30 Kasım 2009 Pazartesi

yarınöncesi

yorgunluk+ açlık: verilen yemek siparişini tamamen unutmak. pakete bakıp "aa, yassı sandviç? nası yani?" şoku yaşarken içinden makarna çıkması.

dolana dolana nihayet, canım evim. hemen de ısınıverirmiş, soldan soldan güneş de alırmış... havaş filan, birinin omzunda uyurken zevkli. yolu takip etmemek en iyisi.

ankara güzeldi. müze güzeldi bi kere, yemek de güzeldi. bu sefer evden çok az çıktım ve ulus tarafından geçip durdum. ankara evlerini, mimarisini sakladıkları yerlere doğru, bankalar caddesi boyunca. en sonbahar halinde, sonbahar binalarlaydı ankara. ulus zaten güzel, hep güzel; ama bu sefer sadece ulustu nerdeyse her şey. Sabuş sonra, morlarını giyerek süslenmişti, bluz, kolye ve yüzük. teyzemlerin kedisi lokum ilk kez bana yüz verip "miieeh" dedi. büyük olay.

toki tarafından yapılan barbi evi renklerindeki kuleciklerin altında kalmış ankara tepeleri, o fenaydı ama. kötü kalpli badana krallarının fırçalarıyla ülkeyi ele geçirişi.

her şey tamam da, saç derisi işini hala çözemedim. geçmiyo, iyileşmiyo, çok sinir.

acaba çerçeveciye gitmem kaç günümü alacak? 3 resme kulakçıkla mat cam tutturmak için kaç para istiycek? paspartü rengi seçmem gerekirse kitlenip kalır mıyım? hepsi bu hafta vizyonda. umarım yani. böyle dertlerim olsun bi süre nolur.

artık duvarıma poster asma yaşım geçmiş gibi geliyo, ondan. çalışan genç kadın, dıgıdık dıgıdık.
hem bunlar kalın karton, hiçbi yapıştırıcı taşımıyo namussuzları.

görüldüğü üzere, bugün gazete okumadım. daha değil.
ay hiç yarın işe gidecekmişim gibi gelmiyo, ne fena.

28 Kasım 2009 Cumartesi

anne çorbası

çorbası, yemeği ve diğerleri. ankardım, evdeyim, 3 gündür pijamalı ve mutluyum. iyileştim sayılır ama acelem yok, pinekliyorum. dergiler ve kitaplar dolusuyum. gazete bi de. hışırtılı, eli boyayan cinsten. kardeşim okul tercihi araştırıyo, annem sürekli yiyecek veya içecek ikramında. ev işte. ziyarete filan gidemedim, uyudum hep. ev kozası.

bir insanı, o kişiyi yani, öldürmek için sebep bulunmasını bir derece anlıyorum. ya da arayınca bi anlam bulunabilirmiş gibi geliyor. hak vermek değil, anlayabilmek. o kişi size bi şi yapmıştır, ne bileyim, çizgi bulanıklaşmıştır ve ta taa. kişiseldir yani. ikinizin arasındadır. ne bileyim.

ama bir grup insana, hepsini öldürmek isteyecek kadar nefret beslemeyi anlayamıyorum. uzun felsefi tartışmalardan sonra arada bi fark olmadığına beni ikna edebilirsiniz, hatta bu çok uzun da sürmeyebilir. yine de galiba ölüm sebebi denen şeyin kişisel olması, bi derece, daha aklımın aldığı bi şi. bi hikayesi var. bütün bi gruba, travestilere, zencilere, çingenelere adı ne ise, hepsine eşit derecede ölümcül bi nefret besleyebilmek için... o nefreti besleyen bi ruh olması, dehşet verici. ben bi kişiden bile o kadar nefret edemiyoken, yüzlerce, binlerce insana yetecek bi nefret. seri katil ruhunun henüz cesaretini toplayamamış, bastırılmış hali. bana öyle geliyo. gözümün içine baka baka "bi insanın ölmesi için xxx olması benim için yeterli" diyen bi kişiyle çay içtim. anlamak için, gerçekten. anlayamadım. ha eline silah versen gerçekten öldürür müydü, hiç sanmıyorum. gözünün içine bakamadığını öldürmek cesaret sayılmamalı.

nerden çıktı bu derseniz, bir insanın kendisiyle ne yaptığının bizi neden ilgilendirdiğini çözemiyorum. ötekileştirmeler falan fıstık, abc kısmı işin. evet, çözümlemeler yapıldı, kitapları var, sol üst raf boyunca okuyabilirsiniz. yine de ben komşunuzun travesti olmasının, ne gibi bi sorun yaratacağını anlayamıyorum. 2 yıl süreyle komşum oldular, sarhoş misafirleri ve zaman zaman galeyana gelen komşuları dışında hiçbi sorunları olmadı, yaşayıp gittik. çok merak eden varsa, onlar da çamaşırlarını yıkayıp kurusun diye ipe asıyor ve akşam çay içiyolar. atla deve değil yani. varlıklarını dahi fark etmedik yan apartmanda. biz mi meraksızdık nedir? aynı köşe başında karşılaştığımızda selamlaşmak kimseyi incitmedi. "geç kaldın, koş hadi" diye tembihlediler, incilerim dökülmedi. gece sarhoş ve yalnız yürürken onlar göz ucuyla beni seyrettiler, gözkulak olmak için. manyak olsalardı da fark etmezdi aslında. insanların illa iyi olması gerekmiyor. "hoş göstermek", "normalleştirmek" için anlatmıyorum bunları. sadece, kurulmamış ilişkilerden çıkan yargılardan daha iyi böylesi.

"travesti komşu istemiyoruz" çığlıklarıyla sokağa dökülüp bi de yüzsüzce "can güvenliğimiz yok" diyen gayet sıradan teyze ve amcalar haber olduğunda, o apartman, o sokak, açık adres olarak gazetelere çıktığında, gazeteciliğin etiğine ne oldu? bana mı kaldı etik, o ayrı mesele. içim acıyor. bilmedikleri hayatların ipini çekmeye hak görmek... polisten geçtim, memurlarından canavar yaratabilen bi sistem o. bilmem işte, birilerinin işkenceyle, isimsiz kalarak ölmesine, öldürenin salıverilmesine, diğerlerinin de o cesede tükürmesine anlam veremiyorum. ne seçenek sundunuz da kabul etmediler? hangi elinizi uzattınız da ittiler? bu kadar mı kolay sizin zaferleriniz? insanları gözetlemekten kendi bokunuzu temizleyemez hale gelmişsiniz, bu mudur "kutsal değer"?

aman, çok anlam arıyolar sanki. anlayamamaktan memnunum. ellerim kasılıyo. tırnak batırma oyuklarım var avcumda. küçüklükten beri aynı yere. sık sıkabildiğin kadar, sinirden. sinirlenince ağlayan bi insan olmak ne fena. öyle kalıyo yumruklarım, iyice batırmazsam ağlıyorum gibi sanki. ağlamak hınçla oluyor aslında, üzülmekten, zayıflıktan değil. çaresizlikten mi, onu çözemedim. feci bi sinirden. benimki öyle. gazete okurken yumruk sıkılır, göz dolar. ben bunu benimle aynı evde olanlardan bile saklarım, öğrendim artık. gözüm mü doldu, kalkıp su içerim, yüzümü yıkarım, geçer. nasıl olsa değişecek haberler. ipe dizer gibi buraya yazıyorum ben. kendime not. ondan. unutmam.

hadi diyelim bu konu da değişsin.
mesela 9 oy almış birini dekan atayan YÖK kaç gün kalabilir bu ülke gündeminde?
sırtından vurulan 16 yaşındaki çocuk var yine. yeniden. çocuklarından vazgeçmiş bi sistem var. sicilinize, o tertemiz adli kaydınıza sinek konsa bu ülkede hayatınız biter. bi daha hiç bi halt olamazsınız. bari ölün. öyle bi düzen. ne kadar akılda kalacak?

içim çok karanlık. boğucu bi karanlık. iyidir iyi. karanlık hep iyi bi şi. gözünüze spot tutulmuş gibi yaşamaktan iyidir en azından. keza, flaş patlamış gibi kör gezmekten de.

sümela manastırı haberi de var ama pilim bitti.

26 Kasım 2009 Perşembe

kötüye bi şi olmaz

öyle derler, valla doğruymuş
ya da küçükken kazana filan düşmüşüm ben. ne bileyim. kendimi şaşırtan bi toparlanma halim var. bünyemi düşününce şaşıyorum. öksürmem geçti, gözüm açıldı, cidden şaşıyorum.


işten izin alıp bakıcılığımı yapan centilmene de binteşkür.

25 Kasım 2009 Çarşamba

bilmediğimden soruyorum

ve ayrıca:

camiye gitmek insanı müslüman mı yapar? niye 5 şart var o zaman, bütün gezegen yanlış mı biliyo? gökkuşağının altından geçmek gibi bi şiyse bu, turistleri neden uyarmadık? müslümanlık "milli" değer midir? o zaman "dini" değer nedir? kaş yaparken göz çıkaran bi meclis başkanı için misal, "protestan türk" nedir? meclis kapısında sözlük dağıtsam nolur? nazım müslüman olsa nolur olmasa nolur? birine fatiha okumak için ölenin müslüman olması mı gerekir? duayı edenle ilgili değil midir bu din konusu? neticede maksat bi selam vermek değil midir? komünist ve dinsiz bir şaire dua etmek için onu milliyetçi-müslümanlaştırmanız mı gerek sahi? başka türlüsü sayılmıyor mu? madem öyle, adam müslüman mezarında bile değil, orda ne işiniz var? nazımın "gurbette bile muhafaza ettiği milli duyguları"nı şüpheli cami anılarından değil şiirlerinden, mektuplarından anlamayı hiç düşündünüz mü? sahi siz hiç vatanınızdan kovulup, bi ağaca hasret gömülüp, öldükten 46 yıl sonra 15 dakikalık şöhret için televizyonlara maskara edildiniz mi? ben mi başkaları adına utaniym diye doğdum bunlar mı fazla rahat?

300 yıllık hanları otoparka çevirmekten başka bi şi yapamıyosak, bi gidip çay koymamız gerekmez mi? devletin bir türlü harcayamadığı ve seneye devretmediği için elinde patlamak üzere olan "dış tanıtım fonu"nu içe aktarmak bu kadar mı zor, bu kadar mı bürokratik bir çiledir? insan sahi, restorasyonu ne için yapar? bakımsız bırakan özel mülk sahibine ihtar çekilemez mi? prosedür nedir? ben de kafama göre bi yeri alsam, kaderine terk etsem, tamam mıdır? kültür turizm bakanlığı çalışanlarının eğitim birikim düzeyi nedir? yılda kaç kitap okur, kaç ören yeri gezerler? kaçının bi müzik aleti veya spor dalıyla ilişkisi vardır? kaçı likya yolunda geçirmek ister yıllık tatilini?

tuzlada yine bi işçi ölmüşken, nerdeler nerdeler, bu seferki altın günü için kimde toplandılar?
polis yine birini öldürmüşken, niye herkes susar? bir tek siyasetçi bile sesini çıkarmaz? 3 yılda 108 kişi, yılda 36 kişi ne için öldü? ben öldürülebileyim diye mi vergi veriyorum? silahları kurşunsuz kalmasın yiğitlerin diye mi sapıkça çalışıyo bu millet?

YÖK nedir, niye hala vardır? rektörler niye atanır? madem atanacak, niye seçim yapılır? türk demokraaaasisi, üniversitelerde niye göstermelik oy pusulası şenliği yaratır? hadi diyelim YÖK bildiğin YÖK, atamayı yaptı, atanan rektörün bir nebze akademik gururu yok mudur? görevi reddetmez mi? 778 oydan 334'ünü alan kişi yerine, 96 oy alanı rektör yaparken matematik nereye düşer?


etilerdekileri ahlaksız ilan eden RTÜK başkanı, maaşının etilerde oturanlar tarafından verilen kısmını geri vermeye hazır mıdır? etilerde kim oturur sahi? etiler camii imamıyla da görüşmüş müdür? etilere gelince mi ahlakımız sündü yoksa ahlaksızlar olarak etilerde mi buluştuk? RTÜK ahlak masası yetkisini ne zaman almıştır? ben genel ahlakımı iade edip, ahlaksız ne ise onun yayın hakkını kazanabilir miyim?

hastayım ya ondan, beynime üşüşüyo hepsi.

böhöhö?

domuz mu bilmem, fena hastayım. ciğerlerim hırıltılı, ateş de mümkün. fenayım işte. iş aşkı bambaşka olduğu için yola bile çıktım ama otobüste bayıldım. tıpış tıpış eve döndüm. niyeyse bayılmadan kendimi kaale almama huyum var.

yarınki "nihayet ben aldırma operasyonu"mu iptal ettirdim, sepet gibi yatıyorum. ilaç depoladım, bütün gün napıcam bilmiyorum. kar tatili olsa oynardık ama hastayım. allahtan dün tam 5 kitabım bi de ajandam oldu. kitap da depoladım yani. uyurum, uyku da depolarım. oh mis.

bi öksürüyorum ki... 10 yıldır temizlenmemiş bacanın içine kuş yavrusu sıkışmış da kanatlarını duyuyomuşsunuz gibi. öyle içinizi acıtır gerçekten.

o kadar kaale almadım ki bu salgını, tabii ki öcünü alacaktı.
ama yine de ben kazanıcam, biliyoruz, dert etmiyoruz.
ellerimde kan kalmamış gibi üşüyorum. çavbella.

23 Kasım 2009 Pazartesi

tipnot

öğrenci olmak için 101 sebebimden an itibariyle numara 3.
okulda olup da gitmeyeni ofis aletleriyle dövüyolarmış.



bi de nihayet: morcivert.

bi daha

tam olarak anlatamadım aslında ben dün. sergi gerçekten çok güzeldi, tanıştığıma memnun oldum. tuhaf ama, polanyi okusun istedim yüksel bey. ne ukalalık! ama bence yakışırdı. kendi yaptığı doğal boyalarla düşünen biri o. çok da dürüst, "işte bunlardan etkilendim" diye tek tek selam çakıyo herkese, hepsine.

merak ne yüce, ne kudretli şey. hayatı, buraları ve ötesini merak etmeyenlerden ne çıkabilir ki yani? bi şileri merak edicen işte. merak sırtına kamçı olmuş bi hayat. sarsılmak için gidilesi bi sergi. size hiç iyi davranmıyo yüksel bey. "ay bana 24 saat yetmiyo" diye söylenirken, orada birilerinin 100 metreyi 10 saniyeden az kısa sürede koşabildiğini biliyosunuz ya aslında, işte bin beteri yüksel arslan. merakıyla barışık. tutup omzunuzdan sarsa sarsa kapıya atıveriyo ki bence güzel olan da buydu. "her ay binlerce kübist, sürrealist türüyo, anlamıyorum" demiş. hislere tercüman. kübizmi tenzih ederim ama yani hakikaten, "ajda pekkan olmasa türkçe barlar ne çalardı" gibi bi şi: picasso ve klee olmasa yeni neslin %70'i ne çizerdi (verileri bakkaldan aldım)?

darısı chagall'ın başına. geziciiz. o daha erken bitiyo ama ossun. müze dükkanları ne güzel yerler di mi bu arada, giderek güzelleşiyolar.

santral: "çok fena tasarım okunur bu kampüste". haklı, okunur. gerçi, bizim okulun manzarasıyla gizli nikahım var. her durumda "ama nihayetinde.. boğaz yani, ötesi yok" derim, orda nokta konur. ama ikinci seçeneğim artık kesin: santral. manzaraya doyup sanat aradığınız anda en cömert haliyle selamlıyo. üstelik sergi okul öğrencilerine ücretsiz, ben olsam 4-5 kez gider rahat rahat gezerdim.

10 cm topuklu ayakkabı üstünde 12 saat: hobbitim. kar adam yetiyim ben. ayağımın her noktası şiş, 42 numara filan. yürüyemiyorum, falakaya yatırılmış gibiyim. anca sürüyorum ayaklarımı. daha on ayrı şekilde betimleyebilirim. ısrarla yanıma spor ayakkabı filan da almıyorum bu arada. sabah 7de beynim bu kadar çalışıyo çünkü: "amaan nolcek ya". salako. ben haftaya değil, hafta bana başladı.

bu arada, kuskusla barışma etkinlikleri düzenledim. makarna ve pilavdan bıktım çünkü. ilk kez paket üstündeki tarif süper çıktı. söylemiştim sanki. neyse, ben kuskus severim; ama küçükken bi gün yedikten sonra kustuğum için resmen tırstım ve hayatımdan çıktı. "kuskus yedim, kustum" şokuna kendini kaptıran bi velettim evet. neyse işte, konu bu değil, süper bi formül. az pişmiş sebze ve labne peyniri, işin sırrı bu. bulgurlu da deniyciim, bildiririm.

allahım ayaklarım ağlıyo resmen. cevahir amma büyük bi yer. topuklularla koşunca hele iyice büyüyo , bitmek bilmiyo yarabbim, resmen bi mahalle. hobi niyetine cevahirde koşuyorum, evet. topum kaçıyo, ondan.

kuaför, çerçeveci, kuru temizleyici.. aradığım her türlü esnaf dibimde. kuaför işin doruk noktası oldu, resmen hizmet fetişine sahip bi yerde oturduğum kesinleşti. haliyle sıradaki durak: çerçeveci. sadece mat cam ve metal klips. çerçeve sevmem ben.

ya bu arada müze dükkanı demişken, sinemalarda da olsa ya. film afişi zart zurt olsa. onbin salonlu sinemalar artık, şunu mu yapamiycaklar? hele böyle hit filmlerde ortalığı bi çılgınlık sarabilir. bu işe mi girsem napsam.

ankarayı kurtarma planı: müzeler. gerçek müzeler ama. sanat galerisi konusunda görece iyi bi karnesi var ankaranın her türlü tükürüğe rağmen. müze de lazım. şeker fabrikasının da müzesi olabilir, kızılayın da. bi başkent olarak, ülkenin hafızası rolüne soyunmak, bence yakışırdı. "osmanlıyı istanbula kaptırdım, bana tarih kalmadı" diye ağlamaktansa, o varlık sebebi olan cumhuriyetin "çaba anıtı" olan işlerini, emeğini yüceltebilirdi bu şehir. anıtkabir dışında bi şilerden bahsediyorum, o müze başka. "çok yeni cumhuriyet" ise, diyorum ya, hafızasını, not defterini erken yaşta oluştururdu. ne güzel olurdu di mi? fikir işte. ben sümerbank fabrikasını zevkle gezerdim, biliyorum. etnoğrafya müzesine kardeşler gelirdi. 4 tane müze var ankarada alt tarafı, 1 tanesi zaten hep kapalı.

öyle işte, bu ara niyeyse bunlara taktım. likör fabrikası fena içime oturdu.

22 Kasım 2009 Pazar

pazar gecesi anca.

bir pazar günü santral, çok isabetli bir tercihmiş. yüksel arslan sergisinde beynimizi bırakıp çıktık. 50 yıllık bi emekten neler çıkabilir, hepsi hepsi. döne döne 3 kat boyunca. kızının yorumu ne kadar doğruydu: arture dediğin şey, düşünmekle ilgili, resimle değil.

tek itiraz: posterler. öyle yüklü bi sergiden sadece 6 resim seçmek, bunların 4 tanesinin aynı seriden olması. cık. vardır bi sebebi ama cık işte.

müzeyi kapadık, kovulduk ve gibi bi şi. sonra akşam yemeği. ne kolay aslında bi mekanı alıp mis gibi yapmak, di mi? işte öyle şeyler. onca zamandır atıl duran santrali al sen, içine müze kuuur, tamirhaneyi yaaap, otto konduuur, kampüs olsuuun. niyet. bence mis gibi. enerji müzesi var, gözünüzü seveyim. yahu ilhan komanı bile var.

darısı mecidiyeköydeki likör fabrikasının başına. orasıyla ilgili öyle hayallerim var ki. likör fabrikası gibi müthiş bi malzeme şehrin göbeğinde, öylece duruyo. bahçeli filan. mis gibi bi mimarın elinden çıkma mis gibi bi bina. kırpmışlar baya bi ama olsun.

yıkıp yerine bok kondurmazlarsa, bence çok güzel bi yer olabilir. devasa yapılar, bkz o stat, ordan gidemiyo işte. üstten geçit, yandan stat, mecidiyeköy bir adet tost makinesi. çok basık, gürültülü ve bi an önce geçip gitmek istediğiniz bi yer. o yüzden likör fabrikasının içine yapılacak bi "tekel müzesi"ne, güzelleşmeye ihtiyacı var. tadımlık likörlerin satıldığı, likörlü çikolataların olduğu, tekeli anlatan bi yer. içki deyince alkol tedavisi anlaşılmasaydı bunu da yapabilirdik. ne fena di mi, o fabrikanın müze haline gelme ihtimali yok. alkol totemi filan sanacak insanlar var. tuhaf. yoksa gönül isterdi ki müzemiz olsun, girişine hayyamdan nameler döşeyelim filan. neyse ne yani, müze işte.

aklına söviym gugıl. ucube araç seni.

bak işte arattım, TOKİ'ye devredilmiş fabrika. gösterme bana şunları, bulma sonuçları, gizle. gugılda duygusal filtre olmalı. sınırsız kat, ofisler ve plazalar ve boklar yapılacakmış:

İBB Meclisi, TOKİ'ye devredilen Mecidiyeköy'deki Tekel Likör ve Konyak Fabrikasının da bulunduğu 23 bin 711 metre kare yüz ölçümlü alana ilişkin plan tadilatını onayladı. Plan değişikliği teklifinde yükseklik serbest bırakılırken, bodrum katlar da emsale dahil edilmedi.


aman dahil etmeyin bodrum katları. 5 kat bodrum yapın sonra, olur mu?

bi diğer senaryo da KEY ödemelerinin burdan yapılacağı.
konut edindiricez dedik diye fabrikadan etmek.

mimarlar odası olsam ortadan ikiye çatlardım. ne asap bozucu bi şi mimarlık. bi kere bu ülkede kesinlikle sanatla ilgili görülmüyor, taş işçiliği gibi filan devlet gözünde. duvar örmekten ibaret. sen yap ya da yaptır, fiziki bi şi var, o kadar emekle, illa ki bi değeri var; ama hayır, osmanlıdan kalmadığı sürece hiçbi binanın bi kıymeti yok. bi alan yaratıyosun insanlar için, bi sonraki insanlar dümdüz ediyo. yani aslında, insan ömrü ötesinde bi şi yaratıyosun, öyle bi sorumlulukla, ama işte ömründe 5-10 yıl otorite sahibi olmuş bi cingöz çiğneyip tükürüyo emeğini. ne ayıp.

içim kabardı, gidiyorum ben ya. yeter.
böyle hayallerimi iğnelerle patlatıyolar ya gece vakti... çok gürültülü oluyo blog, ondan.

binalara bakınca "arsa" yerine "mimari" görmemiz dileğiyle.
böylece çirkinlerini yapmayıp güzellerini tutma gibi bi becerimiz de biraz olsun gelişebilir belki.

21 Kasım 2009 Cumartesi

ben ben benler biz.

nihayet, beneklerim ve ben doktora gittik.

ensemdeki "biz" parça parça dökülmeye başlayınca, nişadırlanmışcasına doktora koştum. 10.30 randevum için 10.15'te gitmemi, kaydımın alınmasını ve 4ünün de işte ilk günü olan fönlü güzeller tarafından saat 11'e dek bekleme odasında unutulmamı es geçiyorum. beni sinirlendiren, bana "doktor hanımın işi yeni bitti", doktoraysa "hastanız şimdi geldi" demeleri. neyse, benim listebaşı olacak sohbetler yapmama gerek kalmadı, doktorcum "kıyameti koparmadan 45 dakika bekledi diye bi yarım saat daha bekletseydiniz bari" diyerek halletti. bi diğer güzide hanfendi de "doktor bey müsait mi" sorum karşılığında bihemenbakıpgelip sonra bana cevabı vermeyi unuttuğu için 5-10 dakika dikildim. "e yani müsait mi" dedim "yok diil siz oturun bence" dedi. yanımda duruyo bu arada. "söyleseydiniz keşke bakışıp duruyoruz, dikilmezdim" dedim. bağırmış da olabilirim. hastanelerde uysallaşıyorum, beni deniyolar.

özetle: ben haritam çıkırılacakmış. normalde 20 dakikalık iş benim için yarım saati bulurmuş. 100-150 benim varmış, evire çevire incelendim. 7-8 tanesi de fotoğraflanıp yakın takibe alınacakmış. o kadar ertelediğim bi şiydi ki bu, sevinçle kabul ettim. 50 faktör krem saplantım da alkışlandı. sonra plastik cerrahi, randevu. ensemdeki 2 benle vedalaşıcam perşembe günü. bi tanesi işte şu "biz" olan, çok mutluyum o yüzden. "patolojiye gönderelim mi" dediler, "gerekiyo mu" dedim, "hayır" dediler. "göndermeyin o zaman" dedim. patoloji beklemek istemiyorum ve yani hakikaten öyle vahim bi durum da yok.

daha sonra da göz doktoruna gidecekmişim, göz pınarımda da ben olabilirmiş! olur yani, şaşırmam. ilerleyen yaşlarda büyüyüp sorun olabilirmiş falan filan.

sonra, anlaşıldı ki bu elidorun şampuanı berbat bi şeymiş. ilk kez kepek sorunu yaşıyorum sayesinde. ortada kepek yok ama deri kalkmış, tüm saç derim kırmızı, pul pul ve isyan halindeymiş. bioderma'ya teslim hali. saçım o kadar sorunsuz ki normalde, benleri geçtim buna panik oldum.

sonra işte, perşembe veee..

ankara.

ankarayı istemeyişimi anlatmıştım. ankaradakileri istiyorum ama bu yıl yegane tatilim olan 4,5 günlük süreyi ankaraya feda etmek istemiyorum. Sabuşu ve teyzemi uzun zamandır görmedim, annemlerle de bikaç ce-e dışında görüşmedik, iyi olur. yani o kadar artısı var ki sinir oluyorum bu duruma. tek eksim şu: ankarayıistemiyorum. bugün dudaklarını büzmüş bi 5 yaş veledi (ki benim yaş üçken öyle bi fotoğrafım var trende çekilmiş, bulursam koyarım. "istemiyorum sanatı") gibiyim. istemiyorum. sonra biletleri bakan kavalyem dedi ki ankara da güzelleşebilirmiş. göle gidermişiz. gölü isteyebilirim. somurt somurt hallerdeydim, "hadi sen bi eve git sinirin geçince konuşuruz" dedi. eve geldim ben de.

birazdan yeni şampuanımla test sürüşü, sonra rilke ve ben yollara düşücez.

19 Kasım 2009 Perşembe

zaten.



özdemir asaf demiş evet: kırılmadık bir şey kalmadı.
üç kitabı bi araya getirmek için güzel laf, di mi?
o öyküyü bulup okumalı.


aqualung my friend.

ben galiba bi es vermek istiyorum. derin nefesli eslerden. nefesim düzelsin diye.
hadi yine bissürü paragraf.

yapamadığım tatillerden olabilir. deniz kenarından da geçtim. soğukta bi yerde, bere-atkı-eldiven-donmuş popo dörtlüsüyle oturup kitap okiym mesela. istanbul kuzguni bi lacivert olsun, bulutlar tepeme çökmüş olsun, ha yağdı ha yağacak stresiyle zift gibi bi çay içiym. bu tarifin adı piyer loti. pierre abiyi piyer yapınca bizden oluyo. neyse işte, o tepe.

oraya teleferik yapıldı. teleferikli halini görmek dahi istemiyorum. aklımda teleferiksiz, mezarlık yanındaki yokuşla çıkılan, mezar taşlarından korkmayan insanların yolu olan bi yer olarak kalsın. teleferiksiz. mezar taşlarını seviyoruz. en azından etraftalar. ben seviyorum. çok eskileri, çok çirkinleri, çok acıklıları var. güzel, aşiyan yollarını sevdiğim kadar. soğukta kitap okiym, zift çaylardan midem yansın, belki eskimiş müzekartımı yenileyip müzelere giderim, falan filan. kayık demiş miydim? kürek.

eyüp camiini de seviyorum. eyüp camii tuhaf bi şekilde anneannemin tabii ki görmediğim çocukluğunu hatırlatıyo. oksimoron. imam ahmet abisini, şair ahmet abisini, ahmet abilerini. babasının fırınını. o fırın artık orda değil, yıkılmış. onun parseline denk gelen yerde bi hacı amca kıyafet satıyo. ben hiç görmedim o fırını ama tuhaf bi his işte. Ben Eyüp'e Sâbuş'un 18 yaş fotoğrafındaki çilleriyle bağlıyım.

bi benzeri de markiz'de oluyo. eyüpten, büyükadadan kalkıp gizlice giydiği mus çoraplarıyla markizde çay içen üç kız kardeş düşünüyorum, anneannem ve kardeşleri. her haftasonu, görev bilinci ve krape saçlarla. küçükken camına burnumu yaslayıp hasretle seyrettiğim markize şimdi ben de gidiyorum. gidebilirim yani; ama gitmiyorum aslında. rezil sefil bir yer orası artık. bikaç yıl eli yüzü düzgün vaziyette kaldı ya, battı birilerine. dünyanın en çirkin elektronik panosu var orda: yemek sofrası mı lokantası mı bi şi. çirkin parlak bi tabela. tavuklu çorba 4 tl. bok bok bok 4 tane yemek, pilav pizza bi boklar, canım markizin vitrinini kapıyo. elektronik süpersonik. kaplıyo, yutuyo. içerisi görünmediği gibi, markiz yazısı bile kalmamış, tenhada, bi ufak çizgi. dışardan içerisi, içerden dışarısı görünmeyen bir markiz. turist kitaplarına girmiş bi yer; ama gecekonmuşlar markizin üstüne, öyk olmuş.

saygısızlık, parayla, neonla, teknolojiyle kapanmıyo. üslupsuzluklardan canım acıyo gerçekten. koluma, yok hayır Sâbuş'un koluna, mus çoraplı bacağına iğneler batırıyo birileri. tuhaf di mi. ama o camı indirmek isteyen başkaları da vardır elbet. benim saplantım olamaz.

istiklal caddesinde pano düzenlemesi, tabela sınırlaması var. güya. uygulanırdı eskiden. şimdi giderek mecidiyeköydeki tabela mezarlarına dönüşüyo, eminönündeki istila yaşanıyo. üslupsuzluktan hepsi, saygısızlıktan. sen kimsin de markizin iç dekorasyonunu kapatacak şekilde tavuk-pilav fotoğrafı asarsın? o vitrin düzenlemesini yıllar yıllar yıllar boyunca yapmış teyze öldü diye, vitrini bi vesikalığıyla taçlandırmak yerine pizzaya emanet edersin? tavuk ne demek?! benim aklıma bile gelmez. sıcak yemekler pişerken o duvarlara zarar geliyo mudur ki? iğneler, kör iğneler. iğnelerle paragraflarca laf tutturuyorum zihnime.

özdemir asaf'ın dediği gibi: kırılmadık bir şey kalmadı. hepsi halı altına. insan, markiz vitrini yüzünden şehre küsebilmeli, böyle bi hakkı olmalı. detaylarda boğulmak bi hak olabilmeli, gerzeklik değil.

*

neyse zaten, aslında konu bu değil.

bi konu, benim sürekli uzun uzun yazmam, bi alttaki yazı daha eskiyemeden, okunamadan, yeni harflar kusmam ki benim sıçar gibi yazdığımı zaten biliyoduk, yeni bi şi değil. ama artık beni bile yoruyo bu yazı ishali. boş laf. laf salatası. defter kenarına notlar gibi. böyk. bilmem. okuyan vardır belki. okunmasa da olur aslında, başta da okunmuyodu. o yüzden gocunmadan yazıyorum. laf eyüpten tavuk-pilava geliyosa da gelir, napalım. sadece işte, sanki her yer çok kalabalık. kendi kendimi sıkıştırıyorum. bunları bile anca bi paragrafta. böyk işte. tost oldum, suyum çıktı gibi. yazmaya başlarken aklımda olanlar ve sonuç çok başka.

es vermek.

es verince... ne güzel bi şi. lazım arada. bayramda ankaraya gitmek istemiyorum, çok mu ayıp? ya bi yere kaçmak, kaçamıyosam da istanbula sızmak istiyorum.

bu arada çatalhöyük bitti, nihayet, sonunda. şimdi ya rainer maria rilke- malte laurids brigge'in notları ya rosa luxemburg- sosyal reform ya da devrim . tercihte tavsiye varsa bekliyorum (hiç ses çıkmazsa, buraya kadar sabırla okuyan olmadığını anliycam. olta olta!). ikisini de okiyciim, kararlıyım. şu an başka kitaplar daha çok heyecanlandırabilir beni ama ben bunları istiyorum. hıhişte. tamam öyle değil. 6 kitap siparişi mi ne verdim az önce. olsun ama önce bu ikisi.

sonra işte ben eski kitaplarımı koliyle buraya taşısam mı yoksa ankaradaki ev benim burdaki evimden daha sabit bi nokta mıdır? öyleyse, olası bi taşınmada o kitaplar sadece yük mü olur? falan filan. yani bu arkada bırakılabilenler de eve gelince o ev tam ev olmaz mı? parçalarım pinçik. rafında sadece 7 kitap duran bi odam olmadı hiç, bi garip. bak yine oda oldu laf.

defne istanbulu kazanırsa ki umarım umarım, biz abla-kardeş evi mi oluruz ki? öyle gerekir, isterim de zaten. ama hayat trade-off'larla dolu. fırsat maliyeti. o da olsun ama buda olsun. çok mu ayıp yine? alışkanlık mirim.

*
sıkılan özeti: bunların hepsi bi yana, kör olana kadar, elimi kanatana kadar bi şilerle uğraşmak istiyorum. malzeme almak, uğraşmak, ertelenenleri yapmak. dünyayı kurtarmak da listemde 3. sırada. odama kozama çekilmek mis mis olurdu. azıcık durulmak.

bi de ayrıca, yaşasın jethro tull. dönem dönem kabarıyor. ian anderson da yaşlandı artık.

ve bi de bi de son dip not:

yarın, yani 20 Kasım, “Nefret Suçu Mağduru Trans Bireyleri Anma Günü”.
imiş.
etkinlikler için buyrun. bi bakın bari.

18 Kasım 2009 Çarşamba

bence yani.

şimdi el işi göz nuru ablalar teyzeler bana püskürmesin ama...

sürpriz: cansız şeylerin giyinmesi gerekmiyor!

yarı dayanıklı ev eşyalarına dantel, tığ, yün, keçe giysiler gerekmiyor. şükürler olsun ki cansız şeylerin (heykel hariç) çıplaklığından henüz utanmıyoruz, daha o kadar olmadık. teyzemin küçükken bi komşu evinde görüp, çözemediği için tuvalete düşürdüğü "tuvalet kağıdı kostümü" geliyo hep aklıma. öyle yani. ince emek evet; ama ne için? insanların giyinmesi dahi aslında tuhaf ama hadi diyelim ihtiyaçtan. ama bu eviçi giydirmeler neden? masamız üşümesin, çaydanlığın memeleri görünmesin diye mi yani? neden sahi? "sıkıntıdan arapsaçına dönmek yerine zeki müren kirpiği yapınca adı sanat oluyo" diye mi?

ikinci sürpriz: kitsch'e emek akıtınca kitschlikten çıkmıyor. maalesef. çok isterdik.

üzgünüm. kitsch kitsch'tir. şeker gibi, tuz gibi. misal, bruges'de şarap şişelerine dantel gelinlik ve damatlık giydirmişlerdi, hala kitsch'ti. yani üretken ablaların gözlerine, parmaklarına yazık, hepsi süper über eserler değiller. onun yerine, an itibariyle mermaid hanımla da konuşurken, bi batında 50-100 atkı, bere filan çıkarsa bu hanımlar, bi ilkokula gönderseler. kızlar için tonla çiek böcek pul payet eklenebilir, erkeklerinkine ne bileyim işte pon pon olabilir filan. yani el emeği yön değiştirecek alt tarafı. hem onlar ne kadar sevinir o emeğe! canlılar ısınsa, yapanlar emeklerine teşekkür alsalar, ev eşyaları oksijenle temas etse. mesela yani. di mi? niyet tabii.

evinizi kumaş müzesine, elişi kermesine çevirmek suretiyle tekstil fetişinizi doyurmak da isteyebilirsiniz. ama ne kadar yüklenebilir ki bi ev? ne kadar tığ kaldırır? o ince ayarı aşınca çeyizci vitrini gibi görünmemek için durmak gerek. durmuşken de ne bileyim, giydirilince gülümseyenlere, teşekkür edebilenlere de yöneltilebilir emek. komşulara misafirlere "baaak naptım" denemiyor tabii o zaman ama belki fotoğraf gönderirler, yine "sergileme" sağlanmış olur. tipik bir ev hanımı olmamanın çılgınlığı da bonusunuz, hahayt.

bence yani. demiştim bence diye. özelcipskolakilit.

17 Kasım 2009 Salı

çünkü sıkıldıkça ev ev ev

ne zaman evine bu kadar düşkün bi insan oldum bilmiyorum. sünnet/ asker olmuş oğlumu, gelinlik kızımın kepli fotoğrafını gösterir gibiyim. makine gibi barbi giydiren, evcil kedisinin kuyruğunu ören kızım ben. odam resmen benim yavrum evladım. kırmızı-mor olamayışı üstünde post-it sarısı krizini yaşadım filan, yeni barışıyoruz, balayı dönemimiz. küçük burjuva haller ve aidiyet saplantıları kitabınızı rafa koyarsanız bi süreliğine, kaldığım yerden coşkuyla devam edicem... çünkü çünkü ben beton çivisi aldım nihayet. nalburiye arasında tanıdıklarımın oranı giderek artıyo. beton çivisi seçtim ben yani. annem için bir milat. odam için de: artık tamam.

odamın görece dağınık olan köşesi - herşeyrafları.



ilaç,pasaport, takı malzemeleri, takı, oje, şapka, ampul, kitap,delgeç, mirkat ve diğer her şey herşeyraflarında.

aynam aynam aynam, nihayet. kartpostallar ve afiş konusunda emin olamasam da bu böyle bi şi.


bu köşedeki uyumsuz şeyi bulunuz: hint filmleri kitchliğindeki makyaj çantam.
onsuz olmaz, nayır nolamaz, o yüzden duracak.

ve kısa günün çalışkanlığı:



umarım takarım. inceden bi bülen.t ersoy hissi var; ama uzun bu aslında, kısa bi şi diil.
yok aslında o his yani. bilmiyorum işte.

buraya kadar sabırla okuyabilmiş erkeklere selam ederim, hayatınızdaki kadınların alışveriş arkadaşı olma sınavını geçtiniz, bilmem ki iyi bi şi midir. resimlere bakanlar sayılmıyor.

gov te re

belki bi gün, geridönüşüm konusunu kaale alırız.
sen ben o değil, ülke olarak.
ve sonra, devlet paraya kıyar, her yıl yüzlerce mezun veren grafik tasarım öğrencilerinden üçüne beşine bi proje götürür. tamam hadi aşağıdaki örnek kadar olmasın, ama niyet meselesi işte.

ingiliz versiyonunu, hasretle, imrenerek ve takdirle sunuyorum:
recycle now.
özenden bahsettiğim zamanlarda, en severek takip ettiğiniz dizi olduğum için söylüyorum, aklınıza bu gelsin. bundan bahsediyo olucam.

böyle yalın, özenli ve tek derdi işe yaramak olan siteler, twitterdan facebooktan tek derdi bilinçlendirmek olan işler, bence çok değerli. evet birileri parayı kırıyor ama onlar zaten kırıyor. siz şimdi mesela, durup dururken çevre bakanlığının sitesine hiç girdiniz mi? arkadaşlarınıza yollayacağınız güzellikte bir siteyi, herhangi bir bakanlıktan gördünüz mü? yahu bildiğin, kadın dergisiyle çocuk el işi sitesi arasında, resmen "sevimli". ben olsam pembeye boğmazdım ama gestapo şefi kaskatılığı da yok işte, ne güzel. sade en azından. bakınca görüyorum, 3 ayrı kolonda minicik yazılar akmıyor.

ve bunun gibi daha bir sürü şey. mesleki deformasyonla ofis yüklemesi arada bi yerdeyim; takdirle dolaşıyorum sitede. bakın mesela kampanyaya destek olanlara bile ayrı bi site var:
partners . çünkü, "logonuzu kullandık" değil mesele, şeffaflık. yaptık da bunlarla yaptık. buyrun. bakın.

öyle günler dileğiyle işte.
vatandaşını onunla kurmaya tenezzül ettiği iletişim kadar, o iletişimin kalitesi kadar önemsiyo devlet. bence. modern zamanlarda vatandaşlık bu muduuuuur hatta.

iletişim veya hatta işletme filan okusaydım, ödevim olsaydı, DEFRA ile çevre ve orman bakanlığımızı karşılaştırırdım. iletişimden anladığımız şey faaliyet raporu, hizmet aktarımı değil. o niyette; ama değil. bana değil kendi çalışanına anca ulaşıyo, sanki intranet bi şi.


yine de bizimkindeki yanıp sönen "yeni" yazısı için yıldızlı pekiyi.
o da şirin ablası.

16 Kasım 2009 Pazartesi

kırmızı kurdeleli hediye paketi

mutlu tönbekici yazmış. ki kendisi bana hep jelatini hatırlatır ya da blog alemi olarak nereye baksak jella özlemi, bilemiyorum.

kadında bulunması lazım gelen vasıf: bekaret. miş. yargıtayca. konumuz bu.
aslında çelişkili. raporda da belirtildiği üzere "bakire (kız)" olamaz bi kadın. kadın bütün bu raporlamalarda kız-olmayan-dişi anlamına geliyo çünkü. "zifaf gecesine çıkış" da artık, saraydan kız kaçırma tadında şenlikli bi etkinlik heralde. törensel, süslü ve kalabalık bi etkinlik.

kadınla evlenmeye gerekçe olabilecek tek vasıf aslında bekaret. bakireyle evlenilir, gerisiyle zaten sevişiliyo çünkü. bakire deyince gözünün önüne beyaz pamuklu çamaşırıyla şelalede yüzen taze et gelenler var hala bu ülkede. sanki elfimsi bi mahluk kendisine bahşedildi. gerçi bahşedilmek yanlış oldu, o hakkı olanı alıyor. 1-2 yıl garantili, iade hakkı var.

neyse, çok sövebiliriz tabii; ama bu evliliğin mutluymuş gibi yapıp sonra bir kız çocuk yarattığını düşünün. yok evlendi sevişemedi, yok evlenmedi de sevişti, yok kızlık zarı esnek, yırtık, dikişli.. hadi pollyanna, sen bile düşünebilirsin. sakat değilken gelen değneğe sevinen sen, doğmamış kızın ölmeyişine de sevin bence. hatta olmayan abisinin hapse düşmeyişini de eklersen, mutluluk sarhoşu oluruz. böyle şükürcüler tarikatı olarak yaşayıp gidelim bence.

amaan ya. aman valla.

keşke kadınlar için hayat sadece bekaretlerine nöbetçi olmak kadar kolay olsaydı. sanırım bizim de işimize gelirdi ama heyhat, başka işlerle de boğuşuyoruz. benim tanıdığım kadınlar şu an itibariyle ya ofiste deliriyo ya da tez başında. kimi yollarda helak olmuş vaziyette, rapormuş toplantıymış, sinir içinde, kimi de bi harf daha okursa kusacak, bilgi yükleniyo. bi kısmı işsiz, içlerini kemiriyo bu hal. erkeklerden pek bi farkları yok yani. manyakça koşturuyolar, işleri var, gani gani var. yorulunca bi kadeh şaraba kaçıyolar ya da sızıp kalıyolar, neyse işte. insanlar yani, kadın erkek pek fark etmiyo. ötelemeleri gereken bi askerlik yok, tek fark o.

yoksa amaaaan, ne de basit olmaz mıydı sahi, beynimizi satıp yerine bi bekaret kemeri iki de mandal almak? 7/24 seyrederdik bacaklarımızı, açık mı kapalı mı, cereyanda kaldık mı... işmiş tezmiş ne kelime, yargıtay filan da bilmezdik. kafamıza vururlardı, oy kullanırdık, bi ömre 3 çocuk, 3 bin tencere dolma. gerektiğinde kurdelemizi açarlardı, hediyelerimizi saçardık. ama salak gibi, okullara kadınları da aldığınızdan bi kısmı diplomasını pilav tenceresinin içine sermek yerine duvara asmayı seçebiliyo.

*

çok fazla insan evleniyo etrafımda. yakınımda değil ama; hakikaten etrafta. duygusal yoğuşmalar yaşamıyorum yani. evliliğe lafım yok da, tören fotoğrafları gerçekten içimi şişiriyo. dedim ya duygusal bi bağım olmadığı için de olabilir. en yakın arkadaşım evlense halaybaşı olabilirim, bilemiyorum o konudaki potansiyelimi.

ne bir düğün ne bir gelinlik hayali kurmuş bi kız olarak, yerden fırlayan maytapları, yukardan dökülen konfetileri gördükçe, düğünde çirkinleştirilen gelinler var bi de (ikinehir zamanında güzelce yazmıştı), onlar yerine ben yoruluyorum. boşanmış anne-babaların kızları pek düğün düşünmüyor galiba. bunun ardında da çocukluk acıları yok, daha farklı taraflarını düşünüyosunuz. ışık seli altında bol flaşlı fotoğrafları, simli vücut losyonları ve göz farlarını, muhtemelen pasta sonrası gazıyla belinizi sıkacak gelinliği, çiçekçinin 2 saat içinde solan dandik buketlerini değil, bi ömrü düşünüyosunuz. herkeşler odasına çekilince barbime düğün yapmıyorum yani, ben evlenicem diye başkalarını eğlemek gibi geliyo sadece.

başkaları da eğlenir aslında, onu da geçtim. konu bu işin raconu, kuralları olması.

işte böyle haberleri okuyunca, öyle törenler de batıyo bana. yargıtayın sahnelediği Zifaf Gecesine Çıkış operasına dönüşüyo düğünler gözümde. çok ayıp çok fena, ama öyle işte. kızımız istediği kadar "ay ben kır düğünü isterim, saçıma papatya takıcam, gelinlik diil beyaz elbiseyle çok sade bi peri kızı olucam, ayağımda postal olacak, renkli ampuller altında cupcake yiyciiz, hediye almayıp fidan diksinler, etrafta tavşan zıplasın" desin, takıcaklar koluna altın bileziği, bi yerden kırmızı bi kurdele türeyecek ve damadın ayağına basmadan bırakmayacaklar. bilmediğim daha on bin tören. fotoğrafçı illa ki ya gelinin ya damadın 45 derece açıyla yana döndüğü 1-2 kare poz çekecek. damadın gözaltı torbaları, gelinin stres sivilcesi rötuşlanacak ve gerçek ötesi mermer parlaklığında evlenmiş olarak hatırlanacaklar.

en kötüsü, damat gelinin alnından öpecek ve ben fenalık geçiricem. o kurtlar vadisi "yüceltmesi" sahnelenecek. içim şişiyo, tarifi zor. evet evet bu alından öpme meselesini daha sonra ağız dolusu yazıcam ama özetlersek: nolur sevdiğiniz kadını "seni dudağından öperek kirletemem nurdan" palavralarıyla alnından öpmeyin. asabiyet yapıyo bende. sıkıyosa vantus gibi yapışın, tükürüğünüzde boğun ama illa ki öpün. düğününüz iddia ettiğiniz kadar aşk töreniyse, elalem aşk görsün. seviyeli ilişki damgası: alında bir öpücük, tasdik töreni, papalık merasimi gibi.

bütün bu çiftler istedikleri kadar aşık evlensinler, sanki o abartılı törenler hep yargıtay üyeleri için, yetkililer için. anlatamıyorum. sanki checkliste girmeyi hakeden bütün bu buket-payet-topuk-duvak falan filan, yargıtay kararıyla. yönetmeliği filan var. bi ömrü birleştirme sevincinden çok, zifaf gecesine çıkış ve vasıflarınızla ilgili bi durum. şimdi herkes yorum kutusuna mutlu düğününü anlatıp benim freudyen analizimi yapmayı deneyebilir, serbest. ama gerçekten bu haberleri okuduktan sonra, belediyenin memuruna mutluluğun sırrını sunacak yodaymış gibi umutla bakmak size de bi tuhaf gelmiyo mu?


böyle de uyuzum.
hediye paketlerini de yırtarak açarım ben, ondan.

15 Kasım 2009 Pazar

bi de

pazar günü mantı günüdür. bi sarımsaklı bi sade. böyle gelmiş böyle gider bu bence.

serpico

(...)

falan filan derken bi uzun yazının daha sonuna geldik. kendi kendime sayıklıyo gibiyim bu aralar. arkadaşlarımla buluşuyorum, hatta ceylanla bile buluşabildik yani 4 yıldan sonra. şarap içiyorum sevgilimle ve çok ucuza süper çantalar alıyorum. etraftakileri seyrediyorum ve sakız çiğnerken ağzını kapamaktan aciz herkesin ensesine vurmak geliyo içimden. kitap okuyorum. ders notlarımı ankaradan getirmek gibi abesle iştigal bi fikre kapıldım bu ara. niyeyse.
günler geçiyo işte be blog. bak kasım 15.

yukardaki yazının başını sildim.

sildim çünkü artık içim şişiyo. meclis oturumlarını seyredip üstüne yorum yapacak halim var ama isteğim yok. halim var, yazmıştım; ama sildim işte. mailime dadanan bi manyak var mı, varsa napmalıyım, varsa bunu gerçekten takıyo muyum, alt tarafı şifre yeniliyorum pek iş değil aslında gibi gibi. öyle dijital önlemlerle donanma, zırhlanma insanı değilim. galiba onu da takmıyorum yani.

öyle şiş ki içim, maillerimin okunmuş olması pek umrum değil aslında. zaten şimdiye kadar haddi olmadığı halde maillerimi okuyan dış kapının mandalı kişiler oldu, bilmediğimi sanan, kendinde hak gören. taksam onları takardım monşer. üstünde durmadım. erdemden değil, hissizlikten. hayatımın kriptoları birilerini heyecanlandırıyo sanırım ama süplis: bi bok yok. hem benim 4 tane mail hesabım var yani, yetişemezsiniz. bu tip ergen hallere takılsam kafamda saç kalmazdı, yeterli kısmı beyazladı zaten. ayrıca kriptoları maile de yazmayacak kadar istihbarat ajanlığı yapmışlığım var sazan suzanlar. böyle biri var mı yoksa sadece teknik bi gazap mı derseniz, bence b seçeneği.

neyse işte. etkilere tepkim yok. bu ara düz çizgi ya da çizgilerim düzeldi. bissürü şey diycektim ama yankı gibi artık, istemedim niyeyse bugün. niye hala yazıyorum o da muamma.

saat 15.30. odamı seviyorum.

12 Kasım 2009 Perşembe

sanmayın ki içinizi şişirmeyi unuttum.

tek işim buyken unutamam.

dersim nedir, katliam nedir, cinayet nedir, neye denir. biz katliamlar için "minimum sayı" gereken bir ülkeyiz. 7 kişi az canım mesela, bahçelievler dediğin, hadi toplu cinayet olsun. şöyle en az bi 40 kişi olacak, psikolojik sınırı aşacak ki haketsin. ah böyle isimler sıfatlar nasıl boşaltılıyor, nasıl örneklemeler birbirini götürüyor, bayılıyorum.

sudan nedir, neye denir. 250 bin kişinin bataklık içinde varolmaya çalışmasına yardım etmek için çalıştım ben. çalışmaya çalıştım ya da. kısa bi süre için teğet. ne sağlığı ne de hayata tutanacak enerjisi olan 250 bin kişi. ülkeyi baştan başa kat etmiş 250 bin kişi. can havliyle, hala yürüyebilen hayaletler. "durum analizi" denen bi nane var, müdahale etmeden önce durumun vahametini okuyosunuz. edebi kitapları bile kendi okumayıp yardımcılarına özet çıkartanlar bu raporların "yönetici özeti" kısmını okuyup vah vah çeker anca. "önemli gün ve haftalarda dokunaklılık pozu için kullanılacak acılar" klasörüne kaldırırlar. çamurun içinde arıcılık yapmaya çalışmak nedir, bilmezler mesela. arıcılık için kovandan önce su gerektiğini bilmezler. ne bileyim, daha birçok şey.

ülkemin seçilmişlerinin afrikayı "evde beslenmeye layık güzel çocukların toprağı" olarak gördüğünü biliyorum; ama zaten pala sattığımız bir ülkenin bari baş katilini çağırmasaydık. gelmedi, gelebilirdi. hadi diyelim madem çağırdın, hemen akabinde israil israil diye çıkmasaydın yahu. komik oluyor. tamam israil ama, dindaşının elindeki kana kör olmak nedir, o kan değil de su mu? şu yazı, bence tam 12'den vuruyor. her türlü dış politikasında din ve barış kardeşlik argümanını öne süren bir başbakanın, en bi sınıfsal, en bi militer, en bi nakit dertleri olduğunu biliyoruz. hep olur zaten. maksat kılıflamak mı kılıflamamak mı, bu kadar. işine gelince adaletin nuru, işine gelince "sana ne len" çeken kasımpaşalılık bi tuhaf, teraziden taşan dengesizlikler.

bi de evet, sebze meyvede GDO yok. her haberde domates patates gösteriyolar, onlar bildiğin hormonlu, ilaçlı sera ürünü sadece. alx buraya da haykırmadan önce ben yaziym dedim. ama yerel tohumları koruyunuz bence de. çünkü gün gelip de "bizim bi yerel tohum vardı sahi, noldu ona" dediğinizde rahat bulunabilir olması gerekecek. tarlanızın bari %10'unu ayırın ama ayırın. valla bak. tarlanız varsa diye dedim. GDO'ya inattan da değil. en son teknolocik şeyleri alıp getiriveriyolar ama bazı şeylerin eksik kaldığını biliyoruz. şey gibi, kullanma kılavuzunun 3. sayfasından sonrasını okumamak. önlem mahiyetinde dahi olsa, o tohum illa ki lazım. sadece GDO değil mesele. tohum-gübre-ilaç üçlüsündeki tekeller tür çeşitliliğine tehdit olan ana şey. kanolanın genetiğinden önce düşünecek dertlerimiz var, hep vardı. gerçekten öyle.

bi günde kuyruk çıkaracakmışız gibi ortalığı birbirine katanlar, bi erman toroğlu kadar dahi sorgulamadı gübreyi, hormonu, ilacı, kısır tohumu. toprak denen nane canlı bi şi. ölebiliyor, inanır mısınız. bitebiliyor. yok azot, yok oksijen, on bin tane dengesi olan, nazlı bi şi. hadi bana eyvallah diyebiliyor. salatalık tohumu mesela, ithal. yerel tohum kalmadı gibi bi şi. allahın hıyarı yani, kilometreler ötesine bağımlı. niye ki? bizimkinde ne var? bire on vermiyosa nolmuş? herkes salatalık mı aşeriyo? keza buğday. konyada mirkat var. çünkü konya çölleşiyor. yani öyle böyle geçici değil, flora fauna çöle döndü. havza yönetimini sadece makale başlığı sananlara selam.

bunları düşünen bi avuç manyak da düzenli olarak vatan haini ilan ediliyor. tamam, "yerli malı yurdun malı" 60larında değiliz, biliyorum. "gıda güvenliği" de tek yöntem, tek hedef değil, farkındayım. ama haklılık payı var. bugün afrikada gıda ithalatçısı olan birçok ülkede çatır çatır tarım yapılıyor; ama gıda değil. KAHVE yetiştiriyolar. birileri kahve içiyor, hmmm mis, tam kıvamında diyor, onların parasıyla yine onlardan yemek satın alıyor onlarca ülke. bu işte bi tuhaflık görmeyip "yaşasın serbest piyasa!" derseniz, yarın öbür gün nükleer atık da "arz-taleple pazarı oluşabilecek bir ürün" halini alır. ki aldı, alıyor. yani demem o ki aşağıda bi yerlerde bkz. polanyi. her şey o kadar da ürün değil be güzel. her şeyi pazar piyasayla çözmek zorunda değiliz çünkü heyyo yaşasın: piyasa amaç olmadığı gibi, tek araç değil. tek araç olmaması için bilgi gerekiyor. bilen gerekiyor. o yok işte. onu nasıl çözeriz bilemiyorum. belki eskileri verip bi mandal iki de uzman alırız. arz-talepleşiriz.

ve son kez, yüzüncü kez: manyakça talep artışına denk gelecek kaynakları bulmak için fezaya ermek yerine az tüketmeyi de deneyebiliriz bence. yeter çünkü. bok yiyin gari. yok işte. olmayanı yiyoruz resmen.

loş

tarçınlı türk kahvesi nihayet yapıldı. törenlerle. mutteşem. kutusunda kokmuyo ama cezvede bi anda tarçın tarçın. kış kahvesi, çok güzel. reflüme iyi gelmiş olması bile kendi içinde garip ama süper bi şi. vanilyalı mumlar, süper hiper heykelimsi mumluğum, memphis slim eşiliğinde, pink elephant bi de... öylesi güzelmiş odamda. böyle güzelmiş odam.

sabahlarım mermaid ekmeği ve anne reçeli.
kallavi kahvaltılarla başlasın her gün çünkü gerçekten güzelleşiyor.

9 Kasım 2009 Pazartesi

bi daha bi daha

bir hışım eve dalıp 7 dakika içinde yemek siparişi+ elektrikli süpürgeyle oda turu. rüyamda görsem bu kadar kararlı olmazdım. yerde boya damlaları, sıva artıkları var. öylece durabildikleri için ve tek zararları çirkin görüntü olduğu için duruyolar. yoksa fena halde sinir bozucular. temizlemem lazım, uzatmamam lazım. onun yerine odamdan gidiyorum.

odamın bi güzel detaylarıyla sizi baş başa bırakiciim. öyle işte, temiz ve sakin bi odam var.



küçük kuşlar çok özel tamam ama, mirkat çok bambaşka bi hayvan yahu.
arkadaki mumlar sihir kokuyo.

ay ama ama esas esas:



heyecan yaptım. masam niyeyse tapınak gibi. biraz da fazla temiz, fotoğraf için aynaya bakıp saçlarını yaptı çünkü. biricik hediyem ve dali- yozlaşmışlar. bardakta hibiskus çayı var. elma çayım da oldu artık. ev arkadaşım ise havlican kökü kaynatıp içirmiş bana meğer, yeni öğrenebildim adını.




atölyem kutulandı! anca sığdım. ekmeğim ise genelde kahvaltı ettiğim evde kaldı, fotosuz.

diğer köşeler ise duvar çivisi ve koltuk bekliyo. duvara koltuk asıcam, oturmaktan siz de sıkılmadınız mı?

ho ho ho. yüzbin post giresim var bugün. yemek-duş-ütü kadar sıkıcı bu akşam.
değişsin değişsin.

kendime not

"Labor is only another name... for a human activity which goes with life itself, which in its turn is not produced for sale but for entirely different reasons, nor can that activity be detached from the rest of life, be stored or mobilized; land is only another name for nature, which is not produced by man; actual money, finally, is merely a token of purchasing power which, as a rule, is not produced at all, but comes into being through the mechanism of banking or state finance. None of them is produced for sale. The commodity description of labor, land, and money is entirely fictitious."

Karl Polanyi - the Great Transformation

kaç kez okudum, bikaç kez. ama kitabın özü, kitabın can damarı, kapadıktan sonra yazacak bir teziniz, yapılacak bir sunumunuz yoksa kendiniz için hatırlamanız gereken tek şey bu paragraf.

daha da özetliym:

None of them is produced for sale.
The commodity description of labor, land, and money is entirely fictitious.

aklınızda olsun. benim de.

ah.

yok hayır ben yanlış anlamıştım, gecikme vardı, roll kapanmamıştı. blogda bi yorum, içime su serpmişti. hop hop gelmişti roll. sonra ama derken... oldu mu ya. 144. sayı.

8 Kasım 2009 Pazar

25

oldum ben. 25 yani. bugün. ne 18 ne 30, kafamdaki milat galiba 25'miş benim. huşu içinde düşüncelerdeyim. bugün bir pazar günü olarak pazarlığını yaptı, doğumgünümde az buçuk evde çalışmam gerekiyor. çok da koymuyor çünkü ben çoktan geçirdim gibi doğumgünümü, dün kutlandı gayet güzel. haliyle sanki bugün aslında dünmüş, dün bugünmüş, saatleri bi gün ileri geri bi şiler.

cuma günü 4 yıl aradan sonra nesli, yurt kızları, bol şarap. en çok biz kikirdedik. sonra en uzun gece, en çok kokteyl, güzel ama yorucu bi şi cuma.

bu cumayı takiben uyanamadığım cumartesi günü. dün öğle saatlerinde bi koşturmaca, bir yuvarlanarak geç kalarak tünele yetişme telaşı. nihayet tanışıcaz. nihayet. 3 yıldan sonra, ilk kez, yüz yüze. daha önce niye denemedik, niye zorlamadık, bilmem. sanırım şart görmedik ve ben biraz tembel çıktım. 3 yıl önceydi ve ilk o beni buldu, bulduğunda blogsuz bir kibritçi kızdı. arada yorum yaparken bi gün pıst dedi. biz öyle öyle pıstlaşmaya başladık. blog açtığında, nihayet nihayet dünyasını bana açmış gibi hissettim. okumadığımı düşündüğünü söylediğinde şaşkınlığımı anlatamam. nasıl okumiym yani, zorla açtırıcaktım nerdeyse. bu blogu okuyan, blogu olmayan ama düzenli iletişim içinde olduğum 2-3 kişiden biriydi. ben onunla yeniden tanışırken o beni çoktan tanıyodu galiba. hani çocukluk arkadaşlarınız sizi bilirler, yurt arkadaşlarınız sizinle yaşarlar, işten arkadaşlarınız sizi öğrenirler filan ya, ilk kez yüzünü bile görmediğim biri beni çok fena biliyodu. istanbul krizlerimi, ankara krizlerimi, genel olarak tüm krizlerimi, her şeyi. ben de onu öğrendim. ve nihayet, adını koyalım dedik. "you got mail" filmi gibi bir hal düşünün, gibi gibi.

buluştuk oturduk, allahım cam gibi, anlatması zor. duruluk nasıl anlatılır bilmiyorum ama işte cam gibi. karşınızdakinin hakikaten neyse o olduğunu anlamak öyle rahatlatıcı bi şi ki. cam gibi işte. bakıyorum, görüyorum, öyle bi şi. telefonu çalıyo, konuşuyo, cam gibi. gözlerini açıyo, röntgenimi çekmiş bile olabilir, öyle güçlü bi bakışı var. sonra hediyelerimi verdi ve ben ağzım açık, beni gelip bulan ve resmen beni tanımayı seçmiş bu hanfendiye hayran kaldım. öyle işte, çok müteşekkirim beni bulduğu için, bana kapısını açtığı için. teğet geçebilirdi, hmm der boşverebilirdi ve ben hayatta o kibritçi kızı bulamazdım. o beni buldu ve bu bi teşekkürü çok uzun zamandır hakediyordu, dün vesile oldu. marilyn, beatles, cedric, küçük kuş ve diğer her şeyi hatırladığı için. bu sabah hayatımda ilk kez el yapımı üzümlü ekmek yedim ki bence ekmekten öte bi şeydi. en seveceğiniz ekmeği bilen ve üşenmeyip yapan birini 3 yıl rötarla görmekte yadırganacak bir şey olmadığını dün fark ettim ben. bilmem ki, blog dışı bi şi aslında mermaid, çünkü blog ötesi. ve şimdi biz üç boyutlu hallerde, sanki daha geçen hafta buluşmuşuz da biz bunu hep yapıyormuşuz gibi rahatken, fena halde devamı gelir, uyariym.

sonra çiçeğimi, küskün orkidemi nihayet çiçekçiye götürdüm. soldurduğum için bana 3 kez nota veren sevdiceğimin gönlünü alacak şekilde, tabii ki ölmek bilmemiş orkidem canım. yapraklar sağlam. saksısına sığamayan bir gürbüzlükmüş mesele, umarım geçecek.

derken akşam. akşam yemeği. akşam yemeği öncesi, sonrası ve devamında ölümcül bir reflü krizi. talcid. inatçı deryik: bu gece şarap olmalı. şarap 1- deryik 0. kadeh kaldıramadan midem girdap oldu, lav püskürücem sandım, asit şelalesiydim, üstüne bi de çarpıntım tuttu, eve döndük. 5 yaşınızda tuhaf renkli jelibonlar, pasta ve iğrenç çikolatalar yesenizde tık demeyen mideniz 25 yaşınızda "yaaaşllıı çürüük çüürüük yaşllı" diye kutluyor doğumgününüzü. yemek güzeldi ama aklım şarapta kaldı.

neyse ama sonra ev. sonra kuzey ışıkları hakkında bir belgesel, "alaskada güneş tutulmasının penguenler üzerinde etkisi nedir", japonlar nasıl olur da bunu bile merak eder, insanoğlunun merakının müthişliği, güneşteki patlamalar, manyetik alan vesaire. yok yahu entellikten değil bu, o koltukta müthiş bi huzur olduğu için ve penguenler komik hayvanlar olduğu için. onunlayken insan bi sonraki alaska uçağını düşünebildiği için. sonra bi film izleyelim, ne olsun... ben g-force dedim. çizgi filmimsi. o güldü. en light film seçeneğimiz olduğu için, tam orda o sırada sızmak istediğim için. işte süper ajan hayvanlar, kötü adamlar, çip çalan sinek ve derken zzz.

sabah 8de koşarak gitti pazar günü hırsızlarına, ben de dünden beri gidip gelip süzdüğüm ekmeği açtım, kahvaltımın merkezine koydum ve gün çok güzel başladı. odamda düzenlenmesi gereken şeyler var. takı kutularım ve her türlü el işi için bir kutum var artık mesela. onları yaptım bitti. çok güzel bi his. çivi bekleyen aynamı da asınca tamamlanacak.

şimdi çalışacak olmak pek de önemli değil, gördünüz.

ha bir de dip not: isim annesi olmuşum haberim yok. çok heyecan.

6 Kasım 2009 Cuma

perşem

iyileştim ben, turp gibiyim. kulağım açık, boğazım iyi. yine de cep telefonunda uzun süre konuşunca kulağım tıkanır gibi oluyo. öyle bi tiksinti halindeyim bu ara.

cep telefonundan geçtim, birinci kat yüksekliğinde ışıldak gibi onar onbeşer baz istasyonu olmasından nefret ediyorum. boğaziçi girişine açılan yeni kafe, mesela. mekana gayet özenmişler, ferah ve eminim deniz görüyodur. bayıla bayıla bekliyodum açılmasını. ama: balkonuna baz istasyonu dizmiş resmen. bütün bina kaplı. öropa görmüş ukalalığıma verin, ben hiçbir şehirde böyle bi şi görmedim. baktım da üstelik, yine göremedim. bizim kadar da iletişiyolar. demek ki şart değil. bodrum türk telekomu görseniz, tek katlı bina deniz feneri gibi haşmetli hale gelmiş o baz istasyonları sayesinde. ankara keza ayrı bi cennet. burada köprülü kavşak civarı bi baz istasyonu heykeli var, roma sütunu gibi.

binanızı baz istasyonuna kiralayıp para kazanabilir olmanız, kafanıza göre hareket etme özgürlüğü vermemeli. bi düzenlemesi, yönetmeliği illa ki vardır. etkisi yatayda binde bire, dikeyde onbinde bire mi düşüyodu neydi, bi şeydi, haliyle yerden yükseklik önemli bi kıstas. bilmemkaç km alana hizmet veren onlarca ışıldak gerekmiyor. birinci kat ya. arabanızın üstüne bağlayın bence. trafikte fark yaratırsınız.

bir de dün nihayet: brazzaville. babylon için fazla sakin kaçtı sanki. ayrıca ugly babylon'u söylemedi, klişeler olmasın mıdır nedir bilemiyorum. olsun ama, o cep udu kıvamı küçük alet (adını bilenler gülebilir) gayet renk kattı.

perşembe zaten güzel bi gün. istenirse hafta içine sıkışmış haftasonu hissi verebiliyor.

----

doğumgünü hediyesini erken alınca sürpriz oluyo hakikaten. kadar güzel, o kadar zarif ki, lay lay lom bir sevinç bulutu. odamda yeri de hazır. öyle sırıta sırıta sevindim ki dün, rüyama girdi sonra. yarın törenlerle evime götürüp yerleştiricem nazenini. her türlü töreni hakediyo çünkü.

belki fotoğrafını da gösteririm; ama kokuları alamayacaksınız.
ve en fenası, tarçınlı türk kahvemden size burdan ikram etmem mümkün değil.

5 Kasım 2009 Perşembe

kadir kıymet bilmeyip emeğin üstüne yatmak

sinirlenmiyorum çünkü şaşırmıyorum.
şu habere bakınız, elif bebekleri için türkiyenin geleneksel giysi haritası çıkarılmış.
ilk bebeğimiz: elif için.

Türkiye'yi simgeleyecek dekoratif bir bebeğin üretilmesi konusunda alt yapıyı oluşturmak amacıyla Geleneksel Folklorik Kitre Bebek Yarışmaları düzenlendiğini ifade eden Çubukçu, bu kapsamda Türkiye'nin en ücra yörelerine kadar giyim ve süslenme geleneklerinin araştırılarak, Türkiye'nin giysi tarihinin de ortaya çıkarıldığını dile getirdi.

yok hayır, bu da emektir, saygım sonsuz. benim takıldığım son kısım:
Türkiye'nin en ücra yörelerine kadar giyim ve süslenme geleneklerinin araştırılarak, Türkiye'nin giysi tarihinin de ortaya çıkarıldığını dile getirdi.

hmmm..

bunu yapan başka biri vardı: sabiha tansuğ. bu yerel kostüm-kıyafet işine ilk saran, 50 yıl harcayan kadın. kıymetini bilip paraya basanlar oldu da bir müze vermediler, kolleksiyonunun çoğu çalındı. ödüllendi, arada bi aferinlendi ama hayatının emeğine gösterilen saygının samimyetsizliğini görebilecek bir kadındı sabiha hanım.

işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte, ben o elif bebeğe bi soğuk, bi uzağım. sevemeyeceğim, biliyorum. oysa hollandada okulumdaki vitrinde onca ülkeye rağmen türkiye'den bebek yoktu, aramıştım ama bulamamıştım, çirkindi hepsi. sevebilirdim yani. vitrine gönderirdim. neyse işte.

olmayacak maalesef. bu elif projesine girip emek harcayanlarla arama sabiha tansuğ'a saygı meselesini sokmayacaktı nimet hanım. insan bari, azıcık tanır o emeği, adını anar, bi selam yollar. yok hayır. hani dersin ki, "sabiha hanıma özür borcumuzu böyle ödemiş olalım". mesela. nerde, rüyamda... sabiha hanım hiç olmamış gibi. Geleneksel Folklorik Kitre Bebek Yarışmaları denen nane de olmasa bu işe dönüp bakan yokmuş gibi. "iyi ki bakanlık var, yaşasın" diyecekmişiz gibi. nimet hanım, 1 yıl içinde sabiha hanım olabilirmiş gibi. oldurulmuşluklar, içten bir tutkuyla, kuyu kazarcasına yapılan ince işin yerini tutabilirmiş gibi.

böyle bir şeye kalkışıp sabiha tansuğ'un adını anmamak, bi de üstüne alkış ummak sadece çok ayıp.

ayna meselesi

yapabileceğinizin altında kalan şeyleri yapmak güvenli sularda yüzmekten başka bir şey değil.
hani derler ya işte limandan çık, okyanusa karış filan.. klişe benzetmeleri sevmem ama, iskeletinizin hakkını vermek için bi dalga yüzü görmesi gerek, doğruya doğru. kafa patlatmazsanız sıkıntıdan patlıyosunuz. burnumu tıkayıp boka atlamışlığım çok, ama bi daha yapamiycakmışım gibi geliyo.

öyle arkadaşlarım var ki facebook sayfalarına (bile, dahi) bakıp kendime kızmama sebep olabiliyolar. sağlıyolar ya da. yakından ya da uzaktan, iyi ki varlar. insan bi tek kendinden utanabiliyo bazen, neden nasıl, napıyosun, ne istiyosun... sorumlu ergenlerin 18 yaş civarı yapıp bitirdiği kimlik sorgulamalarını, "ben kimim" buhranlarını bu yaşıma ötelemişim galiba. ne galiba, kesin öyle. reddettiğim şeyler omzuma dokunup "pardon bakar mısınız, tanışabilir miyiz" diyo, dedi, diycek. daha da ötelerim bıraksanız. emekliliğinde aynaya bakıp "bu mudur yani" diyen mendebur teyze olurum.

kendimden mutsuzum. bi süredir böyle. hadi adını koyalım, belki en çok son 3 aydır. yine geç bi ergen olarak sistemi, ailemi, hava durumunu ve çekirdekli üzümleri suçlayabilirim, ama sanırım kendim bile inanmiycam. etrafımdakilere dert yanarken bile utanıyorum. ne hamle yaptın, sıfır. söylenme o zaman, çözüm bul. dert yandıkça insanların içi şişiyo, belki üzüyorum, ne gerek var. çok doluyum ama ben. doluyum da bi şeye mi yarıyo,bi şeye mi boşalıyo, cık. felç gibi bi hal. hamlesizlik.

ihtiyacım olan şeyi biliyorum. neleri yapsam ne olacağını da. ne olmayacağını da. sonrası- felç. durağanlık öyle içselleşen, içe işleyen bi şi ki, buz kalıbı içinde donmuşum da bi tek gözlerim hareket ediyo gibi. anlatamıyorum.

istanbulun hayatımdaki yeri ve önemi konulu şiirimi de başka bir güne saklıyorum. oysa o kadar alakalı ki. neyse işte. aslında alakasız, biliyorum. çeyrek çınar olma zamanı yaklaştıkça, beyaz tutamlarım ışıkla coştukça, senede biiirr güüüün, vicdanım aynadan bana nanik. niyetlerim, bozduklarım, gidebilirlik.

gidesim var. çok fena. yine geldi. bu yıl çok yoğun yaşiycam bunu, biliyorum. hissediyorum. "gidelim burdan" krizlerim. kendimden gitmeye çalışmıyorum hayır, kendimi de alıp gitmeye çalışıyorum aksine. kendimi götürmeye... felcime, tembelliğime, miskinliğime peh.

4 Kasım 2009 Çarşamba

jella

blog aleminin bana kazandırdığı en büyük dostlardan, ilk başlarda yorum yazarken ah nasıl da on bin kere düşündüğüm, bana ilk yorumunu bıraktığında vuhuhu çektiğim, yılbaşı hediyesiyle tanıştığım, okuyanların bildiği okumayanların çok şey kaçırdığı, topuklu ayakkabılarla koşabilen kadın, jella, jelatin, veda etti. peşisıra baharlarla.

"aa sayfa tasarımı değişmiş" filan derken meğer: kepenk inmiş. yine ona yakışacak kelimelerle.

giderken arşivini de aldı gitti, çünkü sanırım günlüğünü orta yerde bırakacak kadınlardan değil o. içim buruk. hani mesela izlediğiniz dizi artık eskisi gibi değildir, ne bileyim, ekşisözlük artık eski tadı vermiyodur filan ya, o kendi blogu için böyle hissediyodu galiba. bense artık tüm blog alemi için böyle hissedicem, haberi yok. masallı kız da bi anda gitmişti. pıtır pıtır, bi anda gidişler, eve gelirken tüm yumurtaları kırmışım da haberim yokmuş gibi.

benzetmelere doyamıyosam bilin ki derdimi anlatamıyorum.



gördüğümde aklıma jelatin'i ve hatta en çok da onun kelimelerini getiren o reklamı buraya koydum. parfüm-paris-balon üçlüsü en çok ona yakıştığı için. kepenklerinin üstünde balon olmasını istediği için. ne bileyim işte. vedahabirsürüşey sebebiyle. post başlıkları sebebiyle. yapacağı yaka iğnesi sebebiyle, çok yani saymiym şimdi.

ama ama nispetimi de yapıcam, başka yerlerde sırf bana özel bi şekilde dinlerim yine onu. yine bana dizi kritiği, yine bana dedikodu, yine bana kahve. ilk okuduğum bloglardan, en çok okuduğum, arşivine döne döne daldığım, kalemine taptığım blog. jelatini okuyanlar jelatin arşivini de okur zaten. daha okumayanına rastlamadım. "arşivini okutan blog"dur, o mertebededir. özgünlük nedir, neye denir, kendi gibi olmak nedir, en bi jella. yağlamam ballamam gerekmiyor, 70 milyon adına konuşuyorum burda.

ben şimdi en sevdiğim kitabım elimden alınmış gibi, rafımdan atılmış gibi hissediyorum. hakkım var mı bilmem, kızıcam, kızamıyorum. bunu hissettirecek üç beş blog daha kaldı, bi hamle yaparlarsa diye korkuyorum.

gibi gibiyim işte. arada selam etsin, o da yeter.
blogdan sıkılırsam, tatmin etmezse, ben de giderim, biliyorum.
ama en şık vedayı kaptırmış olmanın yenilgisiyle giderim bundan sonra.


buyrun bizim ilk randevumuz.
çok heyecanlıydı.

rögar çukurunda ölmek

düzenli aralıklarla, tahminen belediye seçimlerine daha çok varken, birileri açık bırakılan rögarlara düşüyor. Şanslıysa yaralı, bahtsızsa ölü çıkıyor. en bok yoluna ölüm bu: yürürken.

bu sıradan bilgiye dip not: bu ülkede sokakta sadece sağlıklı ve genç insanlar yürüyebilir. rögara düşebilecek sakat, kör ya da sadece sarhoş kişiler sokakta olmamalıdır. netekim canım ülkem, sel varsa üst kata çık, su yoksa yan köye git, yol bozuksa evde otur. vergilerini de bence ödeme, bankaya yatır, düzgün bi emekliliğin olur. "orası inşaat alanı" derseniz, şüphem var, sokakmış gayet. yine de aynı hikaye. bi işçi de düşebilirdi. rögar açıksa etrafına bant çekilir, uyarı konur. açık bırakılmaz. inşaat alanı diye olağanüstüleşmez, normalleştirilmeye çalışılır. ne bileyim.

5 yaşında çocuğum olsa, herhangi bir şekilde ölse, dünyam çökerdi. kardeşimi düşünüyorum, yok yok, kesin çökerdi. 5 yaşında bir çocuğun bok yoluna ölmesi ise o kadar sıradan ki. tabii ki annesi suçlu. çünkü artık ezberledik, altın kural: mağdur her zaman suçludur. annesi DE suçlu olmalı. onun da bi suçu olmalı illa ki. çünkü neymiş, elini sıkı tutmamış, bastığı yere bakmamış. bastığın yeri toprak diyerek geçme, rögar o! inşaat alanıysa, her şey mümkün. kelebekli eteğini, pembe hırkasını boşvermelisin anne, sen çocuğuna bakamıyosun, kabul et. ihmal ihmal, adaleti sen kozalak mı sandın, hop hemen de buluverdi, görüverdi, dillendiriverdi ihmalini.

önden eşekleri yürütürler ya mayınlı arazide, öyle bi şi gerekiyormuş işte şehirlere. istanbul, 2010 kültür başkentini geçtim ,17 milyonun kenti, rögara düşerseniz yanınızdaki suçlu.

çünkü bir anne bi an için dikkatini dağıtmamalı. çocuk el bırakıp koşmaz. annenin mesela gözü çiçeğe böceğe, kuşa buluta takılmaz. annenin görme engeli de yoktur zaten. anne düşen çocuğunun peşinden rögara niye atlamamış? di mi yani? siz vatandaşlar, bu yol bu sokak bu caddede hakkınız var mı sanıyosunuz?

bilirkişiymiş. beni bilmesinler olur mu? başıma bi şi gelirse, söyleyin, beni unutsunlar. raporlarında belirtmesinler beni. kafanıza piyano düşse solfej dersinde geyik yaptığınız için olacak. beni bilmesin o kişiler. illa ki benim suçumdur, kendilerini yormasınlar.

vatandaşlık dersimizin bi kitabı vardı, uğur mumcu vakfının hazırladığı kitap. okutmamışlardı bile, ben kendim okumuştum, inektim evet. annemin başucunda duruyor hala, inanamadım. o kitap sanırım bi vatandaşla kul arasındaki farkı anlatan tek ders kitabıydı. defneye zorla okuttuğum tek ders kitabı. ben daha o kitapta yazanlara yakın bir tek haber bile okumadım.

çok yazık bize ya. evcimen, canım hukuk hocamız, en saçma anlarda katılarak ağlardı derste. şimdi daha iyi anlıyorum.

acısından içi kıyılmış, çocuğunu çukurda kaybetmiş, başında nöbet tutup ambulansı, polisi beklerken delirmiş bir anneye "bu senin suçun" demek nasıl bir sadistliktir? baba acısından çekip vursa bu kadını, olmayacak şey mi, bilirkişiler ne diyecek, "ay bu kadarını bilemedik" mi?

3 Kasım 2009 Salı

-_-

çok uzun yazdığımı hiç yorum gelmeyince anlıyorum. tembeller siziiiii.
("okudum ama diycek bi şeyim yok, öyle sıkıcıydı" demeyin, içime kapanırım)

kulağım düzeliyo.

biri var ki, evime çat kapı geldiğinde, hadi hadi hazırlan dediğinde, beni alıp götürdüğünde, komşuculuklarda mutlu oluyorum. yoksa pijamalarımı bi kere giymişken çıkarmam zor, çok zor.

komşu demişken, iki alt katımda iki kız kardeş var. onlar okula gitmeden önce kapı eşiğine oturup ayakkabı giyerken ben merdivenlerden iniyo oluyorum. öyle karşılaşıyoruz sadece. ikisi de ilkokul yaşında. küçük olan beni görünce kocaman sırıtıp paltosuna saklanıyo. günaydın diyorum "ehihiiiğğ" diyo. sonra "abla bak abla geçti" diye ablasına gösteriyo. peş peşe merdivenlerden iniyoruz. onlar servis bekliyo, ben yokuş çıkıyorum. bi kere aniden dönüp arkama baktım, yakaladım, ablasının arkasına saklandı. cilveloy.

kısa yazdım işte. hıh.

ama dip not: karadeniz sahil yolu kararı. nihayet.

2 Kasım 2009 Pazartesi

ıhlamur ve diğerleri

oda duvarı, izolasyon vs vs hepsi tamam. kurumuş, kokusu bile kalmamış nerdeyse. ve renk güzel. ev arkadaşım da eskiden bi fazla sarı olduğumuzu fark etmiş. o da memnun. odam sauna gibi ısınıyo, en memnun ben.

dün kışlık yüklü bavulumla odaya girdim, bütün eşyaları yerine çektim, perdemi astım, yeri süpürdüm, giysileri yerleştirdim, o hızla dolabı düzenledim, arada çay içip 3 sigara böreği bile yedim. nokta. bittim. devrilip uyudum.

national geographic'in kapağında zeytin, içinde yalıçapkınları var. daha ne diyeyim. bi de dünya haritası var tam bakamadım baskısına filan. şöyle 4-5 parçalı verseler keşke, kocaman, bi duvar kadar olsa.

Nil karaibrahimgil'in son klibi, duma dumladığı klibi, bence en eğlencelisi, kendine en yakışanı olmuş. sıcak havayla şişip kuklamsı bi şi olan balon taklidini ajda yapacak değildi ya. ben sevdim. son heceyle kafiyeleme konusunu giderek abartıyo; ama olsun. klibi sevdim işte. radyoda olsa geçerdim, tv'de durdum.

flamingoların kırmızı alg yiyemeyince hemen grileşivermesi, ne tuhaf di mi? yeni bi flamingo yuvası bulunmuş. buyrun, bu da bulanların, kuş araştırmaları derneği'nin sitesi.

ev arkadaşım meyan kökü ve bi tuhaf şeyler kaynatıp nezle karşıtı iksir hazırlıyo. grite işe yaramayabilir. cadı ayini gibi, izlemesi çok güzel. kokusu da fena değil, zevkle içtiğim bi şi. içeriği işe yarıyo mu yoksa sadece sıcak su da placebo etkisi mi yapıyo, emin değilim. ev aktar gibi zaten.

ayrıca iki kızın evinden beklenmeyecek bir alet çantamız var. siz deyin 15lik ingiliz anahtarı, ben diyeyim elektrikli matkap. dünyanın en hafif katlanabilir merdiveni, boy boy çivi, çekiç vs. ne arasanız mevcut. süs de değil, kullanımda. anneminkine benziyo. çok tuhaf şeylere ihtiyacım olduğunda o çantadan çıkabiliyo. mutlu ve gururluyum. artık duvarlar da ıhlamur, oh mis.

bu haftasonuna doğru konser dolucam. fiyu fiyu.

şu haber, tek başına, davayı dibinden takip isteği veriyor. kim ne kadar insan, namusçuluğun kadınlar için biçtiği derecelendirmeler nedir, şıkır şıkır dökülecek. hep bildiğimiz şeyleri duyucaz yine, o kadınlar ZATEN'lenecek. zaten onlar hayat kadını. zaten onlara ha bir eksik ha bir fazla, bu seferki de şirketten olsun. ama bi allahın kulu da bu suçu işlemek için polis kostümü giymenin, suçu işlemek için en iyi silah oluşunu, bunun nedenini nasılını, sorgular mı acaba? o kadınların, o kostümü gerçek sanmaların rağmen ihbarda bulunmasında bir cesaret yatıyor, maalesef. bak onlar hakkında da yasal işlem hop başlayıvermiş. bu gözükaralığı kimse fark eder mi acaba? ZATENlere RAĞMEN yaptıklarını? orda bi yerde birileri, "ah sahi" der mi bugün? ne bileyim.

bir gün sendikalar, tüm hayat kadınlarının, tüm seks işçilerinin sigortalı olması için, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, düzenli ücretsiz sağlık kontrolü hakları için yürüyecek. erkekler, en önde olacaklar. çünkü mesele emekse, haksa, sağlıksa iki memenin lafı olmamalı. kim kadın, kim erkek, kim erkek doğmuş kadın olmuş, kim olmak istiyor, hiç önemi kalmayacak. bi gün olacak, göreceksiniz. fabrika kızı romantizminin ötesini görüverecekler. ileride.

ayrıca gün gelecek efemine erkek esprisi de, canlandırması da olmayacak. bunu az buçuk yanlış bulmayı öğrenicekler. çok güzel hareketler olmayacak bunlar. anlayana. sinir oluyorum. bunun üzerine kariyer inşa edenlere hele, ah nasıl. sadece bu konuya has değil; çünkü bu bi seçimin, bi tercihin minik bir yansıması. işin özü, güçlüye sataşmak yemediği için uçlara itilenlerle uğraşmak. iki yumruğunu bel hizasında tutup kalçasını ileri geri sallayarak "siktim- sikicem- sikildi" esprisi yapmayı bi insan kaç defa komik sanabilir, komikmiş gibi satabilir? bu bence mizah değil, gülmek isteyen gülsün. kolaycılığa alkış tutamiycam. kızdım işte. neye ağladığı belli bi milletiz: ağlamamız beklenen şeylere işaret verilmiş gibi ağlıyoruz. neye güldüğümüz ama, işte işin aslını o gösteriyor. bence. bakın mesela şu bi şaka olmalıymış. hadi gülün. hepsi sırf siz gülün diye zaten.

-konudeğiştir/ açparantez-

babamın anneannesi, çocukluk komşum, bildiğim en güzel lokumluğun sahibi, uzun beyaz örgüsünü her sabah topuz yapan kadın, sonraları uzak düştüğüm kadın, ölmeden önce cenazesiyle ilgili tüm işleri ayarlayıp öyle ölmüştü. yük olmamak için. tüm mahalleyi organize etmiş 90 küsur yaşında. öldüğünde her şey o kadar tıkır tkır işlemiş ki komşular "bi kendi çukurunu kazmadığı kaldı" demiş. şaşırmamıştım duyduğumda. ne bileyim, galiba ben böyle olmasını beklerdim ondan ve hatta o kuşaktan. hani anneniz hastayken de kendi çorbasını kendi yapar ya, onun gibi. nerden aklıma geldi derseniz, arada bazı şeyler akla gelmeli, ondan.

annemler fulya için bi anma gecesi yapmışlar. fulyanın ilkokuldan beri hayatına girmiş tüm arkadaşları, fulyanın bahçesinde anılarını paylaşmış, bi de videoya çekmişler; fulyanın kanadada yaşayan kardeşi ve amerikadaki kızı için. o iki katlı binanın her katına bir kanser düştüğü zamanlarda dahi ekim ayı hasat bayramıydı. bahçedeki meyve ağaçları bikaç gün boyunca sallanır, elma, armut,ayva ne varsa toplanırdı. fulya ve alt kat komşusu çift yarışırdı: kim daha fazla çeşit yemek yapacak? yarışmayı genelde annemin arkadaşı olan o çiftin erkek tarafı kazanırdı, kanserliyken bile. pestil, reçel, kek, hummalı bir üretim. sonra, üretilen onca şey için, hasat partisi. fulyanın kocası bu kısmı severdi sanırım. şaraplar alınırdı. beyaz perde gerilir, eski bi film veya yeni slaytlar gösterilir, genelde pink floydla, dire straitsle başlayan gece yarışma galibinin müdahalesiyle ankaralı turgutla biter, annem bu absürdlüğü hafif bi sululuk olarak değerlendirir; ama yine de çok eğlenirdi.

annem dün yine bunları, o 2 arkadaşını hatırlarken ve yine en sakin haliyle anlatırken, gri ankaraya bakıp "tüm ankarayı o bahçeye sığdırırlardı sanki... çok bonkördüler, sonra gittiler. sahi o bahçedekiler nerede şimdi, niye kimse yok? mekanlar içindekilerle yaşıyor, bak o bahçe bitti ufacık kaldı." dediğinde ben eridim, ufaldım, cevapsızlıktan kalakaldım.

güzellememi düşündüm sonra, annemlerin görmediği azıcığımı. belki videonun kenarına iliştirirdim, sonra düşündüm, bana gelene kadar, kimler neler söyledi kim bilir. sustum, söylemedim anneme. bana kaldı. bi de size işte.

-kapaparantez-

neyse, sıradaki nakarat kastı yoğunlar için gelsin, yıldırım türker söylüyor: leman.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker