31 Ocak 2011 Pazartesi

mesela, belki

kahirede, muhtemelen görmüşsünüzdür, insanlar ordu gelene kadar etten bi duvar örerek müze yağmasına engel oldu. müze yağmacılarının cebinden de istihbaratçı kimliği çıktı filan. anladığım, 2 mumya dışında ağır hasar yok, çalınan bir şey yok. '99 depremindeki yağmayı hatırlayacak olursanız, bence bu sahiden bi mucize.


istanbul'da ise, koruma kurulu kararına ve 1997'den beri yapılan uyarılara rağmen, hala yerebatan yakınlarından metro geçiyor. yerebatan yıkılabilirmiş. sahiden yere batıracaklar yani. topkapının surları da marmaray kazısıyla çatlamıştı. üstüne pek bi özeniyolar ama içten yıkım halindeler. işin komiği kendini yeni-osmanlı ilan eden bir hükümetin, avrupa kültür başkenti sarhoşluğunun hemen ertesinde ortaya çıkan beceriksizlikler bunlar.

şimdi ben size, yarın "yerebatan boyunca zincir olalım" veya "öyle bi zincir yapalım ki tramvay işlemesin" desem, gelir miydiniz?
"aynı şey değil ki" diyecekler varsa, sahiden aynı şey değil mi, pek emin değilim.
bi düşünün siz yine de.

bininci kez: adam takım elbiseli. adamın kravatı var. adam takım elbiseli. adamın kravatı var.

30 Ocak 2011 Pazar

i eat my marimbas

soğukta dışarı çıkmak hep zor; ama ev aşırı sıcak olduğundan, ne kadar sıcak olduğunu tayin edemiyorum ve iyice zorlaşıyor. çıktım velakin. bugünün "soğuk pazar günü" olduğunu nerden anlıyoruz? 1 günde 2 post. yes. soğuk havada dışarı çıkarken hırslanıyorum. hollandadan kalma bi azimle, "ne var len, bi bana mı soğuksun, senin yüzünden eve mi kapanıcam" diye havayla kavga ediyorum. burnum donuyor, hırsım geçiyor. ama yine de yılmamak iyi yoksa kış uykusu eşiğinde geçiyor günler.

sütlü sütlü buluştuk efendim, pek bi güzel oldu.
önce rivera çifti. daha önceki girişimimde odakuleye kadar uzanan bi kuyruk görüp ve hatta kuyruğa girme gafletinde bulunup, sonra "halkımın fridası gelmiş" teşhisiyle geri dönmüştüm. bir pazar gününe yaraşır bir ekip vardı. öncelikle : sergi sadece 1 kat. heyecan yapmayınız. toplam 30 parça varsa, hepsinin önünde yine 30 kişilik bi facebook timi vardı. daha önce arkeoloji müzesindeki mermer heykelleri tacizle ağlatan bu kitle, "çek çek çek, maymunlu çek, karpuzlu çek" aşkıyla, cep telefonuyla çekilince iyice bi güzelleşen pozlar veriyodu. şüphesiz ki frida tüm o tabloyu yüzde 40'ını sizin cüsseniz kapatsın diye yaptı. içerdeki yığılmanın, tüm o kalabalığın sebebi buymuş efendim. halkımın fridası gelmiş, profiline koyacak.

nerden nasıl oldu bilemiyorum, yolda sokakta karşımıza çıkan abuk kostümlü maskotlarla poz verme hevesinden, bugüne bugün frida portresiyle poz vermeye terfi ettik. tabloyu çekse, o da değil. kendi önüne geçiyor. başta bu fotoğraflarla sanatsever bir imaj oluşturmak, böylece karşı cinsi etkilemek gibi bi amaçları olduğunu düşünmüştüm. hayır. bu fotoğrafı çekenler genelde çift halinde geziyor. "sevgılııaaım, sen benı çek ben senıııaa!" diyen iki kere kikiler. st.petersburg meydanında karnaval fonunda aşk.

tam bu sebeple müzeler için önerim bir photo booth. yeşil perde önünde türlü çeşitli şebeklik yapıyoruz, fonda ise istediğimiz bi tablo oluyor. beğendiğimiz foto cebimize/ mailimize filan yollanıyor. böylece sahiden sergiyi gezmeye gelmiş olanlar ile feysbukçular ayrışıyor. bence süper bi proje, hem iyi de iş yapar. ne var, fotoğrafların tanesi 25 kuruş olsa, umumi tuvalet gibi işler yemin ederim. 

sonra tünel, sonra sıcak çikolata, sonra sohbet. sonra sonra, kar yağacak gibi bi şi.
amma söylendim yahu müzedekilere. onlar da can, blog. foto-can.

*
benim yarın, kesinlikle ilgimi çekmeyen bi şiyle bayaa bi ilgileniyomuş gibi yapmam lazım. hani bi laf vardır ya, "günahım kadar sevmem" diye. aynen öyle. ama mış gibi yapmam lazım- kendime rağmen ve diğer şeyler.

youtube'daki vevo istilası nedir? 2 sene girmedik, hale bak. neyse, oblivion kelimesiyle yaşadığım aşkın haklı sebeplerinden biri de macy gray şarkısıdır. haspam bi klip çekmeyi çok gördüyse de ben severim, seveceğim.

ben bi zaman ikinehirhanımdan duymuştum, nezih kitabevi metis ajandalarını satmayı durdurmuş, bu da ilgili haber. bi de beyanat filan. neyse, o ajanda bende var. evire çevire baktım, nezih olmayan ne görülmüş, hala anlayamadım. satmayın efendim, aman diyeyim hep böyle korkun. bir arpa boyu yol alırız filan, aman. ama böyle belli ediverin renginizi ki biz de bilelim, semtinize uğramayalım. şeytan diyor git nezih'e, "pardon, metis ajanda var mı?" diye sor defalarca. peh size yahu.
*
bunun dışında skype'la dünya turu, iyi haberler, ışığa bakmalar, falan filan.
koşa lolacım, koş. hızlı hızlı koş.

bi de ben odamı seviyorum. koza gibi.
fotoğrafını filan koyuyorum hatta, evet. biraz yalnız, ama koza gibi. iyi gelen bi şi oda. üstelik perili.

buvebenz

ev kuşluğu, hu kuşluğu.
haliyle, iç karartma tesisleri:

festus okey'in kimliği HALA belirlenemediği gibi, müdahillik taleplerini reddeden bir mahkeme mevcut. hani başka şeyler olup biterken, gözden kaçması çok muhtemel bir dava bu belki; ama bence yılmadan, göz ayırmadan izlemek lazım. akademisyenlere, gazetecilere soruşturma başlatılmış durumda. mahkeme size "yok canım, siz taraf filan olamazsınız" diyor. matruşka gibi. davanın özü bir kenara, içinden çıkan kat kat saçmalıklar yüzünden izlemek lazım.

hrant dink'le ilgili kitap yazıyorsunuz, birisi ofisinize kalaşnikof mermisi ve beyaz bere içeren bi paket gönderiyor. yıldırmak denen şey, tam da bu. mesajı net, arkası güçlü adamların, alay etme cüreti. tiksinmek, kolay bir his. dayanışma, destek, çok daha zor. tiksinen insan ister istemez uzaklaşıyor. bu haberi okurken, o tehdit edenlerden tiksindiğiniz an, haberin devamını okumayabilirsiniz. velakin mideniz az daha güçlü olmalı ki destek verebilmeniz mümkün olsun. maalesef, tiksinmenin yetmediği konular bunlar.

"Yollar yapıldı, köprüler kuruldu/ Davalar görüldü, sular duruldu/ Karşı gelenlerin hepsi vuruldu/ Tunceli'dir artık adı Dersimin" - bu dizeler, 1939'dan kalma. yol ve köprü gibi "kalkınmacı" hamleler ile birlikte anılan "hepsi vuruldu" cümlesi, kendini aklama derdinde. dersim'in tunceli oluşunun haklı (!) sebeplerini de "davaların görülmesiyle durulan sular" açıklıyor. daha kısa ve öz anlatılabilir miydi? hayır. Jandarma Genel Komutanlığı Matbaası'nca basılmış böylesi bir matbuat mevcutken ve adı "destan"ken, cevap hayır. bazı şeylere itiraz etmek anlaşılabilir; ama yok saymak sahiden terbiyesizlik. meraksızlık da öyle, tuhaf bir şey. neyse, açıp okuduğumda belki üj-bej satır daha çok yazar olurum. bilmemek değil merak etmemek ayıp.

yaklaşık 1-2 senedir filan, her sabah avaaz. bu bile kolaycılık, ama ünlü bir türk büyüğünün dediği gibi, "bir sıfırdan büyüktür". tabii kendisine dönüp de "bir dediğin beşten küçüktür" demiyoruz, bu laftan etkileniyoruz. mail adresi desteği, neticede "on yüz milyör kişi destek oluyör" cümlesindeki damla olmak için. hani bi yerden sonra, o sayıdan etkilenmesi gereken yetkililer heralde "hmm bu sabah kaç kişi neye tepkili acaba?" diye günlük raporları okuyo olabilir, olsun varsın.
bu mail/ imza desteği işiyle sevgi-nefret ilişkim var; ama sanırım "imzayı attım, yük üstümden kalktı" rahatlaması olmuyorsa, sorun yok. gibi gibi. çünkü o imza aslında yükü sırtlanmaya gönüllü olduğunuzun imzasıdır, boş vakitlerde hobi niyetine vicdancılık değil. haliyle, çikolata firmalarının fildişi sahillerinden tedariğine karşı çıktıysanız az önce, bi zahmet nedenini bilmek ve sonucunu takip etmek gerekir. bu ve benzeri.

ayh neyse. pek bana göre değil; ama bu ara "buyrun burda okunmuşu var" tipi gazete notları havamda değilim, üzgünüm. eminim eksikliğini duyacaksınız, diğ miğ? özleşelim.

*
ev kuşluğunun doğal bi sonucu da şüphesiz ki şampiyonların pazar kahvaltısıdır.
sabahlığım, 50-55 yaşında filan. kendisini sahiden çok seviyorum.
bugün kahve içicem ben. sütlü bi kahve, biraz da fridalı. hadi bakalım!

29 Ocak 2011 Cumartesi

tuğra

mutfağımızdaki tahtada tebeşirle yazılı fermanda sultan süleymanın emrettiği gibi, 24-30 ocak haftası hane sakinlerimiz için "absolutely fabulous" geçti. süleymanın kudretine bi kez daha selam çaktık.

ben günlerimi sürekli bir panik içinde ve ağ.aoğ.lunun o derin "ben yapacam, olacak!" felsefesini damarlarımda hissederek geçiriyorum. aslında hayat bu kadar kolay olabiliyomuş. yetişmeyen tüm işler için 2 cümle yetiyor: "son tarih, dündü" ve "yapıcam, olacak". resmen oluyor.  nasıl bilmiyorum, oluyor. sürmenaj da mümkün ama şimdilik idare ediyorum. gerçi duruşum, oturuşum giderek mini bir emlak kralı tavrı kazansa da, sahiden bu özgüven - ilahi güce teslim arası şey, işe yarıyor. imiş. olacak- çünkü başka seçenek yok.

bir iki sefer bolu civarındaki mola yerinden leblebi şekeri aldım bi heves. eskiden severdim. üç beş tırtıkladım, sonra kaldı bi kenarda o kesekağıdı, hatta içindekiler bozuldu filan (leblebi bozulabilen bi şiymiş). bi daha almadım sonra. zaten kuruyemişçiden gidip alınacak bi şi değil, bolu'dan alınacak bir ağız oynatmalık kendisi. nerden aklıma geldiyse.

bi cumartesi günü saat 3 oldu bile.
fena değil, hiç fena değil.

27 Ocak 2011 Perşembe

kral dairesinde bir kraliçe


fotodan belki anlayacağınız üzere: bugün jelatin hanımcığımın doğumgünü.
kendisini bilmeyenler utanarak köşelerinde ağlasın, bart simpson gibi tahtaya binlerce kez jelatin yazsın. bizim zamanımızda blogır dedin mi, jelatindi. yorum kutusunu okumanın ayrı bir zevk olduğu, yorum bırakmanın okan bayülgenle canlı yayın konuşması yapmaya eş bir his verdiği, hem uzak hem yakın, huysuz ve tatlı kadındı jelatin.  bana ilk bıraktığı yoruma yanıt olarak "elini öpiym apla" yazmadıysam, elit çizgimi korumanın prim getireceğini bildiğimdendir. kendisi hatırlamasa da, picassonun balmumu heykelinin kel kafasını öptüğüm bi fi tarihli posta yorum bırakmıştı. evveat. neyse, dağılmadan:

"kral dairesinde bir kraliçe" ona en uygun isim.
aşağıdaki de, hem "keşke ben akıl etseydim" diyeceğim bir doğumgünü hediyesi, hem de ondan çok bana bir hediye. lütfen bir bakınız:



limited edition:
basılı halde, ciltli miltli bir "jelatin" kitabı. jelatin.blogspot.com, kağıt üstünde.
adı? "kral dairesinde bir kraliçe".
seçkin kitapçılarda filan değil, sınırlı sayıda okuyucuda. bildiğiniz, tüm jelatin arşivi, "aa resmen kapak resmine göre kitap seçip hediye etmişler" tepkisini verdiğim kadar kendisine uyan bir kapakla: karşınızda.
çilek-şampanya ikilisinin en yakıştığı kadın olan miss jelatin, bu kitabın her bir sayfasında somut olarak gördüğü zaman inanacağı kadar güzel bir insan, bilmeyen haline yansın.
ben de işte, cümle içinde deryik geçen sayfaları fotoğraflayıp filan, nemalanmaktayım. arşiv diyorum yahu, hani şu koymayacağını artık kabullendiğimiz arşiv! tam "kitap halinde basmalık" postları olan bu hanfendinin kitabını görünce zıplamadıysam, yine efendiliğimden. diyorum ya, ona değil bana hediye resmen. elimde bi kopyası olmazsa korsanını yapıcam, fotokopiyle. öhöm.

bilginiz olsun, mini punto ve görselsiz haliyle, 358 (üç-yüz-elli-sekiz) sayfa bir cevher kendisi.
hani bi güzel ihtimal jelatin ile tanıştıysanız, "aklımı seveyim" diyerek kendinize teşekkür etmeniz gereken sayfa adedi budur.

şans ne derseniz, teğetliktir efendim. şu özet hayatımda, ben en çok tesadüflere ve teğetlere teşekkür ettim, bugün de ettim, siz de edin. her zaman denk gelmez. cheers cherie.

25 Ocak 2011 Salı

notlarcık

1) geçici sprey boyayla mavi perçem elde etmek dışında (orta 3?), hiç saçımı boyatmadım. elbet bi gün boyanır diye acele etmiyorum; ama "boyasam ne renk olur?" diye de pek düşünmedim. elimde bi strawberry blonde var, düşünme yükümü alıyor. "ölmeden önce bi kez kırmızı/mor saçlı olun!" gibi çılgınlık tavsiyelerine, "tavsiyeyle çılgınlık olmaz" gibi bi itirazım var.

2) efendi çocuktum. arkadaşlarım da öylelerdi. "hababam sınıfı bizdik laaan" anılarım neredeyse hiç yoktur, zaten öyle anılar genelde erkeklerin olur, di mi? anca kikirdiyoduk galiba. okuldan kaçmakmış, gizli gizli içmekmiş, belaymış falan - cık. merakım yoktu resmen. yine de bi kere disiplin soruşturması yemişliğim var, saçma bi sebeple. düşünüyorum da yani, lise yıllarım da gayet sakin geçti. kendi halimdeydim. bi zararını da görmedim açıkçası.

3) çok didaktik teyze tipliyim, bazen de öyleyim. ömür çürütebilecek bir potansiyelim var, çabuk sinirlenen de biriyim, allah etrafımdakilere sabır versin. bunu da öylesine söylemiyorum, iyi bi şi diye de söylemiyorum; ama kendimden saman alevi teşhisliyim. şansıma, etrafımdakiler sahiden sabırlılar veya bana alışıklar, he diyolar, geçiyor.

4) şu hayatta, bi şi anlattığımda "aa çok şaşırdım" diyp, bilerek veya bilmeyerek "senden bunu beklemezdim" imasında kaybolanlara bir daha bi şi anlatmamayı öğrendim. o yüzden beni gerçekten anlayan insanlara dert anlatabilme lüksüm var. konuyla ne kadar ilgili bilemem; ama hayatta en sevdiğim laflardan biri de "ufak tefek gördün de karamürsel sepeti mi sandın?"dır; tersim pistir.

5) uzak asya kesinlikle ilgimi çekmiyor. şehir şehir düşününce heyecanlandırıyor belki; ama ilk alacağım uçak bileti singapur'a, endonezya'ya filan olmayacak, biliyorum. en fazla o kartpostallık kumsallar ilgimi çekebilir. bi de dubai: sıfır heyecan. görmeden sevmemek hatta. bunun dışında, şimdiye kadar gitmiş olabileceğim 2-3 şehre hala gitmemek canımı sıkıyor.

6) çocukken çizdiğim resimlerde, 2 figür ortada durur, etrafları da konuşma balonu kaplı olurdu. "annecim pikniğe giderken ne giysek? / hmm bence kareli elbiseni giy/ gidince top oynarsak rahat olmaz ki" gibi. kare kare çizsem çizgi roman olacak ama o kadar yetenek olmadığından "resimli diyalog" gibi bi şi oluyordu. bazen hayat aynen o resimlerdeki gibi oluyor: an sabit ve metinler dolusu bir çerçeve.

7)  içkim kumarım yok, ataletim var.

8) otobüste, durakta, metroda, birileri hep gelip benimle konuşur. yıllardır böyle. laf atmak filan değil yani, yaşlı amca ve teyzelerin gözdesiyim.

9) kardeşime çok güveniyorum. kardeşim değil, bir kişi olarak. hatalarını da edebiyle yapıyor. onunla gurur duyuyorum ben. çünkü şu hayatta batmamak değil, çıkabilecek şekilde batmak mesele; dibe oturmamak. o bunu becerebilecek biri. bi ağırlığı var ve ben bunu seviyorum.

10) dövme konusunda kendime tanıdığım bi senelik hazırlık süresi yarılandı gibi. önce gözlem, sonra icraat.

11) okuduğum şeyi kolay kolay unutmam; ama izlediğim şey unutulmaya mahkum. niye bilmiyorum, zevkle hatırladığım filmlerin bile sorsanız sonunu söyleyemem. izleyip izlemediğimi hatırlamam bile mesele. çok fena. keza, isim hafızam berbat, sima konusunda on numeroyum. bu yüzden, adını unuttum diye selam veremediğim çok insan oldu.

12) küçüklüğümden beri, düğün dernek, yok efendim gelinlik-yüzük filan hayal etmişliğim yok. feminist damardan veya "evlenmiycem!" inadından değil. ben protokol düzeni gerektiren ailevi merasimlerde, "etkinlik"lerde can yakıcı bir daralmayla şişiyorum. bu o kadar doğal geliyor ki, şimdi yazarken bile şiştim. haliyle oturup hayal de etmiyorum.

13) öte yandan, sanırım delirdim, cenazemi düşünüyorum. nasıl olur filan. yakılmak istiyorum sanırım. sabit bi yerde gömülü olmak mutlaka ki ziyaret için iyidir; ama leyla gencerin külleri boğaza kavuştuğunda, içim ferahlamıştı. yakılma konusunu dövmeden de uzun süredir düşünüyorum. kavanozlayıp cam vitrine kaldırırlarsa o asap bozucu tabii, uçuculuk sebebiyle kül olmak iyi. savurmayıp köşe yastığı gibi bi kenara atarlarsa sallanır sallanır o kavanozu deviririm.

14) ölüm konusunda son söz: bi arkadaşım, "sence sen nasıl ölücen?" demişti. o zaman "kanserden heralde" demiştim. muhtemelen de öyle olur; ama bu ara sorsanız, "kesinlikle bok yoluna gidicem" derim. bana yakışmaz mıydı, mesela otobüs durağında dikilirken minibüs tarafından biçilmek veya sokak lambası yanmadığı için karanlıkta görmediğim belediye çukuruna düşmek filan? bu kadar dırdıra, "aslında bok zor değilmiş" yanıtı olmaz mıydı? sonra da yok efendim, yakıldı, külleri saçıldı filan romantik romantik. gülüyorum, siz de gülün.

15) kalabalık bi grupla çekilen fotoğraflarda düzgün çıkarsam veya benim düzgün çıkma ihtimalimin belirdiği fotoğraflar titremezse, o fotoğrafı çerçeveleticem.

ayh şimdilik böyle. 15 madde. niye derseniz, ne bileyim ben. bi bütünlük yok.

al mesela:
16) ev eşyası ile aidiyet bağı kurmamaya çalışıyorum, aramızda bi mesafe var. çünkü benim için bir evde yaşamak "katı olan her şey buharlaşıyor" gibi bir şey. en azından şimdilik böyle. yoksa en bi çok severim ben maison française'i.

16 oldu... gibi mesela.

23 Ocak 2011 Pazar

uzunzun

biz büyüdük ve yaşlandı deryik - boş zamanlarımda sıkılıyorum blog.
pikselli yatak örtüsü aldım en son kendime, renk renk, piksel piksel. o kadar çalışıyorum ki ve o kadar yoruluyorum ki iş sonrası gözüm sadece uyku istiyor. zaten en nemrut halimle mütemadiyen söyleniyorum - bu az bile. başka kadınlar şık bir gece bluzu, ne bileyim şıkırdak bir ayakkabı filan alabilir, ihtiyaç meselesi. bense işte: yatak örtüsü, yastık, yorgan filan. pijama da aldım. durum bu derece fena. aldığım filmler ve kitaplar bi kenarda.. rosa beni bekliyo mesela, bi göz uykudan sonra ilgilenebilicem.

aslında, son 2 yıldır benim boş zamanlarım olmadı pek blog, bizim oldu. güzel bi şiydi bu. şimdi bu boş vakitler sadece benim ve tuhaf şekilde giderek daralıyola, daraltıyorum. "paylaştıkça artan tat" olabilsin diye arkadaşlarımı görmek istiyorum, iyi gelsin diye. hafta içi hiç halim yok, az biraz ezilmiş çeçe sineği gibi oluyorum.  haftasonu ise alt tarafı 48 saat, ctesi sabah 7'de başlıyor geri sayım paniği - pof, bitmiş. böyle bi ev-iş-ev-iş: evişiyorum resmen. daha çok bile olmadı oysa. kaç gündür akşam yemeği yemiyorum? galiba 3-4 gün oldu. acıkmıyorum, yorgunlukla besleniyorum. dün yedim nihayet.

çünkü en nihayetinde: çok özlüyorum.
bunu da yazabilirim uzun uzun; ama sana ne blog, di mi? özlemek nedir bilmeyen insanlardan tavsiyeler dinliyorum, hı hı evet, çok derin tespitler, geçiniz. çoğu insan susup dinliyor, onu seviyorum. koza gibi bir şey işte özlem; tek kişilik. kimi girmeyi kimi de çıkmayı beceremiyor, ince iş (tespitlerimle varım). ayh neyse, bu ve benzeri saçma benzetmeler geliyo aklıma ama yapmiycam.

*

ay ben nihayet dün, 4. saatinden sonra 80. günü yakınlarında küçükbeyfendi ziyaretine gittim. adam olmuş, adam adam bakıyor, olmayan dişleriyle gülüyor. bi tuhaf, el kadar; ama kocaman. evin, evrenin merkezi; ama umru değil. sürekli tek el havada, süpermen pozisyonunda yatıyor. seyretmesi ve oynaması zevkli ama o el kadar haliyle ciddi bir mesai gerektiriyor beyfendi, farkında değil. bulutlar üstünde gülhane parkı.

sonra hop vapur, hop trafik, hop: yurttan sesler kadınlar korosu. toplaşmalar iyidir. pizzanın ince hamurlusu makbuldür ve bazen 10 kişilik oturma grubu olsa bile insan kapı eşiğinde sohbet etmeyi tercih eder. kahvaltı, yürüyüş, yat limanı, saatlerce. iyi gelir, hep iyi gelir. sonra yine vapur. ben prensip gereği karşıya geçerken hep vapura binerim. ne bileyim, karayoluyla gitmek sahiden azap geliyor, metrobüse binmişliğim hiç yok. 30 dakika değil 90 dakika sürebilir ama vapura binerim. iş-ev farklı yakalar olsa değişebilir bu; ama şu durumda karşıya geçmek benim için hala küçüklüğümdeki gibi, vapurlu bir "gezmece". bozmaya niyetim yok. şimdi yorgun, çürük ve mayışığım.

*

arınç ve tespitleri, ve tüm diğer tespitler -- takılmıyorum. yapamıyorum. ciddiye almamak değil - dikkatimi veremiyorum. genel olarak dertlerinin aslında " dünyevi zevk veren" şeyler olması bana hazin geliyor.  "içki" mesela, dert dağıtan-efkar savan bir şey olduğundan kötülenmiyor, gereksiz bir eğlence taşkınlığı olduğu için tü kaka - içkisiz de eğlenebilirsiniz. sevişmek de keza üremek için değil, azgınlıktan yapılıyor. bi arkadaşımın dediği gibi: "herkesin canı sabah omlet çekebilir, ama türkiye bir hukuk devleti". bu yani - sonu yok. omlet mi zevk veriyor? tavukları öldürün. yumurtaya saygımız sonsuz.

içki içmek tü kakaysa, kadınların içki içmesi, a) yanında akrabası olmayan bi erkekle içmesi, b) bi kadın grubunun topluca içmesi ve c) yalnız içmesi şeklinde 3 türlü birbirinden felaket durum üzerinden, ayrı ayrı bela demek. tü tü tü kaka yani. sevişmek derseniz, biliyosunuz bu bizim yine toplumca saygı duyduğumuz bir konu. "tabii insanların tercihlerine saygı duyuyorum ama evinde yaşasın". kimin kimle seviştiği de bir mesele, mesela bi adam karısıyla zorla sevişince pek sorun değil ama iki adam gönüllü olarak sevişirse sorun. bunun da ayrı bir çarpım tablosu hazırlanabilir. sonsuz dehliz.

ayh işte. nefesim sıkışıyor.
şöyle bir haber var. başka bir kaynaktan bambaşka bir şekilde verilebilirdi. olsun, yine de.
bir de.
yarın 24 ocak, maalesef ki 19 ocak'ın abisi. uğur mumcu paramparça edilerek, gaffar okkan ise çapraz ateş yetmezse diye bir de bir silah dolusu kurşun kafasına boşaltılarak öldürüldü. suikastın az kaldığı bir yok etme töreniyle, söndürüldüler.
siz şimdi,  tüm bunlar varken, arınçı ciddiye almayı yorucu bulmuyo musunuz?
algıda seçicilik mümkün. bulandırmalarına izin vermeyin.

19 Ocak 2011 Çarşamba

4 kez : yok, yok, yok, yok.

bugün yine, koşturarak ntv aracı civarında, huzur apartmanı yakınlarında, az buçuk rötarla saat 15:03'te, bir balkona bakıyordum. geçen seneki dişçiden sonra bu sene ortopediste gittim. biricik 19ocakpartnerim narsis hanımcım o kalabalıkta beni bulabildi. "saat kaç yönünde balkona bakıyosun?" gibi gayet pratik bir soru sonrasında, insan seliyle yanı yanı başıma gelmişti. orda olduklarını bildiğim ama göremediklerim de vardı elbet. binlerdik yine: bin-ler. onlar, yüzler değil, hatırlayın: binlerceydik. 2011'in ilk notu.

hani çoğu insan bu kalabalıklara uzaktan bakınca hiç de kendilerine benzemeyen bi grup entel liboş görüyor ya, öyle değil kuzum. evet tabii var denizli horozları, tabii var çav bella kostümlüler (ki iyi ki varlar, ona takılmıyorum); ama bu balkonun en mutlu eden yanı altındakilerin gayet senin benim gibi insanlar, bakkal amcalar, tonton teyzeler, kokoş ablalar ve sümüklü çocuklar olması. bebek arabaları ve lolipop sallayan kargo elemanları. mesela. orda toplaşanlar, zannedildiği gibi "uzaylı" değil - belki de medya için esas haber buradadır. tek tek bakınca o kadar tanıdıklar ki o kalabalığa her seferinde şaşırarak sevinmemiz aslında bir garip kaçıyor. iyi ki iyi ki binlerdik. düşünün: boğazınızdan yumruğunuza giden bir yol var, düğüm düğüm, o balkonun altındayken biraz ferahlıyor.

orada olabilmek için dar vakit izin aldım (bu kısım tuhaf bi mucizeydi hatta), sonra da ofisten gece 9da çıktım. şart değildi ama diyetimi ödedim bi nevi. akşam 7de de taksimde yürüyüş vardı ama yetişemedim. beynim zonkluyor, öğle yemeğimi 6da yedim. yemek de değil, yuttum. pilim bitmişti. şu an hala ekrana bakabiliyor olmam mutasyon işareti. seneye umarım, adaletin geç de olsa tecellisini, güvenmemiz gereken kurumlara güvenebilişimizi kutlamaya gideriz.

*
bu arada içiniz açılsın: isteyen CV'sine filan da yazabiliyomuş, bekaret artık yargıtay tarafından tasdiklenmiş bir "evlilik için gerekli vasıf". aaaayh ay. daralıyorü. vasıf! vasfınıza sığınıyorum, karara itiraz eden 2 üye de "ama kadın bekaret raporu almıııış" diyor, itiraz dertleri de bu yani: raporlar okunsun efendim, süs diye mi yazılıyor? neticede raporun sonuç kısmının c bendinde lay lay lay. o biricik belgeseldeki taş sabrına ermiş avukatın 12 eylül için dediği gibi: "her türlü hukuksuzluğu yaptılar ama bürokratik işlemler asla aksamadı; neticede hepsi memurdu".

kirpik diplerim ağrıyor. şakaklarım gözüme batacak kadar yorgunum. oysa kitap mitap okuyacaktım.
sanırım portakal-mandalina yiyerek ve özlediğimi düşünerek uyuyakalıcam.
daha n'olsun.

18 Ocak 2011 Salı

18 buçuktan 19.

eldiven demişken, gilda.
eldiven ve güneş gözlüğü, yetişkinlik alameti sayılan şeyler benim için. az buçuk kalitelisine para bayıldığınızda, bunlara sahip çıkabilme becerisi mühim şey. 10 liralık yün eldivenin kaybolması son derece doğalken (bir diğeri için bkz. zamanla çiftini kaybeden, yalnızlaşan çoraplar ve konuyla ilgili seinfeld bölümü), deri olur, deri görünümlü olur bi şi, bi şi : o elinizi yumuşacık kavrayan, şık şıkırdım eldiven kaybolduğunda, arkanıza bakmadan unutabildiğinizde hep aynı şey:
indirimli akbil yaşım geçti; ama hala eldiven kaybediyorum.

bunu, biricik bir arkadaşımın bana hediye ettiği eldiveni ikinci takışımda takside unuttuğum için yazıyorum. unutmuştum demek daha doğru, geçen yıl. bu yıl aynı firma, aynı eldiveni yeniden satışa çıkarmış. almak için kasa kuyruğuna bile girdim; ama resmen "kimi kandırıyosun len! kaybettin işte, kaybettin! aynısı olamiycak!" sesini duydum, kendimi bi güzel cezalandırıp eldiveni almadan çıktım. yazınca saçma geliyor ama böyle böyle eldiven kaybetmemeyi öğreniciim blog. ankara ayazında parmak uçlarım dondu, o başka.

ankaranın ilgili tuhaf bi şekilde özlenen bi sanırım soğuğu. istanbul'da insanı faranjit eden lodos fırtınası varsa, ankarada da soluk borunuzdaki nefesi bile donduran bi ayaz vardır. istanbul gecesi serinlerken, ankara gecesi buz tutar. niyeyse ankarada gece dışarı çıkınca "hahh şşööölle, bi soğusun, bi üşüyelim, gece olduğunu anlayalım" derken buldum kendimi - ki ben çok çabuk üşürüm. yine de işte, şöyle bir titreyip kendinize gelmek için - ankara ayazı. istanbulun gri-laci hallerini sevsem de, buzdolabı ışığı gibi her daim güneşli ankara ayazı da iyidir efendim. yegane ankara güzellememsi bi şeyim bu da.

*
18 ocak, 19 öncesi - hrant dünü.
birçok kişi için böyle.

"neden hrant, başka bir sürü öldürülen insan varken?" diyenler var, oldu, olacak. ben sembollerden korkmam. adam yemezler. hrant dink, olmak istediği ve istemediği her şeyin topluca bir sembolüydü. her gün bir gazetecinin öldürüldüğü günlerden akılda abdi ipekçi daha bir  kalmışsa örneğin, 90ların acısı uğur mumcuysa, 2000lerin acısı da hrant olacak.

diğerlerinden daha üstün oldukları için değil, daha çok/ daha acılı öldükleri için değil. çok daha basit bir sebeple: çünkü bazen bu kadar çok acıyı hatırlamak için, dosya zipler gibi, sıkıştırmak gerekiyor. şunca adaletsiz yıl geçip giderken, "hrant" tek başına yeni bir anlamı olan bir kelime halini alıyor bence. belki sözlüğe girer ileride, kimbilir? hrant dendiğinde hissedilen acıların, yıllar, ömürler ve karanlık katiller dolusu olduğunu belki anlar başkaları da? ben en çok ece temelkuranı okuduğumda hissetmiştim, hrant diye bir kelime/ kavram oluştuğunu, bugün o yazı yine karşıma çıktı. fazla mı duygusal yazılmış? olsun, ne var? birçok arkadaşım, burnunun ucundaki kırmızılık kadar üzgün, yumruğunu sıkarak konuşacak kadar kızgın, her yıl her yalanı azimle, yeminle takip edecek kadar kararlı. işte tüm bu hislerinin karşılığı da tek bir kelimede vücut buluyor ve bence bunda bi tuhaflık yok. "seçici duyarlılık"la suçlayanlardaki duyarsızlık bence çok daha tuhaf.

kitaplar dolusu üçkağıtla salak yerine konduğumuz anlatılırken, cinayetlerin iğne oyası kadar özenli işlendiği yazıp çizilirken, "ermeni/hrant olma" sloganına takılıp giden bir medyamız var. bu takılmalar bana hep küfür niyetine atılan "ermeni dölü apo" manşetlerini hatırlatıyor. hatta konunun devamında "cumhurbaşkanı ermeni mi?- nınınınıınnnn!" / "ay yok valla değilim!" krizi filan da yaşanmıştı. tahminimce aynı medya, martin luther king "i have a dream" dediğinde "aa yanlış yanlış! rüyaların tersi çıkar işteee!" filan diye didiklerdi. ayh anlatamıyorum.

sembollerden korkmamak lazım, sloganların sembolleşmesinden de. bence nasıl "hrant" diye bir kelime girdiyse dilimize, "hepimiz ermeniyiz" de 2 kelimeden öte bir şey (hala açıklanmaya muhtaç olması bile 2 kelimeden ötesini gösteriyor).bu, eli silahlı, başı bereli, kalemi rütbelilere karşı yüz bin kişinin, "gelin buyrun, hedefiniz olmaktan korkmuyorum" cüretiydi. bu, cinayet sonrasında insanların agos'un önünde toplanma içgüdüsüydü. gelin buyrun: kimi, hangi bir cüretle ve niye gündüz vakti ensesinden vuruyorsanız, onun yanındayım ben de, ondanım, oyum. hadi buyrun: 5-10 değil, 100 biniz, yerseniz! bu, acıdan doğan bir gövde gösterisiydi. ben öyle gördüm hep. hoşunuza gider, gitmez bilemem: sessizdi, güçlüydü ve içtendi. tankın önünde alışveriş poşetleriyle dikilmeye yakın bir şeydi. anlatamıyorum: "yeter!"di.

bu sloganın anlaşılmaması benim için çok muamma bir durum. ne bileyim, "kara murat benim!" repliğini de, niye söylendiğini de herkes ezbere bilirken, "hepimiz hrantız"ı anlayamamak veya çarpıtmak tamamen medyanın işini bilirliği: sünnetsizleerrr! hatta bir tanesi çıkıp da "yahu hrant erkekti, kadınlar nasıl hrant oluyor?" desin diye de bekledim ben, tüh o kadarını atlamışlar.
ne olduğunu anlayıp da tercih etmemek başka bir şey, pek çözemesem de, onu es geçiyorum. benim bahsettiğim 4 yıldır medyada görülen, hem iktidar hem de muhalefetçe verilen "aa ne dedi ne dediii!" tepkisi. bu zaten tam da... ayh neyse.

annemle kahvaltı ederken uzun uzun kahvesine bakıp konuyu çok güzel özetledi:
"televizyonu açarsın, biri içinden gelen coşkuyla bir şeyler anlatıyordur, yanında da tek kaşı havada laf yetiştirenler vardır. adını bile bilmeden 10 saniye içinde hah dersin, 'ben bu adama inanırım, güvenirim, çünkü dürüstlük yüzünden akıyor.' hrant dink öyle bir adamdı. 10 saniyede güveneceğin kadar içtendi. dayanamadılar". cam gibi, su gibi.

netice: 4 yıldır vicdan yok, adalet yok, yargı yok, yüzleri yok. hrant yok.
heveslilerden geleceği belli soruyu bekletmeden alalım:
- önceden var mıydı sanki?
- di mi? peh biz cahillere.
önceden de yoktu monşer ve siz bu bariz gerçekle biraz fazla barışıktınız.

istek üzerine: editlegelen.

17 Ocak 2011 Pazartesi

lekker

annemin arkadaşının oğlu, kan vermekten o kadar korkuyordu ki imkansızı başarıp damarındaki kan akışını durdurmuştu. her zaman açık olan minik kapakçılarımızı, resmen korkudan kapatabilmişti - tıp öyle açıklıyor. sakinleşsin diye panikle odadan çıkarmıştı doktor. Aşırı stres durumlarında aramızdaki bazı x-men adayları böyle şeyler yapabiliyomuş.

sinirlenince ellerimden ateş çıkacak gibi hissediyorum, işte o zaman çok iyi anlıyorum o kapakçık kapatabilme kudretini. bence gayet mümkün bi şi, çünkü damarımdan kan çekiliyo gibi hissediyorum. e kan damardan nasıl çekilir? kapakçıkları kapanınca. basit.

parmağımdaki pıtırcık, enjeksiyonla alınabilen bi minik tendon kistiymiş. aldılar, gitti. pıtırcıksız kaldım. nedenmiş dediğimde açıklama: vücut yapıyo. bu bilimsel açıklamayı "strestendir" yanıtının yanında müzeye kaldırıyorum.

2 ayı aşan bi süreden sonra, evime teknoloji geldi. teknoloji gelince mesafeler kısalıverir. bu akşam itinayla kısaltıcam. korsan kitaba karşı; ama korsan filmi destekleyen bir ikiyüzlü olarak, evvveett efendim, filmlerimi de aldım geldim. kitaplarımsa bandrolleriyle parlıyolar, kısmi nizam. oda değil hobi kulübü. çiçeklerim var, suluyorum; boncuklarım var, diziyorum. haha beynime vurdu özlem, gülüyorum gülüyorum.

bu aralar en çok güldüğüm şey, başbakanın "başka takım taraftarı olsaak daaaaa, bunu bi kenara bıraktıııkk, stadaaaa destek verdiiiikkk" diyebilmesi. videosunu bulsam döne döne izliycem, gözlerindeki o "anlaşılmamış bonkör" bakışını. önce vatan, sonra toki: ihanetin bedeli kombine bilet. yoksa kimse dönüp de "be adamlar, stada gelenler evine gidene kadar çoluk çocuk telef oldu, bu ne biçim bi ulaştırma rezaletidir?" demeyecek tabii. onun ne önemi var ki.

yapmam dediğim şeyler beni arayıp buluyor. "yapmak istemiyosun ama becerdiğin iş ANCA bu, nabeerr" diye gülüyolar. ne kadar hazinhüzünlüvesevdalı bi hal, anlatamam: lekker lekker.

14 Ocak 2011 Cuma

sesteş

parmağımdan parmak çıkıyor galiba. bi tuhaf tomurcuk, acıyo bi de hain şey. geçicek umarım.

kızgınım. bi yandan yani, hatta resmen yandan yandan.
bi yandan da hadi bakalım güneşli günler. iyi fikirler. korkmadan adım atabilmeler. derin nefesler, ufka bakmalar, o kadar da korkmamalar. havayı koklayan adam: gök pembe, yarın poyraz çıkacak. böyle şeylere de o kadar özenirim ki laf arasındaki malumdan öteye gitmeyen tespitlerimden anlaşılır bu hevesim.

yollar yollar. iyileştirici yollar. iyi gelin bakalım.

13 Ocak 2011 Perşembe

perşembü

alkol kullanma yaşı 24 olmuş mu oluyor mu, bi şi.
koptum gittim ben, gazetelerden, günlerden, takvimlerden. sahiden, isteyerek koptum. tek istediğim kitap okumak, ev işi ve gecenin bi saati telefon gelmesi ve ses. bu kadar.

yönetmelik metinleri çok eğlenceli, her şey tanımlı. mesela yukarda bahsi geçiveren yönetmelikte "genç" tanımı var: "Onbeş ile yirmidört yaş arası dönem içinde bulunan kişi". çocuk deseniz, 18 yaş sınır oluyor, gençlik ise 15'inde başlıyor. yani 15-18 yaş arasına "çocuk gençler" veya "genç çocuklar" diyoruz. öğrendiniz.

"Alkollü içki reklamlarında, bireysel ya da toplumsal nitelikli özel olaylara vurgu yapılarak, alkollü içki içmeyi özel olayların bir parçası olarak ilişkilendiren içerik kullanılamaz". meali, içki reklamında depresif ve yalnız alkolikler kullanabilirsiniz, düğündür, doğumgünüdür, ters. bağımlılık, bireyi yutan şer girdapları lazım. içki, kötülüklerin anası olarak, bittabi insanları eğlendirmemeli. ay işte böyle gidiyor. yönetmeliğin kendisi basındaki her türlü yorumdan çok daha eğlenceli. içki reklamı yasak mı? değil. sadece "tanımlı", rica ederim.

savunma harcamalarının ülke bütçesindeki payı %8.2 artmış. bu da bilinesi sanki.

başbakan veya genel olarak kabineyle ilgili en çok güldüğüm şey şu: biri demeç veriyor. ikincisi telafi etmek için "öyle dememiş yavrucak, bu bi komple" filan diyor. halı altına süprüntü. derken nasıl oluyorsa, birinci ikinciye gıcık olup, tam bir pal sokağı ruhuyla, "bana ne bana ne dedim bi kere! hıh napıcan ki! patliycan ki!" filan diyor. biz de izliyoruz. kültür bakanına has bi şi diil, çiçek'le de yaşamıştı bunu. kabinecek bunu yapıyolar. biri diğeri yerine özür diliyor, diğeri ona dikleniyor falan filan. komik işte.

o hafta, bu önümüzdeki hafta.
birileri dişçiye, birileri acilen muhtara gidecek. herkes aynı yerde buluşacak.
 *
laptopım avuç içine sığacak kadar küçülerek büzüştü. güzel oldu. şimdi sırada laptop var.
uzun zaman sonra 1 paket sigara aldım, içinden bi tane içtim, peh. bu değil ki mesele.

11 Ocak 2011 Salı

bugünç

onocak en fazla on1ocak olabildi ve ben olmam gereken yerde, olmam gereken saatte, tabii ki olamıyorum. neden diye bi sor blog? boş beleş, bomboş. peynir tenekesinin dibindeki su kadar. kimse bana "ama belki de böylesi daha iyi.." demesin. değil. teselliye ihtiyacım yok. hem iyi olsa bilirdim: değil.
dokunsalar ağlayacağım, ağlamayayım diye sinir yapıyorum. midem, saç diplerim, göz pınarlarım, diz kapaklarım, en unuttuğum noktalarım sızlıyor. herkese, her şeye sinirliyim, her şey batıyor. halim acıklıyla komik arasında gidip geliyor.
en damardan, an ağlamaklı, en bezgin, en solgun hallerim başlıyor. bugün başlıyor. siz şimdi bunu bile bile, "hem belki de bu daha iyi" gibi, gerzekçe bir kendini kandırmayı yutar mıydınız? rica ederim. uykuda gülümsemek kadar, rüyanızda gülmek kadar güzel bir şey var mı? yok. bunu bile bile, kendinizi saçma avuntularla aşağılamayı kabul edemezsiniz heralde. bence de.
koku ne güzel şey, koku, koku.

üşüyorum, ısınmaya çalışmıyorum. öyle bir hal.
şimdi anlatmaya çalışsam, saçma benzetmelere saplanıcam. olmiycak. çok bulutlu be blog. benim bulutlarımın dağıldığı rüzgar, balkanlar üzerinden yıldız- karayel etkisiyle, uzağa uzağa esiyor. zaman denen nane, güvenilmez bir şey. beni en gafil avlayan şey. ben o kadar boş bakıyorum ki etrafa, görsen başımı okşardın blog.

*
perudan haber geldi: darya. imiş. 34. haftasında, annesinin çilleriyle, gülümsemesini beklediğim kız çocuğu.


*
bugünün asap bozucu haberi ise, gudubetler ötesi yeni istanbul projesi.
istanbulun en çok ihtiyaç duyduğu şeyin rahat bırakılmak olduğunu düşünürken -- devam:
"allahı yücelten anıtsal şehir" yapacaklarmış istanbula. güleyim mi ağlayayım mı, bilmiyorum. istanbul zaten tam da bu şehir. osmanlı tarafından itinayla süslenmiş, dünya üzerinde en çok camiye sahip olan, camileri de güzel olan bi şehir. daha ne kuş konduracaklar sanki? mevcudun restorasyonu bile yeter eğer para battıysa. sanki boş arsada top koşturuyolar. derdimiz islami motif ise, resmen toprağından bitiyor. kapılar kıbleye bakıcakmış ama model olarak paris! tabii dip not: paris'in en gudubet, en paris olmayan bölgesi olan la défense seçilmiş. hong kong, zafer takı, central park - allah ne verdiyse ortaya karışık. altı kaval üstü şişhane bir plan. karadenizden eminönüne tünel. atatürk parkı da olacak tabii, çünkü bu bi denge işi. çünkü bu şehir, lego oynayan arsız çocuk yaratıcılığına açık bi alan. legoya laf yok, bu o bile değil. bu kum havuzu debelenmesi.

michigandan bakınca durum vaziyet bu anlaşılan, bunu hakediyoruz. sonra bu projeciğin adını değiştirip kendilerince "cici müslümanların yükselen başkentleri - 2050'nin müslüman kardeşleri" filan gibi bir kumpanya paketiyle malezya, endonezya, mısır, kim varsa satarlar.  o la la! kültürsüz developing müminlere şehir planlama ilmini götüren beyaz yakalı adamlar, sizin yükünüz de bizi adam etmek, kahretsin! projenin ön yazısında da bilimsel dokunuş için, gelişmekte olan ülkeler arasında dikkati çeken müslüman nüfusların makroekonomik bilgileri olur: %10 büyüme! %15 nüfus artışı! hem obamanın da göbek adı hüseyin! boşuna değil kardeşim, yeni para babası bunlar olcek! 5-10 toplantı yapılır, sunumlar, 3 boyutlu maketler, daha ne şenlikler. körler sağırlar birbirini ağırlar. yeni istanbul! yeni kahire! eskisinin suyuna çorba yapıla!

bi gidip çay koysunlar. sinir içindeyim zaten.
siz de canım okuyucu, istanbul modernde, ermeni mimarların eserleri sergisi var, bi gidip gezin. en azından adı bu. "mimar değil, müteahhitlerdi" diye itiraz gelmiş bikaç tarihçiden. olsun, bence şu saatten sonra fark etmiyor; eser ortada. ermeni -osmanlı çarpışması değil derdim, aksine biri diğerini kapsıyor. mesele istanbul olunca en azından, kapsayabiliyor. gezin işte, ben de gezeyim, lazım. sonra bi daha okuyun bu yazılanları. bu şehrin ne kadarı kimin, sahiplenmek nedir, sahiplendiğine özenmek nedir, bi düşünün.
la défense üstü üç hilalmiş! terbiyesizler. zaten sinirliyim.

8 Ocak 2011 Cumartesi

diploma meselesi

ilkokul, ortaokul (bunları ayrı yazınca yaşım çıkıyor), lise ve hatta üniversite boyunca bazı sınav soruları ve örtmen tepkileri aynı kalır,  hatta bıktıran klişelere dönüşür. eğitim hayatımızdaki her türlü zulün bir sebebi, ulvi bir amacı varmış. çok mühimlermiş. MEB, ÖSYM ciğerimizi bilirmiş de ÖSS soruları ondan bu derece basmakalıpmış. hatta bu sebeple, bence ilköğretimde sınıft kalabilmeli insanlar, bazı şeyler o zaman oturmazsa 30'unda öğrenmesi imkansız. kastettiğim şey bilgi değil, okuyun göreceksiniz.

bu gözle bakarak ve ofiste sinirden kudurarak tane tane oluşturduğum güzide mini listem:

1.  ".....değildir?" diye biten her türlü soru: burda amaç sorunun cevabını öğrenmeniz değil, soruyu okumayı öğrenmeniz. yoksa malum, puan gidiyor. böylece ilerleyen yaşlarda, kendi çapınızda çok sevilen "şirin" bi kariyer insanı olduğunuzda, elinizdeki mailde, formda veya işte websitesinde tane tane yazılmış açıklamaları okumaya üşenip "alooo şey ben bilgi alıcaktım daaaa... ihihi evet siz yazmışsınızdır tabii ama üşendim/ yanlış anlarım diye korktum / emin olmak istedim, o yüzden bi açıp konuşiym dedim. ne ki bu şimdi?" gibi, gerzekçe vakit kaybına yol açan telefonlar etmeyecek, karşınızdakine isilik döktürmeyeceksiniz. "ne ki bu şimdi" diyebiliyo bi de, okumayı denememiş bile yani cüretkar taze. şifreli MİT belgesi canım, yanlışlıkla sana gönderdik. aah ah. bu konuda bi önemli katkı da "okuduğumuzu anladık mı?" bölümü, anlatım bozukluğu soruları ve okuma saatleri oluyor. sadede gelmek kadar, doğru sadede gelmek de mühim tabii.

2. "..xxx olayının xxx konusuna etkilerini  yazınız" / ".... hikayenin anafikrini yazınız" gibi türkçe ve tarih dersi soruları:  burada önemli olan zannedildiği gibi en az 3 A4 kağıt doldurmak değil, bi zahmet, sadece ve sadece sorulan şeyi yanıtlayabilmektir. tabii bunu öğrenebilmeniz için nemrut bir hocanız olmalı, mümkünse "ben senden bir yanıt istedim, sen ne biliyosan kağıda kusmuşsun, ben arasından doğru bilgiyi seçmek zorunda değilim, demek ki sen bildiklerinden hangisinin sorunun yanıtı olduğunu bilmiyosun" demeli. en güzel örtmenler onlar işte.  
meslek hayatına katkısını hemen açıkliym, sizden 1 veya 2 tane belirli bi şi istendiğinde, karşı tarafa 10 parçalı potpori gönderip "ay siz seçiiiin" demenizi engeller. bi üst örnekte okumaya üşenenlerden farklı olarak bunlar yanlış cevap vermekten korkan öğrencilerdir, en büyük korkuları da "dersini çalışmamış" imajının oluşmasıdır. ah o bütün gece ezberledi! tüm defteri inci gibi yazılı! o yüzden üstünüze kusar dersini, elindeki her türlü ilgili ilgisiz şeyi. atıyorum, 55x45 ölçüde 1 tane JPG görsel istersiniz, o size 10 tane gönderir, 4'ünün ebatı, 3'ünün de formatı tutmaz ve geriye yine de 3 tane kalır, neye göre elemeniz gerektiğini dahi bilmezsiniz. ama olsun, bu elemeyi, bu vakit kaybını siz yaşamalısınız. o 10 görselin üzerinden tek tek siz geçmelisiniz, beyniniz ve gözünüz kiralık çünkü. o bilgileri kustu ve çekildi. hata yaparsanız da asla üstüne alınmaz: o size her seçeneği sunmuştu. halbuki dostum, her seçeneği sunmak, aslında seçmeyi bilmemektir. örtmenine yaptığı "ama hocam eksik hiçbir şey yoktu ki kağıdımda!" itirazı sonrasında okkalı bir yanıtla adam olması dileğiyle.

3. "A noktasından B noktasına en doğru yoldan ve kestirmeden gitme" bulmacaları: evet, bulmaca. hani tavşan havuca gider, fare peynire filan. soru bile değil, resimli kitap. bu anaokulu bulmacaları, belli engellerin mevcut olduğu durumlarda sonuç odaklı, pratik çözüm bulma becerimizi geliştiriyor.
 mesela size e-mail göndermiş birine "şey bunun son tarihi geçmiş ama 3 gün ek süre verir misiniz?" gibi bayaa geç kalmış bi soruyu utanmadan sormak istediniz. ofisini aradınız, "bütün gün toplantıda olacak" dediler. cebini aldınız niyeyse, 3 saatte 6-7 kere aradınız. ofisine de 2 kez not bıraktınız. sonra yetmedi, "size bi sorum var, toplantıdaymışsınız, lütfen beni arayın! çok önemli!" gibi dahice bir mail attınız, ama dikkatinizi çekerim, bu derece basit bi soruyu hala ve inatla mail olarak sormuyorsunuz ve niyeyse bol ünlemli bir panik yaratıyosunuz. o kişi ciğerinizi bilerek, size sabırla "lütfen e-mail atın, toplantıdayım ya hani, telefona yanıt veremiyorum"  diye e-mail atıyor. tam bu noktada aklınıza annenizin "hayır canııım, tavşan havuça kolayca gitsin diye yoldaki taşların üstünden atlayamazsııın, iyice düşün, bak oralar çıkmaz yool, eveet başka bi yol vaar" dediği günler gelmeli. neyse, sonunda nihayet mail attıınız ve 3 saatlik debelenmenizin boşuna olduğunu kanıtlayacak şekilde, 10 saniye içinde yanıt geldi. tavşan, havuç, taşlar. evet. hatta fare ve peynir.

4. sabah yoklaması, istiklal marşı töreni, zamana karşı yarış içeren beden dersi etkinlikleri: hepsini bi arada saydım, milli duygular ve sağlam vücutlar. dikkat ederseniz bu maddedeki şeyler aslında doğru zamanda, olmanız gereken yerde olabilmekle ilgili. her sabah 8.20'de mi ne sınıfta olmanız, haftanın belli günleri ise törene katılmanız gerekiyor. andımız ve marşımız bi kenara, disiplin katılan konu dakiklik yani; üstelik iki ayrı şeyi takip edeceksiniz, biri günlük, biri haftalık. yetişemezseniz, bi açıklama yapmanız lazım, gerekirse iş veliye kadar gider. sınav süreleri de 45 dakika mesela, yetiştiremezseniz "bi beş dakkaaa" yalvarması gerekir. "kim daha hızlı bilmem ne yapacak" tipi beden dersi yarışmaları da, rekor denemesi için değil, aslında gruptan biri gecikirse domino etkisiyle herkesin kaybedeceğini göstermek için mühim. becerememekten değil, kasten becermemekten bahsediyorum. giderek hızlanmasanız bile, mevcut hızı korumanız halinde tahminen kazanırsınız.
bunun iş hayatındaki yansıması, istisnasız her toplantıya yarım saat gecikmenize özür olarak "trafik vardı, yağmur yağdı, zaman su gibi akıp geçiyor" saçmalıklarını sunmanızı  ve yüzsüzce 15-20 kişiyi bekletmenizi engellemesidir. ipek ongun kızları ayrıca bilirler ki bahaneyle sebep arasında dağlar kadar fark vardır. evet, dakiklik bazen atatürke saygıdır, bazen de genel olarak karşınızdakine. konunun özüne dönersek: kimseyi öldürmediğine göre, çuvalınızla herkesle aynı hızda zıplayabilirsiniz. bi zahmet.

5. Grup ödevleri: bu grup ödevleri iki tip olur, birinde grup elemanları ayrı ayrı not alır, diğerinde herkes aynı notu alır. ben ilkinin adaletine, ikincinin etkisine inanıyorum. yersen.
her grup bir tane liderimsi geveze, bi tane planlı inek bi tane de enseciden oluşur genelde. arzuya göre 1-2 tane de sıradan öğrenci ekleyebiliriz. genelde grup olarak enseciyi ya sürekli taciz ederler ve hayatında ilk kez iş yaptırırlar ya da not korkusuna onun bölümünü de kendileri hazırlayıp beleşe konmasına razı olurlar. burdaki amaç, bildiniz, sorumluluk duygusuyla ilgilidir. bu da sorumluluk almayı öğrenmek değil, sorumsuzlarla tanışmayı içerir.  yoksa eminim örtmeniniz el işi fotosentez döngüsü maketinizle ilgilenmiyordu.
beleşe yerleşen tiplerin pişkinliği ile ilk burada tanışırsınız: "aa örtmenim örtmenim, arkadaşlar haftasonu toplanmışlar, bana haber vermediler ki! bilsem gelirdim, ne kadar heyecanla bekliyodum oysa! aa valla yalan, beni aralarına almadılar! evde fotosentez yapıyodum, çok ağladım!". böyleleri iş hayatında hep vardır, olacaktır. "taştan taşa atla/ aman boka basma" yöntemiyle her işten sıyrılırlar, iz bırakmama ustalarıdır, sizi şaşırtıp aka bok dedirtirler. hiçbir şey olmasa, insanlar sizden şüphe eder. böyleleriyle girdiğiniz savaşı kazanmanın en etkin yolu, her şeyi ama her şeyi yazılı ortamda konuşmaktır, maillerinden "okundu" bilgisi istemektir falan filan. paranoya, hoşgeldin. en zevkli an ise, gün olup devran döndüğünde, o mailler üzerinden seceresini dökmektir. hayır bebeğim, bu asla ispiyonculuk değildir, yoo yoo. bu taştan taşa atlayanların arada bi, hakettikleri boka basarak adam olmasıdır.


aklıma gelen ilk 5 böyle. şu öksürüğüm geçsin azıcık, geri gelicem.

4 Ocak 2011 Salı

iş hayatına dair

mini mini birler:

1.bana benim stresimi bağışlasınlar. kendi stresim olsun rica edicem, başkasınınki değil. uğruna saç dökebilirim, dert değil. çok da olabilir; ama benim olsun.

2. başkasının ödülünde de gözüm yok, ondan. zaten olsa da başkası denen kişi veya kişiler benle sadece streslerini paylaşıyolar, gamsız hayat.

3. kazık kadar insanlara rüyamda "yaşından utan be allahsız" diye bağırmak istemiyorum artık. rüyalarımı yalnız bırakacak kadar aynaya baksınlar. andropoz & menopoz şenlikleri, başka kapıya. kullanmıyorum şekerler. evet çok komik, benim yaşımı veya mezuniyet yılımı duydukça geh geh geh gülüyosunuz. şimdi, bari yaşınıza hürmeten efendi olun.

4. ego savaşları denen nane hepimizin malumu. savaş alanı ben olmak istemiyorum. başka yerde itişin tepişin.

5.  karar verdim, bu ülkede çaycısından genel müdürüne, herkes protokol aşığı. "devlet erkanı" gayet sivil sivil aramızda. hani pek bi gurur duyarız osmanlının komplike hiyerarşi ve protokol prosedürlerinden, hala sürüyor. sırf bu yüzden "sivilleşme" çok zor. çünkü siz güzellerim, asla "dear michael," diye başlayan mailler atamayacaksınız CEO'ya. veya neyse, kimse. buralarda iş şöyle: misal mail atacaksınız, biri der ki "mail bana olmalı, bilgilendirme kısmında asistanım olmalı, doğrudan ona atıp beni atlayamazsınız". başkası der ki "siz benimle direkt muhatap olmayın, asistanıma yazın, ben bilgilendirmede olayım, dengim değilsiniz". böyle bi de tutarsız işler. olsun varsın, kimin ne kuralı olduğunu da hatırlamak zorundasınız. çünkü protokol, bu ve bunun gibi kaprisleri gerektirir, kulisinizde taze avokado istemek gibi. o da bir şey mi şekerim, "merhaba" bile suç olabilir, fazla samimiyet olabilir. toplantıda oturma düzeni, el sıkma sırası, 19 mayıs gösterilerine dönüşebilir: sürekli bir senkron. nereye kadar? dibine kadar. sonuç? 40 yıllık arkadaşa bile: saygılarımla.

6. "kızcağız" lafı yasaklansın. yasaklanamıyorsa, bana kızcağız diyenleri bakışımla küle çevirebileyim. böyle bıızzz....CÖZÜRRTT!!! efektiyle, bi kavanoz kül elde edelim. denedim bikaç kez, şimdilik olmuyor. aynı şekilde, "görüştüğümüz bi herif vardı ya x firmasından.." demek de sizi çok bi genç, çok bi dinamik, çok bi konusuna hakim "bitirim" yapmıyor. kızcağızlar ve herifler diyarı, zannettiğiniz kadar sofistike bi yer değil. samimi, hiç değil. gitmek istediğim bi yer de değil. bu "gangsta" ağızlara hiç saygı duymuyorum. ben istanbul beyefendileri ekolünü seviyorum. kafamı çevirdiğimde kızcağızın karıya dönmeyeceğinden emin olmak istiyorum.
kızcağız/ kadıncağız denirken hiç adamcağız denmemesi, onun yerine herif denmesi, feminist metin analizlerine bağışım olsun. bi üst aşaması, "çok becerikli bi kızcağız" (yazık)  ve "çok becerikli bi herif" (cevval) arasındaki vurgulamalardaki dalgalanmalar.detaylarda boğulup sinir hastası olucam sonunda.

7. "yapıver", "bakıver", "yollayıver", "durma öyle, hadi çöz ver" gibi şeylere gıcığım. sinirim hopluyor. sonra berrrbat espriler yapıyorum. ayrıca nasıl bir hafife almadır bu? utanmasa "ülkeyi yönetiver" diyebilir meclise.

8.  bir iş bana 10 kere hatırlatılmasın, sonra neyi hatırlattıklarını unutuyolar. birine bi şi hatırlatmak iş değildir, yoksa outlook alert maaşa bağlanırdı. "şey var ya.. aa.. neyse işte onu, yapıver." sahiden iş takibinde iyiyim, 10 kaplan gücünde, 3 çalışan hacminde iş takibi yapıyorum. bana iş hatırlatmasınlar. illa bi şi yapacaklarsa benim yerime tuvalete gitsinler. ona bile vaktim yok çünkü.

9. kariyer planlamasını kariyerin sahibi yapsın, engeli değil. tilt gibi, bi engele çarpıp sekerek  ilerlemek kariyer planlanması sayılmıyor.

10. bu hayatta sizi erken istifaya hazırlayan her değişikliği öpün, kucaklayın, sevin, benimseyin. yoksa kıl kıpırdatmak öteleniyor. bakın bana, boğulmak üzereyim ama en azından hayallerim somutlaşıyor. dayanamayacağımı, bir aşamada patlayacağımı bildiğim için - önleyici hekimlik. "aslında zor değil" diyorsam, olmadığı için. kıpırdamak lazım, o kadar. tri lay lay lay hatta.

*
ateşim var, beynim yanıyor.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker