28 Şubat 2011 Pazartesi

hooting and howling

evden çıkış saati: 07.00
tüm gün sürecek toplantı dizisine başlama saati: 07.30
toplantı adedi: 3
eve geliş saati: 21.00
çalışmayı bırakma saati: 23.40

bence bana çok yazık. bi hafta böyle başlamamalı.
tam da bunu derken:
yarınki toplantı adedi: 4

özet: 
bugün biri bana telefonda "sesiniz bi anda her şeyi bırakıp karayiplere kaçacakmışsınız gibi çıkıyor" dedi. 

27 Şubat 2011 Pazar

evdeki ses

şunca deneyim ve biricik reflüm ışığında karar verdim: menüsünde deniz ürünlü bi şiler olmayan cafe/ restorandan kaç kaç kaç. kebapçıları tenzih ederim; ama mesela deniz ürünlü makarna gayet kolay bi şi, niye olmasın? sadece tavuk-dana-kuzu üçlüsüyle hayat geçmiyor. mekan sahiplerinin şööööle bi deniz kenarına yayılıp aylaklık yapma diye bi keyiften haberi olmadığını düşünüyorum, onlar için üzülüyorum. ne bileyim, deniz ürünlü bi şiler yemek, yanında geç batan güneş, bira, çakıl taşı ve güneş yanığıyla gelen bi menü. oh mis, deniz kokusu. hem zaten menüsünde bu eksik olan yerlerde dekorasyon da bi sonuk, bi donuk oluyor. deniz ürünü yiyin, yedirin. iyi ki var. .

düzenli spor yapan insanlara çok saygım var. düzenli yapabileceğim tek şey yüzmek. onun için de önce dışarı çıkmak gerekiyo, ıslanmak gerekiyo, hava zaten gudubet - falan filan. hava gudubet demişken, istanbul genelinde herkes evinde pinekledi bugün galiba. miskinler tekkesi bir hava. kaç saattir aynı noktada oturduğumu bilmiyorum ama çok zevkli.

ankara ne küçük yer allahım. sahiden tuhaf. okul kantininizi başkent yapmışlar gibi. her seferinde şaşıyorum niyeyse. yarın pazartesi. sabahın kör vakti şehrin bi ucuna gitmektense battaniye altında tesbih böceği gibi kıvrılmayı tercih ederdim. uyanmak ne zor iş bazen.

25 Şubat 2011 Cuma

gece vakti

bu çok fena, çok çok fena bi şi. 1995'ten kalma olduğu için, yeni görüyor olmam ayıp.
ama yine de o kadar uzak veya tuhaf veya inanılmaz değil. fenalığı burdan geliyor zaten. kendimize itiraf edemesek de, tanıdık bir şeyler var. insanı kendinden iğrendirecek kadar tanıdık: "neden olmasın?" diye fısıldıyor insan kendine, "burada neden olmasın ki?". bir an için aklınızdan geçmesi, aklınızda gelebilmesi bile, aslında yeter.

birileri var, bununla uğraşıyor ve sonuç alıyor. deniyor. korkmuyor.
bu kararlılık, bir heykel gibi seyredilecek, mermerden, güçlü bir şey.
işte öyle insanlar var diye zaten, her nefeste utançtan ölse de umut etmeyi becerebiliyor insan.
*
bi vakit bana "kenyayı bırak da konyayla ilgilen" diyen olmuştu. nedenini anlasam da ikna olamadım. siz de olmayın. isimleri sınırları yemişim, insana bi şi olmasın. içiniz acıyabiliyosa, nimettir. çin uzak bi yer değil.
*
bu gecenin mesajını da verdim işte. aldınız, güle güle kullanın.

24 Şubat 2011 Perşembe

polly jean

blog naber?
ben sana pj harvey aşkımdan bahsetmiş miydim? 5 yıl oluyo seninle, kesin etmişimdir. stories from the sea, stories from the city. orda kalmadı tabii; ama pj'cim, bence en çok good fortune'daki siyah elbiseli kadınla, this is love'daki beyaz takımlı elvis oldu. sesini, vokalini, kızmalarını, kanonlarını seveyim.  thom yorke'lu this mess we are in ve tabii ki en sevdiğim inci tanesi: you said something.

sonrasında uh huh her mesela,  pek açmamıştı sanki beni. ama öncesinde bittabi: is this desire var. neyse yani, gidebülü böyle. şimdiyse let england shake ve the words that maketh murder. bu şarkıları duyunca, mutlu mutlu sırıtınca, tamam işte.
pek tabii ki tüm haşmetinizle, hoşgeldiniz leydim.

bi 20 dakikanızı rica



kimileri "hani nerde bilimsel veriler, sayısal isyanlar?" diyebilir.
her şey raporlanamaz meleğim, bazı şeyler hissedilir.

23 Şubat 2011 Çarşamba

tanısanız seversiniz

salı akşamları 2 haftadır bambaşka bir anlam kazanmış durumda. biricik ev arkadaşımla aynı saatlerde yemek yeme şerefine erdiysem eğer, küçük sırları izliyoruz. evet, o kızlar ve o sırlar.

bu kızlardan biri de halk arasında sinem diye bildiğimiz su. filmlerde devamlılık hatası bulmayı seviyorsanız, prensesiniz işte tam da bu su karakteri. istemeden oluyor, su bunu hep yapıyor. devamlılık sorunu olan alan ise oje. su hışımla evde duvarı yumrukluyor, oje siyah. aynı hışımla kahvaltıya oturuyor, oje kırmızı. evden çıkıp telefon ediyor, oje yine siyah. gibi gibi, bu ve benzeri : biz de başa sarıp "oynat uğurcum"layarak oje takibiyle eğleniyoruz.
örneğin bu bölümde de su, hem cadı gülüşlü, bol fondötenli erkeklerle savaştı hem de imkansızı başardı: hışımla otel odasından çıkarken mavi, otelin kapısının önündeyken bordo, devamında bindiği arabada telefonu eline alırken tekrar mavi ve telefonla konuşurken de kırmızı ojeliydi. su, seri manikürlerin kadını. enteresan bi şekilde yanındaki diğer karakter, esmer olan neyse işte (gugıl ayşegül diyor), o hep siyah veya bordo ojeli. tüm bölüm tek renk ojeyle götürüyo garibim. aptal sarışın açık renk takılıyor, kemancı kız ise en son hülya avşar gözü mavisi sürmüştü. dizide ne kadar çok el göründüğünü de böylece anlamış oldunuz.
bu haftaki bölümde bir diğer goof için ev arkadaşıma teşekkür ediyoruz: hikaye sevgililer gününden 3-5 gün sonra geçiyor. okunan gazetedeki başlık: "dikkat! yarın sevgililer günü!" o la la.

- dikkat, deryik popüler kültür öğeleriyle eğlendi! çizgisi -

filmlerime gidiyorum, çok eğleniyorum. iş çıkışı filme gidip kafa dağıtmayı 20 gün önce akıl etseydim keşke. !f vesilesiyle, bi şekilde. sonra eve gidip vurkafayı, yatuyu. şimdi bugün mesela, yine yeniden.

saçım öylece uzuyor. kestirmem lazım azıcık. kısa saç ne kadar kabarık ve kocaman bir olasılıksa benim için, uzun saç da bi o kadar sıkıntılı. hep topuz yapıyorum, baş öğretmen ile kütüphaneci arası bi hal. neyse, bir sonraki hayatımda, saçımı kısa kestirdiğimde "dağınık ama toplu" bi görüntü elde edebilmeyi, havama hava katabilmeyi diliyorum. başka derdim olmasın.

southern comfort, meyve suyu almama tek sebep. zaten başka ne olacaktı ki. bakınız kendileri ne demiş: 
Dear Wednesday, why can't you be more like Friday? Or Saturday would be fine, too. 
Yours Truly, SC.


sürekli boynum ve hatta omuriliğimden başlayarak tüüüüm omurgam ağrıyor. tahammülfersah bi ağrı, biri tekmeliyor gibi. süreklisürekli.

iş sebebiyle sıkça mail gönderdiğim biri var, son zamanlarda resmen sanat gibi laf sokuyor.işin fenası, laf sokması gereken kişi de ben değilim ama elinin altındayım diye bana patlıyor. en son "xxx ile ilgili dönüş" rica ettim, yalvarırcasına. cevap şöyle bi şeydi: "(bi paragraf boyunca) boksunuz, koktunuz, berbatsız, işe yaramazsınız, hüsranlardayım. ama evet, yine de derin bi nefes alıp, xxx ile ilgili dönüş yapacağım (bi cümle)". sanat değil de ne? kanuni mektubu okuyan ferdinand hissiyle ezil büzül toz ol.

mardi gras tam benlik bi şi gibi duruyo. uzaktan uzağa hep sevdim kendisini, boncuklar filan. belki bir gün.

ya hani bi kitap vardı, ka.yıp gül. 50 ülk.ede 43 di.le çevrilen ilk türk bestseller'ı. 63 hafta en çok satanlar listesinde kalmış, yazar dünya edebiyatını sarsmış hatta ama hiçbirimizin ruhu duymadı ve hatırlamıyoruz. hah işte, onun devam kitabı yazılmış. kitap kapağına bakınca kendi kendime "zaytung kişisel gelişim kitabı hazırlamış" dedim. eminim bu da rekor kırar. ne de olsa kimse dönüp de "bu ülkeler hangisi, bu diller ne, hangi listede kaldınız?" demiyor. "ben attım, siz tutun" ilmi olarak satış, pazarlama veya ne deniyorsa o.

şimdi koşarak uzaklaşıyorum ekran ve klavye. geri gelmiyciim.

22 Şubat 2011 Salı

bitgitbigün

acaba anıların telif hakkı diye bi şi var mı? varsa ben bikaçınınkini almak istiyorum. benim olan, özel olan, ortalara saçmadığım şeyler - amanın, birilerine yol-su-elektrik-artı puan filan oluvermiş, mezeleşmiş, breh breh'leşmiş. çok garip. aslında garip de değil, enteresan. herkesin anısı kendine, di mi? yani eğreti durmaz mı ki acep? teğetlik ile teması birbirine karıştırmamak gerek, ondan oluyo galiba.
anıyla ilgili cümleler yarım, söylenenler eksik; ama onu da sadece bilen biliyor. bilmeyenler, aslı bu sanıyor- boşluktaki bir yankıya kanıp, müzik diye dans etmek gibi. niyedir bilmem. teşhisi koysam tedavisi de mümkün. gerçi tedavi etmeyip bırakabiliriz, kendi kendine de geçer belki. ağırlaşmasın, yeter. bu süre içinde ben her yere: © , ® , ™.

 *
Darya doğdu - 21 şubat. canım arkadaşım, ablam, bir tuhaf delim, okyanus aşırı anne oldu. yanında olamadım ama demin yanına uçtum, kondum.  çok tuhaf bi heyecan. hem ne zaman bi çocuk doğsa, kardeşimi özlüyorum.

*
uydurmasyon yemek tariflerimde genelde iyi sonuç almamın sırrını açıklıyorum: renkler ve hatasızlar. bunu da açıklamam gerekecek tabii. bazı malzemeler var ki el mahkum, ne yapsanız güzel oluyor (bu aşamada benimle inatlaşmayın). mesela domates. mesela nane, kekik. şüphedeyseniz bunları ekleyin. diğerleri için bakınız: renk. renkleri uyumluysa tadı da fena olmuyor. saçma tabii, ama böyle. ben de mutfakta mon ami uyumu arayan biriyim işte. ayrıca, tozlar, kesilenler, dökülenler filan gibi malzeme sınıflandırmalarım da var. yuvarlanıp gidiyoruz.

*
gece vakti sinire kestim: 13 yaşında bir kız. toplu tecavüz ve alıkoyma yaşıyor. hukuk ise buna "ama" diyor. ama 15miş aslında. ama aklı eriyomuş. ama kendi istemiş hatta, karşı koymamış. mağdur tecavüzcülermiş hatta? iyi hal indirimiymiş.
tiksinmek az kalır. hepsi kendi bokunda boğulsun. erisinler, bitsinler. bu yargıçları da çocuğunuzdan uzak tutun. bu karar "fırsatım olsa, ben de yapardım" demek gibi bi şi çünkü; ödül bu. bir kız çocuğu tenhalarda delirmiş, kim duyar? kim ne yapabilir artık, kimin neye yetkisi veya gücü yetebilir? kadınlar nasıl oluyor da en beterini yaşadıkça daha da borçlu çıkıyolar erkeklere? nasıl bir hukuk, nasıl bir kanun okumadır bu?

böyle kararları okuyunca, yıllar boyu orda burda laf atan, el atan, göz süzen, küfreden tüm erkeklerle bi odaya kapatılmışım gibi hissediyorum - her bir sapık canlanıp vücuda geliyor, kümülatif bir hikaye. bacağımı sıkan amca, ben bu kız kadarken gözümün içine bakıp "ah bi 18 olsaydı" diye salya akıtan o iki yaratık, otobüsteki pislikler, tek başıma yürürken takip edenler, el atıp kaçanlar, orda burda hobi niyetine gözlerini dikenler, beni kendilerine hak görenler.. hepsini tek tek hatırlıyorum. her kadın hepsini hatırlar. hepsinin elinde, yüzünde, bacağında, iz bırakacak başka bir yerlerinde sigara söndürmek istedim ben, her seferinde. bu kadarcık şeyde bile. işte bu haberi okuyunca: ben hepsiyle bir odaya kapatılmışım ve sırıtıyolar. tüm cüretleriyle, cesaretleriyle, gururlu bir şekilde, hukuğun yasanın desteğini de alıp bana gülüyolar. yaklaşıyolar. nefesim kesiliyor, kanım çekiliyor. bunu anlamalarının imkanı yok di mi? o adamların, o kurumların, o devletin bunu anlama şansı hiç yok. benim yaşamadığım şeyin fikriyle bile kanım donarken, o kız nerde, ne halde, nicedir?

*
şu haberi de okuduktan sonra, artık uyumam gerektiğini anladım. daha başka bi şi duymak istemiyorum. asmalı mescit olmasını geçtim, adamlar sokağı satmış. sokak satılan bi şeymiş demek ki. eh, alıcısı da çiller olur tabii , şaşırmadım.

20 Şubat 2011 Pazar

can koyusu

burculu haftasonu bir fırtına gibi, esti geçti. o derece ki cemreyle birlikte gelen yağışlar, onun eteğinden döküldü. arkadaşlar iyidir. bi ara ben bi hostelin godmother'ı olmuştum, dün ziyarete gittik, kendisine şerefe dedik. sana bi çatıdan baktım aziz istanbul. sonra civarında tur tur. sonra kahvaltı ne güzel şey, ne mutlu şey. yumurta en lezzetli şey. arkadaşlı kahvaltı - çünkü arkadaşlar iyidir. arkadaşlı vapur, aynen ondan.

*

sonra ben, kendime söz verdiğim filme gittim. 1,5 saat boyunca da doya doya ağladım. neden ağladım bilmiyorum, bi yanım umuttan, bi yanım hırstan - ama üzüntüden değil. ağla firuze ağla. tek başına izlemenin güzellikleri. sonrasında söyleşi vardı. sahiden bir avuçlar, gerçekler ve sahiden çok güzel, çok cesur insanlar onlar. hepsinde aynı sihir var: dayanamıyorlar, oturup kalamıyorlar.

ben tam senoz'u, ikizdere'yi, çağlayan'ı sindirmeye çalışırken, "devam edecek"i kabullenirken - allianoi. boğmuşlar. yürüdüğüm o köprüyü, duvarındaki resimlere baktığım o kulübeyi, sütunları, mermeri, seni beni boğmuşlar. istediler, olmuş. 3 yıldır ettiğim dualar, tuttuğum dilekler sönmüş. başka neyi bu kadar istediler, ne için bu kadar çabaladılar bilmiyorum. canım acıdı, içim sızladı. bi kez daha, son bi kez daha görebilirdim.

çok şey yazmak istiyorum veya siz onun yerine bi bilet alıp filmi izleyebilirsiniz. vadileri, bulut vadilerini görseniz bile yeter. birileri anayasal haklarınızı satıp yerine mandal alıyor. mahkeme anayasanın 56. maddesine göre karar alıyor, yürütme durmuyor. birileri, anlamıyor. çevre ve orman bakanlığının bakakalırları, örneğin vadiler için:
"10 km'lik bi dere üstünde 20 baraj çok diyolar; ama bu 20 tane göl demek. 20 gölün etrafına çay bahçesi yapsan, turizm gelişir, rekreasyon alanı olur. şimdi itiraz ediyolar ama tabii vizyonsuzluktan. ben onları bi yere göndersem, tüm bu işleri bitirdiğimde geri çağırsam, 'ne güzel yapmışsınız' diyecekler. değişimi sindirmek zor tabii ama 20 tane gölü olan, turizme açık bir vadiyi reddetmek, kalkınmaya hayır demek olur"
diyebiliyor. demişler, bu yazdığım şey fıkra değil. kamera kaydı var.

*
birileri, özünüzün 49 yıllığına kiralık olduğunu bildiriyor size. bedeninizi satın almışlar, benliğinizin kullanım hakkını da bi şirkete vermişler. olan biten budur.birileri, anayasal haklarınıza burnunu siliyor. kazandığınız davaların sonuçları o adamlara uğramıyor. her gün böğrünüze bi kepçe iniyor, bi kamyon dolusu taş boşaltıyolar üstünüze, haklarınız, hukuk, adalet, taşların altında kalıyor.
çığlık atmaya üşenirseniz, bu davaya en çok 80 küsur yaşındaki teyzelerin destek verdiğini hatırlayıp utanın, çok utanın. bu mesele, keyif beklemeyen cinsten.
*
diplomama gözüm dalıyor. bakıp kalıyorum. canım sıkılıyor ve hatta sahiden: koyulaşıyor.

18 Şubat 2011 Cuma

vvu

dizi izlemeye başladım. ev arkadaşım izliyor, izlettiriyor. özellikle sülümanlı dizinin hatalarıyla coşmaktayız. en son, gugıl eşliğinde goof buluyoduk. mesela sümbül ağa "çeneni sıkı tut" mesajını verirken ağzını fermuarlıyor. fermuarın icat edilişi ise 19. yy sonları, hatta bakıyoruz: 1891. yani sümbül ağa vizyoner bi kişilik.

*
uçurtmam tellere takıldı. ben ahmet kayayla ne zaman nasıl tanıştım diye düşündüm, çok eski değil. hiç eski değil. 9-10 yıl olsa gerek, geç. ben en çok özlemden ölenlere üzüldüm, ama yakında ama uzakta. "bölmek için değil, vallahi değil" diyenlerin hepsi tek tek, en yalnız hallerine bırakılarak öldüler. insanı seveni insandan mahrum etmek cinayet değil midir? kelime kelime kendini izah etmeye çalışanların elinden seslerini almak mesela, cinayete teşebbüs değil midir?
kelimelerden korkmak, sahiden, yüzyıllar boyu geçmeyecek bir korku. öyle ya, birilerinin nefesini kesecek kelimeleri bulmak da müthiş bir silah olsa gerek. tek bir cümle kuruyorsunuz, yüzlerce, binlerce, milyonlarca insan haykırıyor, tüm kalbiyle, yağmur gibi. yağmur ne, dolu gibi. sonra sessizce mırıldanıyorsunuz, aynı kalabalık susuveriyor, sabah ayazı gibi bir keskinlikle sizi dinliyor. deminki binlerce çığlık, şimdi binlerce kulak olmuş.
bu güçle başa çıkabilmek mümkün olmadığı için, tam da bu sebeple, bu güç bitmez, anca devredilir. şarkıdan kaleme, kalemden kameraya geçer, dolaşır. yedi kat yerin altına bile kapasanız bu gücü, form değiştirerek sızar çatlaklardan.

uykudan önce, ben böyle şeyler içerim ılık süt yerine. her ikisi de büyümeye yardımcı olur.

tirilili

bissürü iş bissürü iş, düşünme deryik kaç kaç kaç.
mesela ben bu yazıyı aslında dün yazdım, anca şimdi yayınlıyorum. çünkü uyuyakaldım. evet.

böyle kaçarken mesela, sonrasını sorduğumda (ki bence saçma bi sorudur) gayet sakin sonrasını anlatan bir kavalyem var - akıl danışma köşem, iyi geliyor. ben hemen kararmaya meyilliyim, parlatıyor. eğrisi doğrusu analizi.

haftasonu biriciğim burcuğum geliyor. kendisiyle birinci cemrenin düşüşünü kutliycaz. cemrenin düştüğü yerde gül biter. havaya-karaya-suya cemre düşüyor, cemre dediğin zaten ateş. adeta avatar (bükücü olan, mavi olan değil. zaten mavi şeye şirin denir). ben dün saat 7de ofisten çıktığım içün, bir sürü saaat kazanmışım gibi oldu. ondan önce de 6da çıkmıştım. olay olay ve hatta oley oley resmen.

puantiyeli çoraplarım pek bir vintıc bulundu ve ben bön bön baktım bu yoruma. ben, vintıc, işe giydiğim çorabın vintıcımsı havasının hesaplı bir adım olduğunun annedilmesi, falan filan. demek ki diğer günlerde de "ugly betty meets clark kent" imajındayım. normalde süper biriyimdir, ofiste tanınmamak için gözlük takıyorum. adeta. saçmalıyorum. bakınız kaçamadım, yine iş.

askerlik, beni korkutuyor. münferitlerden, meczuplardan, "bir anda"lardan, "kaza"lardan en çok askerlikte korkuyorum. ayrıca bana uzak bi yer, kadınım. bu yüzden, o bilinmezlik payıyla da korkuyorum. bak şimdi olaya. bu normal değil ki? 24. saniye mi ne, bi bakın. ben dün gece dehşet içinde izledim. o videoda ben arkadaşımı, canımı, tanıdığımı görsem, kanım donar. bi ihtimal, birilerinin biriciği o askerlerden biri işte. orda bi yerde, kamerasız köşelerde neler oluyor? şu blogu gördüğümden beri, "niye?" demeyi bıraktım. yazsınlar, duyulsun, okunsun. durum 'niye'yi geçmiş vaziyette.

tck'da yeni bir düzenleme önerisi bekliyor. bayram değil seyran değil, kanunlar kadınları öpüyor. eh, dekoltesinden tabii. gıdıııından hatta.

!f and only !f bir hafta var önümde. biletlerimi satışa çıkar çıkmaz, sabahın köründe aldım. planlı, kararlı, tırırırım. şimdi tek engel, toplantı olabilir. olmasın diye de gecenin körü seanslara aldım. buna rağmen gidemezsem oturur ağlarım.

 ay resmen bitmeyen,  bitemeyen post. günlere yayıyorum. bit hadi. bitgit.

15 Şubat 2011 Salı

yıldır

14 şubat etkinliği: toplantı. "işimize aşkla bağlıyız" esprisi çok sıradan, hiç gülmedim.

eve geç geliyorum, az uyuyorum ve beynim zonkluyor.bu yazıyı 3 gecede filan yazdım. böyle zamanlarda ren& stimpy geliyor aklıma. bi de neydi o koca beyinli, beyaz renkli faremsi şey, o. yaşlandım. prometheus ve bob ne güzeldi, kablam! vardı. niye aklıma bunlar geliyo bilmiyorum. üstelik eşek kadardım, kardeşimden tanışıyorum.

bi yandan da: ufaktan bi şiler değişiyor galiba.dün  ben grileri çektim, sabah sabah yollara düştüm, akşama sonuç alır gibi oldum, bugün de sahiden aldım. bi tuhaf - bi hızlı. şu an saçma bi yoğunluktayım diye sanırım, en olmaz işler oluyor. hala "ama" diyorum, hala "belki" diyorum, huyum kurusun: hep itiraz. yaşımı aldığımın kanıtıysa: "bekle ve gör"e doğru gidiyor olmak. yine de vakit var. iyi şeyler de oluyor, denizlere çıkar sokaklar ve saçım dökülse de kökü bende. 1 ay. 1 aycık. aksilik çıkarsa ara parçaların başını koparıcam.

mor bi çantam var, oldu. ama böyle "grileri çektim" mor çantası değil, "bu hafta ders kaydı var" mor çantası. aradaki fark çantanın nereye takıldığıyla başlıyor: dirsek-kol arasına takılanlar ve omza asılanlar. neyse işte, niyeyse bu çanta, renklerin görevini, yerini, ne olması gerektiğini filan hatırlatan bi işaret olsun istedim. böyle manalar yüklenince ağırlaşıyor tabii. renklerle ilişkiyi hatırlatan çanta, bu ilişkiyi düzeltip bakınca görmek istediğim resim haline getirecek. sinsi planlar dehlizi. çelişmeyeyim, yeter.

sonrası ah çok benim, çok bizim, çok güzel.

12 Şubat 2011 Cumartesi

dümtek

"..... ama en zoru yalnız olunca".

ah be gençliğim. başı da var bunun, böyle kel başına bi eksik kaldı zaten.
iki kadehten sonra onlarca şarkı sözü şuraya akıtabilirim, yok valla, elim otokontrollü. yoksa bilseniz ben en ergen halimle, şarkılar dolusu bir küçük kümülüsüm. ondan ah gençliğime.

*
söz dinleyen bir deryik olarak, arkeoatlas'ın ciltli miltli özel basımını aldım. ışıl ışıl duruyo masamda. atlas da aldım ve hatta okudum, içinden cd çıktı, önceki sayılar. onları da okudum. masal özlemişim. yani ben pek masal bilmem bile, nasıl özledim anlamadım.  hep güzel giden masallar dinlemek istedi canım, sonunun nasıl bittiği mühim değil. bildiğiniz masal, yoksa kendimi "peri kızı cemile" sanmıyorum. okumak ve ağlamak istedim. insanların neler kurabildiğini dinlerken içim titriyor. en abuk masalda bile gözlerim doluyor. saçmalıyorum.

*
darbe döneminde yasaklanan festivalleri, 3 ay süren şenlikleri bilmeyen, sonra da "zaten türkiyede asla avrupadaki gibi festival kültürü olamamıştır" diyebilen cahellerden profesör olabiliyor, siz bari onlara inanmayın. birileri size baş parmağını sallıyorsa, elinizden ilk alacağı şey neşeniz, eğlenceniz ve birlikte gülebilme beceriniz. vermeyin, vermeyin. hiç tanımadığınız biriyle doğayı, havayı, suyu, toprağı ve güneşi kutlayabilme hakkınızı saklı tutun. tutun ki bu saydıklarımdan uzağa düşmeyin.

haftaya cumartesi ilk cemre düşüyor. bi hafta arayla da diğerleri. her yıl cemreleri takip etmek, sonra mart dokuzları, abrulun beşi filan, anneannemin bana anlattığı ilk ve tek masal. çok da ciddi iştir laf aramızda.

*
fobi zaten baştan mantıksız bir şey, kabul. ben de hızdan ve yüksekten korkuyorum mesela; ama gururla "ay ben böcekten o kadar korkarım kiiii!" diye korkularını ve tepkilerini yarıştıran kadınların sohbeti her daim itici, çok itici. "ben hem korkarım, hem iğrenirim", "ben? olduğu yere bi daha gidemem bi de kusarım", "ay ben işte o kadar iğrenirim ki uçarım" gibi, saçma bir sidik yarışı. amacını çözsem, neden bunu bi 15 dakika boyunca dinlemek zorunda kaldığımı da çözücem.

*
eczacıya "salgın var di mi?" dedim. niyeyse, "hayır yok, tek zavallı sensin" dese ne olacak yani. neyse, "evet var ve bu seferki çok saçma" dedi. haklı. gündüzler daha normal geçse de geceleri öksürmekten başım ağrıyor.

evden çıkınca iş dışında bi yere gidiyor olmak tuhaf geliyor, bi yerde otururken önümde bilgisayar ekranı olmaması da. ellerim sürekli "klavye pençesi" pozisyonunda. yorgunum. cumartesi, merhaba. bir anda bitivermeden, tane tane sür olur mu? kahvaltımı bile uzun uzun yaptım ki günün tadı çıksın.

10 Şubat 2011 Perşembe

cuma perşembesi

çok hastayım. zaten herkes çok hasta. kimse de iyileşemiyor.
görünüşte akıntı filan olmadığı için iyi duruyorum ama öksürüğüm konçerto tadında. karşılaştığım herkes bi iksir öneriyor. bugün mesela, ben bi toplantıdan dışarı fırlayıp ciğerlerimi etrafa saçmakla meşgulken, "siz hiç iyi görünmüyosunuz. sıcak patatesin içine bal, nane ve karabiber koyun, 1 saat emsin, ısıtıp yiyin" dedi temizlikçi amca. sonra başka biri, dut pekmezi önerdi. özdencim zencefilli, sütlü çay (chai demem efendim. ingilizlerin hindistanla ilişkisini buraya taşıyamiycam) içirdi. böyle yani blog - iksirlerim var, bana mısın demiyor. tıp dünyası da benim zımba gibi görünüp bomba gibi öksürmemi çözemedi. ciğerlerimin yarısını kullanıyorum gibi geliyor.

gündüz boğulurcasına çalışıyorum, gece boğulmaktan uyuyamıyorum, başıma vurdu. yarım gün izin aldım, evcağızımda uyudum. üstüme kalan abidik işlerin bi kısmına bugün isyan ettim, hooop gidiverdiler. gidebiliyolarmış blog. millet teflonken ben çelik tencere misali, ne verseler üzerime kalıyodu. bugün ilk kez "sahiden ya, BUNU da mı sen yapıcan?" diyerek insaf ettiler. ölü benizli halimden de olabilir tabii.

falan filan - hasta söylenmesi de ne tuhaf şey.
bundan gayrı, hayat bir enteresan. evdeki vaktimin çoğu (ki zaten bu dar bi vakit) skype'ta üç en yakınımla konuşmakla geçiyor.hipermetrop gözlüğü, üniversite sözlüğü ve gönlümün güldüğü. mesafeyle yaşamanın kitabını yazabilirim, ama hala alışamadım.

*
kırmızı telefona balık kaçmış. çok mutluyum.

BİR+BİR, roll'un biricik çocuğu, kapı dışarı edilmiş. onlar da "bize sökmez" demişler. şu ana kadar hiç okumadıysanız, buyrun, bahaneniz olsun. herkesin hassasiyeti kendine, sizinkinin arkasında durun. dergi ekibinin dediği gibi, gündelik faşizme pabuç bırakmayın. mesela birileri neden çevrecileri döver, bi düşünün.
kapanış: yetmez ama yine de şaşırmayız haberi.

işte tüm bunları okurken oluşan  ruh halinin özeti içinse, söz sende divad.

yine de: selek davasında ışık göründü, dink davası cerrah'a dokundu.
ama geç, ama onca hasardan sonra: yine de oldu. buna ihtiyacım var.

6 Şubat 2011 Pazar

inanmazsınız

dağ ve orman vardı.
Ormanda A harfi vardı. 
deniz ve kum vardı.
kumda kabukşehir vardı.

başımızda çatımız vardı.
çatının altında mavi baştankara vardı.


bir zaman, hepsi aynı anda vardı.

9 şubat

dedim, vallahi dedim. çünkü on puanlık uzman sorusu değil, çok bariz.
de.fn.e jo.y fos.ter'ın ölüm haberi geldiğinde, birileri çıkıp da cık cık cık yapacaktı tabii ki. çünkü bi kadın, kocası olmadan eğlenemez, kocasından başka bir adamın evinde bulunamaz, bulunuyorsa illa ki sevişiyolardır, çünkü kimse arkadaş filan olamaz. çünkü ölen bir kadınsa, cesedi, anneliği, eşliği, her şeyi çiğnenmek içindir. çünkü çiğlik sonsuzdur ve maalesef, ailesi onu savunmak zorunda kalacaktır: "vallahi öyle değil, bilmiyorsunuz".

ah hıncal erkek dayanışmasının heykelini dikmiş, canımın içi. üstelik bir varsayımdan yola çıkıyor: çocuklu bir kadın bir gece vakti yeni tanıştığı bir adamın bekar evindeyse.... tamamlıyor sonra: fırında mercimek!
tabii insan olan, bu adama bi sorar, belki evet, birlikte eğlendiler ve kadın fenalaştı, adam da evine getirdi. mesela. belki evet kocasını aldatacaktı ama bu onu daha az anne yapar mı? belki evet, sahiden bu kadın, bir zamanlar arkasından delice üzüldüğü 40 yıllık arkadaşı bar.ış ma.nç.o gibi, eşinin değil sevgilisinin yanında verdi son nefesini.  kocası da gitti yanına, ağladı. annesi içi kuruyana kadar aktı cenazesinde. seni niye geriyor? çünkü yelkenini şişireceğin rüzgarı iyi bildiğinden, iskele alabanda diyosun.
 ay neyse, daha yazarım da içim daralıyor- nokta.
*
bi de yani, şu adam, pınar selekten çok yer buluyor ya basında, tepkilerde filan. selek'i unutuvermek hep daha kolay ya.
yok öyle yağma.
utancın en büyüğü, en içten gülüşlü kadını vuruyor. hıncal, selek için ne derdi peki? düşünmek bile istemiyorum. yıllardır çektiriyorlar ona. pınar'ın ailesi peki? onun kardeşi? onun babası? neyse hın.cal ya. takatim yok. amargiyi bilmezsin bile sen. masal da bilmezsin tahminen. "bizi çıldırtamazlar" diyor ya, sen bunu anlamasan da olur. sen kolaycısın ve sana dönük sevgi de nefret de bu yüzden kolay.

*
gelelim fasulyenin faydalarınaaa...

böhür böhür öksürüyorum. öksürük için kullanılan en güzel ikilemelerden biri bu heralde. böhür böhür öksüremeyen diğer milletlere çeviri yapıp anlatmak istiyorum. sesim kısık, gidip geliyor. 1 ay içinde mi ne, 2. keredir böyleyim. ciğerlerim yarı kapasiteyle tam randıman çalışma azminde, karın kası yaptım.  ama evde yatıp dinlenmek gibi sıradan şeylerle vakit geçirmiyorum. nasılsa herkes hasta. böyle de saçma bi açıklamam var.
2 ters 1 düzün kazakları çok güzel ama şu an etikette yazan fiyatlar benim için tüketim değil yatırım sayılabileceğini söylüyor. neyse, yine de güzel işte.

akşamdan kalmalığımı üzerimden atıp, mart kedisi gibi güneş altında demlenmeyi ve pazar kahvaltısına yumulmayı hedefliyorum. bu sahiden böyyük bir hedef çünkü şu an pelte gibiyim. manevra kabiliyetim düşük.

çok ve boşa çalışıyorum blog. ama bitecek, gidecek.

1 Şubat 2011 Salı

voi

deniz ürünlü makarna yapıcam diye aşka gelip ayarsız elimle kazan kaynatmıştım ki o la la, ev arkadaşım akşam yemeğini henüz yememiş, bana eşlik etti. makarna da fena olmadı hani. sonra imzalı kitabımı okşadım, lemanın bininci sayısı da elimde. daa nossun. ev haftaiçisi.

market alışverişi denen nane (ben kısaca f.m.c.g), beni kozmetik reyonunda etkiliyor. sanırım bilinçaltımda kuruyup kalma, nemsizlikten büzüşme gibi dertlerim var ki, en uzun vakit geçirdiğim yer krem reyonu. yuvasına bi şiler taşıyan fare gibi, sürekli krem alabilirim. kullanım ise kısıtlı. üstelik üstlerindeki mucize vaatlerini okumuyorum bile, hani kandırılmaktan çok, resmen stoklamak. yoksa nemlendirirken dinlendiren, gençleştirirken ferahlatan bi şiler aramıyorum. arasam, markette aramam yani.

bugün ilk kez o yazıları okuyacağım tuttu, resmen sınav. biri ferahlatıyor, diğeri nemlendiriyor, öteki yumuşatıyor. aynı marka 3 ayrı ürün çalışmış. ben  kimyager olsam, önce tüm ekip bu kelimelerden aynı şeyi mi anlıyoruz, üreteceğimiz şey ne olacak, bi kontrol ederdim. nemlenince yumuşayan cilt ferahlarsa sistem çöker çünkü. belki onlar da sonradan şişeden okuyup şaşıyolardır. beh beh geyik.

indirime giren deterjan, temizlik malzemesi vs olursa ilk iş kapağını açıp kokluyorum. niyeyse, kokusu çirkin olanları indirime sokup stok eriteceklerine dair sarsılmaz bir inancım var. eğer kokusu iyi ise daha beter, demek ki temizlemiyor olabilir. iyi bir ürünün indirime girmeyeceğinden niyeyse eminim. "fırsat" yazıyor, "kazık" okuyorum.
*
bi çalışmamda, "iş görüşmesi yapanlardan ik elemanlarına tavsiyeler" sunucam.
özet haliyle, karşı atak ve el kitabı veya patlama:

birinç: lütfeniniz randevu saatinde görüşmeyi başlatınız, yoksa sahiden ne kadar istesem de kaale alamıyorum. evet yoğunsunuz, hangimiz diiliz ki? sonra yok efendim iş takibi, dakiklik, deadline üzerine on bin soru. pardon ama: az-önce-25-dakika-geç-kaldınız-ve- açıklama-olarak-sadece-gülümsediniz! demek ki sizi işe alan, beni haydi haydi alır! yani tamam müşteri ben değilim, ben en pazarlananından bi "ürün"üm, ama ürüne de azıcık saygınız olsun yahu. bindiği dalı kesen hoca hikayesi, bi bakmışın ürün bitmiş. geç kalmanıza rağmen assolist gibi alkış beklediğinizde hele, aklıma sadece kabaran hindiler geliyor. gıcık biriyim.

sonra mesela "annen baban ne iş yapıyo?" gibi, kum havuzu ebeveyni soruları da beni geriyor. "komşu mu olucaz teyze?" diycem, demiyorum. "annem emekli çilek, babamsa halen turunculuk yapıyor" demek istiyorum, cık, susuyorum. itici işte. düzgün cevap verince de "ne güzel.. çok güzel.." diyosunuz, dilim tutuluyor. nesi güzel, bi gün anliycam. şahsen, bi diğer bitmeyen senfonim: önünüzdeki kağıtta doğum yerim istanbul yazıyor. lisemi görüp "ne hoş, ankaralısın demek" diyosunuz (nesi hoş, yine muamma). "hayır, liseye ankarada gittim, istanbulluyum" deyince istisnasız hepiniz, niyeyse büyük bir açık yakalama hevesiyle "peki ya annen baban?" diyosunuz. onlar da istanbullu canım, yalan yok. ayrıca az önce ankaralılık hoş bi şiydi, ne bu gerginlik?

devam edeyim: 45 dakikanın sonunda tüm rahatlığınızla "ee, senin sorun var mı?" dediğinizde (bu siz ve sen, ayrı bir hikaye) "pozisyon nedir?" cümlesini duyunca azıcık utanıyosanız, size güvenebilirim. evet, az önce buradaki varlık sebebimizden bahsetmeyi unuttunuz, yüzünüz kızarabilir. umrunuz değilse zaten görüşme orda bitmiş, altın gününe dönüşmüş, karşılıklı bi sohbet muhabbet ooh mis.

bi de rica edicem, hani pek bi güzel çalışılmış ahret sualleri soruyosunuz ya, pozisyon/ şirket ile ilgili bunların onda biri sorulduğunda yanıt verebilir olun. mesela "en son çalıştığın proje/konu neydi?" diyosunuz, ben de karşılığında, atıyorum, "bu departmandaki en son proje neydi" diyebilirim. bi alışveriş, bi fiş yani. "ay onu tabii eöööö" gibi şeyler demeyin veya yanınızda bi bilen olsun. "şey... onun cevabı da bi sonraki görüşmeyeee! ihihi!" derseniz,topu taca atmak oluyor.
bitmez bu liste ya, of.

*
ayrımcılıkla mücadele yasa taslağı ayrımcı ise, tavuk mu yumurtadan yumurta mı balıktan?
bu seneki de 5 şubat nöbeti, en tatlısından.
ama bugün şunla bitmeli:
güvenli okul projesi kapsamında, sizin de el kadar çocuğunuz polis muhbiri olabilir, "çocuk polisi okul temsilcisi" seçilebilir ve hatta kendine özel kimliği olabilir. bu ne ya. bu bir ne? vahşet bu. şiddet.

mumcunun ipekçi için yazdığı yazıyla, iyi geceler sanal dünya.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker