildiği için koruma ve sığınma talep eden X.Y. sahipsiz kaldı, mağdur/ kurban oldu" haberleri de gayet bol ve işin acısı şaşırmıyoruz. şiddet somutlaşıp kadın hastanede can çekişirken bile başına polis konmadığı için, hastanede güldünya oluveriyor kadınlar. güldünyayı da hatırlamıyor ki kimse. hadi diyelim güldünya ve siz, fani ve sıradan ve kadın ölümlülersiniz. Hrant Dink açık tehditle gündüz vakti şişli'nin göbeğinde ensesinden 3 kurşunla öldürüldü. hani size özel bir gözden çıkarmışlık değil, reca ederim, biz bunu hep yapıyoruz. özel muamele yok. ama bakınız ibrahim tatlıses vakası, aylardır gazetelerin en baş köşesinde an be an, saniye saniye raporlanıyor. ziyaretçisi en bol mağdur. sonra insan sinirinden şiddeti şiddetle kıyaslamaya başlıyor.

eğitime bu kadar inançsızlığım, eğitimin kalitesi ve içeriğiyle de ilgili. yani ne bileyim, okumuş etmiş, hatta her İK yetkilisinin gönlünden geçen odtüboğaziçiitü mezunu bir insan, "ibnee hakeem" diye zıplıyor maç izlerken. hakem ibne, ee orda bitiyor mu? hakem yeterince erkek değilken, karısı mı yeteri kadar erkek? erkekliğe bu kadar kafayı takmış bir adam, en gündelik haliyle bile dilinden düşürmezken, hayatından nasıl çıkarır? bugün çok sevdiği karısı, yarın "beceriksiz karı" olmaz mı sahiden? nedir garantisi? falan filan derken işte - hep aynı sulardayız, başka şehir bulamazsın. hep aynı hep aynı. bu yüzden, evet ben pis feminist entel dantel olarak, eşcinselliği hakaret/ alay olarak kullanan birine tahammül edemiyorum. erkekliğiyle bu kadar saplantılı bir erkeğin, kişilik sorunları bakidir. çözemediği davaları en derinlere kaçtığından, artık onları "prensip" sanması da çok mümkünüdr. haliyle bence, buzdağının görünen kısmı bu kadar parlakken koca gemiyi batırmanın anlamı yok. baktığını görmekten yanayım: çanlar kimin için çalıyor.

işin fenası, belki de en fenası ne biliyor musunuz? sevgi kapanları. bu adamların hepsi, bu kadınları çok seviyor. kocası karısını seviyor, "namusu" o. karşılıksız aşık "ya benimsin ya kara toprağın" diyor, ah: aşkından ölmüyor ama öldürüyor. hepsi sevgiden, sevgiden. oysa bu sevgi değil, sevemeyiş. sevgi değil, mülkiyet. bu, kadının geçirdiği her özgür güne, aldığı her rahat nefese bakıp kendine edilen bir hakaret görmek. öyle bir ego. içip içip döven işsiz koca da şiddet gösteriyor elbet ama, çok affedersiniz, boşandığı karısının tepesinde boza pişiren burjuva müdür beyler, başka bir şey mi? hepsi çok seviyor, ellerinde sevgi kapanları. kadınlar, boş ümitlerin kucağında, kapandaki bala kitlenip bacağını kaptıran ayı gibi, acısından inlese de ne çare. gidiyor, kanıyor. zayıflık mı, stockholm sendromu mu, salaklık mı? bilemem; ama kapan. ayı kapanı evet, fare değil. o kadar çabuk değil ölüm. ayı kapanında yaralı ayıyı bulunca kendi öldürür avcı. oysa fare kapanı, genelde kendi halletmiştir zaten fareyi. ayı kapanına daha yakın o yüzden bu sevgi çarkı.

sonra - alo 183, kadına şiddet yardım hattı. sahiden, alo 183 çözüm mü? olabilir mi? iyi ki var; o başka. ama düşünün, damlaya damlaya göl olmuş, o bulut sağanak gibi yağıyor üstünüze ve 183?

ne bileyim, eğitim dedim mesela. sevmeyi mi öğretmemiz lazım sahiden? saygıyı mı, sevgiyi mi, insan olmayı mı? uğur mumcu vakfının çok güzel bir vatandaşlık dersi kitabı vardı, ortaokullar için. ben ortaokuldayken. belki de artık MEB'in zorunlu kitabı o olmalıdır? orada vergiler ve trafik ışıkları değil, mesela bağırmadan, kafa göz dalmadan tartışabilmek, münazara, konuşmak, uzlaşmak filan öğretiliyor. ne kadar basit şeyler ama bize belki de bu lazım. vatandaş olabilmek. kadınlar, gazeteciler, yoksullar, işçiler, bizler ve onlar: önce vatandaş olabilmek. polisin keyfine kalmadan bir koruma sağladığı, ibrahim tatlısesin güldünyadan daha kıymetli olmadığı bir ülke için. işin kanun yapmakla bitmediği, uygulamanın, denetim ve yaptırımın da olduğu bir ülke için. yoksa bakınız, her uluslararası antlaşmaya ilk imza atan birinç! birinç! bir ülkeyiz biz. imza atmakla olmuyor, mürekkebimize zeval gelmesin; icraat lazım.

bilmem, belki de artık bir zahmet feminizm nedir anlatmaktan ve kendi çalıp kendi oynamaktan bıkmış kadınları anlayan erkeklerin zamanıdır. belki artık erkekler, feminist olmayı ibnelikle bir görmemelidir. feministler de bir zahmet, sdece kadınları değil, tüm "cinsel kimlik ve yönelim"lerin eşitliği peşinde olduklarını ifade etmelidir. belki erkekler çıkıp da ataerkil sistemle mücadelenin, direnişin, eşitliğin ne olduğunu düşünmelidir. belki feminist kadınların büyük çoğunluğunun aynı zamanda anti-militer oluşunu bir zahmet düşünmelidirler.

bugün meydanlarda aş ve iş isteyen en solcu tayfa bile, sendikalarda kadın olmayışını düşünmelidir belki, artık. o koca sendikaların, iş gücünün yarısını oluşturan kadınların emeklerini, emzirme iznini, kreş hakkını savunmayışı bir düşünülmelidir. sağcı erkekler ve solcu erkekler, artık kadına bakıp sadece "türban sorunu" görmemelidir. artık erkekler kadına bakınca "genç kız-taze cıvır- çıtır piliç-hanım abla- bizim yenge-evimin namusu-hacı nine" filan da görmemelidir belki. hani en entel dantel adam bile, belki, en ufak sohbette dahi bir zahmet "acaba kıçı mı açık, memesi mi?" diye elbiselerimizi taramak yerine gözümüzün içine bakmalıdır? bir zahmet.

azıcık zahmet. belki bunlar olunca, neden bu ülkede her gün bir kadının öldüğünü, neden bu terörün bitemediğini, neden bu milletin yarısının, diğer yarısından korkmaya mahkum edildiğini de konuşabiliriz. hani şiddet deyince akla bu ülkenin asla vazgeçmeden, en kavgacı haliyle ve aşkla sürdürdüğü 30 yıllık bir meseleyi anlamak, tabii ki daha kolay olabilir. bu kolaylığın sebebi, bu meselenin her daim sıcak ve gündemde olmasıdır. her gün bir asker ölüyor evet ve her gün birileri kör kurşunla "ah pardon" vuruluyor. her gün bir sürü de kadın ölüyor. ama kadınlar bekler. onlar ölmeye daha alışık. çünkü katili o kadar belli ki, aramak bile gerekmiyor.

benim iş çıkışı evime yürürken başıma gelebilecekler veya sokakların gece gündüz erkeklere ait olması, yok maalesef, bu ülkenin gündemi değildir. niye olsun ki, hepsi "münferit". gazetede dün vardı, gördünüz mü bilmiyorum. akşam saat 21:00 civarı işinden çıkıp evine yürüyor bir kadın. bir sokak köpeği saldırıyor, bir adam da uzaklaştırıyor köpeği. kadın teşekkür edip yoluna devam ediyor. "kurtarıcı" adam, bisikletiyle kadının peşinden gelip yumrukla yere deviriyor. önce, kadını bayılana kadar dövüyor, sonra tecavüze yelteniyor. o kovduğu köpek saldırıyor adama, kadın kurtuluyor. gözünü açtığında, soyulmuş yol ortasında yatıyor, yanında da bir köpek. toparlanıyor, gidip yardım arıyor. burası izmir. hani "medeni" izmir. münferitler, medeni- değil ayrımı yapmıyor. bu cüret, bu gözüdönmüşlük, ülkedeki pipili vatandaşların kendinde hak görebildiği bir özellik. kullanıp kullanmamak onun vicdanına kalmış. ha pipisiz vatandaşlar arasında bu hakkı doğal gören, hatta bu hakka saygı duyanlar da olabilir - ki var. yardım ve yataklık, var. ama mesele, pipili ve pipisizlere konuyu bırakmadan, devlet eliyle, yargı organlarıyla bir hak-hukuk düzeni kurabilmek. daha ne kadar basit anlatabilirim bilmiyorum.

"kendini öldür" diye kapısına zehir bırakılan yaşıtlarım da, benim yaşımı göremeden öldürülen ve katili "haksız tahrik" indirimi alan kadınlar da derdimiz değil. bu ülkede, 30 yıldır bitmeyen bir şiddet sürüyor ama kimse bu şiddetin tecavüz mağdurlarını konuşmuyor. karakolda/ askerde işkenceden ceza alanlar var; ama kimse henüz tecavüzden ceza almadı. şiddeti normalleştiren şey, şiddet türleri arasında "varsayılan" bir hiyerarşinin kabulü aslında. sokaktaki laf atılmasını normal sanan kafa, bir kadının rahmi kocası tarafından kızgın demirle yakıldığında şaşırmasın, rica ederim. mülkiyet hallerinin dereceleri, o kadar.

kana susamışlığımız toplu bir histeri olabilir, hayatın her aşamasında, her kimlikte karşımıza çıkabilir. ama kadın kanı olunca, hukukçuların bile ağzının suyu akıyor ya, o açlık bir anda "sevgi, aile" kılıfına gömülüyor ya, ben en çok ona dayanamıyorum. o kılıfların hepsi, buradan bakınca, "giren ve girilen" ayrımı kadar sığ işte. topunun köküne kibrit suyu.

bu yazıyı okuyan kadınların birçoğu başka kadınları hatırlayıp, onlar için üzülüp "bana olmaz, uğramaz" diyor ya, onlara da allah akıl fikir versin. bir de şans versin; inşallah uğramaz.

neyse, bir hışım, sinirle yazdım. dönüp okumaya üşeniyorum. umarım siz okumuşsunuzdur.

5 Eylül 2011 Pazartesi

elmalar, filler, kırkayaklar.


annemin ressam bir arkadaşı var. adından başlayarak enteresan bir insandır. küçüklüğümden kalan en renkli simadır. mesela bunca yıl, gördüğüm en kısa saçlı kadındır. onun evi boyalar, şişeler, garip aletler, tuhaf zerzevatla doludur. onun evi her çocuk için harikalar diyarıdır. hani küçükken famecity'ye gidip top havuzuna girmek büyük bir heyecandı ya, benim için diğer seçenek işte bu evdi. zaten kendisi en çok, evine gelen çocukların evi incelemesiyle eğlenir, resmen karıştırılsın diye ortada bıraktığı düğme kavanozu, kumaş topları ve yağlı boya tüplerini takip eder, merakımıza gülerdi. hanselle gratelin pasta evi gibi bir şey. ben uslu bir çocuk olarak, etraftaki bu ıvır zıvırı asla ellemeden, gözlerimle oynardım. o da güler, güler, "annene bakma sen, istediğin gibi karıştır" derdi. izni kopardıktan sonra büyük bi neşeyle çekmeceleri açıp kapardım, dolap kapakları, teneke kutular, cam kavanozlar... sadece bakmak bile yeterdi. sonra annemi bırakıp benimle sohbet ederdi, çok çok gülerdi. ben de kocaman bir genç kız olarak, tüm bilmişliğimle konuşurdum, tabii ki.

neyse işte, annemin bu sevgili arkadaşı, arada bir küçük çocuklara resim dersi verirdi. aslında o öyle demezdi ve "çocuklara resim dersi verilir mi yahu?" diye kahkahalarla gülerdi. ben hiç o derslere katılmadım, nedense. ama çok eğlenceli olurdu, biliyorum. "şimdi herkes bi elma çizecek. yeşil veya kırmızı boyamak yok!" derdi mesela. yaşına göre kimi çocuk peki deyip mavi, mor elmalar çizer, biraz büyük olanlar "ama örtmenim elma kırmızı olur!" diye itiraz ederdi. o zaman annemin sevgili arkadaşı, eline boyayı alıp dev, mor bir elma çizer, "ama bak bu mor!" derdi. gördüğünüz her elmadan daha gerçek, mosmor bir elma.

onunki resim dersi filan değil, hayalgücü antremanıydı. anneme anlatmıştı, şu şekilde: "ben aslında böyle yapmıyordum, 'elma çizelim' filan diyordum. bir gün bir baktım, küçükler kafalarına göre çiziyor ne söylesem, büyüklerse ders kitabı fotokopisi gibi. fil çizin diyorum, küçükler kanatlı hortumlu garip şeyler çiziyor, sorunca uzun uzun hikaye anlatıyorlar. büyüklerse filin dişini düzgün çizemedim diye ağlıyor. yaratıcılık aslında doğal. çizerken değiştirmek, oynamak içgüdüsel. sonra ne oluyorsa, bir sürü doğru ve yanlış öğreniyoruz, hayalgücümüzü köreltiyor. önce ezbere bildiği şeyi olmadığı gibi çizmeyi öğrensin, sonra olmayanı çizmeyi de becerir zaten."

bunu dinlediğimde çok küçük değildim, o yüzden hatırlıyorum yani. bi yandan ona bakıyordum, bir yandan da 40 metrekarelik evde salona serdiği 5 metrekarelik tuvale. tuvalin üstündeki renklere, şekillere. etrafındaki her şeye böyle bakabildiğini bildiğiniz bir insan, üstelik sımsıcak, canayakın- çocuk aklımla bile cevherdi benim için. şimdi istanbuldan kaçıp bodruma taşındı, uzun süredir görüşemiyorlar annemle.

bense işte ne zaman bir kavanoz dolusu düğme görsem hep ünay'ı hatırlıyorum. düğmeleri kağıda yapıştırıp kırkayak yapmak, koşarak göstermek ve içten bir "aferin" almak istiyorum. çünkü ünay'a hevesle bir şey gösterdiğinizde asla "aferin; ama bak burası bıkbık olmuş, hiç öyle olur mu? olmaz di mi? düzeltelim hadi bakalıııım" filan demez. el kadar çocukları projelendirilmiş başarı tanrılarına dönüştürmez. onun aferinlerinin peşinden "ama" gelmez. içinizden gelen şey orantısız ve düğüm olmuş bir kırkayak bile olsa, düzeltmez. çünkü oradaki aferin, hala bir şablona, bir ezbere sıkışıp kalmadığınız için aldığınız bir aferindir. o yüzden kıymetlidir.

2 Eylül 2011 Cuma

oğlum memiş

ben afrikayı bilmem. doğu afrikayı, yani nil nehri afrikasını bilirim. arkadaşlarım da, çalıştığım yegane proje de bu bölgedendi. okuduğum vaka incelemeleri de keza, yine doğu afrikadandı. onlarca çalıştım, yüzlerce okudum ama bilmem. dip notumu baştan koyuyorum.

bilmesem de bu temasın tek bir harika sonucu oldu: viktorya gölünün önemini anlamak. nil nehri tamam da, viktorya gölü başka. büyüklüğü, güzelliği filan değil, mesele anlamı. insanların konuşurkenki tavrı bile bi başka. bizde buna denk gelen nedir, bilmiyorum. bence yok. belki himalayalar filan, buna yakın bir şey hissettiriyordur bölgesinde.

viktorya gölü'yle ilgili bir belgesel var ki henüz izlememiş olmaktan utansam da, bir yandan da izlemiş gibiyim. "darvin'in kabusu"dur heralde türkçe adı. neyse, bence bu belgesel, özellikle doğu afrika ülkelerinin başına geleni, olanı biteni en iyi anlatan belgesellerden. tanzanya zaten, bir enteresan memleket. bu konuyu benzer bir şekilde national geographic de ele aldı. o fotoğraflar yeter aslında, ya da tek bir kare, yeter. sonra bir daha unutmazsınız. balık kılçığı için birbirini ezen aileler, biten, tükenen bir viktorya gölü ve silah taşıyan uçaklar.

şimdi herkes somali profesörü oldu ya, ondan yazdım bunu. bazı şeyler, dış politikasında yeni bi hamleyle neo-liberalleşme denemeleri yapmaya heveslenen, taytay taytay küreselleşen türkiyenin merakını celbetmeden önce vardı. sırf biz merak ediyoruz diye sorunlar basitleşmiyor. çinden görüp kendimize dikmeye çalıştığımız bir elbise nihayetinde. ne bileyim, bono'ya da kalmadı afrikayı kurtarmak, çok rica ederim tayyip'e de kalmaz. çünkü neyi kurtarmaya kalktıklarını bile bilmiyorlar. "5 saniyede bir çocuk ölüyor" diye 5 saniyede bir parmak şıklatma şovlarını filan unutmadık, gidip iki çocuk sevmekle olmuyor. azıcık elinizdekinden vazgeçmeyi bileceksiniz. aynaya bakınca, kendi yüzünüze tüküreceksiniz önce, sonra belki inanır birileri size. ama ben eminim, bu maymun iştahlı hevesli haller 3 vakte biter. libyaya filan dalarız. belki bir gün bolivyaya uğrarız. unuturuz. e tabii süpermen olmak lazım bazen, yetiştiğimiz kadar. olabildiğimiz kadar. niyeyse, şart.

hem ayrıca, biraz samimiyet yahu. mesela 12 yıllık zorunlu eğitimde defalarca "bor mineralleri-linyit-mermer" ezberletene kadar, 5 yıllık türk hükümdarlarını bile el kadar çocuğun rüyasına sokana kadar, mesela dünya tarihi ve dünya coğrafyası dersi koyarsın. hani öyle ucuna türkiye kaçmış avrupa haritasını çizdirmekten bahsetmiyorum: dünya atlası. afrika kim, somali ne, biraz bilgisi olur insanının.

yoksa  işte böyle, her fırsatta"ayy amerikalılar çok cahil, düşün yani türkiyenin nerde olduğunu bilmiyooo"layan gencoların, aynı kara cahillikle afrikanın kurtarıcısı sanar kendini. iki sms atınca vicdanzade oluverirler de ne somalisi kalır işin, ne kıtlığı. atar atar tutamazlar. ana haber bültenleri niyeyse kendini adar gagidi çıkmış çocuk çekmeye. çünkü bilmezler sefalet haberinin etiğini. sefalet de, açlık da, o garip çocuk da pornografik bir hal alır televizyonda. sonra reklam malzemesi oluverir. bi bakmışsın, vatandaşına 5 TL karşılığında vicdan satıyosun, o da bu satışa bakıp başarılı dış politika hamlesi görüyor. buna bakınca vatikanın orta çağda cennet tapusu satışına benzer bi hal görür birileri, anlamazsın.

ayhh neyse, sinirleniyorum. samimiyet, arada bir atlası açıp bakmaktır. çokça böyledir. türkiye atlası da olur mesela hakkarinin, şırnakın tatvanın, bitlisin yerini öğrenmek için. dünya atlası da olur, somaliyi, tanzanyayı, kenyayı bulmak için. ama atlası açıp bakmak işte, çok temel bir samimiyet emaresidir: merak göstergesidir. merak etmeyen bir samimiyet olamaz.

bence acil bir yardım için SMS atmakta hiçbir sorun yok, yanlış anlaşılmasın. ben de attım, kendimce yardım ettim. benim takıldığım, neye niye ne yaptığını bilmeden galeyana gelen ve tabii ki atvkanaldstarshow ana haberle bir anda aydınlanarak somaliyi de çözmüş olan yığınlar. bu yığınların devletim milletim eliyle yaratılışı. zaten kendine hayran bir milete "oralara da yettin yiğidim" galeyanının sunulması. "somali de bitti necati, sıradaki!" rol kesmeleri. somali de bitti ama 30 yıldır kendinle bile barışamıyosun çiçeğim. 30 yıldır aynı cengaverlikle barış isteyemiyosun işte. ayranın yok içmeye, tahterevanla gidersin ekmek almaya. anladın sen. afran tafran ayranın kadar nihayetinde.

sinire kesiyorum resmen.

*
ben bunları yazarken televizyonda bilmem nerenin girişinde bakan bile ayakkabılarını çıkarırken, valinin ayağına nasıl olur da bir görevli galoş takar, bu tartışılıyordu. valinin fıtığı varmış, doktoru açıklama yapıp kitleleri sakinleştirdi. böyle mühim.

*
her daim sisli bir halde bazen bu ülke. o zaman bulutların üstüne çıkıp gösterilenden daha ötelere, daha derin ufuklara bakmak lazım. göstermiyolar diye sise gömülü yaşanmaz. sonra böyle galoş somalisi, somali galoşu filan, fena çorba olur. işte çorba olmamak için, otobüsü kaçırmamak için, biraz merak lazım. ne denmesi lazımsa bedri rahmi demiş zaten, oğlum memiş, şairini dinleyeceksin. hadi merak et azıcık. devamı elbet gelir.

1 Eylül 2011 Perşembe

eksikşehir

9 gün ankara, enteresan bi fikirmiş. insan bi an 8 yılı nasıl geçirdiğini sorguluyor ama cevap belli: 8 yıl tatil yapmadın ki. çok zormuş ankara. özellikle kardeşli bir istanbul turundan sonra, sahiden zormuş. o sebeple yine istanbul turuyla devam ediciiz kardeşimle.

neyse, biz de ankaradan kaçalım, atraksiyon olsun diye günübirlik eskişehire gidelim dedik. özet geçiyim: tek güzel yanı hızlı trendi. YHT, mis gibi. onun dışında, eskişehirin modern, yepyeni, çok bi güzel bi şehir olduğu iddiası benim için hala tüm gizemini koruyor. yanlış bi yerine mi gittik diye bile telaşlandık, o derece alakasızdı gördüğümüz şey. tabii bayram tatili sebebiyle kapalı olan yerlerin en güzel yerler olması ve eskişehiri seven gençlerin aslında oradaki arkadaşlarıyla gece mece bi şiler yapmayı sevmesi gibi 2 önemli nokta var. bu noktaları istisna tutalım: ben sahiden ölüp bitecek bi şi göremedim.

ben şehre lületaşını çok seven biri olarak büyük bi heyecanla gittim oysa. sonuç: odunpazarı içindeki lületaşı hediyelik eşyacıları, HEP aynı şeyi satıyor. bir hanın avlusunda 9 tane dükkan, sanki matrix'teki kara kedi 9 kere geçmiş gibi bi his bırakıyor. pipo merakınız yoksa, alabileceğiniz estetik hiçbir şey yok. hep aynı yüzük mesela. milim değişmiyor, tornadan çıkmış gibi.  hatta sordum, makina mı diye, el işi dedi 9 ayrı yer. keşke makine deselerdi. yer gök lületaşından kaplumbağa mesela. neden kaplumbağa?! e çünkü yuvarlak ve kolay. playdoh'la oynayan çocuğun da ilk yaptığı şey kaplumbağa. onun için rica ederim  "gözleri ufalmış lületaşı ustası sanatını konuşturuyordu" gibi TRT2 tanıtımları yapılmasın artık. yalan. öyle ustalar filan da kalmamış veya eserlerini kapalıçarşı'ya filan gönderiyolar.

 9 tane karbon kopya mağaza, hepsi de niye satış yapmadığına şaşıyor. o kadar hafif ve yumuşak bir malzeme var elinde, üstelik bu kadar ender çıkıyor. dev heykel yapsan bile kuş gibi hafif, turist alıp götürebilir, rahat taşınır.  üstelik boyaması da kolay, bi adam gösterdi. yani BİR şey yapılabilirdi orijinal. mesela bi dükkan sahibi dedi ki "çok güzel ayakkabı tabanı oluyor lületaşından, çünkü teri kokuyu emiyor. üstelik bu pipoların artan tozundan bile yapılır". e tamam ne süper, üretin! şu millete bi hayrınız dokunsun, kokmayalım. "ama ustaları ikna edemiyoruz". bu ne menem bir şeydir? ustalar kaplumbağa yapmaktan gocunmuyor da ayakkabı tabanı mı istemiyor?  anadolu üniversitesi, ki neler becerdikleri şu an pera müzesinde var, elbet lületaşı konusunda bir şeyler yapmıştır. turistler neden göremiyor?! cam müzesi mesela, ufak ama çok şıktı. ya ne bileyim, lületaşı satanlara "bari harf kolye filan yapın ya, bi değişiklik olsun" bile dedim. ben harf kolyeden nefret ederim.

sonra efendim, porsuk çayı. venedik gondolunu ve amsterdam kanal botlarını ve paris köprülerini geçiyorum. eklektik bir kombo bombo, kabul edilebilir bir arayış olabilir. en azından denedik. bence yine de porsuk'un şehir hayatına katılmış olması, yeşillendirilmiş olması filan, güzel. kentpark'ı görmedim ama eminim, şehrin en güzel yeri de orası.

bunun dışında, tüm çay boyu yürümediğim için desteksiz atıyo olmiym ama yine adama sorarlar: peki bu çayı güzelleştirdik iş bitti mi? güzel bir yaya yolu var, geniş, trafiğe kapalı. sağında solunda, annemin "şatila kampı", arkadaşının "demirperde bloğu" dediği, benim için fazlasıyla ulus-kızılay-osmanbey mağazaları tadında olan irili ufaklı yerler. ne satıyor? ihraç fazlası veya çin işi abidik gubidik şeyler. porsuk'u bunun için mi düzenlediniz yahu? tamam bu eskişehire özel bir durum değil. ama niye bu kadar şişiriliyor? BU mu reklamlık malzeme? yani en son moda markalar gelsin de demiyorum. başka bir şey olabilirdi. arası bulunabilirdi.

balaban arayışımızı geçiyorum, o annemin azmi ve bayram tatilinin uzlaşmazlığı sebebiyle hazin bir hikaye.  eskişehirin geneline bakalım. mesela mimari. her yerde, anadolunun tamamını işgal etmiş, garip balkonlu, çirkin renkli betonarme binalar. tamam ben odunpazarının minik bir yer olduğunu biliyorum, öyle bir eskişehir geneli beklemedim. ama rica ederim: çirkin. binalar çirkin. ankarada da binalar çirkin mesela, bu kadar övünmüyoruz (ki ankaranın opera-ulus hattındaki binalarını hariç tutuyorum). ne bileyim, aydına gidin, balıkesire gidin, muğlaya, konyaya, bursaya gidin. orada da var bu binalar, bu beton aşkı. onlar da çirkin. anadolu şehirlerinin çoğunun şehir merkezi bu tuhaf yapıların işgali altında. barınma hakkıyla şehir estetiği uzlaşmayabilir. ama bundan nasıl bir "ah eskişehir, ah güzel şehir" çıkıyor anlamıyorum. kentpark yapmakla olmuyor, şehrin geneli sahiden kötü yapılara sahip.

kurtarılmış bölgeler olması, yeterli değil. aksine, daha da eğri duruyor. yama gibi. eskişehirin ilçelerine gidemediğimiz için selçuklu eseri filan görmedik. tren bileti satan adamın "6 saat yeter yahu, bıkarsınız" demesini çok iyi anladık, o kadar.

odunpazarına gelelim. evler restore edilmiş, mis gibi. sonra tabii ki türkün badanayla imtihanı başlamış ve yine kaybetmişiz. playdoh oyun hamuru renkleri burada da hakim. bir iki tane beyaz, somon rengi bina var, güzel. sade. sonra ördek başı yeşili, okyanus mavisi gibi tuhaf renklere geçiyoruz. çivit rengi de olur ahşap, ona da tamam. ama çivit başka bi renk. altınla limon sarısı kadar farklı o lacivertle çivit. garip duruyor işte. binayı boğuyor. külliye güzeldi, ama büyük bölümü kapalıydı. lületaşı müzesinde yine biraz daha hoş bi şiler vardı. sonra yine kaplumbağalar. her yerdeler.

haller gençlik merkezi! yenilendi! içine giriyoruz, evet bir halden pek güzel bir mekan elde edilmiş. bi kere serin; ama içinde yine lületaşından kaplumbağa, plastik çiçek taçlar filan satılıyor. su muhallebisi yedik, o pek bi güzeldi. anladığım kadarıyla gece de spr filan kalabalık oluyor. ee sonra ama? sahiden, sonrası yok. ki ben, bakırcıymış, kalaycıymış, ne bileyim "bucak bucak anadolu" el sanatlarıymış, hepsine müthiş bir merakla bakarım. halı dokusunlar, oturur izlerim. cam üfleyenleri bile büyülenmiş gibi izliyorum. yani istanbul aradığım zannedilmesin. keza, aksine, otantikleştirilmiş saçmalamalar da ummuyordum.

biz niyeyse, çok şey bekledik eskişehirden. ankarada yaşamışlara "aa nasıl görmezsin eskişehiri aaaa" denir çünkü.  eskişehir, öğrenci şehri. eskişehir, artık bambaşka. eskişehir, anadolu vahası. vay be dedik, biz neler kaçırıyoruz, bu tatil fırsat olsun. hızlı tren var, atlayın gidelim. gidince ne görelim? hiç. göremediklerimize yanalım.

ben nemrut, memnuniyetsiz biri olabilirim.  huysuzumdur, evet. her bi halta kusur bulurum, kusursuzmuşum gibi. öyleyim, huysuzum, farkındayım. mesela bi harita, kroki filan bulamamak beni 5. dakikada bıktırıyor. tabela olmaması küstürüyor. bunlara nerden alıştım da bekliyorum, bilmiyorum; ama sahiden hayalkırıklığı yaşadım. ama sahiden, bok atmıyorum. yani öyle bir derdim yok.  biraz da dedim ya, bayram boşluğu. gitmeden önce okuduğumuz o eskişehir methiyeleri, tatilde şehri terketmişti. bi ara gözümüzü kapasak, ha eskişehir merkez, ha çorum merkez, ha çankırı merkez... pek bir tuhaftı. yani benim sevdiğim adamla, arkadaşlarımla gitmek istediğim bir eskişehir fikri, bir anda garip bir yılgınlığa dönüştü. ama bkz.1. paragraf, belki de tanıdıklarla güzeldir?

anadolu, beton dolu. çirkin betonlar. bundan kurtulmak da zor. çayın üzerindeki köprünün pervazlarını bebek pembesine boyamak, etraftaki betonu gömmüyor. porsuk'un o ferahlığı, etrafında ne iş yaptığı belirsiz, muhtemelen sahte, kaçak ve/veya sağlıksız mal satan onca yere niye izin verildiğini anlatmıyor. çok özenli belediye, pek bir devrimci belediye başkanı, şehre çok emek vermiş. elinden geleni yapmış, tamam. ama sanki yön verememiş. yani kızımız süslenmiş, makyajını yapmış, cicilerini giymiş... nereye gitsem diye düşüne düşüne oturuyor evinde. oturmak ne, tosarıyor resmen. diğer tüm şehirlerle birlikte tosarıyor. büyükadada da aynı plastik çiçekli taçlar var garip bir şekilde. saçlarımızda plastik çiçekler, duruyoruz. bu durma hali büyükadada batmıyor, ama eskişehir maalesef bu durma halini kaldırmıyor.

çok fena çok. neler olabilecekken, olamıyor. oluyorsa da seçkinler, seçilmişler görebiliyor, yoldan geçen adam değil. lületaşı ya. lületaşı. hala dehşet içindeyim. ne bileyim, bu taşın diğer adı "deniz köpüğü". daha şairane olabilir mi?

*
avrupa, küçük şehirlerine bi çözüm bulmuş: "the city of ..." bir şey şehri. bir şeyin şehri. brüj mesela, dantel şehri. ve ayrıca evet, birası, çikolatası, midyesi de var; belçika geneli gibi; ama işte brüj kendine bunu seçmiş: dantel. çılgın bir dantel mi? değil. bi ömür geçmez belki ama 1 gün geçiyor. zaten 5 günlük bir yer olmadığının farkında. mimarisi de şirin, o ayrı. ama gardan indiğinde elinize 30x35'lik bir şehir planı veriliyor, bir yüzü gündüz brüj, bir yüzü gece brüj. basit. güzel. yormuyor, o 1 gün kolay geçiyor. brüj bi anda dantel şehri olarak yer ediyor aklınızda. allahın danteli, brüjlü dantel oluyor. her şehir böyle, bir şey, bir ürün, bi yerli oluyor.

ama işte eskişehir, the city of lületaşı olamıyor ne yapsa. deniz köpüğü alayım diyenlerle dolmuyor. neyi niye yapamıyoruz, beni aşar. ama olmuyor, onu görmek zor değil. lületaşı ya. canım lületaşı, anca kaplumbağa oluyor.

*
amma zırvaladım ve uzadı.
bu arada ben bi düğüne hazırlanıyorum, kokteyl aslında. teyzemin düğününü gördüm, bi de geçen yıl yine bir kokteyle katıldım, bu da üç. fazla amatörüm yani. üstelik bu üçüncü, birlikte büyüdüğüm bir insanın, bir canım arkadaşımınki. haliyle, ben hazırlanıyorum. günler beni bekler, pek bi güzel olacak. heyecanlı olacak. elbise, ayakkabı tamam.

her gün, güneşe selam. esnedim gibi. yürüyüş yapabiliyorum artık. bacaklarım yeniden benim.  hemen bir anda değil, ama hızla. çok mutluyum. düzenli spor yapmayanı atlar kovalasın.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker