30 Kasım 2010 Salı

malum

sol elimin, işaret parmağımın iç kısmının en kör noktasında bi şişlik var. boncuk gibi, içerden. kistimsi. yağ bezesi tahminen. bilmiyorum. bi ufak topçuk, öyle düzgün bi yuvarlak. keşke panik olup doktora gitsem. gerçi buna panik olan, ıvır zıvır diğer şeylere de panik olurdu. belki de yıllık check-up yaşım gelmiştir. iyi niyet tedavisi.

blog kapamak teknik olarak mümkün olmamalı. kepenk indirmeyi anlıyorum da dükkan açık kalmalı. evet okuyunca saçma gelse de isteğim bu. ama bi yandan da, sol el demişken yani, kepenk açanlardan divad, "sorduk mu?" demeye devam ediyor.  yeni baştan. bu böyle biline. mesela. çok bağırmıyorum, ağır abi kendisi. lafın gelişi tabii, yoksa bmi açısından benim borum öter.

yabancı arkadaşlarım haymana pancar geziyor. hepsinin iş hayatının ilk ayından itibaren 2-3 hafta tatili var, her yıl artıyor. planlıyorlar ve fink atıyorlar. okyanus aşırı çoğu tatil de, demek ki maaş da fena değil. yok yok sinirlenmiyorum, fotoğraf çekiyolar allahtan. hep de böyle turkuaz denizler veya amazon ormanları, gözüm gönlüm açılıyor. ne güzel. haftalık çalışma saati en yüksek milletiz, tatil süremiz de kısa, ama bunu birileri birilerine "türkiye işlerine sadık, çalışma azmiyle dolu insanların olduğu, bi güzel ülkedir" diye pazarlayabiliyor. gördüm, durdum, ordaydım.

londraya kar yağmış. gulf stream de bi yere kadar, napsan netsen kuzey oralar. aa şiirim oldu.

wikileaks gündemini ileri sardım ben, bi haftaya bitmiş olur zaten."Torba Yasa' olarak bilinen düzenleme, alkollü içeceklerden hem oransal hem de asgari maktu tutar üzerinden vergi hesaplanmasını öngörüyor." diye bi cümle okudum demin, kesin kötü bir şey diyor, onu anlamaya çalışıyorum. iki ters bi düz öpecekler demek sanırım. bi de dün tayyip bey öyle bir "wikileaks önce döksün bi eteğindekleri, sonra yorum yaparız" dedi ki bi an için bu işlerin başında "vicky leeks" isimli bir kadının olduğunu düşündüğünü düşündüm. kendi kendime çok güldüm. vicky hanım, kuşları kondur eteğine de bir kapa bir aç. hey  hey.

Son bir yılda 13, son 20 yılda ise 355 çocuk ölmüş, öldürülmüş. hani kazayla. uğur veya ceylan gibi. küçücükken, goncayken. öldürüldükten sonra bir kez, zaten silik olan kayıtları iyice yok oluyor, kim görmüş ne yapmış, siline siline boşluğa.
yetişkin birinin ölmesinden, faili meçhul yok edilişinden daha çok üzmemeli bizi bir çocuğun katli; teknik olarak. ama üzüyor cancağızım, üzüyor. can her yerde can; ama çocukların uçan kuşlar ve açan çiçeklere yakın bi yanı var. "içimizdeki çocuğu koruyalım" pembeliği değil bu, başka. sanki. bence. mümkün. neyse. insan ömrünün sonuna gelirken, ilk 20-25 yılını çok net hatırlarmış. bu yıllarda ilkleri yaşadığı için olurmuş bu, sonrası hep tekrardan ibaretmiş, hafıza kendini o kadar da yormazmış kayıt için. psiko101. okul, arkadaşlık, aşk, seyahat, taşınma, ölüm.. hepsinin ilki 20-25 yılda. genç yaşta ölenleri okudukça aklıma hep bu geliyor.

kardeşimin fotoğraflarına bakıyorum. fotoğraf ne güzel şey. kardeşim ne komik. arkadaşının saçını boyamış mesela, elinde eldivenler. an an an. fotoğraf dediğin özleme aleti zaten, başka neye yarar.

bir de ilgilenenlere duyurmak boyun borcu: 3 yıl önce kurulan tarlabaşı çocuk orkestrası, konserlerine başladı. 5 aralık pazar günü, muammer karaca sahnesindeler. konser ücretsiz, çocuklar hevesli, alkış güzel şey.

yarın 1 aralık. demek ki resmen 40 gün kalmış. 40 bile değil. oof of. karşıki dağlar.

yazmadan edemeyeceğim:
  • İnebahtı Deniz Muharebesi, 7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında, Korint Kıstağı'nda, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesidir.
  • Preveze Deniz Muharebesi, 27 Eylül 1538 tarihinde Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasını Adriyatik Denizi'ndeki Preveze Kalesi önünde yendiği bir deniz muharebesidir.
hay canım rodoplu.

29 Kasım 2010 Pazartesi

geniz

sesim yok. sesim olmayınca yazmak istiyorum. konuşamadıkça sıkılıyorum. laptop ölmüş. aptal toshiba. bu yüzden evde susmam gerekecek. bilgisayar uzmanı adam 1 aydır yan gelip yattıktan sonra, aletin ömrünü doldurduğunu, bana "6 yıl yine de iyi bi süre" diyerek açıkladı. ben de adama "annemin bulaşık makinesi 20 yıldır teklemedi" dedim. 6 yıl iyi süreymiş. bu kadar hızlı gelişirse teknoloji, tabii 6 yıllık bi ürünün bile yedek parçası olmaz piyasada. ben dedim sanki 2 ayda bir kendinizi aşın diye. 2011 bütçemde laptop görünmüyor, kampanya dostları. artık hesap makinesini modifiye edip çıkıcam yola. zaten 2011 bütçem de ortada görünmüyor, neyse.

norgunk! duvar çatlaklarına cam yapıştırıp çatlıyo mu diye beklemek istiyorum. amaaan. çatlar. elbet. hep.

açık radyo dinlediğim güzel ve uzak günlerde (pilli radyom vardı, her yerde çekerdi), fındık yağı ve faydaları hakkında bi program dinlemiştim. yer etmeyecek kadar sıradan olduğu için yer eden bir gündü. odada oyalanarak, fındık yağı dinleyebilmek, çok güzeldi. mevsim, hava durumu filan aklımda değil. yuvarlak masayı hatırlıyorum, üstü hep dağınık, etrafında eşelendiğim. sunucunun sesi de bi  yumuşak, diksiyonu bi düzgündü ki anlatamam. 1 saate yakın süreyle, bir öğle vakti, fındık yağı. dinleyebilmiştim. işim yoktu, vaktim çoktu ve dikkatimi vere vere, sıkılmadan dinlemiştim. daha ne olsun?

bazı becerilerimi yitiriyorum. bir şeyler yitip gidiyor. takvim yapraklarına binip güzel ve uzak ülkelere... açık radyo için demiyorum bittabi. yok aslında, onun için diyorum. radyo dinleyebilme becerisi. ah zaman yetmiyor ma belle urbaine - veyahut léa. peh. öyle değil, biraz da öyle. görüntü netliğini yitiriyor zaman zaman. çoğu zaman. bakmayınca net, bakınca pırıltılar uçuşuyor. tavukkarası mıydı neydi gece körlüğü? neyse, sahiden cümleyi bağlamaya üşendim. herkes aynı tespitleri yapıyor. ben de öyle yapıyorum. kendimle ve başkalarıyla aynı tespitler, loop haller. düşündüğüm şeyi bi daha düşününce koridorda yürürken kendime toslamışım gibi veya cam kapıyı görmemişim gibi, bi salak his. his dünyam da sizi eminim fazlasıyla ilgilendiriyodur. tespitlerimiz orijinal olsun ki birbirinin aynısı günler yaşadığımızı çaktırmayalım. breh breh.

böyleyken böyle bir fiyonk.
20 günlük çene çukuru çok güzel bir şey.

hırıl

geleneksel sonbahar şenlikleri kapsamında, sesim kısıldı. cuma gecesinden beri hırlamayla tıslama arası sesler çıkarıyorum. sabah 7de başlayan gün, anca gece yarısı bitebildiği için olabilir. bilemiyorum. hasta mıyım, onu bile bilmiyorum ama sesim kısık. 3 gündür sürekli iksir kıvamı sıcak içecekler ve tıbbi destekle toparladım gibi. gerçi  pek bi ilerleme olmadı; ama en azından artık öksürünce boğazım kanayacak gibi hissetmiyorum. 2 saat içinde düzelirse bi sunum yapıcam. kısmet.

dün bi mesaj: "haydarpaşa yanıyor derya". ben kısa olan mesajlardan hep korkarım. gözümün önüne sadece ana kirişlerdeki demirlerin kaldığı... feci şeyler geldi işte aklıma. hrantı vurduklarında da bu kadar kısa ve özdü gelen mesaj, tek bir cümle. aynı şey mi, değil. ama o kısalık zaten "ben daha ne diym, aç bak öğren" hüznü, takatsizliği taşıyor, öyle bir his benzerliği. neyse, haydar bey bunu da hafif atlatmış, bence. peruğu yanmış diyelim. vapur iskelesine komşu trenevi, hala ayakta. yani alınmayan önlemleri, 2 ay önce de tatbikat tadında bir yangın atlatılmasını ve binanın ahşaplığı düşününce, iyi bile. bundan sonra "halka açınca yanıyo, en iyisi elitlere açalım" diyebilirler tabii, ama aslında bu sefer zor. hem çatıda izolasyonu halk yapmıyodu. yangını görüp içi acıyanların aklına ilk olarak otel planları geliyorsa, valla bırakmayız şeker, haydarpaşa gar kalacak.

bunlardan önce, ben çırağanla barıştım. denizin gri-laci olduğu günler, herkesle ve her şeyle barışabilirim.

pınar selek-imsi ne çok insan var. olmak istediği halde samimiyetsizliğinden olamayan, hep bir yanı eğri, bir yanı hep "aslında farkında olmaması gereken, mış gibi mış gibi kameranın" taa içine içine gülümsüyor. anlatamıyorum. her gün her yerde sevgi pıtırı, halk dostu şekercikler. "yoksul musun sen çocuk? üşüyor musun ayazlarda? uzat o pis, terli ellerini, seveyim öpeyim" - pek bi şairane, ne kadar iğrenç. tahammülfersah. pis demeden, yoksul demeden becerin sevmeyi.elinizi bi acele temizlemeden samimi olun. altını çizdiğiniz kelimeler, kameraya baktığınızı fısıldıyor işte: pek bi farkında, pek bir ayarlı, pek bir haberli her adımınız. o yüzden eğreti ve ben o yüzden selek konusunda yazılan bazı şeylere karşı derimi kalınlaştıramadım. neye sinirlendiysem şimdi.

son dakikada bir contemporary istanbul turu. allahım, gezenlerin hepsi birbirine benziyor, bi çare bulunsun. alternatifler ordusu kostümleri veya benim gibi, ev gezmesi haliyle giden faniler. herkes her şeyden o kadar çok anlıyor ki burnumuzdan kültür soluyoruz, saç modelimiz depresif, stilimiz bohemya, renkler pastel, desenler retro. ah ama derken, ağızlar açılıyor: burhan doğançay yükselişe geçen genç artist, mehmet güleryüz cesur karikatürist oluyor. n'apam, nerelere kaçam.

fuarın neresiydi hatırlamıyorum, bi ara geri geri gittim resmi düzgün görmek için, sonra kameralar ve kocaman adamlar beni itti, yerime geri gittim: gül çifti çağdaş sanat turundaydı. gülümseyerek. gerçi etraflarındaki etten duvar sebebiyle en çok yer kaplamasını ve tavanı incelediler; ama olsun. modern zamanlarda kültürel sınıf atlama lazım. ayrıca bu tür etkinliklere protokol vaftizi de gerekir oldu sanırım. cumhurbaşkanı tasdikli muhalif eserler. ne bileyim, bir bana mı itici geliyor? videosunu çekseler bir eser de o konvoy olurdu. neyse işte, bi güzel tur, sonra mesaj.

peki kardeşimin evini ikea atölyesine çevirmesi? iki odanın yerini değiştirip, baştan aşağı taşıması? inanamama. harika bir iş çıkarmış. perde kesmiş, yatak demontajı ve sonra montajı ve masa ve ve ve. sahiden inanamama.

laptop'ım hala bozuk ve ofis dışı saatlerde ödünç ödünç günler geçiyor. bıktım.

25 Kasım 2010 Perşembe

hala bozuk laptop

iç şişmesi, pul biberli yemek reflüsü, mart ayı belki dert ayı değildir, bekleyip görmeli. ta taa.

geçen gün ben hasta olmamak için çok güzel uyudum. evimizde anne dolması (anneleri doldurmuyoruz, anne yapımı dolma, ho ho ho) olması şüphesiz ki nezle eşiğindeki biri için nimettir. ev zaten fazla fazla sıcak; yorgana gömüldüm, kitap okudum, uyudum. sabah oldu ve ben nergislerle kahvaltı ettim. nergis ne güzel çiçeksin sen, mis gibisin. yılın ilk nergisi için: içeçe niçeçe niçe yıllara. osmanlı çileği reçelim var demiş miydim? var. işte böyle çiçekmiş, yumurtaymış (ben yumurta çok severim. hatta kahvaltı aslında yumurta yeme bahanesidir. kolesterol filan diyecek olanlara tıp!), reçelmiş derken işe geç kalıyorum. otobüse koşuyorum, sonra aa - aslında geç kalmamışım. yolum daha kısa artık çünkü. oh mis.

dün bir kez daha aklıma geldi. yıl 2010, hatta nerdeyse 2011, benim hala bir tiffany lambaderim yok dostlar. ayaklı lambaya ne zamandır lambader diyoruz bilmiyorum; ama havalı. yoksa (divadi linkler geliyor), şu bu o veya diğerleri odamı süslüyor olabilirdi. gerçi odamda yer yok. olsun, yine de süslerdi. tiffany lambader için yer bulamıyosam ayıp zaten. taklitleri var ama gönül gerçeğini istiyor, aradaki farkı göz görüyor, burun kokluyor filan. evet bendeniz kendileriyle tanışmıştım, ondan.

bu yazıyı iki gündür yazıyorum. hala yazıyorum.
aslında yazacak bir şeyim olmadığının kanıtıdır.

ben ankaraya gittim ya, doğanın bir lütfu olan A harfi şeklindeki dal parçasından yaptığım kolyeyi gördüm. içim titredi. o dal, kocaman bir ormanda benim karşıma çıktıysa, bozulmadan kırılmadan yollar aştıysa, hala güzel güzel duruyorsa, e sanırım ben biçok şeyi halledebilirim. güç madalyonu gibi.

sait faik öykülerini özledim. behiç ak 'ın dumduma'sı gibi, kıpırdayan, canlı şeyler.
hayallerimi pamuklara, çizgili satırlara sarıyorum, rafa kaldırıyorum. orda çiçek açacaklar. hani fasulye tanesinin pamuklar arasından filizlenmesi gibi. zaten bence pamuklara sarıp sarmalamak, güzelim türkçe dışında bi şi ifade etmeyen, pofuduk bi kalıp. hatta tekstil tekstil bi kalıp.

perşembecum.cuma-cuma-cum. bitebilemek.

23 Kasım 2010 Salı

adaş

tanımaktan gurur duyduğunuz insanlar vardır, hepimizin var.
bir tanesi benim adaşım. canımfulyanın canımkızı. şimdi antarktika'da. gezmeye değil, çalışmaya gitti. buzul kalınlıkları ölçüyor, sonra beni aşan işler yapıyor. en güzeli ne biliyo musun blog, hem annesi hem kızı ilham veriyor, üstelik farklı şekillerde. çok farklı şekillerde; ama bi o kadar aynı. genetik ilmi garip şey.

selek

sabah sabah, pınar selek'in "bombacı" ilan edildiği haberiyle yine yeniden tanışmak, sinir bozuyor. haber yeni bile değil. olsun.

neydi o deli saçması şarkı: wwww bombabomba koom. ismail ye-ka.sanki komik bir şey, sanki eğlencelik bir şey bomba. gülmemiz, beğenmiyorsak da alay etmemiz gerekiyor. o popüler bir komik. recep ivedik'e de gülemeyenlerdenim, pardon. bir L.K klasiği olan jetski esprisine de gülmüyorum, misal. bombabombakooom diye bir şarkının varlığını tanıyıp üstüne de yorum yapacak sabrım da takatim de yok. yaşlıyım. gıcığım. başka şeylere gülüyorum. mesela en son bi fitness bloguna güldüm filan. öyle.

oysa bomba denen şey, komik değil. alakanız yoksa bile sizinle alaka kurabiliyor. bir tomar uzman çelişe çelişe yıllarınızı yok edebiliyor, emeğinizle, ince ince sevdiğiniz bu ülkeyi zorla size düşman, size kömür karası hale getiriyor. pınar selek, hani o anti-militarist pınar selek. hani bizimki. masal yazarı olan. bomba filan koymadığını hepimiz biliyoruz. fıtratı el vermez. babamın oğlu değil; ama işte o pınar selek. ben biliyorum mesela. hakkında bi halt bilmeyenlerin iki satır gazete haberiyle hüküm verdiği kadın. 12 yıldır, özenle, düzenle. aihm'ye başvurduğunda bile hakkında "al işte vatan hainini gör, şikayet etti bizi" denen kadın.

dünyayı gazete haberlerinin özet başlıklarıyla algılamak, dünyayla böyle tanışmak, karar verilmiş hükümleri ödünç almak, şüphesiz kolaydır. size gösterildiği kadarıyla görmek, şüphesiz ki rahattır. şüphesiz, pınar hanımı yuhalayan 1500 vuruşluk bir köşe yazısını okumak, onun makalelerini, kitaplarını filan okumaktan pratiktir. vakit de nakittir zaten. sunulan lokmaları ham ham yapıp yutuverirsiniz: artık sizin de bir görüşünüz vardır.

pınar selek, başka. o tuhaf bir şekilde umuttur.  bak hala "biz umutluyuz" diyor. onun umut etmesi, yine fıtratı gereği. ne bileyim, bence "aslında zor değil" lafını en güzel taşıyan, gözlerinden parlayarak etrafa saçanlardandır. dedim ya, babamın oğlu, kızı değil. bana öyle geliyor. öyle hissediyorum. hissetmek ne, biliyorum. şimdi ben burdan bakıp bunu görüyorum ya, başkaları nasıl nefret dehşet vahşet görebiliyor, onlar mı başka yere bakıyor, hanigimiz şaşıyız, düşün düşün dur. bulamıyorum.
12 yıl. bi düşünün. 12 yıl. 4380 gün. delirmeden.

çünkü pınar selek'in bu saçma girdapla boğuşması, debelenmesi, acı çekmesi, koparılıp atılması gerekiyordu sahiden. eminim çok iyi gelmiştir kendisine, bize. şarttı bu acılar sahiden. birilerinin hapiste hep çocuk kalması gibi, selek de hep uzak kalmalı çünkü.  bu politikalar, bu kararlar faşist değil yo hayır: liberal. bella. yetmez ama evet veya yetmezse yettirirler gülüüüm. kediye kedi diyormuş başbakan, ben bi adım ilerdeyim, göte de göt demeliyiz bence. faşizana liboş demiyelim. yok yani, o kadar da değil. liberallere ayıp oluyor diycem, inanamayacaksınız. machiavelli bu kadar basit adam değildi şeker. acıya acı diyelim, ihanete ihanet, iftiraya iftira. var mı ki bunlara?

kimileri bu ülkeyle platonik ilişkilere mahkum ediliyor. "sevdim sevilmedim, seveni sevemedim" hali sürüp gidiyor. ve bu normal olmalıymış. hı evet diyp bi sonraki habere geçmeliymişiz. gözlerimizi kocaman açıp, dehşet içinde bakakalmamalıymışız. normal çünkü. bombabombakoom. liberal eğlenceler bunlar. üstünde duracak bir şey yok.

onun için pınar selek'in umudu hepimizin üstünde, biz bakıp gülümsüyor.12 yıla rağmen, bıkkın olsa da küskün olmadığını bilmek de benim vicdanıma yük.o gülümseme canımı yakıyor. aslında zor olmaması gerektiği için, tarifi zor.

böyle tam bir kalp kası kasılması.
rodoplunun mide kanamaları, ne kadar anlaşılır şey. başka ne olabilirdi ki?

22 Kasım 2010 Pazartesi

akrobasi


oh be.
geldi, döndü, blog alemi titresin, efsane yeniden - yazıyor, döktürüyor. havası batasıcalar deliklerine kaçsınlar, jelatin döndü! bir senelik acı dolu sessizlik kahkahalarla bölündü okuyucu. bi süredir buralarda ama izniyle davullu zurnalı duyurmak istedim. bir ömür o balonlu veda postunu göreceğimize dair korku, puf oldu dağıldı. o da bizi özlemiş lay lay lom, o da bizi seviyor bim bam bom.

(reklam değil vefa, modern zamanlarda.)

22 kasım. kasım da bitiyor. sonra aralık. siz şimdi yeni yıl geliyor diye sevinirsiniz de allah bilir.  ben bile olmayan ağacıma süs bakmıştım, kırmızı tüylere aldanmıştım. sonra bir-ki-üç-ebelik güç! pim pam pom- hoppala pof! böyle uzun bi pof. balon sönme efekti ne olabilir ki? puuuf-ffülülülülülü filan mı? ondan olsun. ebelik güç. 22 kasım nasıl olabildi ki? kasım seni sevmiyorum; ama lütfen bitme. aralıkla aramda böyle güzel ve sarı bir tampon bölge olarak kal.

ofisi de sevmiyorum. şu an burası, 40 yıllık memur tahsin beyin küf kokulu masası kadar eski, sararmış klasörler kadar nemli, nemrut ve köhne. köhne derken çıkan o boğulma sesi en uygunu: köhn-köhn- öksürür gibi. anlatamıyorum.
her gün hevesle çarpıladığım takvimim, renkli kalemlerle kendine gelmeye çalışan kişiliksiz kalemliğim, üstünde "feel better!" yazan, gülümseyen bir güneşin olduğu ilkokul sempatiği posterim, "meyve ye- denize açıl- yüz" yazılı sticker notlarım, nerden geldiğini hiçbi zaman çözemediğim kozalağım, kinder hediyesi firefox oyuncağım filan: buhrandayız.
onocak. konacak.

sürekli kitap alıyorum. okumaya bol bol vaktim olacak, uçacak konacak ve onocak. ondan. kovuğuma taşıyorum, bozdur bozdur harca. çarp böl parçala. bumbumşaralop.
bi de: planlar projeler ve stratejiler. bu sefer ciddiyim. üç nal ve bir at bulamazsam, çok sinirlenicem. asabi halimi bilmiyorsun blog. planlarım var, çalıkuşu olucam. bari çalıkuşu. uçacak, konacak ve onocak. yeni bir fiilim bile var, bak. kelimeleri bozmak, "asabiyim, o zaman wasabi yiyim" gibi sonu gelmez geyiklerle kendimi kandırmak istiyorum. harfleri ve kelimeleri boza boza birbirine benzetmek, dönüştürürken sevinmek, büzüştürürken delirmek filan, kendinden kaçma işaretidir bence. söyleyebileceklerinden korkarak, en iyisi mi söylenemez hale getirmek. ya ya, teşhisim bile var. bağımlılık yaparsa üzücü bile oluyor. üzücü büzücü süzücü.

anlamıyorsun blog. keşke anlasan. "tanısan severdin" gibi, anlasan çözerdin belki. anlamıyorsun. peh, ben anlıyorum da noluyor. aptal saptal türkçe pop şarkıları, hanimiş birinin anadilinin kıvrımı. aslında içimde bir kek kabarıyor, afiyetle yemek lazım. bunu düşünüyodum sabah, nil'in kek şarkısınn klibini gördüm televizyonda. niye başka şey değil de kek, anladım. aşk kek gibidir, kabarır. ya ya. blue jean'den hediye.

bir şeylere kızgınım, küskünüm, bozuğum, oynamıyorum. adını koyamıyorum. kapris değil, geldi içimden. derinden. filizlendiğim köşelerden. bi yandan da sanki gelecek güzel günler "niye bizi hevesle beklemiyorsun be salak" diye bana küsecekler gibi hissediyorum. küsmeyin, sizi de seviyorum. belli etmesem de, aslında, teşekkürler, en çok size.
her şeyin çok tahmin edilebilir olduğu günler ve gelecek, şüphesiz ki benim heyecanımı haketmezdi. şüphesiz ki taklalara alıştıkça ustalaşır insan, trapezinin tepesinde. ilk taklada boyun kıracakken, onuncu taklada gülümseyerek yere iner akrobat. ben acele etmeyecek kadar gencim hem. şuncacık genç irisi halimle, sabit adreslerde tosarıp, atamadığım taklalara hayıflanıp sonra adını "mutluluk" koyamayacağım. yok vallahi, kalsın.

eveeeet, anladınız:
talcid yayıncılık'tan taze çıktı: aslında zor değil by pollyanna, 100. baskı. altın vuruş.

*

 nihayet canım aloş'un sergisi, rakı-meze, alphawezen, ah o güzel kerebiç, devasa nar ve diğerleri...
günler fena geçmiyor, haksızlık etmek istemem. hem la durée açıldı, mutluyuz gururluyuz.
kardeşim de nihayet semada, kendi evine dönüyor.
bi de aşığım ben. bilmiyorsanız. bulut bulut. pırpır. ikilemeler halinde aşığım. zaten.
sahi, aloş yazacaktım ben. okuyamadınız, gezin bari.

17 Kasım 2010 Çarşamba

sarı tatil

national geographic ne kadar güzel özetlemiş: sarı tatil.
cumartesi karar verip, pazar yola çıkıp bi güzel yedigöller kampı. hava güzel, çadır güzel, her yer sarı. resmen yaprak yağmış, her yer sarı. şelale bile sarıydı. biri sarı boyayı açık bırakmış. çadırımızın 30 saniyede kurulması ve 1 dakikada toplanması, katlanabilir olması, çubuklarla boğuşmamak en güzel kısmıydı sanırım. sonra 500 yıllık bir ağaca sarılıp sinek gibi kalmak. "anıt ağaca da isim kazımışlar mıdır" diye bi dert sahibi olmak: yok, kazımamışlar. o kadar da değil. ağacın kudretlisi bi başka bi şi. yüzüklerin efendisindeki orman gibi, tıpkı o ağaçlar gibi, bi anda eğilip başınızı okşiycakmış gibi. ağaca saygı duymak çok doğal geliyor insana. lise biyoloji hocamızın dediği gibi: önce fotosentez yapmayı becer, sonra yaprağı çiçeği koparırsın deyyus! gibigibi.

tabii yanlış anlaşılmasın, ümit vermek istemem: anıt çam dışında her yere her şeyi kazımışlar.  "ahmet kalp ayşe", "tolga was here" gibi sıradan şeyleri geçtim, bastırılmış edebiyat merakı seviyesindeydi. şunca yıl lisede kompozisyon konusu saptamak yerine serbest metin çalışması filan yapılsa sanırım işe yarardı. hatta kamp alanındaki bi piknik masasında şu yazıyodu:

"sevgili günlük,
bugün geyik üretim çiftliğine gittik. ayrıca sazlı göl, nazlı göl ve ince gölü gördüm. tam yedi göl var. 
burası çok güzel. yarın da tepeye çıkıcaz. her yer ağaç dolu. keşke hemen dönmesek."

gibi bi şi. attım tabii bi kısmını; ama emin olun aslı daha uzundu. evet bu metin o masaya özenle yazılmış. kazık kadar biri üşenmemiş, sevimli bir ilkokul çocuğu havasıyla, vandal vandal sabitlemiş varlığını, anılarını. herkes her yere her şeyi sabitlemiş zaten. dünyada iz bırakmak için fazla çabasız bi yol olduğundan, iz bırakmış, bırakabilmiş olmalarına, izlerinin her yerden saçılmasına kızgınım. vandallık dışında bir şey, hakedilmemiş kazanç gibi. saygısızca. suratıma suratıma.

 "sayın ziyaretçilerimiz, lütfen MASALARI ve AĞAÇLARI KAZIMAYINIZ". tabelalarca. hani koruma altında milli parktayız filan ya, bi zahmet tutun ilhamınızı - utanç verici. ben görünce utanıyorum, adam hala "Çarşı burda da karşı- ehi ehi" diye azimli... neyse. sonra yıldızlar. sessizlik. her şey olduğundan daha parlaktı. sessizlik parladı, yıldız parladı. yürümek ve gece ve uyku. her şey parladı. 2 güzel şarapla tanıştık, kavalyem tüm gün kuru dal topladı, ben kamp ateşi kundakladım, güzeldi işte. içtiğimiz su bile parlaktı, şaka değil.

sonra ankara. bayram turları. kesin kararlar. imzalar. ben durgunum. düzüm. sakin miyim yoksa bi hal mi geldi, bilmiyorum. kapankaya'dan aşağı bakmak iyi gelmişti, yine ondan istiyorum. hatta evereste filan çıkıp bulutlardan bakmak, anca keser. anlar biriktiriyorum, iyi bakıp büyütünce anı oluyolar. üç boyutlu an depoları yapmayı hala çok istiyorum. çırpınırmış karadeniz. karadenizden iyi mi bilicem. çırpınıyorum, çırpınıcam. ah kasım ah. tatil iyi geldi, sarı güzel renk. fotoğraflarımız o kadar sarı ve parlak ki büyüyüp anı olacaklar, kesin.
ah kasım.

12 Kasım 2010 Cuma

kuzgun

bu gün, bu ay, bu yıl bitsin. çiğ damlaları çiğ damlaları. atamadığım çığlıklarla uçan balon şişirelim. uçsun gitsin uçsun gitsin. en sevdiğim şiirlerden birinin ruhunu çağıralım hadi:
...
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.
  
benim için dıranas fahriye abla değil, olvido. tanıştığımızda ufaktım, okuldaydım, okuduğumuzu anladığımızı ispat için otopsi yapıyorduk kelimelere. sonra ordan kurtardım ben onu, beynimin kıvrımlarından kanıma karıştı. bir zarif taka gibi, tarifi zor. çiğ damlası diyelim. şıp şıp şıp.

merhaba tanıdık ama tanışmadık şeyler

duruyorum. donuk donuk duruyorum. bazı şeyler yokuş aşağı yuvarlanarak, hızlanarak ilerliyor. ne olacak diye beklerken, hop, oluveriyor. "daha 3 mevsim vardı" derken, 3 dolunay bile yokmuş belki. o kadar hızlı oluveriyor ki tepki vermem bile 2-3 gün sürüyor. reddediyorum, sanki idrak etmezsem olmayacakmış gibi. dondum, donuğum. ikilikler içindeyim. seviniyorum bi yandan, neden yani, aslında güzel haber. aslında zor değil. aslı çok derinlerde. sonra aynaya bakıyorum, bi sağıma bi soluma bakıyorum, yok yani daha bakarken ağlamaklıyım. ağlamıyorum. burnumun kırmızısıyla gözümün yaşı, öpülünce geçiyor. tekrar sağa bakıp karşıya geçmeli insan di mi, aslında zor olmayan tarafa. galiba sanki her an her şey aslında. kendime izin versem, bi tenhalara çekilsem, tüm kışın karları bir günde erimiş gibi çağlayanlar boşalacak içimden.sanki.

çok düşünüyorum, haddinden fazla uzun zamandır hep aynı şeyi düşünüyor olduğum için utanç içinde. sonra düşünmeyi de bırakıyorum. kendime takvimler yapıyorum, sonra onları kırpıp yıldız yapıyorum ben hep aynı nakarat. pamuklara sarıp saklayacağım kıymetlilerim, aslında iyi olan şeylere doğru, son hız, koşarak, rüzgarlarla. rüzgar evet. bu ara kapalı mekanlarda rüzgar hissediyorum. bir şeyler oluverirken rüzgarında savrulduğumu bile sonradan idrak ediyorum. aa esmiş. lodos sanıyorum, aslında iyi şeyler -miş meğer.

 yoksa kasım güzeldir. akreplik güzeldir, sarı- turuncu-bordo güzeldir, havanın hala 20 derece civarında olması, bebekler ve göçmen kuşlar güzeldir, hep güzeldir. ama hep bir aralık-ocak-şubat sıkıntısıyla gelir ve allah biliyor ya, beni ocak-şubat ayları kadar mutsuz eden bir başka zaman dilimi yok. başıma ne geldiyse, o kısa günlerden, karanlık havalardan, soğuk rüzgarlardan, çamurlu yollardan, kara kıştan, hepsinin içerdiği o nemrutluktan. sevmedim, sevemiyorum. konu kışı sevmemek değil, ocak-şubat ayları. senelik girdabım. bak yine küstüm ben bu iki aya. biliyorum da söylüyorum, bu ikisi beni hiçbi zaman sevmediler. denedim, belki olabilir bir ümit diye, yok. her yılbaşı gergin olmamın sebebi, başıma gelecekleri bilmemden.
hadi başlasın. ne gele, gele.

10 Kasım 2010 Çarşamba

fındık kadar

1500. postu geçtiğim an bu andır blogovski. gün bugündür. breh breh, 4,5 yılı geçmiş tosunum.

 dün bi mesaj. sonra bi telefon. nasıl sakin, bi tuhaf sakin. sonra başka bi telefon, başka bir mesaj. siz hiç, doğalı taş çatlasın 5-6 saat olmuşken fıldır fıldır bakan bebek gördünüz mü? ben gördüm. tamam biliyorum, bakıyor ama görmüyor; sadece ışık ve gölge; ama olsun. dokunmaya korkarak (dokunmak ne kelime, yanında nefes almaya korkarak) gördüm. eldivenleri atıp yorganı başına çekecek kadar hareketli ve komik. beatles bebeği hem, en güzeli. anne biraz savaştan çıkmış gibi yorgundu ama performansı yerindeydi, yeni doğum yapmış demezdiniz. çınar yapraklarını hayretle izleyen kedi gibi şaşkın şaşkın baktım, durdum. 9 kasım bebeği. doğumdünüm doğumgünü. fahri teyzemsi.

dün bunun üstüne: altın köpük, mum ve kasımpatılar. şüphesiz ki bi evin demirbaşları arasında şampanya kadehi gelir, gelmelidir. kutlanacak şey bir değil iki taneyse, dolsun kadehler, gülsün kızlar.  şişenin üstünde yazdığı gibi: sadece özel kutlamalarda değil, aperatifler veya risotto ile de tüketeceğimiz günler şerefine. evin mumlarını, mumların kokusunu, antremizin aslında bi odacık olmasını, kara tahtayı ve mesajlarını, hepsini seviyorum. öyle işte. pır pır iç titremesiyle.

bilgisayarım mort. galiba. küllerinden doğacak yeniden, umarım. ayrıca telekomu arayıp durmaktan yoruldum ve sıkıldım. insanların "bugün dersem yarın anla, yarın dersem haftaya" tavrından da sıkıldım. dürtük dürtük. esnafa yaptığım yatırıma da sinirlendim, resmen kazıklandım, romantik bir mana bulup yükleyebilirsem canımı daha az sıkacak. eve hala elektrikçi ve tesisatçı çağırmadım, hala böyle dik dik bakıyo kablolar ve borular. bıdır bıdır bıdır işler sürüsü. ekmek kırıntısı gibi. bu hafta benim için hiç yok, çoktan tatil. o yüzden zaten, hepsi ondan.

bi mucize olsun, böyle dünyanın en güzel, en pofuduk, en geniş, en şık, en temiz 1,5 kişilik koltuğunu çok ucuza bulayım istiyorum. mudo outlet'te buna aday bi şi vardı aslında ama o zaman da en hijyen tijen halimle "iyyy niye bu kadar ucuz, bitlenmiş heralde durduğu yerde" diye burun kıvırdım. üzgünüm mudo, insan iki tozunu alır ürünün, outlet diye çöp değil ya. hatta bi tane daha olsun koltuk; ama aynısı değil tam, onun başka özellikleri var. hah işte bu ikisini biz baş köşeye koyalım, tam olsun.

bi de evet 10 kasım. ciddi bi senkron sorunu var, 5 dakikada 2 istiklal marşı, 3 saygı duruşu gördüm. olsun. birbirine "atatürkçü günler" dileyen boy-portre atatürk fotoğrafları bir kenara, biz her 10 kasımda sınıftaki atatürk portresinin bize ve sadece bize gülümsediğinden emindik ilkokulda. o yüzden, askeri kortejlerden, zoraki bayrak sallamalardan, sabahın köründe törenlemelerden fırsat kaldığında, 10 kasım. bi dakika boyunca şöyle bir düşünmek beynimi yıkamıyor, tıkamıyor. burun kıvırarak küçümseyenlere selam ederim, yokmuş gibi yapmanın faydası nedir, put mu kırıcaz, sivilleşicez mi, her neyse işte, bende var ondan. üzülmeyin, dertlenmeyin. yine de, ne zamandır el fatiha kıvamı istiklal marşı okunuyor 10 kasımda, bilemedim, hatırlayamadım. elbet okunuyodur; ama laik duası halini almış resmen. 23 nisan, 29 ekim filan anladım da, 10 kasımda niye istiklal marşı?
sorular sorular. olsun. yine de gülümsüyor işte. bi tek de bana, hıh.

9 Kasım 2010 Salı

örtü

tutamıyorum: yeme bizi hayrünnisa. affedersiniz.
baştan anlaşalım, ben din ve hukuğun birbirinin muadiliymişcesine, "hangisi haklı, hangisini seçiyosunuz" tartışmalarına alet olmasına kılım. yok yani ortada başka bi kurum kalmadı. bu konuda da yazmayacaktım ama böyle insanı aptal yerine koyan beyanlara ayrıca kılım. kıl tüy.

hepimiz din kültürü ve ahlak bilgisi dersi aldık. bu ders en temelde der ki kadınlar ve erkekler ergenlikle beraber, ki bugün bu 13-14 yaş filan oluyor, aklıselim olur. yani yetişkin olur, yani hür iradesi vardır, kötüyle iyiyi ayırdedebilir. nokta. haliyle dini sorumluluk da bu yaşta başlar, öncesinde çocuksunuzdur. 13-14 yaşındaki biri de ilköğretime, yani eskinin ilkokuluna gider. uluslararası anlaşmalar ve anayasa ise der ki birey 18ine kadar çocuktur, hür irade 18inde başlar. burda anlaştık sanırım?
haliyle, hayrünnisa hanımın,cehalet ve bilgisizlik olarak görüyor gibi yaptığı şeye, ilköğretim öğrencisinin baş örtüsü takması meselesine gelelim.

üniversitede niye özgür bırakıyorduk? çünkü üniversite öğrencisi hür irade sahibi yetişkin bir bireydir. evet. baş örtüsü de dini bir simgedir - siyasi demedim bakınız, çok rica edicem. din adına, dindarlık adına takılıyor, gerekli olduğuna inanan takıyor. baş örtüsünü takanlar, bunu dini bir dizi kural ve inanç çerçevesinde yapıyor - inançla ilgili yani. bu kural ve inanç çerçevesi de diyor ki "kardeşim 18 yaş çok geç. sen zaten 14ünde yetişkin oldun benim gözümde. niye bekleyesin?" ah hayrünnisa hanım bunu sanki hiç bilmiyormuş gibi, bizi salak yerine koymasanız keşke.
işte tam burda, hukuk gibi evrensel bir mantık sistemini, din gibi tamamen inanç bazlı bir sistemin karşısına koyduğunuzda zurnanın deliği zortluyor: "ah tabii ki dini özgürlük; ama dinin kurallarına göre değil, hukukun sınırlarına göre". peki o zaman, dini dinin kurallarına göre yaşayamıyorken o hala dini özgürlük müdür? hadi bakalım hayrünnisa hanım, sizin kızınız lisede başını örtmüyor muydu? 

hayır, ilköğretimde baş örtüsü takılsın demiyorum veya üniversitede takılmasın da demiyorum. ama din ve hukuğun birbiriyle çarpıştırılması çok tehlikeli işte. bir kurallar bütününü diğerine eşit/ üstün görmek de tehlikeli. "karar verebilecek yaş" kime göre? dinle ilgili bir karar için referans din midir, devlet mi? ayrıca, orda bir yerde insanlar "benim dinime göre cemevleri ibadethanedir" dediğinde, bir zahmet, karşısına başka bir inancı hukukileştirerek de dikilmeyin monşer.

konu derin de hayrünnisa hanım boy veremiyor, boğulacak.
bir de bel altı vurmak istemem ama, 15inci doğumgününün akşamına evlenmiş biri olarak, sanırım evlilik gibi bir kararı alabilecek "hür irade"nin baş örtüsüne de karar verebileceğini kabul edecektir.

doğumdünü

dün tarihlerden doğumgünümdü efendim. evet evet balonlar uçuşsun.
2 saatlik bi toplantı için ankaraya gidip gelmekle geçti günüm. toplantı da yarım saatte bitti, öğle yemeğine gidiceklermiş. evet öğle yemeği saati olduğunu önceden bilmiyoduk. toplantıda dev, turuncu bi cihazın tanıtımını izledim, eski türk filmlerinde ve hatta hatta "dünyayı kurtaran adam"da rol alabilecek bir makinaydı, beyaz önlüklü bi amca tanıttı. ben filmi izlerken ve makinanın gerçeğini gözlerimle görürken çizgiroman efektleri hayal ettim. sbamk - nınınınıııı- torororo- piuuuuu- trank trank trank! filan. neyse, işte, arabada değilsem uçaktaydım, sabah 7'den akşam 5'e kadar. kitap oku, dergiler yut, böyle bir gün. arada kardeşim beni arayıp "sabahtan beri çok üzülüyorum senin için. artık resmen yaşlanıyosun" dedi. yaa yaa.

eve geldiğimde bir zarf, hatta iki zarf, biri bana. harika bir zamanlamayla, inci gibi bir el yazısıyla, içindeki sürpriziyle çok çok sevindirdi beni.

sonra akşam. süslen püslen ve kutla. aynı anda hem boğaz köprüsü, hem yeni camii hem vapur hem de böyle kocaman dalgalar. hem rakı-balık ve hatta meze. güzeldi efendim, güzeldi. en kötü günümüz böyle olsun. istanbula bakınca gözlerim doluyor. rakıdan da olmuş olabilir; ama bi düşününüz rica edicem, boğaz ve onca güzelliği ve o içten içe dalgalı hali yetmiyor, bi de haliç var! öyle bi muhteşem. bak bak için açılsın.

yeni yaşıma girişime bakarak fal tutalım: leyleği havada görücem, bol bol gezicem ve hep denizlere çıkacak sokaklar. daha nossun. ah bir de: su perim var benim artık, boylu boyunca. gustav amca su perisi, başımın tacı. hiçbir şeyi unutmayan kavalyeme teşekkürler.
bi de bi de, küçükken "leylek leylek havada/ yumurtası karada" diye saçma sapan şarkı söylememe sebep olan, ama aslında o uçan leyleğin yumurtasının tavada olmasına, bu sinsi avlanma haline veya benim bunu neşeyle söylememe gönlü el vermeyen anneme de teşekkürler. yumurtası tavada olsa kesin ağlardım ben, zavallı leylek.

doğumgünü güzel şey, seneden bir gün çalıyor insan. aptal atm bile kutluyor, böyle bir yanılsama. şimdi gazete haberlerine, ofis saatlerine, aptal "mail atmışsınız ama okumaya üşendim, hadi telefonda anlatın" telefonlarına, tonlarca çaya geri dönüyorum. merhaba 9 kasım.

4 Kasım 2010 Perşembe

fiyonklu sırıtış

en sevdiğim 2 blogger sahalara döndü, ürkütmemek için tıp!

3 Kasım 2010 Çarşamba

viva la muerte

" (...)Varken ilginç, yokken özlenmeyecek ve asla gerekli olmayan Çin yemeği gibiymişim. Bilemedim" -sf. 98

"Kaburgalarında ateşten bir yürek yerine idare lambası yanan ben değilim, kendileri." - sf.106

"Görevdi ya! Anlatmaya çalıştım, beceremedim. Heyhat! 'İkna' benim en tapon silahımdı! (ne yazık, hâlâ öyle!)" - sf. 109

"Selime Teyze'ye mi benziyorum? Cenazeden düğüne, herkesin işine koşan; davetiyesi hep unutulan Selime Teyze misin?" - sf. 111.

atina akşamından kalma notlar. tüm kitabı yazmaya utandığım için, bu kadarda kalmışım.

bu blogun tarihinde bir gün ben yine çok küskün ve kızgınken, biri, adsızdı yanlış hatırlamıyosam, bana "günay rodoplu gibisin biraz" benzeri bir şey demişti. ben ben ben en güzel iltifatlardan birini duyduğumu bilmeden, teşekkür etmiştim. bilmekle tanışmak da başka şeyler, geç tanışmanın utancı hep yanak kızartıyor. herkes rodopluyu sever; çünkü rodoplunun maydonoz bahçesi vardır, anlatması uzun. ama "biraz rodoplu gibi olmak", bilmem ki, kim istemez bunu?
o'rda kimse var. kekik kokuyor.

iç-aç

hep bi iç karartma halindeyim. içim karardıkça yazdığım için oluyor, okuyanların içi kararıyor. yani aslında benim yazarak dağıttığım karanlık okuyana geçiyor. elden ele - karanfil gibi bi şi. neyse işte: bakın renkli çiçekler ve güzel günler.

halbuki güzel şeyler de oluyor. mesela türk telekoma çok bi sövmüştüm ama işimi hallettiler. daha doğrusu işim halledilirken delirmemem için yardım ettiler. genel müdürlük güzel bi yer, sakin bi yer, insanlar da sizi dinliyor. hani sürekli acelesi olan (çünkü müşterinin acelesi yok) ve işinden nefret eden (çünkü müşteri bu problemle uğraşmaya bayılıyor) müşteri ilişkileri yetkilisi sendromu değil - dinliyor, ilgileniyor, çözüyor. daha nossun. modem kurula.mis.

evet güzel olan tek şey bu galiba. ne fena. bi de ben ekşili köfte yedim, uzun yıllar sonra. o da güzeldi.

cer modern de güzeldi bak. nihayet gittim, gördüm, gezdim. hatta maaile yaptık bunu. dırdır edicek bi şi de buldum, evet. aslında dırdır etmiycektim ama "sergiyi hangi sırayla geziyoruz?" gibi basit bir soruya "küratöre soracaksınız, bilemem" diyen ve işi o sergi salonunda volta atmak olan görevliler içimi açıyor. neyse, ikimiz de uyuz günümüzdeydik sanırım. yoksa eminim iyi biridir. o da beni sevmiştir. ah ah.

sonra işte lyonda gidemediğim modern sanat müzesi geldi aklıma, kardeşime vekalet verdim. ah kardeşimi gördüm ben evet. kardeşim, canım. tüm aileyi gördüm ama işte gözüm ona takıldı kaldı. o kadar takılıp kaldım ki çocuk okuluna dönemiyor, fransızlar vize yeniledik sanmışlar aslında olmamış. yo yo onlara da kızmıyorum, paris hatrına.

aa bi de en önemlisi: tarihin tozlu raflarından, harika bir Sabuş fotoğrafları seçkisi derledim. kuytularda sakladığı fotoğrafları arşivledik, dijital yapıverdik. oh mis. daha toplanacak çok şey var. 17 yaş halleri bile var. çok güzel, çok. yani marilyn'e benziyor, hep benziyor; ama bi pozu var ki bkz şu yandaki fotoğrafın tıpkısı, gülümseyeni. çok tuhaf. ben marilyn'i ne kadar seviyorsam, ne kadar gizli gizli seviyorsam, norma hallerini hele, öyle bi güzel.

arayınca bulunuyor be blog. bak işte güzel günlerle dolu etraf. menekşem yaprağa kaçtı, çiçek açmıyor; ama hormon tedavisiyle coşturmak istemediğim için yeşil yeşil de güzel kendisi.


ah laptop çöktü bi de. bir varmış bir ce-ee. noldu acaba, bi bilsem. çöktü sanki, bence. gibi. sakin sakin. delirmiyorum yo yo yo. no no no. modem geldi, laptop gitti. ne hoş.

yağmurlara hazır bir çizmem var. güzel güzel.

la durée törenlerle, kasım ayında bebekte. imiş. la durée muhitimize geliyor. her dakika makaron yemesek de yeme ihtimali için, orda bi yerde tuhaf aromalar ve renkli toplar için çalışan insanların varlığı, sürekli bir marie antoinette havası da aslında, bence, gerekli olduğu için. evet, orda bi yerde, bence olabülü. fena değil.  godiva da geldi mesela, durupduru. orda bir yerde olduğunu bilmek, bence güzel. ayrıca böyle aşırı lüksmüş gibi bir ambalajı olsa da ikisi de değil.


onun dışında, evde yemek yapmaktır, yemek keyfi yapmaktır, sonra kadehleri doldurmaktadır, hepsi mevcut.

evimin son rötuşları kaldı, bu haftasonu da bunu bitirince, bumbum şaralop.
böyle renkli post da bi daha zor yani, hadi yine iyisiniz.

1 Kasım 2010 Pazartesi

yalanın batsııın, yalancısııın

"Ilısu Barajımızın inşallah 2014 yılının ilk yarısında kazasız belasız tamamlanmasını diliyorum. Bakacaksınız ki dünyanın bir ucundan buraya artık turistler gelmeye başlayacak. Burası denize nazır bir Ilısu köyü olacak. Hasankeyf denize nazır bir ilçe haline gelecek". - barajla deniz yapmak, vay vay vay. biz gökçekten ankaraya deniz getirmesini beklerken, en fazla botanik parkını suyla doldurur filan diyoduk. ılısu barajının deniz olacağı aklımıza gelmemişti. ah belki deniz, göl ve okyanus gibi değişik su birikintileri arasında bi fark görmek gerekiyodur, belki belki. ara sıra bazı bazı. göl dediğin, acısı var, sodalısı var, deniz desen, tuzlusu var, derini var, sığı var. var oğlu var yani. ama derseniz ki "hayal değil uygulama!" orda söz bitiyor. bi nevi hazar denizi olcek, inşallah maşallah. bize de dünya mühendislik tarihine geçişimizi yaşlı gözlerle izlemek kalıyor.

mühendislik demişken, aç kapa parantez: bir diğer mucizemiz için bakınız marmaray. bakınız rica edicem: marmaray kazısı topkapı saray surlarını çatlatmış. çok ayıp topkapı, gölge ediyosun. müzeyi kapatalım bence de. kazıya devam.

ay neyse kafa karışmasın, ılısu demiştik.

Başbakan, İstanbul Taksim Meydanı'nda yaşanan patlamanın ardından yaptığı değerlendirmede, açılışını yaptığı Ilısu Barajı'nı örnek göstererek, bu oyunların temelinde 'Ilısu gibi barajların engellenmesi yatıyor' dedi - pazar günü 32 kişi ılısu barajı yapılmadığı için yaralanmış. 32 kişinin aileleri bu yüzden hayat boyu sürecek bi korku yaşadı. böyle bir deniz getirecek bize ılısu; barış denizi. dalgalarında ak güvercinler yüzecek. barajı yapınca, canlı bombalar milli yüzücü, kurbanlar turist olacak. 2003 yılındaki bombalamalar hangi bir baraj içindi bilmiyorum ama 60 kişi öldüğüne göre kesin muazzam bi projeydi, biz gerzekler engelledik. ne bilelim. hatta bakın 30 yıldır bi yerlerde öyle projeler engelleniyor ki akan kan durmuyor. keşke bilseydik. gerzeğiz, ondan.

aa bakın ama, bizden iyi bilenler var, örneğimiz asvan barajı olacakmış:
"Mısır'da 1902 yılında bitirilen Asvan Barajının suları altında kalacak onlarca eser testereyle parça parça kesilerek bir başka yerde yeniden kuruldu ve şu anda da Mısır'ın kültürel mirası olarak hizmet vermeye devam ediyor" - asvanı bi sonraki hikayede anlatalım; ama özet geçersek, asvan çölün ortasındaydı, kebanın 7 katı filandı ve kültür mirası koruma zamazingosundan ağır şekilde sınıfta kaldı. özet haber.

ah ama artık gerzek engellemesi ülke barışına köstek olmayacak canım şekerim, karabiberim. çünkü artık çevre ve orman bakanlığı ulusal barış çalışmalarını üstlendi. adeta milli güvenlik seferberliği :

Çevre ve Orman Bakanlığı, tasarının İkizdere ile hiçbir ilgisi olmadığını ve tasarıyla ilgili hazırlıkların eskiye dayandığını savundu. ah pek tabii. barajı yapan kurum, SİT kararı veren kurum olmalı. bu kurum da yürütmeye bağlı olmalı. bunun adı da AB olmalı. yemezler, ama sanırım ülke birlik beraberlik ve barışı sebebiyle, yemek lazım. bi şekilde, bilmiyorum. asıl çevreci onlar, onlar bilir. ben mesela, şuncacık halimle, sadece 2 sene verdiğim halde bile, şu adamlar kadar çevre bilmiyorum sarı şekerim, kalbine girerim. bak benim gibi ne dediğini bilmeyenler var. biz işte, cahil cühela, hatta barışa düşman, kalkınma karşıtı iç mihraklar. doğurmak yerine düşünmek filan, doğama ters işlere el atınca doğasever hükümet isyan ediyor bana.

ah bence, madem doğal sit kararı çevre bakanlığında, kentsel sit kararını da büyükşehir belediyeleri versin. evet evet. böylece her türlü tipitipten kurtuluruz.

başlıktaki şarkı da öyle bi şi ki bi kere okuyunca insanın ağzına takılıyor.
hadi hep birden, yeni baştan:
yalanın batsııın, yalancısııın....

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker