29 Eylül 2010 Çarşamba

düşün taşın

kardeşim fransaya taşınalı 2 haftadan biraz fazla oluyor. bugün aldığım mesaj:
"derya sana bi şi diycem. panik yapma. çok yakıştı ve çok mutluyum.
burnuma ve göbeğime piercing yaptırdım!"

okuduğumda telefondaydım. sesler uğuldadı., telefonu kapadım. ben resmen yarı-anne refleksleri veriyorum, kabul ediyorum. kızmak değil, zaten neye kızayım, olan olmuş. anlatmış zaten, klinik gibi bi yerde sıhhi sıhhi yaptırmış, losyon filan vermişler. canı acımamış. benim derdim ilk 2-3 ay boyunca yapması gereken bakım. böyle, bi an için, aygaz melodisinde "eee-een-fek-siyyoo-oonn" cıngılı duydum resmen. ama o iyi bakıcak, bişcik olmiycak. zaten salonlarını da cart turuncu istilasından kurtarmışlar ve odası pek bi güzel olmuş.

ekim ayı kasıma çok güzel bi şekilde bağlansın. tek dileğim bu. her yere yazabilirim.
kendime güç, kendime sabır. hepsinden bolca. yorulacağım ve lütfen buna değsin.
sonrası ışıklı ve çok güzel olacak. mutatis mutandis.
derin nefes ve fonda inceden inceden:

ağlamaak yooo-ooo-oook, gülmek vaa-a-arrr.

kum havuzu, evet.

ceylan 14'ünde öldürüldü, bugün bir yıl geçmiş. geçebilmiş. ceylanın ailesiyle yapılan röportajla, kocaman gözlerini hatırladık. ceylan vazgeçilmiş bir çocuk, ailesi de vazgeçilmiş bir aile.

şehirli hayatlara bakıyorum. mesela arkadaşı çimdik attı ve kolu morardı diye çocuğunu acile koşturanlar, kum havuzunun sterilizasyonu ve göz sağlığına etkileri konusunda saatler harcayanlar, ne bileyim, ortopedik ayakkabı, kuş tüyü yastık, polar kazak ve diğer bir sürü şeye özenen aileler. özel derslere giden çocukların anneleri, her gün bir müzik aleti, bir spor dalıyla uğraşan çocukların babaları, kutu kutu pense oynayan miniklerin öğretmenleri, ceylana karşı ne hissediyor? bir gün el kadar bir çocuğun öldürülmesi ve bunun gayet olağan karşılanması, en temel bireysel hakları bile hiçe sayarak otopsinin de tutanağın da insanca bir şekilde yerine getirilmemesi, ne hissettiriyor?

hiçbir şey. kısa bir içlenme, bir his değildir çünkü.
ceylanla ilgili bildiklerimiz neler? o kocaman gözleri,  makarnayı sevmesi, etrafa dağılan parçalarını eteğine toplayan annesi, 6 kardeşli fakirhanesi, uzaklarda, tozlu topraklı köylerde, mayınlara alışık bir diyarda yaşaması. bu kadar. ceylan bizim çocuklarımız gibi değil. ceylan hatta, çocuk bile değil. bunca yıldır öldüğünde üzülmediğimiz, isimsiz, sadece sayı olanlardan.. berkcanın gözüne kaçan kum ve ceylanın dağılan bağırsakları, başka diyarlara ait. bilmem anlatabiliyor muyum? ceylan birçok aile için hiç gerçek değil. ceylan, olayın ağırlığı sebebiyle gazetenin 3. sayfasından manşetine taşınmış, münferit bir "vah yazık" hikayesi. belki de ceylanla berkcanı yakınlaştıran tek şey, makarna sevmeleri. ne acı di mi? aileler, özellikle çocuklu aileler, özellikle o yatırım gibi, biricik proje gibi ele alınan çocukların aileleri nerdeler? meydanlarda değiller. hesap sormuyorlar.

okul taksitleri, yeni bir gömlek, güzel yazı defteri veya organik sebzeyle sağlıklı nesiller yetişirken, yaşıtları bir yerlerde ölüveriyor. uğur da 12 yaşındaydı kapı önünde vurulduğunda. uğurun ayağında terlikleri vardı, tek hatırladığımız. ceylanın kocaman gözleri, uğurun terlikleri. işte şehirdeki sterilizasyon düşkünü aileler, bunu çocuklarına anlatmıyorlar. çünkü şehirde yaşayan çocuklar güzel masallarla büyüyüp pedogojik harikalar olmalılar. beden sağlığı kadar, ruh sağlığı da steril ortamlarda gelişmeli. ah çocuklar böyle kötü şeyleri bilmemeli, "güzel, rengarenk dünyaları yetişkinlerin acılarıyla bulutlanmamalı". yokmuş ceylan, bitmiş uğur, kalmamışlar. oysa o dünyayı bulandıran şey ceylanın ve uğurun varlığı değil, ceylanın ve uğurun ölümü ve ceylanın da uğurun da bunda bir suçu yok. bilinmeyi hak ediyorlar.

ceylanı zaten kendileri de yok sayan aileler, ceylanı çocuklarından  gizliyor: öyle bir şey olmadı. bu ülke, senin yaşıtını yok etmedi. bak babacık ve ben ne güzel unuttuk, sen de duymamış ol berkcan. onlar uzak yerler, kötü yerler, tü kaka yerler. hayır berkcan, kapıcının oğluyla oynayamazsın, bitlenirsin. dağda hayvanlara bakmaya giden ceylancık, at binmeye giden berkcanla bir olamaz, olamaz, unutma bunu, ağlama sakın. o anneler babalar, çocuklarına sahip çıkmaları gereken cahillerden yavrum. yapamadılar, kader utansın, bizim ellerimiz tertemiz. ben sana ne fanus hayatlar sunuyorum oysa yavrum, sakın terli terli soğuk su içme canım.

ah hatta tam yerine uygun şarkımız gelsin: kurban- anneni hatırla.

ceylan bir daha hiç büyümeyecek, uğur da. ceylan hukuk okumak istiyor diye, başarılı bir öğrenciydi diye sevilmek zorunda değil. çirkin ve başarısız bir çocuk da olabilirdi. kavgacı, nemrut bir velet olabilirdi. o fotoğrafta gözleri kapalı çıkabilirdi. ceylan öldürüldü. 6 çocuklu bir aileye ait olduğu için, anne babasına diğer 5 tanesiyle teselli bulmaları söylenmese de düşünüldüğü için, fakir ve çok çocuklu ailelerin o çocukları tek tek, hepsini kendine has bir sevgiyle sevebilmesine ihtimal verilmediği için, kalabalık aileler için bir klişe olan "çocuklarının adını biliyo mu acaba" burun kıvırması sebebiyle, ceylan her gün ölüyor. değil öldüğü köyü, şehri bile haritada gösteremeyen aileler ceylanı unutmaya yetkili görüyor kendini, hayır, öyle bir yetkileri yok. her gece rüyalarına girmeli. "kirlenmek güzeldir" reklamlarıyla kirlendiği gibi hemencecik temizlenen veletlerin, velileri tarafından izin verilen sınırlar içinde gerçekleşen, "çılgın" çamur coşkusu, elbette temizlenemeyen bluzunda, çıkmayan çamur lekesi olan çocuklara tepeden bakıyor. haksızlık burda.

ceylanı anmaya bütün çocuklu aileler gitmeli. başbakan da gitmeli. üçer tane doğurun derken, doğan çocukların yaşamasını sağlamak onun baş görevi olduğu için. kendi kızına bakıp "aç bakayım gözünü kocaman, ciddi dur" deyip bi an için ceylanı görmesi gerektiği için.

bence unutulmaması gereken şey, 2009'daki jandarma fezlekesi. okuyun, hatırlayın.
varsa, çocuğunuzun, kardeşinizin gözünün içine bakın. içinize sinerse unutun, siz bilirsiniz.
uğur ve ceylan, o aptal kum havuzlarında debelenemediler diye değersiz olamazlar.

27 Eylül 2010 Pazartesi

kalimera attika.

bi şehir insana türev-integral çağrıştırmamalı. gerçi kötü değil, ben calculus 101 sınıfıma mis gibi bi aşk borçluyum. yine de, bir köşe başında TETA! diğerinde yıllardır görüşmediğim OMEGA! böyle bir heyecan. Lambdanın büyüğü ayrı, küçüğü ayrı bir anı.  alfa görüyoruz, simgeyle manzarada bi bardak çay filan düşüyor akla. öyle bi şi. sahiden unutulmuyomuş, azmettim okumayı becerdim. hatta "pa-ra-ka-lo" hecelemelerim yerini "vassilis marias"a bıraktı filan. hayır hayır, bu kadarla sınırlı değil; kafa göz yararak cümle bile okudum ama anlamayınca bi işe yaramıyo. neyse, ileride bir gün yunanca öğrenmek istersem, alfabe kısmından yırttım gibi denebilir; geriye üç nal ve bir at.

fotoğraf makinası taşıdım, sonra bilerek tek kare bile çekmedim. birincisi, zaten çok bi şi görmüş değilim. iki günün biri konferans salonunda geçti. akropol'e bile gitmedim, ilk gün, dışarısı 30 dereceyken içi 40 derece olan  bi sightseeing otobüsüyle önünden geçtim. hatta otobüs her zamanki güzergahında bile gitmedi, o da benim bahtsızlığım. sonra düşündüm de, bunu tanışma sayamayız, o yüzden fotoğraf olamaz. bu sadece, sanki topuklarımı vurmuşum, bi an için atinaya gelmişim de şehrin haberi bile olmamış gibi, kolonaki-plaka hattıyla sınırlı bir çat kapı ziyaretti. pazar olmasına rağmen, dibimde olmasına rağmen, monastirakiye gidemedim mesela, düşününüz. haliyle, daha güzeli, daha uzunu ve daha dolusuna sakladım fotoğrafları.limanı bile görmedim ben yahu, halbuki uçaktan o kadar güzeldi ki. ah zaten, yaseminler hala dalında, ağustos bile bitmemiş, öyle bir mevsimdeydi şehir.

neyse yani, "sol yanımızda arkeoloji müzesini görüyoruz, sağımızda bizans müzesi" filan, geçigeçiverdi attika mou. tam o beni çağırırken ben terkettim. bir sonraki sefere haritasına alışkın, yollarını bilir vaziyette, hazırım. ne zaman olursa artık.

harita da ne güzel şey, şehrin el falı gibi çizgiler. şekliyle tanışmak bile bir fikir.
gece uzun uzun kitap okudum, uzun zamandır yapmadığım kadar. iyi geldi. öksürük hapşırık bitti.

ha bir de, yolunun üstünde afrikalı seyyar satıcıları görünce, ufak bi salvoyla karşı kaldırıma geçen, bu sürede itinayla "ay cıkcıkcıkcık" çeken, adamları ve sattıkları ürünü yüne itinayla teeeek teeeeek süzen ve korkan, çok korkan en bi ütülü, tatlı su demokratlarını o suda boğasım var.

bugünse, ofis, konser ve hatta niye olmasın, anthon amca neşesi.
aya irini, müzik müzik bi yer. keşke caz festivali afişlerini aydınlatmak için kurdukları o dev spotlar seyircinin gözüne giriyo mu diye bi kontrol etselermiş, paganini sevinirdi bence. yine de güzel, hep güzel, oh mis.

25 Eylül 2010 Cumartesi

derin nefes

benim panik olmam gerekiyor.
şu aralar öyle bir düğüm halindeyim ki kime anlatsam panik oluyor. başkası anlatsa ben de olurdum. onun yerine, bekleyip görelim, kısmet, su yolunu bulur gibi bi şilere devrettim kendimi. alarmı kurduğum saatten tam bir saat önce uyanıp, tavana dev gibi gözlerle bakıp "napçam lan ben?!" paniği yaşama zamanları geri geldi. o bir saat, kendimi zorlayarak uyumak, uyur gibiyken rüyamsı hallerde düşünmek, her sabah 1 saat işkence demek. alarm çaldıktan sonra ise, bir rahatlık, bir yük atmışlık, bir kadere teslimiyet hali. nasıl, niye bilmiyorum. reflüm yeniden benimle, onu biliyorum.

 pasaportumda 6 günlük vizecim daha olduğundan, yarın atinaya gidiyorum /muşum. ptesi akşamı dönmek üzere, 2 günlük, maksat kendimi yormak olan bir iş bi şeysi. pır pır olamıyor içim, yorgunum. akropol'e yakınmışım gerçi. çok hasta ve yorgundum bu hafta ben, dinlenebilmek istiyodum sadece, ondan bu mızmız istemeyiş. bir pazar günü atina, beni heyecanlandırabilirdi. acaba ptesi orda ne yapmam bekleniyor? böyle de eğlenceli bir muamma.

çözmem gereken testler, vermem gereken kararlar, atmam gereken adımlar ve delice arayıp bulmam gereken şeyler var. evimi, işimi, şehrimi değiştirme ihtimalim var. her şeyin bu sırayla olmasını sağlamaya ihtiyacım var. tüm bunlar değişir ve dönüşürken sabit kalacak 1-2 şey var. velakin tüm bunlar olurken piyango vursa sanırım işler kolaylaşırdı. büyük ikramiyeyi siz alın, ben 4-5 filan bilsem de yeter yani.

*
amaan. düttürü dünya.
bu bir "nasıl olsa bir paragraftan fazla yer verildiğini görmeyeceksiniz, o yüzden bari onu da atlamayın" haberi.
bir de, osm.an sın.a.v midemi bulandırıyor. iyiliği gösterebilmek içinmiş. sen çekil yeter, biz görüyoduk zaten.

23 Eylül 2010 Perşembe

nefertiti

iş başa düşünce, su perisi zincirledi kendini allianoi vinçlerine.
çünkü horasan harcı yalanının içinde kiremit tozu var. bak ne kadar basit ve çirkin.
bu kadar ince emekle hazırlanan kostümü, keşke bir okul gösterisinde veya renkli bir partide giyselerdi.

hiçbir yere, hiçbir şey yazmak istemiyorum. bu kadar olmazdı hiç. iskenderin kılıcı lazım. iskendör. kes at kırp biç. yine de bunu yazdım işte; çünkü bu başka. niyeyse. aaayh. bu hafta bi bitseydi, bi bitebilseydi veya mesela bizim sokak kapısının otomatı bozulmasaydı. veya kavalyemi görebilseydim bir. birazcık bir. veya ben kendimle kavga etmeseydim, mesela.  red kitten başka kim vurabilmiş ki gölgesini, di mi? sinirliyim. inadımdan ve inadıma sinirliyim. neyse, elbet gün doğar.

bi de bir ricam olacak, öhöm öhöm. "kendi ayakları üstünde durmak" veya ne bileyim işte, "kendi kendine yetebilmek" gibi lafları her önüne gelen, her önüne gelen için kullanmasın, olur mu? içi boşalıyor da. ayrıca hayır, hiç de "şirin" değil. şerh koyma yetkim var ve sabittir. çünkü bunu gerçekten yaptığını bildiğim insanlar var. hani düşününce, komikle ayıp arası bir şey oluyor. insanın kendine yakışanı giymesi meselesi: öbür türlü dikişler eğri duruyor.

22 Eylül 2010 Çarşamba

mutatis mutandis

şu anki yürüyen ceset halimle aldığım haberler içimi daha da çürüttü. bir küçük güvercinden dizi dizi taklalar. bi şekilde kendi ayağına basabilenler için geliyor: erase and rewind/ cos i'll be changing my mind. bakınız link filan yok.

değişmesi gerekenler değiştiğinde. veya değiştirildiğinde. veya değiştirilmesi gerektiği artık bi zahmet idrak edildiğinde. veya kaçmaktan helak olmak yerine yüzleşildiğinde.

o kadar hastayım ki 12 saat üstüne hala bi de evde çalışıyor olmak, sinirimi bozmuyor bile. bitirip uyumak istiyorum sadece.

21 Eylül 2010 Salı

loç- çol

dün ben kuş gibi üşüdüm. gerçi kuşların tüyü var, kabartıyolar filan. sonra ısındım ama galiba biraz geç kalmışım. bugün de bana ekstralarc, ekstralarc bir yağmurluk desteği alarak ofisciğime koştum. trafik ne kadddaaar sevimsiz bir şey yahu. gerçi eksik kalan sabah uykumu aldım ama neyse işte. yine de dırdır yok. "trafiğini sevdiğimin şehri" diyoruuuz, hop konuyu değiştiriyoruuuz. boğazımdaki arılar da vızıldar vızıldar gider heralde. böyle yattık-kalktık hızında mevsim değişiyor ya, hızlı geçişlere ayak uyduramıyorum.

istanbulun alacakaranlığında deniz trafiğini seyretmeyi seviyorum. sonra karanlık çöküyor ve sadece ışık kalıyor geriye. yukardan hepsini sakince, fosforlu karıncalar izler gibi izlemek.

loç var bi de. loç vadisi, kastamonu. cürete karşı cesaret yeri.
buyrun:
cüret ve cesaret.
loç vadisi uzun zamandır gündemde. ya da yani, bilenlerin gündeminde. jandarmanın rolü ise bambaşka bir hikaye. "sağ baştan say" dediğinizde sayılacak ilk 5 HES direnişinden biri loç. neyse, bunlar okumanız için. bunlar, okumadığınız ve okutmadığınız sürece, manşetlerde zaten yer almayan ve itinayla silinip giden haberler olduğu için. sarı yazma, karadeniz ve loç, isyandalar.

bu bilgi kaynağının güvenilirliğini her zaman sorgulayabilirsiniz; ama o güzide reklamda dendiği gibi, daha iyisi yapılana kadar, en iyisi bu. en azından bir şeylerin ters gittiğini duymak için, işe yarıyor. tabii az buçuk sabırla okumak da gerekiyor, hap yapıp yutturulan özet kutucuklar ve alt başlıklar kolaycılığını burda işletmiyorum, üzgünüm.

bir şeyler zor; ama okumamak veya bilmemek kolaylaştırmayacak. inadım inatsa, tamamen bundan.

20 Eylül 2010 Pazartesi

dalgın

dün ne güzel bi gündü. ışık, kapadokya derinliği ve zıplayan metal bilyelerle ilgili bir gündü. şampiyonların kahvaltısı, sımsıcak çilekli çikolata. sarı-yeşil-beyaz uyumunun güzelliği. peynir tabakları ve ev sineması seansı. içkideki uçuk fiyatlara bakıp "ne zamandır ortalama bi şarap 29 lira yahu" dumuru. 3 euro olmalı arkadaşlar, bakınız 6 lira. sahiden, içki fiyatları hiç normal değil. normalleştirmeyin.

bunun dışında, bugün de havaifişekli bir kutlama günü. aslında. benimse içimde bi yer bozuk buruk. yok bunlardan değil, bile bile yaptığım hatalardan veya yapmadıklarımdan. saman alevinden, haklı olup haksız duruma düşmekten. bolca ablalıktan biraz da inattan. öyle işte blog, bi bakmışsın, iki kere iki kiki ediyomuş. ben ben ben hiçbi şi anlatamamışım en yakınımdakine, uzaktan yakınıma. ne bileyim. ben hep o kaçındığımı sandığım salaklığı, yine bir daha. of bana. ölü fare rengi bir hal. tasdikli hallerinizin çürüyerek ufalanması.

bugün benim için, "ah makyaj alerjim var ondan gözüm sulanıyor" yalanı, bi kavanoz yaban mersini  kurusu ve saatlerin geçmemesi. daralıyorum. bir durmak, durup havalara bakmak istiyorum, gök görünmüyor.

aa bi de, rodopluyla tanıştık nihayet. yatağımda okuyarak doymak istiyorum şu an, öyle bir mızmızım.

17 Eylül 2010 Cuma

13 dakika


Jiare-Ziyaret

izlemeyeni dövüyolar. ben dövüyorum yani. izleyin.
yok üşeniyorsanız, okumayın artık burayı. sahiden. istemiyorum. ne gerek var. her şeye üşenelim, çok kıymetli 13 dakikalarımızı böyle şeylere harcamayalım, çok daha boktan meseleler ertelenemez çünkü. mesela tırnak törpünüz, borwser'da açık olan diğer sayfacıklar. her şey zapping üzerine kurulu, siz 13 dakika  buraya bakmak yerine, özetini okuyup hop hop zap zap ilerlemeyi tercih edebilirsiniz. bense artık bi durup, gözümü kitleyip, tek bir noktaya bakmak istiyorum. gözümü kırpmadan. haliyle üşeniyorsanız, vaktinizi almiym. bi daha hiç almiym hatta. sinirliyim, evet.


o kadar sinirliyim ki dünden sonra bi posta daha ağlayabileceğimi sanmadığım halde tam performans. biliyordum, duyuyordum, durdu sanıyordum. takip edememişim. kendime kızgınım. ben yetişememişim. oraya gidebileceğimden değil, bilememişim bile. duyamamışım bile. üstelik her bir gereksiz bilgi, angelina jolie'nin kızının ayakkabısına kadar, önümüzde seriliyken.

yıllar önce, okuldaki saatli binaya spreyle "munzur özgür akacak" yazıldığında, "tamam haklı protesto ama binanın suç ne" demiştim. evet evet, bunu diyenlerdendim ben ve o zamanlar, belki de "yine de" hak verebilen azınlıktandım. ama derdim neymiş: ah çok bi estetik binamıza kırmızı sprey! pişmanım, özür dilerim. bence, kafamıza yıkılmadıkça bi halt anlayacağımız yok.

böyyük şehirli kızın, züppe ama güya "devlete ait" üniversitesinin dekor şıklığındaki saatli binasına gösterdiği özene karşı gola çetu. ve hanım kızımız "ama"lıyor : ama sprey?! ordan bakınca ne komik görünmüşümdür ben. mezunlarımız nerdeler, ne iş yaparlar acaba? böyyük patronlar fabrikası olduğumuz yalan değil ki. ben kenara çekilmeyi, sahneyi bırakmayı kabul ediyorum. saatli bina için içim titrerken, yok yahu ben bi bok anlamamışım,yelkovana tüküreyim. cehaletimden de, kendimden de utanıyorum. bi daha saatli binaya bakabilecek miyim bilmiyorum. o zaman, tam da o gün, enseme okkalı bi tokat patlatmamışlara da kızgınım. lazımmış bana. "ne spreyi be manyak" denmeliymiş, bi sarsılmalıymışım.

ben hala kıyısından, görerek değil okuyarak, dinleyerek değil başkasından duyarak anlamaya çalışıyorum. ama deniyorum. hayatıma dahil olmayan bazı değerler bunlar, haliyle, aynı şey değil benim gözyaşlarım.benimki kendime sinir. referans noktam hissiyat değil, tahmin. muadil filan aramadan. yok muadili. birilerinin dünyasının kaydığını anlamak için, hatta benim tahminimin çok ötesinde bir felaket yaşadığını hissetmek için, alim olmam gerekmiyor. sadece 13 dakika ayırabilmek, iyi bir başlangıç.

bu ülkede birilerinin dünyası durdu. saatleri durdu. tıklamayacak bir daha.ölüverecekler. onlar ölünce de sessizlik, daimi sessizlik ve ah o unutuşun güzel uykusu başlayacak. ölmeden önce ölürsen ölünce ölmezsin. peki ya öldürülürsen? böyle arafta asılı bir halde, kalakalırsan?

allianoi için "türbe olsa dokunmazlardı" diyen çok insan duydum. buyrun, bir daha düşünün. sahiden dokunmazlar mıydı? sizce bu ülkede dokunulmaz olan bir şey sahiden var mı? 

bilgi notu: gola çetu için tabii ki tonla itiraz yapıldı. ben onları takip edebilmiştim de işte, orda kalmışım. verilen cevabı merak etmişsinizdir. bu cüretin kaynağını... buyrun:


"(..)Savcılık, bu tutanak sonrasında 11 Şubat 2010’da kovuşturmaya yer olmadığına karar verdi. Savcılığa göre, Gola Çetu bir ibadethane olarak kabul edilemezdi: “Zira söz konusu yerin birkaç ağaç ve kayalıkla bir miktar düzlükten ibaret açık bir alan olduğu, insan eliyle yapılmış ve ibadete tahsis edilmiş bir ibadethanenin mevcut olmadığı...” 

yani hep aynı hikaye: gola çetu da yok. allianoi da yok. hiçbi şi yok.
şimdi kral çıplak diye tutturanlara, rolleri azıcık değiştirip bağırmak lazım:
hepsi var, sadece aptallar göremiyor!

16 Eylül 2010 Perşembe

bunları biliyorduk zaten

hani engelli hakları için evet demeliydik ya, yeni bir şeymiş gibi, sanki engelli hakları yokmuş gibi... işte aynı hükümet ve hatta aynı devlet, kendi koyduğu kanuna uymuyor. bunun için anayasa değiştirilmesi gerektiğini, gülümseyen, bakımlı engelli vatandaş fotoğraflarıyla hepimize anlatmışlardı. hani kötü işverenler, sermaye sahibi pis milyarderler bi kenara, buyrun: kamu istihdamı ve aklınızda olması için acı gerçekler.

onlar bolca yalan söyleyebilir de biz yutmak zorunda değiliz. sahiden.

15 Eylül 2010 Çarşamba

kusmaca

yazmak için kafamı toplamam gerekti. referandum oldu da bitti maşallah ya, o konuda. hani yazmamış olmayayım diye.

hayırı anlıyorum. boykotu anlıyorum. "evvveeet!"i bile anlayabiliyorum - kabul etmesem de. ama sanırım ben en çok "yetmez ama evet"çileri anlamıyorum monşer. yetmeyen birçok şeye evet diye diye diğer birçok şeyi kaybettik ve hatta, daha iyisini hakediyor olabileceğimizi düşünmekten vazgeçtiğik çünkü. kendimize yettiriyoruz resmen. ayağımızı yorganımıza göre uzatmaktan belimiz ağrıyor, uykularımız bölünüyor, dinlenemiyoruz; ama ah gidip de yeni bi yorgan almıyoruz. malum, elimizdeki bu. uymak lazım. olduğu kadar. yettiği kadar. yetmiyo mu? yettiririz.
sinirleniyorum.

oylama, karar verme denen şeyin bir sürü yöntemi var. bunlardan biri de oybirliği. benzer şekilde, 26 maddenin 26'sına birden evet demiyorsanız, hayır demeniz daha normal geliyor bana. çünkü evetlemek istedikleriniz sonradan da, meclis iradesiyle, görüşülebilir. 550 kişilik ceylan derisi koltuk kaplı parlemento, bi zahmet bunu yapabilir. ama büyük umutlarla bağlandığınız 3 maddenin yanında kabulediverdiğiniz 23 maddeyi tersine çevirmek, hiç de kolay olmayacak. işçilerin toplu sözleşme hakkına karşıysanız onu bilemiyorum tabii.

ne demişti o ensesi kalın fabrikatör beyfendi, bir eylül sabahı? hep işçiler gülmüştü, artık sıra ona gelmişti. yapılan grevlerle yüzlerce gün iş kaybı yaşayan sermaye, en çok darbenin o doğal grev kırıcılığını sevdi. ve şimdi biz, çalışanın örgütlenme ve sendikalaşma hakkına inan bu ağır darbeye bakarak, "80 anayasasına elveda! yaşasın sivilleşme!" demeliyiz. öyle emrettiler. sivillerden yediğimiz tokatlar acıtmıyor sanırım. mesela hrantın adını bir güzide caddeye veremeyişimizin arkasında akça pakça partiler olması, o güzide AİHM savunması, hiçbiri sivilleri çağrıştırmıyor.

yine hep kendimi açıklamam gerekiyor ama: darbeyle, darbecilerle yüzleşilmesine elbetteki hiçbir itirazım yok, bunun şık bir çikolata kutusu halini almasına var. birilerinin acılarının başkalarının jelatini haline gelmesine var. marisol o günlere yaşı yetmediği halde, anlı şanlı diktatörlerinin ülkeye iade edileceği ve nihayet yargılanacağı haberini aldığında nasıl olduğu yere çöküp mutluluktan katılarak ağladıysa, sanırım ben de aynı şeyi yapardım. haliyle "vaaay sivillere bok atan asker aşığı" filan gibi şeyler düşünülmesin, geriliyorum. konu netleştiğine göre, devam edebilirim.

bunu tamamen aksi bir şeye sinir yaptığım için yazıyorum: yas tutan hayırcıların böyyük bir kısmı.

"şeriat gelecek aman tanrııım!!" çığlıklarından bıktım. milli selametten beri gelecek şeriat, gelemiyor. chp kulağından tutup getirecek sonunda.  godot'yu bekliyoruz. sınıf kavramından korkan ortayolcular bunun yerine din ve millet koydular diye solun da (sol olduğunu iddia edenlerin de) böyle yapması gerekmiyor. "sol", baktığı yerde sınıfsal ve diğer eşitsizlikleri görebilecek duyarlılığı olanlara verdiğim pek bi geniş isim bu arada, siz çarpıp bölüp toplayabilirsiniz. bak yine açıkladım. "iyy chp mi sool" derseniz, o kendini öyle pazarlıyorsa içini doldurmalı derim. konuşur dururuz.

yani baktığınızda gördüğünüz "iran çarşafı siyahı" aslında pek güzide bir "amerikan doları yeşili" de olabilir, muhtemelen de aslında öyledir. ezberledik: kitlelerin o pek sevgili afyonundan kendileri çekmemiş olabilirler. 1970lerde "tüm liseler imam hatip olacak" diyen erbakanlardan 1994'te erdoğanın istanbul belediye başkanlığına kadar, düzenli aralıklarla "şeriat geliyooo" eyvahlanmaları bastı ortalığı. daha ziyade, koştururken birbirine çarpan civcivler gibi bir hal diyelim. çünkü bir önceki şeriat korkusu ile şimdiki şeriat korkusu arasında geçen ara dönemde, inandığı şeyler uğruna kılını kıpırdatmayıp, sadece taze gündem etkisiyle 24 saat süren, bol üç noktalı ağlamalar çekilmesi içimi sıkıyor. hatta: içimi... sıkıyor... ucu açık yani. her an topuk üstü çark edebilelim diye.

cumhuriyet ve atatürk ve 10 kıtalık istiklal marşı ferah olsunlar, onlara karşı değilim. hıçkırır gibi anmıyorum, sarılıp uyumuyorum, tek mesele bu. üzerinden neredeyse bir yüzyıl geçmiş olaylar ve kişilerden sonra, tek bir tuğla olsun eklenebilsin isterdim, bu da benim kişisel derdim.

bi de belirteyim, "mahalle baskısı" denen şeyin giderek artacağı kısmına da katılıyorum, ama sandığınız gibi gözle görünür, elle tutulur bir baskı olmayacak bu. öylesine imıc meykırlar izin vermez. ramazanda dayak yiyen tekelci gibi münferit, kulağındaki küpe "ipne misin len sen" diye koparılan üniversiteli erkek kadar yalnız, "mahir çayanı anmaktan dolayı gözaltı" kadar işkenceli ve uzun süreli olacak bu baskı. bu da şeriattan olmuyor. öyle sandığınız gibi etek boyuyla, açık saçla filan ilgili veya kısıtlı değil. muhalefet olması gerekenlerin büyük bir kısmı da bütün bunlara sadece "hı ne şeriat mı?" diyebiliyor ya, böyle hırrrr ve gırrr.

bu şeriat korkusunun arkasında devasa bir sosyal körlük var. o da şu: "şeriat gelmedi mi? oh tamam o zaman, sorun yok. uyumaya devam". her 5 yılda bir gelmeye çalışan şeriat gelmiyor, artık rahatlayabiliriz bence. yeni fobiler edinebiliriz, daha güncel ve acil korkularımız olabilir. sosyal haklar, düşünce özgürlüğü, siyasi katılım giderek geriliyor mesela. emeğinizin karşılığında ekmek kırıntısı alıyorsunuz. eşek gibi çalışıyorsunuz, gelecek güvenceniz yok. zenginseniz daha çok zenginleştiğiniz için etkilememiş olabilir; ama sırtına çıktığınız yoksullar daha da yoksullaşıyor. size dokunmayan yılan binbir yıl yaşıyor yani, ama niyeyse siz uzaktan görünce bile çığlığı basıyorsunuz.

23nisan19mayıs31ağustos29ekim10kasımcılara selam olsun, din ve milliyet konuşmaktan başka bir şey konuşamıyorsunuz. çünkü bilmiyorsunuz, öğretmediler, merak da etmediniz. o çok sevdiğiniz gazeteler, görmemeniz ve duymamanız gereken şeyleri zaten yazmıyor, siz de hala annenizin gazetesini okuyorsunuz. lisedeki tarih kitabınız kadar bol resimli, onun kadar her yıl birbirinin aynı olan gazeteler. çok üzgünüm, burdan öyle görünüyor. şeriat gelmediğine göre, önemli gün ve haftalarda coşkuyla bayrak sallayabilir, "ah tabii ki ben de darbecilerin cezalandırılmasını istiyorum ama bunun için iran mı olalım ayol" gibi sığ yorumlarınızla, etrafınızda olup biten, ölüp giden, tükenip yokolan şeylere yine kadeh kaldırabilirsiniz. şerefe. yıllık kişi başı harcanabilir gelir, nüfusun en üst %30'luk diliminde dalga dalga artıyor, ondan da olabülü.

bi de işte boş vakitlerinizde "erimiş buzul parçası üstündeki kutup ayısı" resmi üzerinden çevre, "sıtmadan karnı şişmiş afrikalı çocuk" üzerinden kolonileşme geyiği filan da çevirebilirsiniz. her şey o gazetelerinizdeki kadar klişe fotoğraflarla kodlanmış ve özetlenmiş durumda. beyin yormak gerekmiyor. alternatif görüş mü lazım? o zaman kitlelerce sevilen, popüler alternatifler seçelim hemen. kataloğu var. buralara geldi diye söylüyorum, bonoyu çok sevelim, ayşe arman da aşık olmuş zaten. ama mesela amerikan yerlilerinin hakları için oscarı almayı reddeden tü kaka aktörü bilmeyelim. veya uzağa gitmeye gerek yok:  grup yorum hakkında yapabildiğimiz tek yorum "hassas konular üzerinden polemik yaratmak istemem, zevkler ve renkler rörörö" olsun. ahmet kayayla barışmak için serdar tortaç önden buyursun, ölüsü ısırmıyosa biz de yapabiliririri.

suya sabuna dokunmayan ellerden, hassas vicdanlara kuru temizlik. ben tam da buna tahammül edemiyorum.

işçiler mi? hımm, hangisini seviyoduk? hah, maden işçileri ve tekel. çünkü gazetemiz yazdı onları ve yıl 2010'du. geçmiş diye bi şi yok. anı yaşıyoruz, carpe diem. tamam. onlara destek; çünkü hükümet onları sevmiyor ama gazetem seviyor. başka işçi gerekmez. doğa katliamı mı? hımm menüden seçelim, hangisini seviyoduk? hah, deniz kaplumbağaları, bi de hasankeyf. tarkan da ordaydı mesela, ayşe arman onu da sever. demek ki cici. dersim ormanları fazla kürt kalıyor, hassas konulara girmiyoruz; çünkü malum: birlik beraberlik fiyonk makarna. zeybekteki gibi: taştan taşa atla, aman boka basma. aman diym çamur olmasın ayaklar, steril kalsın tırnaklar.

tayadcılar var mesela, dövüle dövüle yakınlarının yanına katılan tutuklu yakınları, yok ama, sert bi konu o, kimbilir neden girmiş hapse. tutuklu hakkı mı olurmuş canım, F tipi filan da diyodu bunlar. ah pardon politik açıdan doğrusu şu: bunlar tabii ki konuşulması gereken ama tabii ki benim konuşmayacağım ağır ve derin konular, bir yaz gecesi rüyamıza kara bulutlar. uyanırız filan, hafazanallah. ah, din! dindim ben az önce! dilime acı biber.

ben bu "yetmez ama evet"çiler ile "şeriat geloor" hezeyancıları arasında ortak bir şey görüyorum galiba. sinirim iki tarafa da kat be kat artıyor çünkü. o da bayrak yaptıkları 1-2 cümlenin dışında fikir belirtemiyor, belirtmiyor ve zaten ilgilenmiyor olmaları. gibi görünüyor burdan, affola. mesela birisi bana "ülkede demokrasi var, hayırcılar hiç baskı görmedi, güle oynaya hayır dediler, bakın kılıçdaroğluna" gibi saf saçma laflar edince kızamıyorum bile. şükretmem gereken şey, ana muhalefet liderine dayak atılmaması. bu da bir mucize üstelik, ben kıymet bilmiyorum. bu kişiye görünmez olan dayaklar ise baldırıçıplaklara atıldığı için fasulyeden sayılıyor. chp kanadı ise bu sırada etraftaki 2 metreden uzun bütün tekstil ürünlerini camdan atarak cumhuriyeti koruyordu.

isterseniz haykırarak "hiç de bileee, ben öyle diilim misaaal, onyüzbinmilyon baloncuk geçerli sebebim vaar" diyebilirsiniz.  yine de ben etrafta gördüklerime bakıp "aa öyle deme en azından şeriat gelmesin diye dertleniyor, bu da bi şi" veya "aa öyle deme en azından darbe olduğunu biliyor, yargılansın filan diyor, bu da bi şi" diyemiycem, demiycem. karşılıklı hırrlaşırız artık, napalım.

sorarsanız, oy vermedim. kardeşimin yanındaydım. evet, bence çok daha elzemdi. verseydim de hayır oyu verecektim. basit oran-orantı matematiği yüzünden, boykot etme fikrinde olsam da lüksümün olmadığını düşündüğümden. maalesef demokrasi, ilkokul 1 düzeyindeki 4 işlemlere yürüyen bir yandan çarklı sistemdir. bu kadar. yoksa "antidemokratik dayatmaları muhatap almıyorum" demek için apartman yöneticisi seçimlerinden başlayabiliriz bence veya genel seçimlere bekleriz mesela. siz bu ülkede gerçekten demokratik seçim gördünüz mü? bazı şeyler hayırı hakediyor.

ha tabii, kalpten boykotçuların haklı sebeplerine şapka çıkarıyorum, öküz değilim, anlamıyor değilim yani. sadece yöntem farkı diyelim, gerilmeyelim.

öte yandan, tıpkı benim gibi oy vermek yerine tatilde/ uzakta olmayı seçtiği halde, bu durumu itiraf etmeyerek, kendini "boykot ettim ben" paketine sarmalayan ve etrafa pazarlayanlara "yetmez ama evet" kalitesindeki ambalaj malzemelerini öneririm. su geçirmez, aşınmaz amerikan bezi.

14 Eylül 2010 Salı

peh

bu aralar:
kombi tamircisi, tedaş, kuntel filan arayarak geçiyor. lise bilgilerimin hala taze olduğunu elektrik devresidir, su basıncıdır falan filan takip ederek anlamış oldum. ayrıca sırf bi kadın arıyo diye "vananın açık olduğundan emin misiniz? nasıl emin olunur hanfendi? açık ne demek?" gibi temel sorularla on dakika harcamak bir nedir amcalar? vana boruya paralelse açık, dikse kapalı. biliyodum, defalarca öğrendim. kombi düzelecekti güya, su ısıtmaya karar verdi ama şimdi de çılgınca su basıncı yükseliyor. canım sıkkın. şikayet hatlarını arayıp dırdır ediyorum. sonuç? sıfır. hı yapıcaz, hı ariycaz. duygularımla oynanıyor, sıcak su yok ama kış olmadığı için şükrediyorum.

bir hantallık, bir patates çuvalı hali ki anlatamam. ruhen yani. odamı temizliycem, kıpırdamıyorum. esasen sebebi ense kökümdeki bıçak gibi ağrı. ofiste yine ve yeniden, pıhhlayan kedi gibi omuzlarımı yukarı kaldırarak çalıştığımı fark ettim. geri geldi boyun ağrıları. vücudumdan dökülen parçalar ve parça parça dökülen evim hoş bir ahenk yakaladı.

fransalardan kendime dergi aldım, resimli kitap gibi. september issue malum.

bu da lyon'da havalara bakarak yürümeniz için en geçerli sebeplerden biri. antoine amca ve ufaklığı, tepelerde bi yerlerdeler. turistik ürünlerin tamamı ve havaalanı kendilerine adanmışken, heykelin hiçbir turist kitapçığında yer almaması, üstelik turist infoyla aynı meydanda olması da işte, naparsınız, çok fransız bir şey sanırım.

lyonda hastane civarından geçen tramvayın raylarının etrafına sesi emsin diye çim döşendiğini söylemiş miydim? bense burda TEDAŞ'a  prizimde 220 yerine 290 volt elektrik akımı (veya her neyse) olmasının neresinin normal olduğunu sabıııırla soruyorum mesela.

az önce yaklaşık 20 el silah ateşleyerek, üstelik giden bir arabada, asker uğurladılar. yine lise fizik bilgimle söylüyorum, yokuş çıkarken silah atarsanız etraftaki binalardan birilerini vurma ihtimaliniz daha fazla. burası çocukların, çakıl taşından bezelye ile papatya yaprağından patates evciliklerinin, kedi yavrularının mahallesi. askere uğurladığınız adam sizi koruyacak diyelim, sizi sizden nasıl korusun? sivil silahlanma kanunu değişti biliyo musunuz? artık 3 silaha kadar mı ne izin var. kuşanın silahınızı, avrat doğuruyor zaten, at da bulunur bi yerden. kedi yavruları ve çocuklar da en yakın dolaba saklanırlar artık.

13 Eylül 2010 Pazartesi

selam dünyalı

başka bi gezegenden gelmiş gibiyim. en iyi durum özeti bu. omurilik soğanımdan otomatik olarak yaptığım işleri yapıyorum, o kadar. onun dışında gezegene şaşmakla meşgulüm.

bi kere baştan söyliym, 10 gündür burda değildim, internetim de yoktu. gündemle hiçbir ilgim yok. evet oy da kullanmadım. çok ayıp. referandum yüzdeleri de, amerika maçı sayıları da sadece uzaktan hoş bi seda. sonuçta evet çıkacağını biliyoduk, kaçla olacağını bilmiyoduk, konda biliyomuş gerçi. öyle bi şi. yani bilmiş kızın tespitlerine mola verdim, isterseniz saçınızı savurarak gidebilirsiniz. sadece kılıçdaroğlunun oy kullanamaması komikti, o da yani, tuhaf değil. "hadi ya" dedikten 2 dakika sonra normal geliyor. niyeyse hep bi şaşkınlık var yüzünde, ondan olabilir. hani dalgın profesör hali:  ders anlatırken fark ederiz ki aslında ceketini ters giymiş. filan. proforororo.

lyon da yazamiycam. şu an değil. güzel şehir, düz şehir, sakin şehir. en çok süpermarket gezdim. marché franprix, casino, leaderprice, carrefour, auchan, ikea. kaç kere nereye girdim hatırlamıyorum ama tiksinti duyuyorum şu an. raf, kasa ve o metal arabaları görmek istemiyorum. a bi de kardeşimin evinin alt katında bi bio-market var, bi de o. ekolojik her bi şey. annem 12 günlük OHAL boyunca sürekli yapacak bi şi buldu. çok enteresandır ki ben de buldum. hatta defneyi askeri kampa sokmuşum, annem "insaf" dedi. evet, bana.

kardeşimin ev sahibiyle aynı dili konuşmadan kavga ettik, çok ilginç bi adam. "sorun var" diyosunuz, "nolcek ki" diyo. yaşlı üstelik yani, uzun boylu yoda gibi bi şi, nolacağını gayet iyi bilmesi lazım. ben adama "hımm şöyle ki, evi su basar, fark etmeden elektriği açarlar ve çarpılırlar... mesela yani". dedim. adam da "şu bilmiş sussun" dedi, bağırdı çağırdı. evi santim santim inceliyommuşuz. bi evin su, elektrik ve ısıtma sistemi dışındaki kenar süsleri filan beni ilgilendirmiyor, o kadarını da tabii ki inceliycem.

yaşlı erkeklerin uluslararası olarak muzdarip olduğu sorun şu: hindi gibi kabarmalar, gençler ve hele ki genç kadınlar karşısında onları haklı çıkaracak sanıyolar. susup sakinleşmesini bekliyosunuz diye bastırdığını zannediyor, bi zafer sarhoşluğu, kalan iki gram testosteronuyla lüzumsuz bir coşku. anneme de bağırdı. terbiyesiz gudubet. annem de sakince, konu kapandıktan çoook sonra "ben mimarım da" dedi. yoda gibi kadın, fazla sakin. adam da özür diledi. yine de, hediye getirdiğimiz lokumları adama vermedik. defnenin ev arkadaşı da bu intikamla eğlendi.

lyondaki telefon ve internet lanetimizi yazmiycam bile. bozulmaması gerekenlerin bozulduğu anlar.

dün 2,5 saat rötar sonrasında istanbula indik. eve geldim. ctesi günü, ani voltaj yükselmesiyle alt katımızda yangın çıkmış, biz de eşiğinden dönmüşüz. süper kahraman ev arkadaşım olmasa, ocak kablosu aşırı ısınıp, doğalgaz borusunu ısıtıp böyle bi dizi reaksiyon sonrasında patlayabilirmiş bile. alt katta kombinin su borusu patlayıp yangını söndürmüş, şansımıza. böyle bi şenlik.

komşularımıza atalet hakim. "ihihi ben itfaiyenin numarasını da bilmiyorum sahiden, çocukları da evde bırakıp gidiyorum ihihihi" filan diyebiliyor, 3 çocuklu bir kadın. ev arkadaşım yangını görünce itfaiye, elektrik, çilingir, ne varsa hepsini aramış, evi boşaltmamış. kriz yönetim masası kurmuş sakince. ertesi gün de 2 ayrı tedaş ekibine binayı kontrol ettirmiş filan. bi bizim daire debelenmiş yani. komşuların hepsine acil durum kağıdı hazırladım, numaralar, yapılacaklar, bi de şu voltaj sarhoşluğuna müdahale cihazı alınması vs vs. yüzbin bilgi dağıtıcaz binaya. neyine "ihihi" bi anlasam, ben de gülücem. akşamdan beri delirmiş vaziyetteyiz, kadın ihihi diyo. bu basit bir "ah ama bilmiyor ki" değil. başka bir şey. yoksa yangın nedir, eminim ki biliyor.

onun dışında işte, özlediklerime kavuşmak, o kısım güzel. kafam hala sepet gibi. biraz durup yerleşmek, bi soluklanmak istiyorum. annem bomboş eve gidiyor şu an ve resmen ilk kez annem eve gitmek istemiyor. "çok boş olacak" deyip duruyor. içim gidiyor. biz 3 kuş, 3 ayrı şehirde napıyoruz, bazen çözemiyorum. ama başka türlüsü de olmuyor, buna alıştık sanırım.

hem defne evi süpürmüş, eline çok yakışmış, öyle dedi.
defnekuş, tam bi kuş. şu banka ve oturma izni de hallolsa, rahat bırakıcam, söz.

bi de istanbul:
lüzumsuz derecede yorucu, insanı eskiten bi şehirsin ama napalım, alışana böylesi güzel. huy kuruması.

3 Eylül 2010 Cuma

Avant, avant, Lion le melhor

bugün törenlerle biterse (ki bitemiyor), eve gidip bavulumu kapiycam. 9 günlük yokluk öncesi misafircilik ve sabah uçağı ve sonra: lyon. benim kardeşim yıllardır benden uzakta; ama ilk kez, giden taraf o olduğu için 3 günde gözümde tüttü.

yol heyecanı filan bile duymuyorum, tek derdim bavulun taşınabilir, yolların aşılabilir olması. bu aralar böyle her şey kafiyeli. hepsi parti sloganları yüzünden. bi cümle kurarken slogan tadı yakalayıp etrafı mest etmek, kalıcılığıma kalıcılık katmak istiyorum. neyse yani, bi de işte havaalanından şehre geliş. zaten tahminen avuç içi kadar bi havaalanı olacak, zorlanmam zor. yıh yıh.

sonuçta, bekliycem, uçucam, konucam, bekliycem, tahminen metro hattında biraz debelendikten sonra "öeehh yeter be, maaşım var benim" diyp taksiye sığınıcam ve sonra annemler. UNESCO dünya mirası listesine girmiş gastronomi merkezinde ipek fularlara sarınıp tam bir Lyonnaise edasıyla 9 gün -  yok valla, öyle olamayacak, biliyorum ben. ikea, carrefour, evimizin her şeyleri, belimizin can düşmanları (bak yine slogan). öyle böyle geçivericek. gerisi: arrondissement, croissant, super-marché, foux du fafa - baguette!

aa bi de kitapçık işe yaradı. biraz gözü korktu, biraz heyecanlandı, biraz da aklına gelmeyen şeyleri merak etmeye başladı. sanırım sanki. hakikaten kelebek gibi bi şi, uçuş uçuş gitti kardeşim. lyon-paris arası uzaklık, istanbul-ankara arasına denk gibi. defnenin delice gezeceğine inandığım için pek bi endişem yok gerçi; ama yine de bu mesafeleri hatırlatiym ben ona. iyice heveslensin. 5 aralık ışıklarını göremiycem ama o tadını çıkarsın. ne bileyim hayat hep şıkır şıkır değil, klaus barbie'yle de tanışsın mesela, lyondan bolivyaya giden yolu ve hatta che'nin ölümüyle kesişimi bilsin. hem boğaz olmasa da nehir var, falan filan.

Lucius Munatius Plancus, umarım iyi bi iş çıkarmışsındır.

2 Eylül 2010 Perşembe

buyrun

hayat sen sahiden komik bi şisin. insan olsan seinfeld ekibinden olurdun.
niyetlerimin karşısına prensiplerim dikiliyor, (b) seçeneği seçip yola devam ediyorum. bilmem belki iyi yapmıyorumdur, salağımdır; ama şu an sadece şükrettim. belki basit bi "a-a?!" o kadar.

kendi kendime konuşucam, "pas!" diyebilirsiniz.

küçükken düşündüğüm, kurduğum bi sahne vardı, hollywood dekorlu, oyuncuları baştan belli, bolca türkan şoray replikli. ömercik de olur. temelde, deri kaplı ve dönebilen ofis koltuklarıyla ilgili bir şey. "fakir ama gururlu genç"? tam değil, hayır. şimdi o sahneye teğet geçip gittiğimi fark ediyorum, sanki bi şiler koruyor. şükretmiym de napiym yani?

hoş, o sahney yaşama hayalim, daha doğrusu, "yaşasam nasıl olurdu" kurgularım hiç bitmeyecek. ben  hayalindeki sahnede her detayı düşleyenlerdenim. detaylandırdıkça daha da can acıttığını bile bile, gerçeklik hissi artsın diye. bitmeyen repliklerden de önce, dekor. "since 1999" mu ne yani, bu saatten sonra değişmez.

mesela o uzun masayı, gri duvarları, kenardaki tahtayı, tahtanın yazmayan; ama siyah, lacivert ve kırmızı renkli kalemlerini, saçımın fönünü, havadaki parfümü, dışardaki sonbaharı, insanların koltuklarına astıkları tüvit ceketlerini ve masa yüzeyinde halka halka iz bırakmış düz beyaz renkli kupaların içindeki sütlü kahveyi  hep ben yerleştirdim o odaya. bunun bir iş mülakatı izlenimi verdiğini düşünüyorsanız, aklınıza ilk gelenin doğru olduğuna dair o vakur cesareti bi kenara bırakın derim.

hani rüyalarda aslında tam olarak ne olduğunu ve sahiden nasıl başladığını hatırlamazsınız da gereksiz bir an beyninize kazınır ya, ben tam da o gereksiz anın provasını, gözüm açık şekilde, yıllar boyu ve defalarca yaptım. mesela bir versiyonunda ben geç kalıyordum, birinde geç gelenlere "buyrun buyrun, yeni başladık" diye gülümsüyordum. her mimiğini bildiğim oyuncular da harika bir performansla her şutu gol yapıyolardı.

bu provayı küçükken hırsla, büyürken alaycı bir tavırla yaptım; ama hep yaptım. daha da yapacağım, biliyorum. alışkanlık. çöp kutusu beyaz poşetli, metal, ufak bir şey mesela, tek çöp kağıt olduğu için kapaksız. camsız bir oda. en dipte, tek kullanımlık çay-kahve-krema-şeker vesairenin durduğu ikram köşesi var. onun dışında her yer kitap. yerler gri-mavi iğrenç renkli bir halıyla kaplı, insana her adımda "sittin sene temizlenemez bu" diye düşündürüyor. masada tarihi geçmiş dergiler duruyor. su sebiline bakıp bakıp bardakların plastik olmasına içleniyorum filan. bu güzide sahnemde her şey hazır yani, bir tek uğurcum oynatmıyor.

o hayalin binde birine denk bir sahneye teğet geçmişim.

gerçek olsaydı, nihayet ilk başrolünü oynayan konservatuar öğrencisi gibi olacaktım; ama nefret ettiği bir yazarın, nefret ettiği bir oyununda.

bi kez daha anlıyoruz ki prensipler niyetlerin önüne geçiyorsa, basit bir sebebi var: mesela iç ferahlığı.

1 Eylül 2010 Çarşamba

allianoi inadı.

inatçı insanlarla ilgili sevdiğim tek bir şey var: inatları.

Türkiye Su Meclisi ve Doğa Derneği der ki:


Eylemcilerin jandarmanın ısrarlarına rağmen zincirlerini sökmemeleri üzerine (kendilerini kazı alanına zincirlemişlerdi) İdarenin hukuk dışı inşaatın durdurulduğuna dair bilgi geldi. Eylemciler, kazı başkanı Doç. Dr. Ahmet Yaraş'ın önderliğinde bir heyetin yerinde inceleme yapmasını istediler. Basın mensupları ve kazı başkanı Yaraş'ın önderdiğindeki grup üç yıl sonra ilk defa kazı alanına girerek Allianoi'de incelemeler yaptı. İnşaatın durdurulduğu tespit edildi. Bunun sonucunda eylemciler inşaatın yeniden devamı halinde protestoların devam edeceğini bildirdi ve inşaatın durması üzerine zincir eylemine son verdi. Önümüzdeki haftalarda Allianoi'de bir eylem kampı kurulması planlanıyor.

 sizin benim için ordalar ve zincirliler ve ciddiler. o kadar ciddiler ki devlet şaşkına dönüyor, ne yapacağını bilemiyor, "tamam" diyor, "tamam tamam, lanet olsun deliler ordusu, durduk". inat böyle güzel şey.
başka güzel haberi olan varsa versin.
tutamıyorum, gülüyorum.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker