27 Eylül 2008 Cumartesi

çünkü fisto.

bayramda burda olmamak, Sabuş'u düşününce, biraz kötü hissettiriyo. öte yandan Sabuş tatilleri sevdiğinden, gidişimi fazla dert etmeyebilir. geniş bi ailenin çekirdek ankara şubesiyiz biz, eksikler göze batıyo.

neyse, istanbulda 2-3 kişinin başına ağaç devrilmişken ve gemiler batarken ve boluda geçen hafta benim ankaraya döndüğüm sıralarda aynı yönde 20 araçlık zincirleme kaza olmuşken ve şimdi de bolu yolu yağmurlarlarla yıkanırken filan -- yola çıkacak olmam evde biraz gerginlik yarattı. doğal olarak. elektrik yükünden saçlar dik geziyoruz denebilir; ama neticede, geçer, geçeceğini bilmek iyi. geçer. atatürk bulvarı da gölet olmuş galiba, hovercraft filan gerektiriyo diye duydum.

öyle bi şi ki yarın yola çıkacak olmak, arkasını önünü düşünmüyorum. ve takmıyorum. çok ayıp ama şu an bu böyle. ekim ayına hiçbi şi kalmadı, sonbahar yıkanıp yıkanıp mis gibi parlayan bi mevsimdir. dün gece uyumak üzereyken sonbahar oldum ben kendi kendime. kışa kalmadan ankaradan gideceğime söz verdim. her sözümü tuttuğumu iddia edemem; ama sorumluluk duygum gelişsin diye çiçek böcek bakmaktan daha etkili bi yöntem.

hem o ağaçlar uçarken filan, ben ekran karşısında ani gelen bi sinirden ağlama halini bastırarak çalışıyodum. bugün bütün gün aynı noktadaydım, bacaklarım 3 pozisyondan ötesini görememekten ağrıyo ve yine olmadı. haliyle görmek istediğim tek şey bilet. yok hatta, koltuk.

hayatta en zor geçen his bence küskünlük. kızgınlık değil, o kesin. kızmaktan yoruluyo insan. hırslanıp kinlenmek filan, bence boş iş. uğraşamam. ama küskünlük, bakın bi ömür diyorum, sürebilir. kızgının aksine küskünün söyleyecek pek bi sözü yoktur artık. bi şi söylemekten bile vazgeçmişlik hissi. kırgınlıktan sonraki aşama; halı altına süpürdüğümüz pıt pıt parçalarımızı geride bırakıp odadan çıkmak. küskün, küsmüş değil. sen beni küstürürken ben kabuğumu parlatıyodum hissi. kas yırtığı da denebilir; onunla yaşamayı öğreniyosunuz ama arada nüksediyo, sorun diil.
nerden çıktı bu derseniz, arada aklıma gelmemesi için sebep yok.

herkese bir sürü akide şekeri. limonlusu bana. iyice dinlenin.
ben harika vakit geçiriyo olucam, umarım umarım. yollar açık olsun nolur.
bu bayramın kahramanı da mermaid hanımdır benim için. bütün o çabası için, o bilir.

25 Eylül 2008 Perşembe

Gelecek uzun sürer*

"bence bununla ilgili 100 tane döküman buluruz yani." bence de hüstın. rüyamda. on kere on kırmızı don hatta. neyse ya. buluruz. bulunur. bakınız yarın.

küçüklüğümden beri yola çıkmadan önceki 1-2 gün filan hep yolu düşünerek geçer. gideceğim yeri seviyosam varışımı, sevmiyosam da yoldaki saatleri düşünürüm. yani yolu sever insanlar genelde zaten di mi? öyle işte. hatta bu uğurda camdan geçmiş bi kızım ben. "hadi gidelim hadii hadiii" diye koltuğun tepesinde sallanırken arkasındaki balkon camından geçen kız çocuu. gittik de hastaneye gittik yani. neyse işte, gitmek güzeldir. günlerce hava tahmin raporları okuyup hmmm hırka lazım ama yağmur yağarsa peki ya güneş açarsa ah yaşasın tahmin edilemez iklim kuşağı filan, romantik romantik bavulumun niye ahşap olmadığına filan hayıflanabilirim. özetle, böyle bi şi var. evet.


ama bugün de dendiği üzere, "kalmak için" gitmeliyim artık. ki o zaman en büyük bavula, her mevsim sığar. kapı numarası 10 olsun. yakın olsun 10 numero, en azından.

bahar geliyo yine aklıma. mezuniyet sonrası, istanbulda son günümde bana ayar verişi. eşyalarla yüklü bi arabadaydım. beyoğlu taraflarında bi otoparkta, galiba. yazmıştım ben bunu daha önce. neyse. yalnız kalınca böğhk diye ağlamaya başlamış ve baharı aramıştım. ayar ayar. hatta bakınız 22 yıldır filan, bana ilk kez yaptı bunu kendisi. ne iyi etmişti. "noluyo leeyyn" demişti bana resmen. kimse diyememişken o demişti. en çok o inanmıştı "tabii ki" döneceğime. gitmiyomuşum da sanki numara yapıyomuşum gibi kızmıştı. bazen azar işitmek toparlıyo insanı, şöyle bi silkinip.. yine yapsa ya. ya da ne biliym işte. kendi kendime yapsam ya.


amaan, bok: noluyo leeyyn.


başlıktaki efendim, bi kitap. kimmiş, louis althusser. okumalıyım okumalısın rafında durup henüz okunmamış şahıs. şahıs az oldu, arka kapak "tembeller için tanıtım bilgisi" olarak diyo ki "20. yy'ın iknci yarısına damgasını vuran, düşünce akımları kadar politika felsefesini ve pratiğini de etkileyen Fransız filozof, 68 kuşağının belki de en önemli düşünsel önderiydi"(önder kelimesi de bu arada, "büyükönderatatürk" tamlaması dışında bi tuhaf geliyomuş kulağıma).. neyse yani kitap bana bakıyo ben kitaba. bi türlü okunmadı. halbuki kapaktaki humphrey bogart'ımsı fotoğrafında dedemi hatırlatan bi şiler bile var. gözaltı torbaları olabilir. neyse, 1980'de karısını boğarak öldürmüş, "kendinde diildi" raporu verilmiş, mahkemesi olmamış. oturup kendisi duruşmasını yazmış bi nevi burda, özyaşamöyküsü. 394 sayfa var önümde. bakalım.

ne diyodum.. kitabın adı. hah. çınn çınnn çınn insanın beyninde bazen. kızılcık reçeli sürerken filan, öyle zamanlarda. neymiş: gelecek uzun sürer, louis althusser bile olsan.


ha bu arada, odeğil de, blog enteresan, bulaşıcı bi şi bence. en karşı çıkanlar bile bir gün elbet blogger'a düşer gibi. bence yani. biraz tükürdüğünü yalamak olur tabii ama "devir değişti e çelik de değişti, tayyip değişmekle kalmayıp gelişti" gibi bi şi olur neticede. iyidir iyi. burcu yazsa mesela feci okurdum ben.

22 Eylül 2008 Pazartesi

tuvalet etiği

tuvaletler mühim yerler. yemek yiyorsak, girdi-çıktı sistemiyle çalışıyorsak denebilir ki her tuvalet bir tabak, bir çatal-bıçak kadar mühimdir hayatımızda. yemekten farkı şu ki bunu bireysel kullanıyoruz. cinsiyet ayrımı gözeten bi şekilde genellikle. "anne, bak pipisi vaar" ve "annee, bak pipisi yoook" yıllarımızı geride bırakırken bunun nedenlerini çözmüştük.
her gün umumi tuvalet kullanırken kapıda şu figürü:

ya da şu figürü:
görüp dalıyoruz içeri. etik kısmı ise şu figürde başlıyor:

bu nerde olmalı?
istanbul modern'de bu işaret için ayrı bi kapı vardı. bi nevi üçüncü cinsi tanımlamışlar yani. kadınlar, erkekler ve tekerlekliler. "annee bak tekerleği vaar" gibi bi şi olsa gerek. alt katında müthiş eleştirel yakın dönem modern sanat eserleri, üst katında tuvalet parodisi yaşanıyor. elimizdeki audio-guide durumu açıklamaktan çok uzak. bu işaretin olduğu kapının ardındaysa (girip bakmadım) iki seçenek var:
a) "cinsiyet ayrımı yok, zira pisuvar yok, herkes kabinlerde"
b) "cinsiyet ayrımı var ama içerde".
şimdii... eğer a şıkkıysa zaten bence konu kapanmıştır, orayı yapan mimar oturup bi daha düşünsün. b şıkkıysa, bunun belirtilmesi gerekirdi kapıda ki tekerlekli sandalyeli biri içeri girmeden de bunu bilebilsin, boşuna gerilmesin. bu da bi haktır. "bekle ve gör" denmez çişi gelmiş insana. peki ideali? ideali bence şu:

zira bakınız, erkekler tuvaleti. ayakta duranlar ve tekerlekli sandalyede oturanlar için. yani "tekerlekler üstündeysen üçüncü cinssin" diye bi şi yok, "annee bak pipisi vaar" prensibi uygulanmış. bahsettiğim tuvalet etiği böyle basit bi şi işte: "onun da var" ya da kadınlar için: "onun da yok". yani az önce bahsettiğim işaret, kadın/erkek tuvaletlerinin içinde bi kapı olmalı, dışında ayrı bi terkedilmişlik diyarı olmamalı. zira kadınlar/ erkekler tuvalette mesela makyaj yapabilmeli, dişlerini şöyle bi yoklayabilmeliler, istemiyolarsa karşı cinsle göz göze gelmeden. Ha yok, cinsiyet ayrımına karşıysanız, ki bence evet yani neden olmasın, o zaman diğer iki kapıyı da kadın-erkek diye de ayırmazsınız. tekerlekli sandalyeliye zorunlu unisex haller, sağlıklılara cinsiyet bilinci, aşılayamazsınız. bence.

bi diğer nokta da, yazıma son verirken, bebek bezi değiştirme bölmeleri. bunlar genelde kadınlar tuvaletinde olduğundan erkekler neden bahsettiğimi bile bilmiyo olabilir. böyle minik bi masa, bebeği yatırıp altını değiştirmemiz için. işte bu küçük kabincikler de kadınlar tuvaletinin dışında olmalıdır. bebeğin altını değiştiren illa annesi olmak zorunda değil, hem bekar haftasonu babaları ne yapacaktır, di mi yani? bebeğin oyun işlerini babaya, boklu işlerini anneye yıkmaya son bence. o kabincik dışarda olmalı. ayrıca kadınlar tuvaletini kesif bir koku bürüyor ve "genç kızlarımız" annelikten soğuyo resmen, bu da can. neyse yani bununla ilgili işaret örneklerimizi sunuyorum, tercihimi de sonra söyliycem:


ülkemizde benim genelde gördüğüm işaret en sondaki: canımız annemiz figürü. ortadaki "ebeveyn odası" mantığı da iyi belki; ama bence bebeğe nolduğu biraz muallak, "ebeveynlik" mi yapıcaz yani orda, nedir? bence en iyisi ilki. oh, bebek yatmış, ayakları havaya dikmiş. ne olacağı belli.
aynı şekilde, rica edicem okul yaşına gelmiş erkek çocuklarınızı kadınlar tuvaletine sürüklemeyin hanımlar. çok utanıyo çocuklar. herkes yanaklarını sıkıyo filan ve o hala tek başına tuvalete bile giremeyen bi çocuk olduğunu hatırlıyo sizin "kocaman adam olmuş benim oğluşuuumm" diye sevişleriniz arasında. sünnetini olmuş bir errrkkeekk olarak mesela, kendi halleder. annecim annecim yaptırmayın. okuluna filan gidiyo o çocuk. çocuğu bi gün erkekim bi gün sidiklim diye sevmeyin. (ha zaten en baştan, erkekliğiyle sevgi kazanan bi tuhaf çocuk yetiştirmeyin, o ayrı). babası etraftaysa ne güzel, ona emanet edin. diilse de etrafı batırmadan tuvalete girmeyi öğrenmek için fazlasıyla iyi bi yaşta bence. küçük kızınızı babasının yanında erkekler tuvaletine salmak tuhaf geliyorsa bu da tuhaf, yapmayın. o çocuğa "annemlerle hamamdaydık" benzeri anılar kazandırmayın. cinsiyetine/cinsel yönelimine zarar geleceği için değil, bebeklikten çıktığı, çocuk olduğu ve cinsiyetsizmiş gibi davranılmaması gerektiği için.

ve istanbul modern... modern tuvaletlerle de tanışması dileğiyle. tekerlekli sandalyeli üçüncü cinsler olmasın, mesela. bebek/çocuk odası yapmışsınız veliler rahat gezsin diye, alt değiştirme yeri de olsun; ama kadınlar tuvaletinde değil, dışarda. kadınlar tuvaletine de koyacaksanız hijyenik ped/ tampon otomatı koyun, havanız olsun.
"modern zamanlarda etik bu muduuuur" zira.

19 Eylül 2008 Cuma

hoppaa

geldim işte geri. bu kaa sürebiliyoğ.

istanbuldayım ben, ne güzel bi şi. soğudu burası, o da ne güzel. rüzgar olsun, ceket olsun, yaşasın sonbahar. üstelik yağmur yok. olduğu zamanda da içerde ve sıcacıktım. süper denklem. rüzgarda herhangi bi manzara, buna ankara bile dahil, cam gibi parlak, sanki ilk kez bakılıyomuş gibi berrak.

dün sakıp sabancı müzesi önünde bi polis trafiği, bi koyu camlı cenaze arabası kıvamı cip cip cip seli, kulağından kablolar sarkan ciddi adamlar yığını filan. acaba sabancı ailesi dali müzesi açılmadan önce gecenin bi körü tek başlarına sergiyi mi gezdi? yoksa resimler daha yeni mi geliyodu? yoksa yine sabancı ailesi "resimleri yarın sabah getirirsiniz evimi özledim yahu" diyen üyeleri sayesinde atlı köşkün üst katlarında boğaz keyfi yapıp koridorlarında çocuklar gibi şen koşuşturdu mu? filan. emirgandan sarıyere kadar sahildeki bütün banklar aydınlık. her bi sokak lambası adeta deniz feneri gibi. banka oturuyosunuz, ışıl ışıl. onların hepsi "hop aile var" ışığı hem de. sabancı güvenliğinden sorumlu kulaklıklı amcalar sıkılırsa o kendileri için ışıklandırılmış bank-sahneyi seyre dalıyo. bi perde, 10 dakika, oyun: eskiden buralar dutluktu. neyse yani, sahil iyi güzel, basmışın asfaltı ve yer taşlarını belediyem, koşulur yürünür ama içilmez. bi boğaz keyfi yapılmaz. kuytu bi bank yok. yapmak için olta gerekiyo. filan. koşmak filan da iyi şeyler tabii. ama ışıklar cidden spot gibi, bi fena. bu yüzden yaşasın kampüs yaşasın kampüsün bankları ve o bankların dibinde her daim hazır bekleşen kediler. şarap da yakışır hem.

bu akşam, üzerinize afiyet, bana iyi seyirler. alvin ailey american dance theater. yes. bu akşamdan sonra bu gece, yani devamında ve akabinde, bir küçücük sevinç yumağı olucam ben. onun için burdayım.

sevinç yumağı diye işkolu olsa keşke.

3 kasım günü Dünya Seks İşçileri Günü. yürüyecekler. hatta hop alıntı: Kırmızı Şemsiye Sendikası, Pembe Hayat LGBTT Derneği’nin öncülüğünde, Kaos GL Derneği ve birçok sivil toplum kuruluşunun da desteğiyle ilk olarak 3 Kasım günü Ankara’da kırmızı şemsiyelerle bir yürüyüş düzenleyecek ve ardından sendika oluşturulacak. yorum yığınları için, ntvmsnbc. bu da ne saçma isim bu arada. harf öbeği.

bu haftasonu greenpeace'in gözbebeği rainbow warrior beşiktaş denizotobüsü iskelesine geliyo-muş. hani yakından bakıp "uuu büyükmüüüş" demek isteyenler için.

burda olmak bana çok iyi geliyo. tam şu an, bu klavyeye dokunuyo olmak da. ama sonra ankara var ve sonra ankarada kukumav kuşu olmak var ama sonra dikkat dağınıklığı var hatta, patronumdan "alooovvv" duymak var, bunların birikmesi ve bi sonraki istanbul biletine kaç gün kaldığını saymak var, bi gün o biletle bir sürü bavullarlarlar taşıyıp bu klavyeye temelli bi yaklaşma isteği var, yağmur yağdığında bu şehirde olmak lazım mesela ya da kar ve ben özlediğim gülümsemeleri görmeliyim sadece. gözümü açınca mesela: "expERiMeNt Bauhaus" görmek... bu ara sadece bunlar var. başka bi şi yok. yok işte. almıyo kafam, üzgünüm. başa döndüm ben, sil baştan, en başa. dünya gaz ve toz bulutuydu ve ben istanbulda çok mutluydum.

kukumav kuşu evrimle depresif olmuş tek hayvan mesela. öyle evrilmiş o. bi de ornitorenk var, o da komik olmak için evrilmiş. amaçsa amaç.

tıkalı rögarı açmaya çalışırken, 16 yaşında tuzla'da, foseptik çukuruna düşerek ölmek. aşısızlıktan, ilaçsızlıktan, doktorsuzluktan, saatlerce hastane hastane gezerek ölmek. bir gün bi boktan telefonla, en sevdiğinizin en şuursuz şekillerden biriyle öldüğü haberini almak, ya da. siz böyle olsun istemezdiniz ama hala, inatla, inadına, oluyor. hala birileri mesela (en anlayamadığım ölüm şekli olarak kalacak sanırım bu), belediye çukuru açıyor ve etrafına bi tek işaret koymuyor. ne bileyim, çocuksanız, körseniz, sarhoşsanız ya da dalgınsanız- adios. hala ve inatla ve yıllardır yani, birileri böyle ölüyor. açın tartışın daha yok doğanmış erdoğanmış filan. o demiş ki bu demiş ki aa dedi ki dedi ki. hikaye. pollyanna'nın ufak mutluluklar ülkesindesiniz aslında. bugün de bi belediye çukurundan kurtulduğunuz için şükredin bence, siz ve yakınlarınız. Ankara'da gaziosmanpaşa'dan kızılay'a kadar mesela, düzgün döşenmiş kaldırım taşı sayısı heralde 10 filan. orda yürüycen. cambazlık yapıcan. her daim çünkü genç ve sağlıklı olman lazım. tonton bi teyzeysen ya da tekerlekli sandalyedeysen mesela, hop yakınlarına yukarda bahsettiğimiz telefondan gelir, en iyisi evde kal portakal. yazmıştım ben bunu sanki.

çok şey istediğimi sanmıyorum. sokaklardan hüzün yükseliyo buram buram. daha kaldırım taşını döşeyemeyen, her gece torbalarca çöpü ana caddeye yığmaktan başka bi yöntem bile aramadan çöp toplayan bir sistem, mesela, sokak çocuklarını mı topluma kazandıracak? biz ege zeybekleri gibi "taştan taşa atla, aman boka basma" diye tek tek basaraktan mı yürümeliyiz başkentte? arsenikli suymuş. niye yani neden. niye olamıyor. neden olmasın ki. olsun işte artık. en bazal standartları bari, tutturalım ki daha büyük sorunları konuşmaya gücümüz olsun nolur. benim olmuyo, olamıyo zira. yolunda yürüyemediğim şehrin sorunlarına da ulaşamıyorum. yanında azıcık estetik kaygı da olsun. hani "iş görüyo" yetmiyo bazen. aza kanaat etmek, bi tercih olabilir tabii ama, hizmet standardı olmasın yahu. iş görsün, güzel görsün. fayans döşeli, amorf kuğularla dolu geçitler mesela... ayıp yahu. cidden ayıp. "biz insan taşıyoruz" vardı bi de iett'nin bi ara. komik. kendine hatırlatmak ister gibi. sadece belediye diil ama mesele, insanlar da. mesela balıkçılar, çok bi özenli yaptıkları işe. tutan da, satan da, temizleyen de. hepsi balığı seviyo sanki. sevmese bile öyle duruyo işte. hepsi balıkçılığa aşık gibi. özenli. kesekağıdı özenli, foş foş su atışı özenli. ya da öyle geliyo bana. trollüleri ve çiftlikleri saymıyorum. neyse ya uzun hikaye, kestim burda. "her mesleğin iyisi vaar, kötüsü vaar" diyerek ortayola bağlıyorum. herkes çok yorgun aslında.

neyse, istanbuldayım, 3 gün daha ve burda hava tam sevdiğim gibi ve sevdiğimle. üç gün çok mutluyum. sonra cam kenarı 24 numara. onun içindir ki blog, kukumav kuşlarını çok iyi anlayabiliyorum. bazen içimde havalanıyolar. ama hala cuma günü elimde.

günün en borda-siyah ojesi: flormar 323. hadi yine iyisiniz hanımlar.
beyler, sizin de el tırnaklarınız kesilmiş ve temiz olsun, rica edicem.

14 Eylül 2008 Pazar

istemiyorum.

bi süre yokum blog. kapalı dükkan.
kırgınlık makinesi gibi bu ara. kimse bilmez, kimse görmez.
yazmak da okunmak da istemiyorum. bi süre.

kaybettim o sevdiğim hissi. gelir elbet geri. daha sonra bi zaman.

tahminleri de boşverin; zira büyük ihtimalle hiç alakası yok.

bildiğimiz gerçeklerden unutmayı seçtiklerimiz

misal:
1)meyve şekeri diye bi şi var. var yani. meyve "light tatlı" diil. karpuz, belki. ama incir filan haha gülerim. tık tık tık gidersiniz valla. ama güzel şey meret. hem yemezseniz vitaminsizlikten ağzınızın içi yara olur (korkutarak önleyici hekimlik).

2) ankarada olduğum gerçeği mesela. perdeleri çekip ekranda hırvatistanla ilgili bi şiler okursanız, bi aşamadan sonra unutmak mümkün. tabii bi de, kendime itiraf etmekte zorlansam da iktisadın metodolojik, hesap kitap kısmını filan özlemişim. oturup cost nedir benefit neye denir, kavramsal sanat yapalım. ankaradan çıkalım astral astral.

3)sıfır spor yapan bi insan bi gazla 40 dakika yürürse ayakları acır. arkadan motor takılmış gibi, koşarak ve daralarak evden çıksanız bile üzgünüm, bu böyle.

4) orta 2'de sabitlediğim kilomun artık beni terk ettiği gerçeği. yaşımın 24 olmak üzere olduğu gerçeği. metobolizma gerçeği. tamam yarın kalpten/ çatlayarak ölücem demiyorum ama, bkz madde 1, korkutarak önleyici hekimlik. bi bakmışın 30, bi bakmışın 40. hareket lazım. derken bkz madde 3.

5) perihan mağden'in bazen asabiyet yaratacak kadar saçmalaması. tarafsız bi insan, perihancım, aşkından ölsem de söylemem gerek, "hoca efendi" demek yerine zat'ın adını kullanırdı. ya. hocalamalar efendilemeler, yapmazdı. ayrıca her ağlayana içlenseydik türk filmlerinin sonunu göremezdik be perihan. di mi yani. bu adam, maalesef, nazım hikmetmiş gibi muamele görmeyi haketmiyor. "eh suçlu da diilmiş, dönsün tonton,yaşlı ve gözyaşlı adam...". nazımı suçlu bulmuştu bu devlet, onunki haklı bi sürgün müydü yani? kemikleri bile sürgünde. "o ayrı bu ayrı" mı şimdi? seni de mahkemelerine misafir etmişti, sinirinden salyalar saçarak yazmıştın. adalet duygun şimdi mi coştu? gözyaşlarına acımak için, bu adamı mı buldun anca yani?! hele senden, hiç beklemezdim bu derece yanardöner halleri, kör kandilleri. tamam evet oluyo arada ama, bi izahat buluyodum genelde o hezeyanlarına. bu seferki sadece saçma olmuş. gelmesin yahu feto. eksik kalabilir. odasına boydan boya toros dağlarının posterini yapıştırsın ve evet, ağlasın minik para dağlarının üstünde. bence hiç sorun yok. 12 eylül yavrucuklarını yeterince görüyoruz etrafta, kontenjan dolu yani. demokrasi adınaaaağ ise, bir sürü adım ve adam var ona gelene dek. sen de biliyosun adın gibi ya, neyse. ergenekonculara havliycam diye kendi kuyruğunu kovalamak abes olmuş sadece. yaz yine F tipini, vicdani reddi.. aradaki farkı da gör bi zahmet. ülke hasretiymiş. peh.

6) otobüslerden bilet alırken güneşin konumunun önemi. mühim şey. doğu-batı istikametinde öğlen 2'de hareket edecek bi aracın neresine oturmanız gerektiği... mesela. unutmayın.

7)bu kadar. unutmayı seçmiş olabilirim bu maddeyi.

12 Eylül 2008 Cuma

ressamın resme şaaptığını şa..

ne kadar hazin. hazin işte. hüzünlü hazin. hüz hüz hüz. hatta: ne kadar hazin, hüzünlü ve sevdalılar. evet bence de sertab. b ile di mi? p daha kolay.

bahçevan, kulak burun boğazcı, yoğun bakım hemşiresi, resepsiyonist, en çok da alış-satışçı/mühendis/ finans uzmanı/ teknisyen filan olmak istediğim anlardan bir demet sabah saat 11de ve tam şu an, yani her zamanki gibi günde 2 posta, önüme saçıldı. demet demet anlar biriktirdim yine. stratejik pazarlama yöntemleri nedir, ne değildir, merak bile ettim yani. muhasebe derslerimi andım. "ikna kabiliyeti yüksek" kısmı nasıl anlaşılıyo acaba? kendini işe aldırmayı beceren kazanıyodur heralde, doğal yoldan eleme. ama şimdilik favori "aranan özellik"i sizlere gururla sunuyorum:

"Ressamın resmine duyduğu tutkuyu, yönettiği projeye duyabilen"

aklımıza bob ross gelmiyor mu, geliyor. peki bu cümleyi kuran sivrizekayı merak etmiyo muyuz, ediyoruz. esas onu merak ediyoruz. evire çevire dövmez miyiz? belki ben tek başıma döverim.

oyuncak-kamping satış elemanı bile aranıyo yahu.
.
yo hayır hayır hayır küfretmedim.
saniyenin milyonda biri kadar bi zamanda ağlamış olabilirim, bi tek bi "fırk" sesi çıktı.

11 Eylül 2008 Perşembe

miço

ankarada kedi bulmak ne zor. her köşebaşında bi kedi yok, haliyle her köşebaşında yavrulamıyolar ve yine haliyle her köşebaşında birbirinin kuyruğuyla oynayan kedi yavruları da yok. şehri sevememe listeme onuncu sıradan giriş yaptı bu madde. arada bi kedi yavrusu görmeden hayat mı geçer be. peh.

okuldan mezun oldum da kampüsten olamıyorum.
devamsızlıktan kalıcam yalnız, öyle bi sorun var.

10 Eylül 2008 Çarşamba

ekim listesi diye bi şi var, açılmıyo

şu an saatin 3e bilmem kaç var olmasına inanamıyorum. o kadar ki günü buna şaşırarak geçirebilirim galiba. ne ara oldu ne zaman oldu bu? günün yarısı gitmiş de ben arkasından tıknefes, koşmayı bile bırakmış, nerdeyse el sallıyorum.

"şey pardon bakar mısınız şey yani ben sizi ee tanışabilir miyiz" dedim bi insan kaynaklarına. insana çok ezik hissettiriyomuş. cevap olarak "çekilebilirsin rıfkı" da gelebilir. yorucu. hele söylemek istediklerim söylemeyebildiklerimden uzakken. bugün bi yerde "hayallerinizin peşinden koşun" demiş bi CEO. hayaller dediğimiz şeyler, oynak, değişken, akışkan, fıldır fıldır şeyler oysa ki. benimkiler öyle. 4 yaşımda sirk cambazı olmak istiyodum naber şeker. çatışabilir hayaller. en hayal olanı seçersiniz, hayat hayalinizi beklemede tutar, tutar da bırakmaz, depresyona girmek üzere olduğunuzu sadece sabah yastığınıza söylersiniz, gülümsemek gerekir hep gün içinde. iki dilim ekmak kesmek gerekir, yumurta haşlamak gerekir filan. peşinden koşunmuş. takılıp düşmek serbest sanırım. karamsarım, susun.

birazdan gidip kargoya bi zarf vericem, ne olmasını istediğimi bile bilmiyorum.
sonra önümde 11 klasör, içinde 5-10 bi şiler, okumaya devam.

saat resmen 3e geliyo. dehşet verici. yetişememe hissimi dalgalandırıyo.
ilk kez peynir reyonuna dalmak istedim, hollandadaki olabilir. tuhaf.

9 Eylül 2008 Salı

plan program



plan yapmayı bir tek işler düzgün gidince seviyorum. kulağa saçma gelebilir ama bu hep olan bi şi diil ve ben plan yaparken gözleri kocaman açılmış, dehşete düşmüş bi kız çocuğu olabiliyorum sırf bu yüzden.
cidden korkutuyo.
ama işler yolunda gidince yapılan planı avcuma alıp okşamak filan istiyorum.
hayata geçen planlar minik pofuduk tavşan yavruları gibi sevimli şeyler.
yerim onları.

7 Eylül 2008 Pazar

fantirifistan


mütemadiyen buraya bi şiler yazabilirim gibi bu gece.
klavye benim arkadaşım ol. demin yazmıştım oysa. neyse.
biraz canım sıkılıyo da benim.


aslında yazıcak çok şey var. mesela niyet mektubu yazmam gerekiyo, niyetimi belli eden. hahaha. yazdım gibi. eas mesele şu ki form doldurmayı sevmiyorum. formlarda sorulan soruların hepsi art niyetli geliyo. metin analizi dersinde "başvuru formları" incelemesi yapan bi akademisyen konuğumuz olmuştu, ondan. ayrıca bana referans olacak 3 kişiye sahip değilim. aslında sahibim ama birisiyle mümkünse bir ömür görüşmesem kapısında sevinçten ölebilirim, bir diğeriyle de görüşmemekten referans istemeye yüzüm yok. oysa ref mektubu bile diil isteidğim, sadece telefon edilecek onlara. ama kesin ederler. ikisi birden akademik şekilde burnu havada tipler. bak bu konuda da çok uzun yazabilirim ben. neyse, bi tanesi habire kendisini gugıllayıp arkasından ne dendiğini merak ettiği için bi şi yazmasam iyi olucak. oysa ben bu diyalogları kurma fikrinden bunalmayan biri olsam, isteyenin bi yüzü, vermeyenin iki yüzü, sonuçta iyi bikaç kelime ederlerdi hakkımda elbet. rol icabı da olsa. elde viski. breh breh peh.

bu biiir. geçiyoruz.

fotoğraf çekme özrüm var. çektirme özrüm daha da büyük. çekme özrü şöyle: "makina olsa da çeksek". böyle. hiç olmaz. aklıma gelirse de şarjı yoktur. çekilen foto varsa da ben genelde karede değil de "kamera arkası"nda olurum. çok zor. benim fotoğrafım çekiliyosa mimiklerim şenlenir, yüz kaslarım coşar. zor yani bu iş. oysa daha önce de belirttiğim üzere üç boyutlu fotoğraf kareleriyle an biriktiren biriyim ben, onlara ihtiyacım var bile denebilir. ben "aa fotoğraf çeksek ya" demem pek, dediğimde de çok çok isterim aslında. genelde de unuturum yine, çekilmez filan. bazen de, ki bu aslında daha çoktur, çekilmeyişini de severim. yani o anın fotoğraflık olduğunu, ya da anların, saptadıktan sonra, kendi haline bırakmak. araya bi de objektiflerler merceklerlerler "çekiyoruum çeeek..."ler sokmadan. evet galiba bunu baya bi seviyorum ben, belki de bu yüzden oluyodur. "ah keşkem"lemenin anlamı yok.

bu ikiiii.

okumak istediğim kitaplar var. adam smith'in wealth of nations'ı tercüme edilmiş. nasıl ettiklerini bilmediğim için binbir versiyonuyla kitapçıda sordum dün: "halkların refahı" filan. "milletlerin zenginliği"imiş. bence refahı daha iyi olurdu, zenginlik değil ki wealth. hele o kitapta hiç diil. millet yerine halk da daha iyi olurdu. hop ben yaptım süper oldu ya, ondan. neyse, türkçesini okursam bu iş olmiycak gibi. ingilizcesini bulucam. ricardo da çevrilmiş. kafamda kitap adlarını ingilizceye çevirince anca bi şi ifade ediyo, ne fena. ama zenginlik dersen olur öyle tabii. milletmiş. sözlüklü çeviri. smith neocancanların iddia ettiği gibi bi adam diildi efendim, demem odur. yanlış tanımayın. laissez faire laissez passer dediğinde zenginlik diil, refah düşünüyodu o. zamanının gerektirdiği üzere, fiyatlar insin diye. neyse uzun hikaye. her yanlış okumanın eşiğinden dönüş mümkündür allahtan. ders kitaplarında bile bazen. 12 eylül ders kitaplarına girmiş. girmiş de çıkabilir mi emin diilim. "uf olmuştu öptük geçti" filan demiş olabilirler.
bu üç..

yol arkadaşım diye bi dizi var. o kadar kadın dolu bi dizi beni izlerken rahatlatıyo ama o evde duramazdım. bu üç buçuuk...

aa HARİÇTEN GAZEL dörtledi. dört dört dört. Eylül- Ekim sayımız bayiilerde. zor dörtledik valla bu sefer, gidip tıpış tıpış alın okuyun, dergi kendini çevirsin. ciddiyim yahu. satış noktaları için özet bilgi (devamı sitede, yenileniyo): istanbul beyoğlu mephisto, ankara kızılay küçük dost, imge falan filan.

bu döörrt..

balon köpüğü renklerinde kristal boncuklar bulduk jelatin'le suluhan sefamızda (burcu senle de, söz bak valla). balon köpüğü fetişim olabilir, mavi sularda. köpük güzel bi şi. köpük renkleri oyuncu şeyler. köpükten bi yatak olsa en güzel uykunuzu uyurdunuz. baloncuklar üflenmek içindir. o şeffaf ama ışık ışık renklerle dolu bir sürü üçboyutlu fotoğraf karem var benim. üf üf üf.

bu da beeş.

şimdilik bu kadar gibi.
bi de buyrun size bi sır... aşktan çatlayabilirim ve bu beni çok mutlu ediyo.

şimdii... bitti. tıp.

medcezir

diye bi şi var. sular bi geliyolar hooopp yüksele yüksele.. sonra bi çekiliyolar ki aman... dibi çıkıyo sanki sahilin. giiit geeeelll... geeeelll.. gitttt... bunun tamamen doğal, ah ne kadar da "ay döngüsünü içinde yaşayan kadın" işi bi şi olduğuna filan, inanmak isterdim ama.. cık cık. kendini kandırmalar da bi yere kadar.

biz küçüktük bi dizi vardı, babası uzaylı, annesi amerikalı bi kız. işaret parmaklarını böyle belli bi mesafeden şak diye birbirlerine değdirince zaman dururdu. açılış jeneriğinde de işte kafasına boya tenekesi düşecekken filan zamanı durdururdu. tabii ki dokunduğu bazı kişiler bu donmuşluk hissinden kurtulup "aman tanrım XXX (burda emily iyi giden bi isim olabilir), burda neler oluyor??" filan derlerdi. hah işte. bütün gece manyaklar gibi işaret parmaklarımla oynayabilirim. öncesinde odama bi şişe şarap atarsam özellikle.

giden arabaların arkasından içlenmek bi seçenek. türk usulü su döküp "su gibi git gel" demek de bi seçenek. ikinci seçene yanında bi ufak boy umut veriyolar. anneannem yıllarca istanbulda yaşayan akrabalarına ufak şeyler verdi, iğne, yüksük filan. o eşyalar onu istanbula çeksin diye. sonuç? akrabalarının iki kızı da ankarada üniversite okudular. biz maaile ankaraya taşındık ve kimse bir daha anneannemden eşya filan almadı. yani bi çekim var ama kime, nereye... şimdi her gidişinde çakıl taşı savuruyo denize. kısmet.

peter murphy kısmet lafını sevdiğini söylemiş. kader gibi diil, ucu açıkmış. kısmet. kısmet. kısmet. oysa ben kısmet lafını da hep çok kaderci bulurum. insan kaderini kendi yazıyosa, kısmetini de kendi yaratır. ama güzeldir cidden kısmet. kelimeler tekrara bağlanacak gibi olduğunda ufka bakıp kısmet dersin, bi an kendin bile inanırsın.

bana güç veren şeyler var, umut veren. medcezir gibi. marmara denizinde mesela, o kadar güçlü diil medcezir. geliyor, gitmiyor belki de.

--

ha bir de, testesteron fazlasını bünyesinden şiddetin her türüyle; dayak, cinayet veya tecavüzle değil de sevdiği insana dokunarak, onunla olarak DA atabileceğini fark edicek bi gün bu sokaktaki insan yığınları.. onu bekliyorum. Çocuğuna köpeklerin birbirine havlayışını, kurban kesimini, sokak kavgalarını izleten aileler belki bir gün öpüşen çiftlerden rahatsız olmamayı seçecekler. "tövbee tövbee" çekmek yerine, "bak evladım, sevgi" derler belki. Ya da ne bileyim, eşlerinin elinden tutarlar yürürken. mesela. böylece sevgisizlikten hınçlanıp, hırçınlaşıp etrafa sataşan insanların hüznü biter bu ülkede. "bir insanı sevmekle başlayacak her şey" diyen adamı cinsel tercihi yüzünden dışlayanlar vardı oysa. ama bunlar da geçecek. "bu iş çok zor yonca" ama bak gör, "her şey çok güzel olacak". "dünyayı güzellik kurtaracak" çünkü. öyle öğrettiler bize, o en sevgisiz adamlar bile aynı ders kitabını okudu neticede.

--

konuyla dolaylı olarak alaka kuralım kapanış cümlemizde: puCCa hacklenmiş galiba. allah online ahlak zabıtalarına zeval vermesin, hemen türklüğümü hatırladım, bayrak astım camıma. türk kadını nedir konulu kompozisyon yarışmasına katıldım, bi piyeste de nene hatun rolüne çıkıcam. türk örf adetleri, aile yapısı filan tabii. örf adet ananeler listemiz her yıl değişiyo aslında. zabıtaların yeni geleneği esnaf dövmek. sivil erkekler olarak bira içenlere dalabilirsiniz. minibüs şoförlerine de sigara içen diğer şoförlerin başını yarma hakkı tanıyan bi anane geçenlerde yürürlüğe girdi. hayırlı uğurlu ve en türk günler dilerim cümlemize. öptüm diycem ama diyanete sormam lazım, online öpücük öpülenlerin abdestine napabilir diye. hay allahım ya! tünelin ucunda ışık göster sen bize. alın online dua. esenlikler.

5 Eylül 2008 Cuma

güneş çekilsin spor bile yaparım

bir ay süreyle işim var, patronum yok. imrendiniz di mi? ama maalesef bi köşede birikmiş üç kuruşum da, buna imkan verecek bi maaşım da yok. haliyle evdeyim, buralardayım ve haliye "eksi, artı, nötr" halde yola devam, evden afet yönetimi.

yarın etrafı köpükler kapliycak. biliyorum ben. ankaraya bazen oluyo öyle.
sonra günler geçicek ben istanbulda olucam, önemli gün ve haftalar sebebiyle. planlarım var.

sonra bayram tatili gelicek, güzel, çok güzel gelicek. kapalı mekanda çatıdan üstüme yağmur damlası düşmesi ihtimalini sevebileceğim bi şekilde gelicek. uykuya dalarken baştan aşağı huzurlu, hani kaseden dondurma yerken dibini yalayan çocuklar gibi her anıyla mutlu gelicek.

sonra da patrooon.

şimdi bu şevkle sizce ben, evet evet ben, afet yönetimi hakkında yapılan bütün çalışmaların dibine vurmaz mıyım, o hırvatları ihya etmez miyim? ederim. hohoyt. kendime buna sarıciim.

daha önemli, kramplı ve kökten planlarım da fonda sürmekte. dereyi görmeden paçayı sıvamaktan sıkılanlar için geliyor, garantici komşu teyzeler söylüyor: eşeğini sağlam kazığa bağla. kazık yokluyorum şu ara. sağlamsa elma, diilse armut diycem.

4 Eylül 2008 Perşembe

iş yapacaksanız

hollandalılarla yapmayın. hollandalılarla para, evrak, imza vs gerektiren işlere girmeyin.
zira hiçbir sebep olmadan aylardır postalamayı geciktirdikleri hayati dökümanı istediğinizde, size şunu söyleyebiliyolar:

"aa evet.. masamda duruyo. en üstte. evet postalanmamış. pardon. anca haftaya, belki, postaya verebilirim çünkü ben meşgul biriyim ve görüyosunuz, çok iş var".

siz de sinir harbi içinde: "alt tarafı zarfa koyup, adres yazıp postacıya vereceksiniz, iş bile değil! beni aylardır bekletiyosunuz, bu mu telafi şekliniz" filan derseniz cevabınız:

"size yardımcı olmamı istiyosanız benimle böyle konuşmayın" olur.

ortalama bi türk genci amsterdama tek yön bilet alır, asabiyetten gözü dönmüş vaziyette sanat gibi kan döker ve ilgililere teslim olur. yani ben bu eşikten derin 3 nefes alarak döndüm. zira biliyorum ki zarfa kağıt koymayı bile "emek" gören bu millet, size hayatınızın kazığını atarken bile ya pofuduk egoları darbe aldıysa endişesi taşır ve isilik döker bunu düşüne düşüne. üstelik hem de ingilizcesi ondan daha düzgün olan bir avrupadışı kız çocuğundan. inciniverirler avrupanın en kaba milleti olarak, öyle hassas egocukları. minik pofuduk egolarının içinden pençeler çıkar, resmen işinizi görmez ve "şu güngörmemiş cahile medeniyet dersi verdim" diye bi de sebeplenir üstüne. "düzgün konuşmayı öğrenmiş oldu". ahaha şaka gibi. yapardı, ciddiyim. neyse, cevabım:

"kişisel almayın, ofisinize söylüyorum, sizle ilgisi yok. mağdur olan benim ve hiçbir açıklama yok." oldu. olgunlaştım portakallarla, görüyosunuz. ve ve ve tabii ki sakinleştik, hakkını verince hanım kızımızın. sonra sıra hollandalıların en sevdiği soruya geldi:

"tamam peki. şimdii.. size nasıl yardımcı olabilirim?"

ahahah gülüyosunuz. gülmeyin. tekrar edeceksiniz sabırla. çünkü o resetledi. hollanda egosu 1-siz 0. ben birim sen sıfırsın. oya bora sevimliliğinde.

"evraklarımı postalayın."
"tamam anladım, yarın yapıcam".

duuiiiii.. (ha bu arada bu cevabımla başa dönmediysek, hanım kızımızın zekasından).

ha beklenen evrak ne mi? 6 aydır beklenen evrak?
diploma ve transcript!
hani iş başvurularında filan hafif mihenk taşı olan şeyler. o binadan istediğim TEK evrak öbeği. peki bu hanfendi bana ne dedi?

"zarfa sınıf fotoğrafınızın orijinalini de koyucam çok güzel".
"transcript'in kopyasını scan edip yollasanız da önden kontrol etsem?"
"aa o da mı yok????"

derin sessizlik, 3 nefes.
"o DA yok hanfendi çünkü belirttiğim üzere, aylardır, HİÇBİR ŞEY yok."

"ah tamam ona da bakiym.. fotoğrafı da koyarım... duuii."

kapı zili olan kuşlar gibi melodik: ddDDUUUuuuiiİİi....
annemin arkadaşının dediği gibi:
"bu hollandalıların başına kesin bi bela gelecek.
fazla huzurlu, fazla umarsız
ve sinir bozucu derecede hayaller alemindeler".

2 Eylül 2008 Salı

morethananythingelse

ben trenleri özledim, daha da fazla binecekken üşendiğim trenleri. tren tren tren. ankara ekspresi filan diil. ankara ekspresi, ya da genel olarak türkiyedeki trenler, bilinmesi olay olan şeyler. "hop trene bindim bi baktım çankırıdayım" filan yapmıyoruz burda mesela. ya da her gün iş için eskişehire trenle gidip gelenler yok. neyse yani, tren o kadar hayatımızda diil. olsa keşke. istanbuldaki banliyö treni kılıklı bostancı civarındaki tren güzel bi aday olabilirdi, eğer geçen haftalarda hocam olmuş biri trende ölmeseydi... tren olsun şehrin kenarında, etrafında. tren raylarına dizilmiş şehirler olsun, madem deniz yok. trenler güzel şeyler. sanki giderken lütfedip sizi de içine çekmiş, yetişkin tramvayları gibi.

trenlerde çekilen fotoğrafları seviyorum. niyeyse hepsi ekstra güneşli oluyolar.

1 Eylül 2008 Pazartesi

nakarat

türk sanat müziğinde mesela biliyoruz ki aynı dize iki kez okunur. ya da dörtlük. bazen son hecenin vurgusu değişir. böyle ikileye ikileye şarkı söylemek mesela, bildiğim kadarıyla biraz yabancı avrupaya. siim tenn/ gooncaa fem/ bi bedel oll güzeeell... hop bi daha. aahh bu şarkılarıııığğnn gözüüğğ köğğr olsuuğğnnn da olur. zeki müren Ğ'leri onlar.

şu an önümde yaklaşık 28 kez filan okuduğum kapu tapastro şeyleri açık. yanlış yazmadım. kapu tapastro demek daha kolay. sevmiyorum sevemiyorum.

öte yandan aynı şarkıyı on binlerce kez dinlemek, güzel şey o. bi tek o.
ben oldum olası nakaratları pek sevmem gerçi. aynı şeyi 4 kez söyleyince anlamı kaybolur derler. bakınız:

nakarat. nakarat. nakarat. nakarat.

bi anda fos bi kelime oldu çıktı. fos fos fos fos. mesela, yine oldu. mesela mesela mesela mesela.

onun gibi yani.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker