31 Ekim 2011 Pazartesi

ayak

13 yaşındayken, benim ne yiyeceğime bile büyük oranda hâlâ annem karar verirdi, hür irademle gidip kabak, karnıbahar, bakla filan yemeyeceğim için, hani bari boğazımdan sebze geçsin diye çorba yapardı mesela. 13 yaşındayken ben, vücudum bir süreliğine benim değildi, öncesi-sonrası fotoğraflarının geçiş dönemindeydim tam da. bir şeye doğru büyüyor muydum, değişiyor muydum, neyse artık, pek bir emanet gelirdi bana. koca koca sınavlara girip çıkmıştım; ama yine de taşındığım şehre alışamamıştım. ben 13 yaşındayken en çok yeni arkadaşlarımı sevmiştim, bir şehri özlüyorum diye ağlamayı nihayet kesmiştim. ben 13ken kardeşim vardı, 5 yaşındaydı ve benim canlı oyuncağımdı. ne bileyim, ben 13 yaşındayken mesela, günlüğüm vardı, harıl harıl yazdığım.

"bundan bize ne?" diyeceksiniz; çünkü o kadar sıradan. ben 13 yaşımdayken, babam veya dedem yaşındaki 26 adamın tecavüzüne uğramadım. aynı 26 kişi bi heves bu suçu örtbas etmediler. sonra bu saldırı için yine babam ve dedem yaşındakiler "bu senin suçun, sen istedin, sen yaptın ve hatta masum adamların başını yakıp yaptırdın" demediler. suçlular için en düşük cezay vermek için yarışmadılar. bunlar olsaydı, ben heralde bunu duyduktan sonrasını düşünmezdim. biterdi. "benim en guzel cocuklugumu ahmak bir ayak ezdi" demiş ya asaf halet çelebi, ezilir giderdi en güzel çocukluğum.

bak işte N.Ç'ninkini ne ahmak ayaklar, ne kolaylıkla, nasıl da hiç utanmadan eziverdiler. neleri bitiriverdiler gencecik bir ruhun içinde.  o öncesi-sonrası geçişinin arafındayken tarumar ettikleri bedenini iyi edeceklerine, bir de ruhunu, aklını, içindeki umudu kuruttular, ezip geçtiler. kim ne hakla, onlarca adi herif uçkurunun cezasını az çekecek diye, gencecik bir ruhun elinden geleceğini alır ki? her tecavüz mağdurunun zaten "ben mi sebep oldum?" diye kendini yediği psikoloji 101 düzeyinde bir bilgiyken, küçücük bir kız çocuğunu neden kör kuyulara atar ki insan? nasıl yapar? nasıl kıyar da sonra akşamına aile sofrasına oturup mesela içli köfte yer, ayran içer, maç seyredip uykuya yatar? nasıl devam edebilir günleri?

ne bekliyorlar ki o kızdan? bu haksızlığa hırslanıp avukat olmaya, savcı olmaya, hakim olmaya, polis olmaya, adli tıp doktoru olmaya filan mı karar vermeli, manşetlere çıkmak için? n.ç., o güzel adından utanmamak için, adını açıkça yazma hakkı kazanabilmek için, olan bitene ağlamayıp hırslı bir kahramanlık hikayesine mi başlamalı? manşetlerde, "başkalarının canı yanmasın diye x-y-z olacak!" yazıp böhür böhür ağlamalı mı medyacığım? hangi bir ikiyüzlülüğe malzeme edilmeli?

şimdi siz aynı yargıya güvenin, adalet dağıtsın depremde ölenlere, parası iç edilenlere, kanı yerde kalanlara. o mahkemeler ki sadece ahmak birer ayak benim için artık. pis, kokulu ve ahmak ayaklar.

29 Ekim 2011 Cumartesi

röt

iki koli yapabildim. içine birer ikişer koyabildiğim her şeyden, oraya tonlarca lazım. 1999 haberlerini taradım biraz, o zaman ne gerekmiş diye. malum, hiçbir şey değişmiyor. kızılay sağolsun "doğru koli nasıl olmalı"yı depremden 5 gün sonra tv'den duyurdu (hatta başkan ayar verdi); ama hala websitelerinde filan yer almıyor. bize zaten hep öğretirler böyle incelikleri, benim öğrenmemiş olmam hata. dün ece temelkuran "tuhaf gelebilir ama çöp torbası lazım" yazmış. battal boy çöp torbası da koymuştum ben; en kötü ihtimal yırtılır, naylon örtü olur diye. akıl etmeme sevindim, 10 poşet kime neye yetecekse? neyse işte, yaptığım koliye baktım, baktıkça utandım azlığından. hani buraya yazıyorsam da, o azlık hissinden ve kızılay başkanının rötarına sinirimdendir.

sonra maliye bakanını dinledim. deprem vergileriyle yol-su-elektrik hizmeti getirdiklerine göre, yol-su-elektrik için ödediğimiz vergilerle ne yapıyorlar? hoş, zaten nerden çıkardık ki depreme harcanacağını? vergilerin hepsi bir büyük havuza gidiyor. özel isimler ve amaçlara göre toplasalar bile, hepsi aynı kocaman vergi havuzuna akıyor. çöp verginizin de çöp toplamakla bir ilgisi yok mesela. neyse işte, "haa desene yol su elektrik diye, biz de şeettiniz sandık, çok pardon" dedim 74 milyon adına. malum, artık hepimizin duble yolu, hep akan suyu, hiç kesilmeyen elektriği, tam kapsamlı okulları ve hastaneleri var. bizim vefasızlığımız.

bu arada, van normal şartlarda en yüksek "yoksulluk sınırı altında yaşayan nüfus"a sahip şehirlerden. türkiye kıyaslamalı değil, kendi bölgesi içinde dahi böyle bu. depremde, ellerinde olmayanı kaybettiler. o yüzden rica ederim, dünyası başına yıkılmıştan metanet beklemeyelim. her felakete uğrayan melaike değil ve karaborsa afet bölgesinde oluşan ilk örgüttür, biliyorum. ama ben biliyorsam, bu devlet de bilmeli. vatandaşını aklıselime ve metanete davet etmeyip, gerekli önlemi almalı. biz de bunu talep etmeliyiz, çünkü istanbul, ankara veya izmirin de başına bambaşka şeyler gelmeyecek. yalovada, gölcükte, japon usulü tek sıra, uslu dağıtımlar mı yapıldı sanıyorsunuz? çocuğunun gözü parktaki kum havuzundan mikrop kapsa belediyeye şikayet edenlerin, bir afette kendilerine içecek su bile ulaşmayacağını idrak etmesi artık şart. üstelik bence, elinde yokken kaybedenlerin aksine, elinde varken kaybedenler, çok daha vahşileşebiliyor. aklınızda olsun.

biliyor musunuz, vanda kaymakamlık deprem molozlarının atılacağı yere bir türlü karar veremeyip, "göle dökün" demiş. diyebilmiş. o kaymakamın van'la olan ilişkisi, van'a da, vanlı'ya da saygısı bu kadar işte. istedikleri açıklamayı yapsınlar, van gölünün şekli değişmeye başlamış. bu cüret aklımı alıyor başımdan. tabii ben bunları dert ederken birilerinin "ama afet zamanı kamu yararı için rerörö" demesi çok doğal, çünkü kamu yararı insanın işine geleni giymesidir.

...ve daha bir sürü şey. yazmıştım, sildim. yazdıktan sonra aslında ne demek istediğimi izah edecek takatim olmadığı için risk almıyorum. modern zamanlarda, dıp dı dıp.  hem, anne evindeyim, hiç uğraşamayacağım.

*
bunun dışında, kişisel alemimden mini notlarla, ben nihayet: londra. ve hatta bonfire night. ben sonra devamında tombaladan, cannes. 2011 demek, leyleklere inanmak, bir de sağlık melekleri, sağlık dilekleri.

23 Ekim 2011 Pazar

baaaarrrııııııışşşşşş

bu ülke, "zorunlu askerliği neredeyse bir yüzyıldır deniyoruz, 40 yıldır da yerdeki kan kurumadı. bir de kaldırmayı deneyelim" dediğinde, güzel günler göreceğiz çocuklar, güneşli günler. erkekliği askerlikten, türklüğü bile askerlikten tarif etmeyi bıraktığımızda, yepyeni kapılar açılacak, en güneşli, barış dolu kapılar. ne güzel demiş vakti zamanında ufacık bir kız çocuğu, ona savaşı anlatan babasına:
"suppose they gave a war and nobody came". 
biz de koşarak gitmeyelim artık her savaş çığlığına.

maç spikeri gibi ölü sayısı takip eden ve her yangına körükle gidenlere, "bir ülkenin vatandaşlarının ölmeyi ve öldürmeyi seçmeme hakkı da vardır" diyebilmeli bu devlet, artık demeli. zorunlu askerlik ve vicdani ret sebebiyle aldığımız uluslararası cezaları, uyarıları filan da okuyabilmeliyiz gazetelerde. gizlenmemeli bu geri kalmışlığımız, ölüme mahkumiyetimiz. bu kör horoz hallerimiz bitmeli. 

marşlarla yolunu gözlediğimiz medeniyet, barışla gelecek; ölerek, öldürerek değil. vatana hizmeti sağken, sapasağlamken de yapabiliriz, illa cenazelerimizle değil. ölmeden neler yapabildiğimizi düşünmeliyiz artık, ölerek değil. öldürmekle övünmeyi bırakıp, sıkıyosa bir zahmet, 40 yıldır beceremediğimiz barışı getirmeliyiz.

silah altında ölme ihtimali olmayan biz kadınlar, ülkenin bir koca yarısı, bu konuda ağzımızı açtığımızda "aman sen askere mi gidiyosun sanki!" diye aşağılanarak susturulmamalıyız artık, vatandaşlık silahla tariflenmemeli. bu konuda konuşurken, askere gitmeyişimiz utanç vermemeli, tuzukuru hanfendilerin romantik düşleri olmamalı söylediklerimiz.

çok basit bir denklemi yeniden yazdı geçenlerde pınar öğünç: ben bu ülkenin vatandaşıysam, barışı devletten, hükümetten beklerim, "dağdaki terörist"ten değil. beni duyması gereken devlettir. neyi nasıl çözeceğini düşünmesi gereken, ölümler karışsında kükremeyi bırakıp özür dilemesi gereken devlettir. vatandaşın öncelikli muhatabı devlettir; çünkü devlet vatandaşa karşı birinci dereceden sorumludur. çok basit; ama unutturuldu bize: bizim muhatabımız devlettir. bana karşı barış borcu olan, devlettir. vergimi, emeğimi, benliğimi, aklımı fikrimi sahiplenen devlet, bu kadarından sorumludur.

hani askerlik vatani görev ya, vatandaşın zorunlu hizmeti ya, artık sıra vatandaşın haklarına da gelmeli. ölmeme, öldürmeme, barış içinde yaşama hakkına. görevlerimizi ziyadesiyle ezberledik, biliyoruz, sıra haklarımızı hatırlamaya gelsin. şu  pek bi kolay olan, "şartlar olgunlaşsa" hemen geliverecek olan; ama niyeyse beceremediğimiz barışı getirmek için çabalayalım azıcık. bakalım sandığımız kadar kolay mıymış? belki de ülkece en zor görevimiz barıştır, haberimiz mi var? tüm görev ve sorumluluklarımız arasında barış, sahiden bu kadar ihmal edilebilir bir şey midir? hakkımız olan için sorumluluk almak, belki artık bu lazımdır bize?

22 Ekim 2011 Cumartesi

evet dedi, çok mutlu

efendiiiim, ortaköyde biricik dostum gözdeciğimle dalgalarla ıslanmadan boğazı seyrediyoduk. malum, boğaz köprüsü artık old school media player gibi bir şey, renkli çubuklar inip çıkıyor, dalgalar halinde ışık geçitleri, görsel bir şölen, maviler sarıya, sarılar kırmızıya filan dönüyor. ister istemez dikkat çekiyor. sonra köprünün alt kısmında 2...3... gibi yeşil renkli lazerle tutulan bazı sayılar gördük. derken "olgu" yazdı. olgu dershanesine gitmiştim ben ilkokul 5. sınıfta, onu hatırladım. birlikte gitmişiz, hatta. neyse, "kızımız olgu'nun doğumgünü mü yoksa evlenme teklifi mi geliyor?" diye düşünerek, çay içen diğer ortaköy sakinleriyle birlikte beklemeye başladık.

hop -"seni çok seviyorum her şeyim" yazdı! dalgalı deniz yüzünden arada kaymalar olsa da, sonra "olgu ve arda" parladı. evlenme teklifi adım adım! sonra pat: "benimle evlenir misin?" yazdı. tam kendi kendimize "ayy durum raporu versinler bari" derken,  lazer "olgu evet dedi, arda çok mutlu!" yazdı, uçan kalpler filan. resmen şahitlere raporlama. uzakta olduğumuz için alkış filan yapmadık tabii, insan bi zafer turu atar. sonra efendim, "arda çok mutlu" yazısı uzuuun bir süre tek başına kaldı, dans eden kalplerle. teknede ufak maytaplar filan yakıldı, o da hoş. sonra tekne mutluluğa dümen kırmak üzereyken bir anda, bu hizmeti veren firmanın websitesinin adresini ve telefonunu yansıttılar! modern zamanlarda dıp dı dıp - reklamlar! ayh, kötü bir kapanış. insanların bu kadar kıymetli bir gününde reklam telaşında olmak pek bir dıp dı dıp; ama belki onlar takılmamıştır.

neyse, olgu ve ardaya mutluluklar dileriz efendim. en azından köprüdeki ışık geçişlerini çamaşır makinesi seyreder gibi seyredişimize bir anlam kattılar. sonra da paket programda yer aldığı üzere, boğaz turlarına devam ettiler.

21 Ekim 2011 Cuma

palto

buna mı takıldın diyeceksiniz ama:
askerlerin cenazesinde bir fotoğraf: gül paltosuz- atkısız. bence, o acı ölümleri engelleyememiş bir devletin en üst düzey temsilcisinin kıyafeti bu olmalı. o annelerin, ailelerin karşısında bir zahmet takım elbisesiyle durmalı.

başbakan erdoğan'sa, soğuktan nasıl sımsıkı koruyor kendini, atkısı var, paltosu var. üşümemeli. orada ciğeri yananların yanında, o nezle bile olmamalı. burnu akmamalı mesela. hatta bakın bir fotoğraf daha buldum, bir tek o paltolu. o öyle üşümedikçe, o öyle bir görevi yıllardır yürütüp yine de bir cenaze süresince bile üşümeye gelemedikçe, ben sinire kesiyorum.

azıcık samimiyet yahu. azıcık sorumluluk almak, azıcık yerini, haddini bilmek, azıcık kendinden başkasını düşünmek lazım. o ailelerin yerinde olsam, sanırım o paltoyu, o atkıyı, o taranmış saçları dağıtmak için atlardım üstüne, tutamazdım. kusura bakmasınlar.

bugünün, bunca günün, bunca yılın üstüne, bence bu palto her şeyin özetidir. böyle bir fotoğraf görünce beynime bir sürü şey üşüşüyor:

bir operasyonda askerler ölür, karşı operasyonda dağdakiler ölür. herkes, hemen ölüverir, ölebilir. bir anda on, yirmi, kırk, seksen. sayılar, sayılar insan değil. oysa onların da vardır elbet, yün atlet giydiren anneleri, atkı ören sevdikleri. burnu akınca nane limon kaynatan birileri. ölümlere karşılık ölümlere acıkanlar kadar, onların da vardır sevenleri, hayalleri. 35 yıldır, taş çatlasa 35'inde olan binlerce insanı bu kadar "ölebilir" görmeyen birileri vardır elbet. "bizden misiniz, onlardan mı?" demeden önce, "barış" diyebilenler kalmıştır illa ki.


anneannem hep "allah soğukla terbiye etmesin" der; çünkü fena terbiye eder soğuk. üşümek, iliklerince üşümek, bazen en iyi terbiyedir. bilmem belki de ölümün soğukluğuna yaklaştığı içindir. hani belki, cenazelerde biraz üşümek gerekiyordur?

bir de, gogol'un muhteşem bir öyküsü var "palto" diye. Akakiy'in hayaleti geri döner de paltolarına yapışır kasabadakilerin. başka bir sebepten elbet; ama işte aklıma geliyor, geliyor da gitmiyor. acaba başbakan hiç gogol okumuş mudur? kısa öyküler hem, okusa hemen biterdi. belki de bu cümlelerimi okusa, bana sinirlenmekten sonunu getirmezdi. başbakan hep sinirli gibi geliyor bana. hep kızgın; ama biz ona hiç kızamıyoruz.

sonra işte böyle bir anda, tek bir fotoğrafa takılıp kalıp, paltoyla, atkıyla kavga ediyorum ben. ölümlere, ölmelere karar verenlerin üşümeye gelmeyişine takılıyorum, takılıp kalıyorum. başbakan üşüsün istemem tabii, hâşâ. bana kalmadı zaten; bende kimin ne yapacağını veya acı çekip çekmeyeceğini belirleyecek güç ve yetki yok. birilerinde varsa bu güç, iyiye, güzele doğru kullanıyolardır, değil mi?

ah işte böyle fotoğraflarca geçen günler, blog.
ne güzel demiş orhan veli:
neler yapmadık şu vatan için!
kimimiz öldük;
kimimiz nutuk söyledik.

ne acı ki hâlâ böyle orhan'cığım.

20 Ekim 2011 Perşembe

salarha

internetin faydalarına inanan biriyim; özellikle de alternatif bilgi kaynakları ve hatta karşı-örgütlenmeler için. örgütlenme ne kadar illegal geliyor kulağa, yönetimler sağolsun. kendisi de bir örgüt olan bir siyasi parti, hükümet olunca "örgütlenme" işini suçla özdeşleştirdi. pek bi enteresan gelebilir; ama değil.

ben karadenizli pek tanımam. ailede 4. kuşak var, o kadar. inatlarını hepimiz biliriz, duyarız o ayrı. bence, bir insanın doğru bildiğinde diretmesi bambaşka bir beceri.

Rizeli Kazım Delal, ineğini sattı, o da yetmedi kredi çekti ve Salarha Vadisi'ne yapılacak HES'le mücadele ediyor. eminim ki o koca avukatlı, koca bütçeli şirketler bu adamın arkasında iç ve dış mihraklar olduğunu, en iyi ihtimalle "kandırıldığını" filan iddia edeceklerdir. o kadar paraya rağmen hala bu eski yöntem PR'la iş yapıyolar. PR'cılarını kovmamalarını anlamıyorum; ama işime geliyor. Çünkü paradan da emekten de anlamadıkları hemen belli oluyor böylece.

neyse, Kazım Amca'yı herkes okudu ve biz artık onunla tanıştık. şimdi, ona yardım etmek mümkün. çünkü "helal olsun" demenin bir adım ötesi, senin benim için, üşenmeyip hamlesini yapan, varını yoğunu ortaya koyan bir vatandaşa teşekkür edebilmek. destek olduğumuzu gösterebilmek. ne bileyim, bi zahmet bi bira az içmek.

kampanyaya çevrilmesin dendiği için, bu konuda özel bir rica olduğu için, size ff'den bir stream göstereceğim. okuyanlar, sabrı olanlar, işin özünü anlayacak. zaten mesele, sabır. üşenenler, zaten tahminen bu işin devamında harekete geçmeye de üşenecek. her şeyin bir tıkla dalga dalga yayıldığı şu sanal alemde, daldan dala RT edilecek veya paylaşılacak yeni bir link yaratmak istemedim. o yüzden, sabredenler okusun, bir kısmı zaten harekete de geçecektir.

ha bunu yapınca ne olacak? Kazım amca'dan şaşkın ve mahçup bir teşekkür alacaksınız tahminen. yetmez mi? yeter; çünkü işini yapmayan PR'cıların insafına bıraktıkları vicdanlarıyla karayı aklamaya çalışan şirketlerin aksine, onun sadece kocaman, berrak, rize ormanları gibi ferah bir kalbi var. ötesi de gerekmiyor zaten, daha n'olsun.

18 Ekim 2011 Salı

elbet bi zaman o da oldu

eveeet fotolar. efendim soldaki odamın manzarası. gündüz kötüydü, gecesini koydum. sağ taraf, otelin içindeki süsler. böyle bi 20 kat filan iniyolar aşağı. otel bi çember şeklinde, ortası boş. o boşluğa dev konfetiler dizmek yerine bi otel daha yapılabileceğine karar verdik. bi de bugün otel bana memnuniyet anketi yollamış, tabii ki "buz gibiydi beah!" diye çemkirdim; çünkü elin singapurlusu klima ayarı yapmayı öğrendiğinde bana madalya takacaklar.




raffles hotel, evet bu o. daha doğrusu, ön cephesinin bir kısmı diyelim.






maalesef ki diğer günlere dair pek fotoğraf yok; çünkü tüm gün kameraman cevat kelle gibi 2 makineyle gezince akşam sersemleyip odada unuttum hepsini. zaten olanlarda da ben kadrajda değilim, gugıl fotoğrafları gibi o yüzden. bi kısmını da koymaya üşeniyorum. olsun varsın, devam.

sentosadaki müzeden bi çocuk oyuncağı. bi nevi eski zaman barbie evi sanırım, tabii tek farkı kıymetli taş ve madenlerden yapılmış olması. minik rahip, kuşlar filan, barbie ve zen.

devam edelim efendim. sentosa island üzerinde, şu meşhur uydurmasyon yaratık, merlion heykelinin 37 metreliği filan mı ne var, bakınız aşağıda, solda. bu müzeden sonra bindiğimiz teleferikten bakınca ise ortadaki gibi görünüyor. benim yükseklik korkumu yendiğim an ise, en sağdaki fotoğraf. çekebildiğime şaştım. neyse, her yer şantiye memlekette. ağaoğlu singapurlu bile olabilir. denizi doldurup alengirli bina yapıyolar, bi tür örf adet anane ( şu fotoğraflar aynı boy değil ya, ne sinir bi şi oldu öyle).






sonraaa, dali sergisi. lady godiva, kelebekleriyle. dali'ye göre kelebek insanın ruhuymuş efendim ve ben lady godiva'yı pek severim. sağdaki de mum bacaklı fil, felsefi detaylarını bilemem. daha çok dali fotosu var ama bloga koymaya üşendim, uslu bi çocuk olursanız görebilirsiniz.



 *

bu sonbahar, evimin civarında 50den fazla leylek görmemin etkisinin bu kadar büyük ve hızlı olacağını sanmazdım; ama şu an ingiliz konsolosluğundaki pasaportum (umarım vizeyle!) geldiği gibi büyük bi hızla fransa konsolosluğuna gidecek. vize yetiştirme telaşından ölüyorum. uçaktan inip, 2 gün sonra yine uçucam filan. ne iş yaptığımı bilmesem havaya giricem, sahiden garip bi haller.

yine de biliyo musun blog, ben bu bavullarıma bakıp hala o tek ve aynı yere gidip orda kalmalarını istiyorum.
her şeyin başı sağlık ve ben bu yıl gördüğüm tüm leylekleri verip iyi bir sağlık haberi almayı tercih ederim.

2011'le tuhaf bi ilişkimiz var, o kesin.

16 Ekim 2011 Pazar

altıncı kat kedisi

ne çok yazacak şey geliyor aklıma. yazdım bile gerçi bir tanesini mesela; ama "post!" diyemedim. cık, daha post diil. taslak. dursun öylece. sırasını beklesin. elimden çıktı diye kafamda sırası gelmiş demek değil.

havadaki bulutlardan kurşuni bi grilik yağıyor. yani edebi cümle arayışları değil, sahiden su değil de gri yağıyor gibi. odam ahıra döndü, kışlıklar, yazlıklar, yıkanması gerekenler, bavuldan çıkması gerekenler filan derken ihraç fazlası satan mağazanın deposu gibi. bi de ıvır zıvırlar var, o ıvır zıvırlar ki odadaki yerleri asla belli olmadığından, yersizlikten masamda dururlar. masam, haymatlos eşyalar kulübü. sonra ben onları üst üste filan dizip sanki yerleri zaten masammış gibi yaparım, sanki yersiz yurtsuz hissetmemeleri gerekiyomuş gibi. kendimi ve ıvır zıvırı kandırırım.

dedim ya yazacak şeyler var; ama en mühimi canım blog, hasret. bak özlem o kadar ağır bir kelime değil, belki türkçeden türemişliğindendir. dilbilgisi delisi bir ilkokul öğretmeni edasıyla, kafamda hemen özle-m diye ekine ayırdığım içindir. böyle bir şey. boşuna ilkokul beşlerde, el kadar sabiyken 2 milyon kişiyle sınavlara girmedik, tabii yıkandı bu beyin. oysa hasret, o başındaki ha sesinin aslında derin bir aahhh çekişinden gelişi gibi ağır. oradan türemiş hasret kelimesi yani, hasretin ah'ından.

hasret diye bir fil yavrusu olabilir mesela, dumbo gibi, hem ağlayıp hem koşarak, sarsak sarsak böğrünüze çöküverir. özlemdense anca bir kedi çıkar,zarifçe kuyruğuyla S çizerek, göğsünüze ilişir. farklı kurum ve kuruluşlar. mesela hasret harbi bir hisken, özlem birazcık hanfendi bir duruşa sahip. özlem, mürebbiyeler tarafından eğitilmiş bir efendilikte, işlemeli mendiliyle gözyaşlarını kurular. hasretse böhür böhür ağlarken burnunu koluna silebilir. öyle bir fark sanki; umarım anlatabildim. hani müslüm baba hasret çeker, özlem şarkılarını ise nilüfer söyler gibi. daha devam edebilirim böyle; ama bence kafi.

bavul boşaltırken ve doldururken, bir seneye yakındır hep aynı şeyi düşünüyorum: tüm eşyalarımı alabilsinler, buradan oraya gidebilsinler, orada kalabilsinler. bavul denen nesneye bu kadar anlam yüklememeliyim. zaten evimin üstünde uçan elli kadar leyleğe yüklediğim anlam bana yetmişti. leylekler çocuk getirmeyi bırakıp bavul götürsün bence. biraz işe yarasınlar.

15 Ekim 2011 Cumartesi

merlion

döndüm! singapurun bir otel ve bir kongre merkezinden ibaret olduğunu düşünmeye başlamak üzereyken, deli gibi turumu da atıp memlekete döndüm. canım istanbul, yağmuru bile ölçülü. neyse, sırayla gideyim ,evet.

öncelikle, bir sırasında 8 koltuk olan uçaklarda (2+4+2) orta dörtlünün koridor sırasında oturmayın, oturtmayın. canım thy uçak almış ama bi test sürüşü yapar insan. uçağın tüm havalandırması o sırada oturanlara vuruyor. öyle üstünüze filan değil, alnınıza. bir tek ve sadece alnınıza.  havalandırmaya denk gelen kişiler baştan aşağı 2 battaniyeye sarılmış, bi tanesini de kafasına sarmış halde kundaklıydı. tabii ki istanbulda da hımhım günler geçiren bendeniz, o koltuğa düştüm. 11 saat boyunca yüzüm 22 dereceydi. indiğimde nezleydim.

singapur hakkında söylenmesi gereken şey şu: ısı farkı. ekvatora yakın olduğu için yıl boyunca 27 derece civarı seyreden, mevsimler arası, gece-gündüz arası ısı farkı olmayan bu güzide memleket insanları kafayı klimayla bozmuş. dışarda 40 derece hissedilen bi hava var, nem %97. içeriye giriyosunuz  (içeri derken, HER YER! bir kapıdan geçtiğiniz her yer. arabalar vs dahil), hava 22 derece. hatta bence 19 derece filan. singapurlulara "klimayı soğutma ayarına değil nem alma ayarına getirseniz 27 derecede bile iş görür"ü öğreten, daha da önemlisi onları ikna edebilen kişinin heykelini dikicem. enerji verimliliği filan, yok öyle bir şey. yüz felci de olmuyorlar. hatta, klima bir ikram, bir jest. içeri girdiğiniz an çay ikram eden kahveci nejat amca edasıyla, "kökle oğlum klimayı!" bakışmaları yapılıyor. toplantılarda klima yüzünden kağıtlar uçtu. uyku yapıyor, "uyuma, donarsın!" diye birbirimizi dürtüyoruz. haliyle uçakta başlayan halim, bir hafta boyunca sürdü; ama nezleyi çabuk atlattım. üşüme ve baş ağrısı ise daima yanımdaydı.

efendim, öncelikle söyleyeyim, iş gezisi olduğu için bendeniz pek bi beş yıldızlı günler geçirdim; ama tabii kendi harcamalarıma yansımadı. bir de odamdan bakıp durduğum havuza parmağımı sokmak kısmet olmadı, ona yanıyorum. geldiğimiz ilk günün akşamına kendimizi limana yakın bir vietnam restoranına attık. insanlar yeni şeyler deneyebilsin, n'olur korkmasın. asya mutfağını sevmem, istanbulda aklıma bile gelmez; ama heralde 1,5 milyardan fazla insanı doyurabildiklerine göre bana göre de bir şey vardır. mırın kırın burun kıvırmalara sinir oluyorum. evet hemşerim, hadi koş bak bakalım buranın dönercisi nerdeymiş! neyse, güzel yemekler ve çok güzel bir rosé şarapla gecemiz sonlandı.

ertesi gün, anca opera-tiyatro ses sistemleriyle tarif edebileceğim bir yağmur sesiyle uyandım. perdeyi açtım, dışarda su akıyordu. yağmur diyemem, daha ziyade sürekli yer değiştiren bir su perdesi. merhaba muson, naber? gök gürültüsünden korkanların hali fenaydı. soldan sağa, sağdan sola, su perdesi. yine de gram ıslanmadık. tüm binalar karınca yuvası gibi birbirine bağlı. hem yer altından hem de yer üstünden tüneller var. şık şıkırdım şekilde dolanmak mümkün. akşamsa, açılış yemeği ve yine bol klimalı saatler geçti. sonra nerden esti hatırlamıyorum ama biz bir heves little india bölgesindeki mustafa center'a gittik. singapurda her binanın dibinde devasa alışveriş merkezleri var, biz mustafadan başladık niyeyse. özetlersek, cam vitrinli işportacı düzeninde bir yer. 4 katlı migros gibi, ama rolex de satıyor. o çirkinlik ve tuhaflık kimine çekici geldi ama beni pek açmadı, raflara dizili elidor şampuanlar işte. sonra bir baktık ki etraf ışık içinde - deepavali festivali! daha zamanı varmış, onun için süslemelerle yetinip hindistan cevizi suyuyla kapanış yaptık.


gündüzlerim dediğim gibi bir kongre binasında veya otelden kongre binasına koşarak geçti. yaya geçidi dışında karşıdan karşıya geçmenin cezası bin dolar demişlerdi ama polis arabasının önünden geçip denedik, kalmamış öyle bir uygulama. dünyanın 4.finans merkezi olan singapurun free wi-fi cimriliği ise dillere destan. starbucks'ta bile yoktu. saat farkı da işin içine girince iyice saçmalaştı durum.

sonra, ikinci günün beklenen akşam yemeği: Raffles Hotel. Sir Thomas Stamford Raffles amca singapurun serbest ticaret bölgesi olacak bir liman kenti olmasını öneren ingiliz sömürgecisi. Singapurlular ticareti kendilerine bağışladığı için pek minnettarlar, yani beyaz adamı taşlama hali yaşanmamış. zaten heralde sömürge geçmişiyle bu kadar barışık ve mutlu ülke azdır. "onlar bize ingilizceyi verdi" filan diyorlar. Neyse, kolonyel dönemin sahiden en gösterişli binası olan bu otelin içinde 3-4 restoran var, biz bir açık büfeye takıldık. bina otel filan ama normal ölçülerde düşünmeyin, etrafında arabayla dolaşmamız 5-10 dakika sürdü. malikane ufak kalır. içinde yüzyılı aşkın süredir duran terzisi filan da var, ama gece kapalıydı ve ben bir daha gidemedim. minik minik, bir sürü şık ayrıntı. yemekler yine pek bir güzeldi, özellikle deniz ürünleri. bir de ortak fikrimiz şu: singapurdaki tatlılar aşırı şekerli değil, hatta şekeri düşük. o yüzden aromanın tadını tam alıyorsunuz. en sıradan dondurmacısı da böyle, lüks restoranı da.


sonra yine toplantılar. gece 11'de de, sabah 6'da da toplantılar. su uyur, türk uyumaz bir halde toplantı yaptık. normalde giremeyeceğim bir toplantıya davet edildim, orada dağıtılan hediyelerden de kaptım, yıh yıh yıh. koca koca adamlar "yılbaşı gibiiii" diyerek promosyon zımbırtıları topladı.  17 asya ülkesinden insanla konuştum, tanıştım. kusura bakmasınlar, birkaçı hariç hiçbir çinliyi sevemedim. çok kabalar, anlatılmaz. zaten kadın çinli pek azdı, birkaçı hariç erkeklerinin hızar makinesiyle yontulması lazım. kadınlara karşı şoven bir halleri var; ama sadece o da değil. ne bileyim, singapur, filipinler, malezya, tayland, hong kong, hele ki japonya delegasyonu çok kibardı. tersleri pis, evet; ama yine de dünyaya kibarlığı yaysınlar diye gönderilmiş milletler olabilirler. tüm o güleryüz ve nazik hava bir çinlinin sizi kolunuzdan tutup çekmesi ve ters ters bir şeyler söyleyerek sürüklemesiyle dağılıyor: ekip olarak fotoğraf çektirmek istiyomuş ayıcık. birisiyle konuşurken, ne bileyim hani takım elbiseli, "ciddi" filanken, cart diye tutup çekiveriyor. iletişim- dil sorunu değil bu, başka bir üslupsuzluk. kendinde hak görme. yoksa istedikleri zaman iletişiyorlar.


 singapurluları pek bir sevdim efendim; çalışkan, disiplinli; ama bi yandan da komik ve rahat insanlar. kore-çin-japonya üçlüsü en yoğun katılım yapan delegasyonlardı mesela. "biz bunlar gibi değiliz, halden anlarız, fazla törensel ve kuralcılar" diyolardı ki evet, bazen o bürokratik işlem öbeğine dönen hallerden uzak olabilmek iyi geliyor. 

neyse, sonra sultan camii etrafındaki arap mahallesi. hayat burdaymış! bir sürü ıvır zıvır butik, küçük restoranlar, dolandık durduk. en son bir meksika lokantasına çöreklendik, uzun uzun kaldık. ben anca otele yürüyerek dönünce kendime gelebildim.


(amma uzun oluyo bu yazı, bu arada)

sonra efendim,  mis gibi bitirdik kongreyi.singapura sıra geldi, cuma günü de bize kaldı. önce sentosa island ve (meğer çocuklar için yapılmış) heritage museum. beklentimiz daha fazlaydı tabii; ama yine de yürü yürü bitmeyen bir yer. ince detaylarla dolu bir sergileme. hindistan, çin, malezya festivallerinin balmumu canlandırmaları. 2 saat filan sürdü. "So Expensive and Nothing to See Also" şeklinde alternatif açılımı olan bir yerde yine fena değil bence. universal studios filan açmadı pek, kelebeklere de bir ben gitmek istedim. haliyle olmadı. sonra canımıza susamış manyaklar olarak teleferiğe bindik. normalde ben yükseklik korkusuyla yeşile dönerim; ama gayet güzel geçti. yanımdaki kişi bembeyazdı; ama toparladık. marina bay sands'teki skypark'a çıkmak üzereyken sağanak başladı, yalan oldu. yoksa, sayılı çirkinlikte binalardan biri olan bay sands'in sayılı güzelliklerden biri olan o havuzunu görmek şarttı.

aylak aylak dolaşırken orada bir dali sergisi olduğunu görüp koştuk. iyi ki, iyi ki gitmişim. bir kere küratör harikaydı. özellikle heykelleri çoktu ki sabancı'da pek heykel yoktu. şanslı bir tesadüf oldu. oradan çıkıp bir pastaneye girdik, zaten hiç yemediğim kadar tatlıyı singapurda yedim. yağmur duracak gibi değildi, o yüzden skypark inadını bırakıp orchards road'a gittik. taksiye belli yerlerden sıraya girerek biniyosunuz, "hey taksi!" filan yok. indireceği yerler de belli. caddede bi chanel, sonra dior, sonra yine chanel ve dior. bakkal sıklığında. louis vuitton kendine bir mağaza/ada yapmış, dışarıdan bakıp "helal olsun" dedik. gezenler görenler der ki efendim, paristeki LV mağazası filan yalanmış, singapur ve tokyodakiler olağanüstüymüş. tabii biz sadece inceleme gezisi yaptık uzaktan. sonra bir yüzük aldım, havaalanında 2 kez güvenliğe takılıp baş belası oldu. bu vesileyle, cuma akşamı gelince singapurluları da görmüş olduk. hafta içi her yer bomboştu, hafta sonu işareti verilince sokakları doldurdular, orchards road boyu poşetli çantalı onlarlarlarlar.


ve kapanış: özel bir tavsiye üzerine eskiden katolik okulu olan, şimdi restoran-mağaza kompleksine çevrilmiş chijmes'da çin yemeği. hatta oradan mezun bir hanfendiyle tanışmıştık bikaç gün önce, üzerine gittik. ben sahiden barıştım galiba asya mutfağıyla. bir de klimadan üşüdük diye, hiçbir şey söylemeden sıcak su ikram ettiler bize yahu. sevmiym de n'apiym.

sonra otel, sonra havaalanı. bu koşturmaca içinde aldığım kartpostalları gönderemeden dönüyorum diye ağlamaklıyken havaalanında bisikletli bir hanımkızımız, portatif postane olarak önüme park etti. boynuna atlıyodum sevinçten! uçakta gidiş-gelişte ve aradaki nadir sayfa çevirmelerimle kitabımı bitirdim, misler gibi uyudum. duty free ödevimi yapıp martinileri kaptım. geldim yani.


fotoğraf filan, üşendim. elbet bir zaman o da olur.

8 Ekim 2011 Cumartesi

plüf

iyileşiyo muyum ne? beyin gücü, ıhlamur, ilaç, pastil, boğaz spreyi ve sürekli çay-ayran-portakal suyu. sonra geçen akşam eve gelince inanamazsınız: tavuk suyuna çorba! ev arkadaşımı mutfak önlüğü içinde bana hayat iksiri hazırlarken gördüm. bir ipek ongun kadınıyla aynı evi paylaşmanın dayanılmaz lezzeti. eve gelirken yemeksepeti'nden çorba siparişi vermeyi düşünüp yarısı yolda dökülür diye vazgeçmiştim. öyle bir kutsal kaseydi yani.

bavul yaptım, umarım becerdim. genelde fena değilimdir ama bu sefer soru işaretli. 31 derece olup gök gürültülü sağanak yağışlı bir yere ne giyilir ki? ayakkabı kutularından çıkan nem alıcı zımbırtılardan elbise yapsalar keşke. neyse işte, böyle saçma şeylere kafa yoruyorum..

akşamları tüm vaktimi aynı kanepede oturup,  peşpeşe giden polisiye dizileri izleyerek geçirebilirim. bu ara akşamlar böyle: boş boş, cinayet ve kayıp vakaları seyrediyorum.

selahattin demirtaş, başbakan'a "Bildiğin Gibi Değil"i göndermiş. okusun diye. bence, şu destursuz politikacılar dünyasında, bu ara yapılmış en incelikli hareketlerden. kitabı okuyanların da söyleyeceği gibi, benim de bildiğim gibi değildi sahiden, evet. bildiğimi sandıklarım, bilemediklerim gibiydi. bilemediklerimle arama nasıl bir duvar, nasıl böyle sessiz, görüntüsüz, kokusuz bir duvar örebilmişler? benden, senden, bizden, nasıl saklayabilmişler bu kadarını? ben niye bilememişim? ben küçüktüm hadi. özür mü ki bu? benim yaşıtlarım neler neler görmüş, yaşamış, bilmiş. benim ne farkım, ne ayrıcalığım vardı da fanuslarda korunmuşum? kim, ne hakla, beni neden korumuş? kim bu çaresizliği giderebilir ki, kim bu geç kalmışlık hissini geçirebilir şimdi? bu kadar ikilik, bu kadar bilmeyiş, bu kadar duyuramayış bu ülkeye fazla. başbakan okur mu kitabı, bilemem. heralde özetini çıkarırlar ona.

ofiste ellerim, evde de ayaklarım donuyor. güneşli yaz günleri bittiyse, n'olur artık sıra kaloriferli sonbahar günlerine gelsin.

daha önce de söyledim sanki: iş için e-mail gönderirken "tşk derya hn, svg" yazan kadının dünyayı kurtarma ihtimaliyle yaşıyorum ben. yoksa niye yani, niye biz öyle dünkü ergenler gibi, sivilcelerimiz sönmemiş gibi, elimizdeki smartphone'a parmaklarımız sığmıyormuş gibi tasarruflardayız? aah ah.

 2 haftadır filan, wall street işgali var. amerikalılar da kendilerince bir şeyler yapıyolar efendim işte, ülkenin dört bir yanından yardım yağıyor, kamp kuruluyor. ispanya veya şili olunca (hele ki başlarında genç ve güzel kadınlar olunca) zevkle yer veren medya (tabii ki o kadınların boy boy fotoğraflarıyla), ABD olunca çıt çıkarmıyor.

bugün uçuş! saçımı kestireyim de singapurun nemiyle mücadelem kolaylaşsın. 31 derece diyodum, 39 derece hissediliyomuş. su kabarcığına gidiyorum galiba.

5 Ekim 2011 Çarşamba

işgüçşalala

yeni blogger arayüzünü kullanıyorum. değişiklikleri sevmeyen, yemeksepeti sipariş çeşitliliği bile 5'le filan sınırlı bendeniz için bu resmen bir çılgınlık. bir önceki arayüz geçişini blogger beni zorladığı için yapmış ve uzun süre sövmüştüm. şimdi büyüdüm ve çılgınlıklar yapıyorum.

cumartesi günü 1 haftalığına singapur'a gidiyorum. bu benim ilk defa 3 saatin üstünde uçuşum olacak (türkiye'ye 3 saat uçuş mesafesinde 950 milyon insan yaşıyor. bu saçma bir bilgiyi  hatırladım bu vesileyle).11 saat aynı yerde oturup, zamanda 6 saatlik kayma yaşadığımda bakalım nolucam ben. neyse, iş için gidiyorum. bütün gün tek bir binadan çıkmiycam. akşamları belki görürüm etrafı. gerçi galiba 1 boş gün olacak, emin olamadım. görüldüğü üzere, heyecansız bir bokum ben, havam batsın. burnumdan gelme ihtimali, delice bir yorgunluk, bir değil, iki değil tam on kişilik koşturma, bir önceki iş seyahatimde belimi sakatlayıp fıtığın eşiğinden dönmüş olmam, üzerimden iş alması gereken insanların iş yığması, bu ve benzeri şeyler yüzünden böyleyim. ama tabii "hadi len ordan!" da denebilir bana, mümkün. pazar günü anca havaya girerim ben, kısmet. allahtan sakız çiğneme filan gibi alışkanlıklarım yok. dönüşte de hop! aynı gün düğüne gidicem. vuhuhu.

3 gündür çooook yorgunum. aslında öncesi de var ve devamı da olacak. uykusuzum, sinirliyim. bu sebeple sanırım, şifayı kaptığım gerçeğiyle bugün yüzleştim. böyle gardımın düştüğü anlarda avlanıyorum zaten. boğazım şiş (boğazlarım lafına siniiirrrr olurum. çoğul olan şey bademcik. boğaz bir tane; tabii marmara bölgesi değilseniz. ho ho ho. bu berbat şakayı hep hatırlamanız için özellikle yaptım). boğazım şişince kulağım tıkanıp ağrıyor, bu da yeni moda. aman işte bi garip haller. kendimi kampa alıcam, eğer olmazsa 3 gün içinde hem hasta olmayı hem de iyileşmeyi hedefliyorum. zaten ofisimizin genel yaklaşımı: "hastayken anında burdan defol, 12 saat içinde iyileşmek üzere kendine büyü yap". haha evet, bu arada: 12 saat sonra benim toplantım çoktaaaaan başlamış olacak. mesela bugün de gün o kadar erken başladı ki sabah olan bazı şeyler dün oldu sanıyorum.

amaan neyse, çalışan şeerli kadının burjuva dırdırını dinlediniz, allah başka dert vermesin. bazen böyle şikayet ettikçe birinin enseme güçlü bi şaplak indirmesini ve kendime gelmeyi filan istiyorum; ama n'aparsın, hepimiz zaman zaman kuyu dibi kurbağası olup dünyayı minik dertlerimizden ibaret sanıyoruz. maksat kuyunun dibinden dışarı zıplayabilmek veya ne bileyim, bari kuyuda olduğunu fark etmek.

bi de buraya yazıp link filan verecek takatim olmasa da, canım ülkemin gündemi yine birbirinden güzide haberlerle dolu. aaayh ayh yani. agghh. onu da yazarım elbet.

1 Ekim 2011 Cumartesi

yılan


günüm erken başladı. gözümü açıp bir+bir’de sonraya sakladığım yazıları okudum, bazılarını bir daha okudum. Kahvaltı ettim, volta attım. Sonra bir cumartesi günü olmasına rağmen patronumla buluşup tünele gittim, sonra nuruosmaniye. Peştamal türleri, çini desenleri, banyo lifleri, halı motifleri, bakır işlemeleri filan derken hayatımın ilk Kapalıçarşı XL turunu yaptım. Hatta arada el yapımı ayakkabı siparişinin teslimini bile aldık, bi dahakine kendim için geri gidicem oraya. Kaba hesapla 3 saat içinde 1662 adet hediye seçtim ve bitti. Bazıları için bazı ustalar fazla mesai yapıp yetiştirecek umarım. Pazartesi son siparişi geçicem ve biticek.

 Bu arada, bu işi yapması gereken  bir ajans var aslında. hatta kendileri perakende satış fiyatı 2,5 lira olan bi ürün için sıkı bi pazarlıkla toptan fiyata anlaşmışlar; ama o fiyat 3 lira. Bizim aldığımız fiyatsa 1 lira. Ajanslar iyi ki var, böylece onlar yerine yapacak yeni işlerim oluyor; ama parayı alan taraf yine onlar. Çok tatlı.

Sonra aynı hızla odakuleye dönüp, son nefesimi vermeden önce paşabahçedeki sipariş törenimi tamamlayıp, kutluğ ataman üstü idans bile yaptım. Ataman’da en çok girişteki lacivert koltuğa yatıp tavanı seyretme kısmını sevmiş olabilirim, utanmasam kıvrılıp uyuyacaktım. Salim kafayla bi daha gitmem lazım, balık gibi bakıyodum. İdans'ı kendime söz vermiştim, pilim bittiyse de en önde oturdum ki uyumayayım. iyi ki öyle yapmışım, gayet eğlenceliydi. bir saat boyunca gülen ve eğlenen; ama asla alkışlamayan entel adamın yanına düşmüş olmamsa sadece talihsizlik.


Şimdi evcağızımda yemek yiyorum. Bunları da kendime ibret olsun diye yazdım. Bacağım tabii ki ağrıyor; ama beklenenden az. iyi dayandı kerata. gerçi bu cumartesi kolay bitmeyecek, daha işi var. onun için şimdi biraz uyku, yastık terapisi ve egzersiz.

sabah 10:30'da atlas pasajının içinden gs'a kadar uzayan kuyruktaki filmekimi aşıkları, azminizle gurur duyuyorum. hepinize iyi seyirler, o biletleri hakettiniz.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker