31 Ocak 2008 Perşembe

saçmalıyorum

cidden saçmalıyorum: gidip kurabiye kokulu mum aldım. minicik. hala jelatiniyle duruyo; ama ona rağmen odam kurabiye kokuyo. sürekli açım, sürekli kurabiye istiyorum, kurabiye yok, gidip pilaki yiyorum, acı çekiyorum. mumu açıp yaksam olacaklardan korkuyorum. sabah adeta bir altın günündeymişim de kurabiye havuzuna düşmüşüm gibi uyanıyorum, üstelik çikolata parçaları olan bi kurabiye.

29 Ocak 2008 Salı

sob, sob-i, sob-e, sob-de, sob-den.

bir adet sobe daha. beyaz mantolu adam'dan. birazdan çok şık bi gol geliyo 90dan.

olmasını istediğim mantıklı şeyler:

-19-20 nisan gibi istanbulda olmak. mutlu mutlu, çok mutlu. güneşli. böyle de net isteklerim var.
- bi iş bulmak. gerçi aramıyorum daha; ama aradığımda gönlüme göre bir iş bulmak. evet bu ikinci cümle. bi de iş bulmuşken o işin bi işe yaraması, bi hayrımın dokunması. ayrıca istediğim coğrafi yakınlıkları sağlamak (hmm bu madde giderek ikinci başlığa doğru ilerliyo).
-çok gezmek görmek. çok yer ama. bissürü.
- az buçuk hareketlenmek. artık yürüyüş mü olur, pentatlon mu bilemiyciim. hareket bereket.

olmasını istediğim mantıksız şeyler:

-ışınlanma tabii ki. uçmak diycektim; ama rüzgarda üşür insan, 10 bin metreye çıkıyosun falan (hohoyt mantığa takılan yere gel). ya da jumper diye bi film gelicek, ordaki şeyden, jump jump.
-bi anda aklımdan geçen her dili konuşabilmek. gerektiğinde. madem o olmuyo, herkesin aynı dili konuşması, esperanto.
-ally mcbeal'da olan bi şi vardı; hani bi anda kadının içinden geçen sahneyi görüyosunuz, karşısındakini boğazlıyo filan ama aslında sakin kadın... hah işte ondan istiyorum ben.
- an arşivlemek. böyle fotoğraf gibi, ama gerçek ebatlarda ve 3 boyutlu, sonra açıp bakınca içine girip o dondurulmuş anı yaşayabiliyosun. süper di mi?

bi daha hayata gelsem:

-yine yine istanbullu olurdum. napalım, alışkanlık.
-vantrolog olurdum ya da pandomimci. yok, buldum, sirkte doğardım onlar bulurdu bi şi benim için.. dedem de sirkteyse beraber akrobat olurduk.
-gelmişken bari 2984 yılında gelip, 16 yaşımda yine milenyumdan milenyuma sekerdim.
-balıkçı olurdum. bi de takam olurdu. bizim balıkçının yaptığı gibi ayağımla idare ederdim dümeni, kollarımı başaltının üstünde kavuşturur ufka bakarak sigara içerdim, feci caka satardım karadakilere. kocaman sakalım olurdu pırtık pırtık (erkek olurdum; zira ben henüz kadın balıkçı görmedim ve balıkçılara sakal yakışıyo), düşünceli olunca balıkçılar kahvesinde onu kaşıyarak otururdum. etrafta da bolca kedi olurdu.

falan feşmekan.

bayrak teslim: gregor samsa (hmm böyle şeylere pas veriyo mu bilmiyorum gerçi), evet yine karanlık (zira ofis saatlerinden çalmak güzel), jelatin (bi sobeyi de gör kuzum yahu), gülin (zira artık o bloga bi şi yazılması gerek. öhhö.) ve assolist: PBBC (işte bunu seviyoruz).

byzşrp

beni uğur gürsoy çizsin istiyorum. fırat'ın yanına çizsin hem de. olmadı korniş taşıyan adamın ikinci macerasındaki yardımcı kadın oyuncu oliym, replik de gerekmez. ama uğur gürsoy çizsin, hayat hep öyle anlarda sıkışmış, yuvarlak hatlı ve acı-tatlı olsun.

umut sarıkaya da olur; ama emin olamıyorum o kesin dalga geçer, şu ara kaldıramayabilirim. hatta tırsmasam kendimi emrah ablak'a havale edicem.

sormadınız, söylüyorum.

28 Ocak 2008 Pazartesi

insan bazen güneşi özlüyo.



bayaa bi hem de.

26 Ocak 2008 Cumartesi

Ankara, ey iyi kalpli üvey ana*

eveet avusturalya açık'ta çok eğlenceli bir final maçı yarın sabah 10.30 türkiye saatiyle ekranlarda. djokovic federeri eledi, 20 yaşında... ayrıca diğer tenisçilerin taklidini yapmasıyla da biliniyo, bkz geridönenyoutube'da bolca var. nadal, sharapova, hewitt, roddick, nalbandian ve şimdilik sadece 1 kez yaptığı federer taklidi... hani link koymuyorum kendiniz arayın, tadı çıksın.

hollandada unuttuğum şarj aletleri gürcistandan geldi. 2-3 hafta sürdü ama değdi. her şey şarj olsun. ve unutmayın, fotoğraf makinanızın şarj aletini kaybederseniz ve teknosa'dan almışsanız, yeni şarj aleti sorduğunuzda sizi istanbuldaki fabrikaya yönlendiriyolar ve bu esnada "hımm şarj aleti mi çok enteresan, NE YAPSAK Kİ?" diyolar. yani size soruyolar. bir sürü değişik cevapla iş eğlenceli bi hale getirilebilir; ama kim uğraşacak...

gazete okurken içim çekiliyo. onu da geçtim, tv en fenası. nazlı ılıcak'ı görmeye tahammül edemiyorum. gazetede yazsın, ben okumayayım, daha sağlıklı. şu ara bilir kişi gibi her kanalda. herkesin lafını ağzına tıkayarak ve en bilinen ama alehine olan haberlere "ben hiiiiç öyle bi şi duymadım bi araştıriym, hıh" diyerek sinir uçlarımı titretiyo. bence tartışabilme yeteneği yok. yani o bi beceri. oturup yazar, okuyup yazar, cevap verir vs o ayrı. ama 4 kişiden biri o olunca illa ki ses yükseliyor ve nazlı hanım'ın suratına kabaca "siiihehelelele ordan" diye tarif edeceğimiz çarpık bi gülüş oturuyo ki, sinir içinde kalıyorum. yanındaki konuşurken "peh.. haha... peh.. gülemem bile ben buna.. hohoyt" diye bakmaktan sözlerini dinlemiyo. ne biliyim işte, tahammül fersah bu ara. "hayyır efendimmmm bakınız cıkcık yanlıışşşş" diyen herkes gibi, beni geriyor. bi diğeri de lisedeki tarih hocamdı mesela.

Allianoi... buyrun okuyun. itinayla üstü örtülen tarih. bir "son gezi" de buraya düzenleniyor. ilgilenenler için: www.dogaturkiye.com . sonra-- sonra allianoi yok. hiç olmamış gibi yapmamız bekleniyor.muş. o tarih açılmamış, görmemişiz, sevinmemişiz gibi. hop allianoi top allianoi şimdi varsın yarın yoksun.

çok sevdiğim gündem: ben yazıyorum, şaka gibi, bi daha oluyor. 2 karikatürist'e daha dava açılmış. djokovic gelsin hepsinin taklidini yapsın.

erdoğan demiş ki, batıdan hep ahlaksızlığı aldık, ilmini almalıydık. oysa batı pusulayı doğudan almıştı, sıfırı doğudan öğrenmişti. ilim çin'de dahi olsa gidelim derim tayyip bey. maksat ilim bilim yanında nefis mücadelesi. biliyosunuz bende 9 tane var. hani çin 1,5 milyar ama en azından biliyoruz ki, meriç nehrinin doğusundan itibaren ahlaksızlık biter, 9 nefis kolkola güven içinde ilme doğru...

bi de bunu yurtdışında yükseklisans yapacak öğrencilere söylemiş, şu hesapla: "biz sizi ilim için gönderiyoruuzz ve göndericiiiiz; ona göre gidiin ve geliiin". yaa.. ama enteresan ülkemde daha da enteresandır ki erasmus'la giden değişim öğrencilerinin yaşam masrafını karşılayan bütçe kapanıyor. şaka gibi di mi? batının ahlaksızlarını almışız hep biz, ondan. yok tabii, insan "yerli malı yurdun malı, bu bizim ahlaksızlığımız" diye de övünebilir. neticede bu topraklar ikiyüzlülükle bayaa bi aşina. ama insan "buyrun gidin ilim neferleri" derken bütçeyi keserse.. ah doğru, üniversiteler paralı olacaktı.

ben mesela gittim hollandadan iki gros ton ahlaksızlık aldım, geldim. ooh bi rahatladım. ay yani, batının ahlaksızlığı gibisi yokmuş şeker, bizimki yetmemişti bana... insanın içi hafifliyo. bunun yanında bi de kalkınma üzerine diploma aldım ama mühim değil. üstüne bari diyorum kanımla ahlaksızlık'a bir ağıt diye soyut bi eser çizeyim, profilden birine benzetirseniz, sanat sanat içindir.

mesela ben hop! bir eli çabuk savcıyla "başbakan bana ahlaksız dedi" diye dava açabilir miyim ki dava fetişişti bu diyarlarda?

gırrr ve hırrr. boyundan büyük köpeğe kaplan kesilen bir fino gibiyim. hatta festival gibisin, sana hırrlamak istiyorum.

ay bi de, unutmiym, "ilmini ve sanatını almadık" demiş. hımmm.. sanatını almak. ben mi yanılıyorum yoksa bizim kültür bakanlığımız biraz seçici mi bu sanat konusunda? sansürlenen yazı ve oyunlar, otosansüre zorlanan pogram, yapımcı vs? sergilerde dehşet anları? ay mil pardon, yanlış gelmişim ben. beni yan masadan gönderdiler: biz batının sanatına şöyle bi bakıp çıkacaktık, ahlaksızlaşmadan. hırr ve hırrrrrrr yani. batı sanatı demişken, mesela seçelim bir adet: bale. fındıkkıran'ı izleyen kaç pek protokol insan oldu şimdiye kadar? ah pardon ben unutmuşum, devlet tiyatroları oyuncularına vasıfsız işçi sıfatı verilmişti, memurluk çok görüldüğünden. batıı, batıı, hep senin suçun. şimdi insan demez mi, gel beri gel beri şekerle kaplı nü çizem ben seni. Calendar girls icabında... demez. biz biliyosunuz, ahlak ahlak, eski dikta-terörcüğümüzden gördük, nü çizeceksen bile fotoğraftan olucak. heç.

Davos'ta Bill Gates Afrika'da da bir Yeşil Devrim yapmaktan bahsetmiş, tıpkı Meksika, Hindistan gibi... halbuki çoktan yapıldı billciğim. üstelik sonu aynı hüsran oldu. sen bunun adını yaratıcı kapitalizm koymuşsun ne fayda, meali "bu sefer kaymağı ben yemek istiyorum" oluyo. gırrr. ne hoş di mi, böyle batıdan naşi, Perihan Mağden'in müthiş deyimiyle "pet ülkeler" seçmek... "hmmm ay ben de bari Zambia'ya içleneyim, hem mutfağı güzel, onu besliyeyim" diye diye... seni germeyen dertlere içlenmişcilik oynamak... perihancığım çok güzel yazmış, yazısının sonuna kendi de şaşmış sonradan.. olsun. ben onun bahsettiği pet ülke hissiyatını biliyorum. ne petleşmek ne petleştirmek istiyorum. böyle villasından afrikaya içleniyo gibi yapıp da çözümmüş gibi soğuk yemekleri ısıtmak... kanına dokunuyo insanın. hani yabancısı değiliz allahtan, insanın gözü çabuk açılıyo. pet ülkemiz olmasa da, pet kültürümüz çok, malumunuz...

nevşehir üniversitesi ermenice bölüm açmak için çalışmalara başlamış. bölüme öğrenci bulabileceğine inanıyorum da, o öğrencilerin günlük hayatlarının mesela, nasıl zehir olacağını görmüyor muyuz? bekara ev vermeyen topraklarda? iyi niyetli işler bunlar tabii ki; ama bence biraz "Mamak'ı temizlemekle kalmiycaazzz burda salatalık da yetişeceeek" diyen belediyeye benziyor. hani sen bi temizle hele, bi görelim... ufak ufak. keşke korkmadan büyük hamleler yapsak; ama ucu yine iyilere dokunuyor. ben mi yanlış hatırlıyorum, ergenekoncuk ermenice destan yazmaya kalkmamış mıydı daha 1 yıl önce? konferanslar domateslenmemiş miydi? bkz. "plan yapma plan" abimiz, star'a çıkmış, nurlu yüzüyle ufka bakarak kendini aklıyor. diyorum ya, bir sürü değerle alay ediyor adamlar, savunması da inanmayana kalıyor. trajikomik.

djokovic bunun da taklidini yap.
"sen aymazlığın taklidini yapabilir misin djokovic?", hatta.

güzel günler göreceğiz çocuklar diyen herkes içimi buruyor bu ara. umutinadıumutinadı.

* Cemal Süreya. bu ankara yine tam gaz, en iyi bildiği işi yapıyor: başka şehirleri özletiyor insana. başka iklimleri özletiyor, hani kışları soğuk ve kar yağışlı olmayan yerleri.


blogumu okumayan annem "takip edilecek, bunların takacağı şeyler yazmıyosundur heralde?" dedi. ne hoş di mi, blogırın annesi endişeli... öyle güven içinde yaşıyo annem. öyle güven veriyo devlet anneme, hatta 1980'den beri veriyo. keşke okunsam da, sanmam be anne. okuyosalar da yan odadalar. yan odadan fırlayıp ağzımı tıkayacak halleri yok heralde. arada bi maliyeden gelip okuyan oluyo, onun da ilgi alanı elmyra.

24 Ocak 2008 Perşembe

2401

hani penguen tayyipler alemi diye kapak yapmıştı... sonra 5000'erden 8 figür, 40000 ytl cezaya çarptırılmışlardı. cevaben de "logoyu atlamışlar küçük diye heralde, onun için bi 2500 de bizden" demişlerdi ya... işte böyle bi şeyin yaşanmış olması bana haz veriyo. böyle minör olaylardaki kuyruğu dik tutma hallerine seviniyorum.

karikatüristlere duyduğum sevgi aslında inattan umut duyan, kocaman bi saygı.

bugün 24 ocak. anılan üç kişiden sadece biri eceliyle gitti. diğer ikisi içinse bu bahsettiğim inattan lazım. tonlarca... kime karşı olduğu çok mühim değil, neye karşı olduğu çok açık. inat ve umut. umut inadı.

daralan dar alan

sulukule taşınacak. arınacak. ooh akça pakça yapacaklar. bangır bangır ortalık. fatih belediyesi, ki kütüğüm 3 kuşaktır orda benim, dağ başını duman almış bir bölgede ev göstermiş kiracılara. diyor ki: "kentsel dönüşüm projeleri hep ev sahipleri için düşünülür, kiracılar unutulur, biz unutmadık". evet doğru. yani 20 maddeden birini doğru yapmışsınız. sonra bi de mesela

ulaşım masrafı eklememek (şehrin 35 km dışı)
yaşanabilir yerler yapmak (bakkal, kasap, okul, hastane)
toplu yaşam kültürünü/ mahalleyi korumak (komşuluğu, sokak hayatını)
ek masraf çıkartmamak (doğalgaz, aidat vs)
iş imkanı yaratmak(madde 2ye döönn)

falan var. orda zurnanız zort etmiş, zart zort etmiş. ama google'a bile sorsanız, size söylerdi.
işin acı yanı bu: iyi niyetle yola çıktığınıza inancım (dürterek de olsa) var; ama bir bilene sormuyosunuz. kaybolunca adres sormayan erkekleriğin bi üst aşaması. başkalarının geleceğinde kayboluyorsunuz, yine yol yordam sormak yok. kat kat gökdelen yavruları yapılıyor. orda yaşayacakların gideri 3-4 katına çıkarken geliri değişmiyor ki. ah dostum ah. çağlar keyder diye bi adam, ayşe buğra diye bi kadın var, anlatmışlar. hani google'dan çekindin, gel bir bilene sor. 30 yıldır bunun nasıl olmayacağı yazılıyor, sen yine gidip o şekilde yapıyosun. duvara çarpan sinek bile arada durup düşünüyor. ben tvde programını izliyorum, sonunu önceden tahmin edebiliyorum. eh, tahmin ettiğim gibi de bitiyor. benim bu konuda bilgim ne kadar ki? ben bile öngrebiliyosam...

müthiş üçlü:
huysuz virjine yayın yasağı gelmiş.
içkiye ekran yasağı gelmiş.
spor kulüplerine de içki yasağı gelmiş.
hoppala yavrum: bahçeye kiraz gelmiş!
şimdi benim içimden durdurulamayan bir huysuz virjin'le ankara tenis kulübünde kadeh tokuşturma, bunu prime time'da yayınlama isteği var. yükseliyo harlı harlı. tutmasam nolucak? kardeşimin ar edep haya en temiz duygularına mi yüklenicem? "edep" kriteri konmuş ekrana. nasıl aşkım kabarıyo böyle muğlak sözcüklere. müjdat gezen cevaben "e o zaman meclis tv kapatılır!" demişti. e yani. yeni RTÜK başkanımızın yüzünde meymenet göremiyorum ben. her konuya el atmış durumda. hırsla ve hızla. "tercih" diye bi şi yok, o bizim için seçiyor: d)hiçbiri.
harlı harlı muhafazakarlaşıyoruz. tv sansürü, içki yasağı... ister misin diye soran yok. zira cevap belli: c)hepsi. ne be bu? "çocuklarımızı koruyoruuzzzz" yalanı kadar ikiyüzlü bulduğum bir şey yok. çocuğunun arkasına saklanma hali. koruma artık yahu. bırak, beni de koruma. kadını, çocuğu, aileyi.. ekrandan koruma. bi zahmet eğit, öğret, biraz filtreleme becerisi ver "insan"a, o kendi seçsin. ne bu yahu, "burda ayıklanmışı varr" hali. din için, devlet için, devletiçindedevlet için... habire bi bakma, görme, o yasak, bu ayıp. ne kadar kırılgan değerlerimiz varsa bizim artık... fanuslarda allı güllü koruyoruz. hani illa dini referans veriyoruz, ilk taşı günahsız olanınız atsın madem. yerseniz.
"ayıp" kadar sömürülmüş başka bir kelime yok. oysa ne ayıplara gıkımız çıkmıyor. bir sürü kavramın içi boşaltılmış, kenarı oyulmuş, bunun savunması da bu kavramlara inanmayan bana kalmış. pes. bir de bir üslupsuzluk var sağa sola hakim... işte o daha da acı, ısırır gibi konuşan politikacılardan yoruldum. hepsinden.
ergenekonlandık bu ara. merakla izliyorum. radikal sağolsun, hep bi "kim kimdir" haritası veriyo. ne kadar derine gideriz, boy verir miyiz, meraktayım. büyyyüük bi "neden şimdi" neon tabelası da paranoyak yetiştirilmiş beynimde yanıp sönüyo.
ekonomiden sorumlu bakanımız borsa krizine dair çok net açıklamalar yaptı. kabaca şöyle: "paniğe gerek yok. sakin olun. bu herkesi vurdu, kaçınılmazdı. müsterih olun, geçicek. maaşınızı aldığınız para biriminden yatırım yapın. ee, üzülmeyin panik yok". bi ekon bi ekon konuştu yani, sormayın. müthiş bir açıklamaydı. öyle iktisadi... vaaaoov dedim ben şahsen. annem de duygulandı.
balığım hasta, ölmek üzere. yarın yardım almaya gidiyor.
biri baykalı uyarsın: yaptığı aşure fazla suluydu, çorba gibi akıyordu. olmamış. kıvam meselesi, nohutu akşamdan ıslatsın. ama elindeki kaşıktan yemeyip yanındaki beyfendiyle verdiği düğün pastası pozu etkileyiciydi.
herkes davos'u izliyor; ben avusturalya açık'ı. daha eğlenceli, değişik bi şi oluyo en azından. yarı finalde beklenmeyen isim, bel fıtığı atlatmış, yetişkinlerle ilk kez oynayan fransa-kongo melezi tsonga kortların final gediklisi ispanyol nadal'ı iki ters bi düz yendi. sakin oyuncu VS agresif panter maçlarında genelde gördüğümüz şey yani... misssler gibi bi maçtı, artık finalde. yarın da gönüllerin prensi, kahverengi buklelerine kurban olduğumuz federer ve bu yılki sırp işgalinin genç neferi djokovic oynuyor. kadınlarda sharapova henin'i eledi, henin inanılmaz kötü ve sharapova inanılmaz iyiydi. o da bir sırpla oynayacak; serena williams'ı eleyen esmer güzeliyle. finaller haftasonu. neyse yani, buyrun izleyin.
kaç spor klasmanında iyiyiz biz? güreş ve halteri saymıyorum. futbolu da çıkar. bazen basketbol, kısmen voleybol.. takımına bağlı ama bu, sezona bağlı. gelenekselleşmiş bir branşımız yok daha. yüzme de bir derya vardı, bi de dünya 8.si olmuş bir artistik panitajcı tuğba var... o kadar. koşu falan da yalan. bi spor dalı da izlemiyoruz ki. ben sportif bir tip değilimdir hiç, nazenin eklem dokumla oturup izliyorum. o da bi tenis işte, bazen de artistik patinaj, tek kadınlar ve çiftler. geri kalanı bilmem. kayak, yüzme, kürek... galon galon spor var oysa. gerçi anlamaya çalışınca da spikerin insafına kalıyo insan, bkz. hıncalın ulucun dönemsel azarları. yine de ilgilenmiyoruz pek.
ne gerek var di mi?
gazze'de de bir duvar indi aşağıya. mısır'a doğru. 1,5 milyon insanı açlığa teslim edersen bu oluyomuş demek ki... insanlık dramları gözümüze gözümüze... konuşup üzülemiyoruz, sıra gelmiyor.
ve sansürlenemeyen kadın, "bilmiyorsan çaktırma" üstadı, retorik prensesi,
değer sömürüsünün biricik neferi Semranım açıklıyor:
belediye başkanlığına adayım!!!

21 Ocak 2008 Pazartesi

ta daa

her derdinize koşan blogır gururla sunar. ayar falan değil, tek klik:

henüz youtube'u hayatımdan atmaya hazır değilim diyorsanız...

tabii ki maksat dolaylamadan, adam gibi girebilmek... tabii ki maksat iletişim hakları. ama girmişken mesela dolapdere big gang- gimme hope joanna izleyin madem.

bi de keşke "naniik naanniikk" konulu bi video yapılsa, hepimiz çaksak 5 yıldızı. hani her yasağa karşı kırk takla atan bi millete de böyle basit bi yasak getirilmez ki... insan biraz yaratıcı olur. mesela gökçek karşıdan karşıya geçilmesin diye 2 sıra beton kalıp dizmişti kızılay meydanına, yine de aştık icabında. kitapları yaktınız, yine okuduk. konuşma dediğiniz diller, inanma dediğiniz inançlar, reddet dediğiniz cinsel yönelimler, vazgeç dediğiniz her şey... her şey hala burda. bu ne ki? peh. leblebi çekirdek. on farklı yöntemi o saat internete düştü zaten.

sahi yaratıcılık demişken, yasakçı zihniyetin yasaklarda yaratıcılığa ihtiyaç duyması ne trajikomik di mi?

ve biz sevmediğimiz şeyleri, duymasını istemediklerimize yasaklıyoruz hala. türkün türke propagandasında bi adım ileri gidemedik. sen ben biz görmüyoruz, yine o video orda. ne anladım yani? youtube'u caydırıcam diye vatandaşının haklarıyla zırt pırt oynayan bir hukuk devleti hali.

hani şey gibi.. çocuğun bi küfür duyup tekrar eder, bağırıp çağırırsın. zannedersin ki artık akıllandı, bi daha küfretmiycek, bilmeden söylemişti. hayır, çocuğun sadece artık senin yanında küfretmemeyi öğrendi oysa... ve o küfrün ne demek olduğunu yine küfrü ilk duyduğu çocuğa soracak. maalesef.

aşureye hindistan cevizi rendesi koyanlara sinir oluyorum

balığım hasta. yüzgeçleri kan kırmızı. oksijen azalırsa, suda bakteri olursa falan, böyle kılcalcık damarlarında kanama olurmuş. akvaryumdan çıkıp fanusa girdi diye oldu bence, habire tören tören suyu değişiyo o yüzden. suyu değişince hareketleniyo, çok mutlu oluyo. ben işaret parmağım kadar olan ve ten teması kuramadığım bu canlıyla böyle bi iletişme halindeysem (ve herkes benimle dalga geçiyosa), kedi köpek beslesem ne olur diye düşünüyorum bazen... shot bardağını da çıkardım, dibinde kırık bi yer varmış, keser eder şimdi. nazenin balık jaba jaba samir. turuncu gövdeye kırmızı yüzgeç fena durmuyo aslında ama bazen çok acı çekiyo sanki. böyle tek yüzgeç yüzüyo, sırayla. uf yaa. iyileşiyo yavaş yavaş galiba.

yutubsuz olmasak göstericem, bi capon amca bu balıkları dans ettirdi. böyle kare oldular, daire çizdiler, tek sıra yüzdüler çapraz gittiler falan... yalan yani o 7 sn işi. içli hayvanlar bunlar cidden.

TÜBİTAK'a gelen soru: "sorum çok net, uzaylı diye bi şi var mı?"
dürüst TÜBİTAK: "bilmiyoruz".

bu arada, güzide ülkemizde nehirde balık avlayan boz ayıyı taş atarak öldürenler olmuş. azimli azimli. biri videoya çekmiş. hayvan inliye inliye... her köşeden bi kıyım çıkıyo.

AKP'nin biraz aklı olsa "%99'u müslüman olan bu ülkedeeeğ" demez bi daha. hani din bazlı siyaset yapmıyo ya, çelişmez. referans noktasını değiştirse iyi olacak. yoksa ben de çıkıp "%50si kadın olan bu ülkedeeeğ" diyebilirim; ama nedense ikisi aynı şey değil. aynı ağırlığı yok. ayrıca biz canımız sıkıldıkça türban tartışıyoruz. bi yere de varmıyoruz. sakız işte: çek çek uzasın, bi şi yiyorum san. hani bi kere tartış, hallet, uzlaş, birbirini ye... neyse yani bi sonuca er. ı-ıh. o zaman biz hangi konuyu pişirip pişirip sunucaz, başka konuları kapamak için? hımm.. bikaç tane geliyo gerçi aklıma...

biliyosunuz Sudan başkanı burda. Çin'den gördük afrika hamlesi yaptık ya bu ara... Erdoğan Sudan'a gidip yerinde incelemelerde bulunduğu günlerden bir gün "burda katliam var ama soykırım diyemeyiz" demiş. hassas kantar, bilir kişi erdoğan. nasıl sevgi doluyorum her konuda beyanat verdikçe... gün gelip bana mesela "bence sana kızıl saç yakışır" da diyebilir. derya baykal'la beraber atkı örüp berna laçin'le yemek yapar, falan filan. gerekirse kürtlerden kürt, alevilerden alevi, kadınlardan kadın. herkesten iyi bilir her hissi, her hali. öyle bir derya deniz bilgi öbeği kendisi. höööt o bilir! diyorum ya, boncuk boncuk sevgi doluyorum. yalnız bi gün replikleri karıştıracak, o zaman şenlik.

alevi VE kürt olanlar konusuna giremedik daha. acıyı kürtçe bal eyleyemiyo zira bizim protokol, öğrensinler, ikinci ünite o. çok karmaşıklaşıyo konu hem, mesela "türkçe konuşan karaman rumları" falan dememek lazım, etiketleri şaşıyo.

bu arada ben en çok yurtdışı gezilerinde yerel şapkalarla fotoğraf çektirdiklerinde eğleniyorum: henüz düzgün çıkan yok. hep bi eğreti, hafif burhanımsı bi sırıtma... şapkacı demirel bile yani.

kıyı köşe haberleri okumak çok zevkli. mazoşistçe. misal:

Meclis'e önerge verilmiş, kızılcahamam'a kadın-erkek ayrı havuzlar yapılsın diye. yani özel tesis değil, belediye için sanırım. şenlik burda başlıyo. önergeyi sunan ankara milletvekili, "anadolu terbiyesi görük, bize ters" demiş. zira biliyosunuz, bunun aksini isteyeni kurtlar büyüttüğü için amcanın tekelinde anadolu terbiyesi. biz işte arsız zındıklar. burda bitmiyor. tunceli milletvekili laiklikten dem vurup, "meclis içinde bunu öneremezsiniz" falan deyince cevap trak, hazır: "bizim ülkede böyle, senin memleketi bilemem". başka ülke ya tunceli... noluyo acaba aynı şifalı havuza girince? ben şimdi mesela, öldür allah o ankara milletvekiliyle aynı havuza girmem. belli ki bildiği bir tehlike var ikimiz yan yana gelince ortaya çıkabilecek. işkil işkil.

burda da bitmiyor, şenliğe koşun: "ama evli çiftler için karışık havuz yapıcaz tabiiğ".. yaa bak seeen... kaplıcada evlilik cüzdanımla gezicem. "buyrun anadolu terbiyesi birlikleri, bakınız bu ben bu eşim, o zaman top sakallıydı fotoğrafta öyle çıkmış, izninizle havuza doğruu..." kocamcımla girebilirim ama sanırım abimle, kuzenimle giremem. peki ya 3 yaşında oğlum varsa? koca errrkek o herhalde, yanında duramam, boğulsun. sevgilimle kaplıcaya zaten gidemem, o kesin: biz anadolu terbiyesinin kıyısından geçmemiş zındıklar olarak çamurlara layığız.

o vekile japon hamamı öneririm.
ortalama japon erkeği pek de estetik bir varlık değil,
mumla arar valla bizim kadınları.

"daha elzem şeyleri tartışsak" dediğiniz oluyo di mi? gülerim halinize. biz gündemlerle gün kurtarma timi, sen bana manşet ben sana dal budak hezeyan.

salah birsel okuyorum. ben bunu hep yapıyorum. siz de okuyun. özellikle de Salah Bey Tarihi dizisini; ah beyoğlu vah beyoğlu, boğaziçi şıngır mıngır falan...

kablolu yayını olan da CNN'den the daily show'u izlesin. biz onun %10'unu herhangi bir devlet adamına söylesek değil kanal, televizyon denen makinayı toptan kapatırlar. bakınız youtube'da bizi yine tü kaka şeylerden koruyo türkün türke propangandası.

avustralya açık devam ediyo, tenis seven varsa... bazı maçlar 5 saat falan sürmüş, eğlenceli geçiyo. bu kadar benden.

ankara artık soğuk değil, onun ötesine geçti.
ayaz, zangır zangır, titre ve kendine gel halleri...
not: başlığa istinaden... bu kişiler genelde kuru incirden de kısar, narı az olur. ayıp. yazıcaktım ama bi başka sefere. pişiremeyenden pastane kıyaslamaları.

19 Ocak 2008 Cumartesi

esma ve hrant ve kara murat

cumartesi gazete günü. radikal, taraf ve niyeyse hürriyet almış annem. karşılaştırmalı basın. hürriyet artık kendinden geçmiş halde. 19 ocak gibi bir günde, böyle bir günde, acı bu kadar tazeyken, Hrant Dink'i bilmem kaçıncı sayfanın yarısına sığdırmış, edilgen bir dille: Hrant Dink anılıyor. biz değiliz yani anan... ve lakin sürmanşet haber şu: Britney Spears'ın ölüm haberi bile hazırlanmış! yüzüne tükürsen tükürüğüne yazık bir habercilik... lanet olsun, ben ne diym daha. insan utanır kendinden. hepsini arıza kadın perihan'a devrediyorum. bir cumartesi günü bu gazeteye para vermiş olmaktan da utanıyorum.

benden pek öyle ünlü türk düşünürleri alıntısı okumadınız herhal. ama bodrum kasap'ın sağ duvarında da yazan o ismet inönü lafı vardır hani: "bir memlekette namuslular da, en az namussuzlar kadar cesur olmalıdır." diye. bi o lafı severim ben, ünlü türk büyük düşünür siyasetçileri arşivinden. anonim. oku oku dövme yaptır koluna başına istersen. cesareti en çok hak edenlere cesaret veren cinsten.

"üzüldüm; ama ben ermeni değilim, yanlış anlaşma olmasın" diyenler var. aman halel getirmeyin türklüğüne yani, adı çıkmasın. bu sistem içinde sisteme karşı olamama halidir; "gerekirse ben de adını çıkarırım başkalarının" demektir. illa etnisitenin altını nah böyle siyah tahta kalemiyle kanırta kanırta çizmektir. "üzüldüm; AMA.." deme ihtiyacı duymaktır, "ama"lamadan üzülememektir. belirtmeden geçememek ne olduğunu, ne olmadığını... kime neyse. nesin necisin demekten bi hal olduk.

halbuki biz, "kara murat benim" diyen adamları izleyerek büyüdük türk sinemasında. bi bok anlamamışız demek ki. o filmde kimse de çıkıp "kara murat benim; ama kara değilim/ ama murat değilim" demedi.

maksadını anlamadan her halta itiraz edenlere sayfalarca izahat vererek vakit harcıyoruz. ne o, karşı taraf beynini, aklını,vicdanını, ruhunu bi gıdım kullanıp bizi anlamaya tenezzül etmeyecek. ben illa açıkliycam; vurulan ermeniyken "ben hala da en bi türküm breh breh" demenin bi bok olmadığını; e pek tabii türk ve pek tabii vurulan değil vuran tarafında olduğunu falan anırmanın anlamı yok. yok metaformuş, sloganmış, destekmiş, otur anlat... o anlamak istemiyo diye sen ıkın sıkın illa anlat.. ben aptalca buluyorum. nedir, yine de yapıyorum. ama bazen bıçak kemiğe dayanıyor. "ben ermeniyim"in ne olduğunu anlamayan okumasın beni rica edicem. bu çok basit bir şey: düşünüp söyledi diye enseden üç kurşun yedi adam. iki kere iki dört. basit şeyler de oluyor bu ülkede. bakınız gündüz vakti... bok yoluna çocuklar ölüyor mesela, dersaneye giden. biri daha öldü işte, 1994 doğumlu, hastanedeydi. yaa 94 doğumlular dersaneye gidecek yaşa geldi ablası, o da öldü. bu ülkede çok basit şeyler oluyor; ağlamayı bilene.

bu ülke gerekince deniz oldu, gerekince uğur oldu, abdi oldu... ama hrant olamıyor. hala olamıyor. kimi fazla "popüler" buluyor; amaan ne banal bi şi hrant. yemişim onları. "yanlış" anlaşılma korkusu var üzülen bazılarının; ya ermeni sanarlarsa onu? git üzülme sen. anlamamışsın bile neye üzüleceğini, neyin üzdüğünü. sen git türk türk saçlarını tara, aynayı öp. nedir yani. ha, tercihen garo mafyan şarkılarını, onna tunç şarkılarını da rahat bırak, ermeni dinliyo diye adın çıkabilir. "yine mi çiçek" de dinleme...

ben hala kırgın, hala bozuk, hala öfkeliyim. olamayan utansın. benim cebime "derya hrant dink'i vurdular" diye mesaj geldiğinde, öğleden sonra, la hey'in ortasında... donup kaldığım, konuşamadığım kadar üzgün, aylar sonra durup dururken içlendiğim kadar öfkeliyim. unutmak istemediğim kadar. telefonda karşılıklı susup kaldığımız anlar kadar. daha önce de oldu bu ve ben girdiğimiz ekonomik kriz sıklığında gazeteci vurulmasını istemiyorum. sinir içindeyim. "hocam vurmayın oruçluyum" diyen alevi çocuğa böbreğini kanatacak kadar dalan din hocasını gördükçe de artıyor... benim sinirim geçmiyor. birilerini vatanından kovabilme küstahlığına ermişlerin, arada bir osmanlı'dan feyz alması lazım. törenlerde, padişaha fısıldarmış bir köle: "mağrur olma padişahım, senden büyük allah var".

ben defne'ye mektup yazmıştım, bir satır ekleyemedim. taraf gazetesi eklemiş: "neticede jandarmanın olayı önceden bildiğini, polisin de jandarmayı koruduğunu öğrenmiş olduk" diye. adam vurulmadan jandarmada tutanağı hazırlanıyor; ama hürriyet gazetesi ölmeden haberi yapılan britney derdinde. britney'in derdi bizi gerdi zira. hükümet acıyı bal eyleme (!) peşinde. eyle sen güzelim. ne anlıyosan ondan artık... afiyet bal kaymak olsun size acılar.

ben defne'ye mektup yazmıştım, hala tek satır ekleyemedim evet. ama benim kahramanım, hala o bahsettiğim esma hanımdır. ne güzel ki hala bir yerlerde, tek tük de olsa bi esma hanım var. hani yarın öbür gün ensenizden kurşun yeme ihtimalinize karşı, "adam vurdular tutun" diyebilecek bir esma hanım var. hani gündüz vakti 3 kurşunla adam yere seren namussuzlar kadar cesur olan esma hanım... susmayan. gazetelerde soyadı bile geçmeyen esma hanım.

ne demiştik 90ların sonunda, elde tencere tava: susma sustukça sıra sana gelecek. gelecek kuzum bak gör, hem de üç vakte kadar. hep o "başkaları"nı vurmuyorlar, bir gün gelir senin de canın yanar. tabii eğer şimdiden yanmıyorsa...


ironiye koşarak gel: defne basın yayın okumak istiyor.

16 Ocak 2008 Çarşamba

tersim pistir x 9

"kadınlardaki 9 nefis nedir" diye gelen insanlar var bu bloga. di mi yani, ortaya bi laf atıyosunuz, açıklayın tek tek. ama açıklayan yok, bari ben izah ediym... zira halkım tek tek tanımak istiyor bu nefisleri, ciddiye almış o lafı yani, karısını iş hayatından niye men etmesi gerektiğini detaylarıyla öğrenicek. zemberekli bebek olarak kadın... neyse konuya dönelim, gayet matematiksel bi şi:

7+2=9:
7 cüceler, prensesi öldürmeye kıyamayan avcı ve prenstir. hepsi erkek yani. öyle fena fikirli pambuh prensesler olarak hepsinin koynuna girmek istiyoruz, mümkünse hepsi beraber. ama işte gün 24 saat yetişemezsek 2 posta halinde. olmadı ek mesai.

bu cevap yetmediyse şunlar da var:

3x3=9:
mazhar-fuat-özkan, hasan-celal-güzel, hikmet-sami-türk'tür. 8er saatten günü paylaşırlar. yine hepsi erkek tabii. sırasıyla "lay lay lom", "takiyye" ve "adalet ataleti"nden sorumlular. arada sıkılırsanız birini bolulu-hasan-usta' yla değiştirebilirsiniz, en azından karnınız doyar.

1x9=9
seks. günde 9 kere bunu düşünür kadınlar. ama merak etmeyin, erkeklerle olanı düşünüp kendilerini cehennemlik etmezler. kadın kadına seks diye bi şi de henüz literatürde olmadığından, cinler padişahıyla yatar kadınlar.

9x1=9
9 nefis aslında 9 canlı bir kedidir. öldür öldür bitmez. yine dirilir. merak kediyi öldürür ya, 9 kere öldürmesi gerekir. haliyle meraktan olmuyosa dayaktan... illa öldürmeli yani.

8+1=9
ahtopotun kolları ve başı. 7 göbeğinizi (ve sizi) yıkayıp yağlayıp ballamakla meşgul olduğumuz için gerekiyo kollar. o baş dediysem de neticesinde bi omurgasız beyni kadar, çok düşünmüyoruz, merak edilecek bi şi yok. hani ütü yaparken yemeğin altı tutmasın, aynı zamanda sökükler dikilirken cacığa kuru nane koymayı unutmayalım ve bu esnada annenizin takma dişlerini parlatabilelim ve çocuğu dövmeyin diye araya girebilelim diye, bazal bi beyin. haliyle bi de işte çalışmaya kalkarsak o beyin bulamaç olur, ondan engel teşkil ediyo 9 nefis iş hayatında.

11-2=9
a milli futbol takımı eksi sağ bek eksi sol kanat. adlarını sevmiyoruz onların. forvet mesela ama, bi fikret, bi sermet gibi... erkek adı çağrıştırıyo ya, hemen tahrik ediveriyo bizi. hop çift kale maç yapıyoruz 9 nefsimizle. hohoyt hem erkekler futbol sever, dünya yuvarlaktır döner, sevda yalancıdır söner.

5+4=9
hepsi artı spice girls. sarışının adı esmerin tadı. kızılın çili, siyahın beni. ister yabancı ister yerli. öyle bi seç beğen al.

900/100=9
eskiden 900'lü hatlar vardı. işte o, bölü yüz. yüzsüzüz biz. ondan.

daha da saçmalarım ama yeter.
hadi dağılın şimdi.
hem sekiz etti, bi hakkımı da bu lafı eden imama veriyorum.

ıscak

oturulan mekanlardaki ısıtma sistemlerine taktım bu ara. malum ankara gece -12 derece falan. kış mevsimindeyiz yani. ve lakin bazı mekanlar bahar ferahlığını hedeflemiş gibi... müşteri profillerini bilmiyorum ama meteorolojik sorunları olduğu kesin ya da hepsi menopozda. ben kışın gittiğim bi yerde t-shirt'le oturmak istemem. yani basar insanı; dışarısı soğuk hadiii kat kat giyin. içerisi sıcak hadii soyun. arada yüzün gözün çatlasın ısı farkından. abes. kış kıştır. hırkan üstünde kalır, uzun kollu giyersin, camdan soğuk gelince söversin, kalorifer kenarı ararsın falan feşmekan..

bunun en uç noktası, şu UFO denen ısıtıcılar. çok sakat. hadi sonradan kapatılmış mekanlarda falan olabilir de... onun dışında tepeden ısıtılmak iğrenç bi şi. hem bunca yıldır neden kaloriferler aşağıda? zira sıcak hava yükselir. tepeden ısıtma fiziken ters yani, benim kabaetlerime inemiyor hava. sol kolum ağustos, sağ böbreğim ocak ayında. sonra çözüm olarak fanlı sistemleri buluyolar, vuuu vuuu sıcak hafa üflüyor. daimi bir kuaförde fön çektirme hissiyatı, yediğiniz içtiğiniz zehir oluyo. yemin ederim midem bulanmaya başlıyo. arabanın klimasına abanıp ısıtmak gibi, üfür üfür sıcak hava... yüzüme gözüme. dün annemle gittiğimiz yerde, şaka gibi ama, her masanın üstünde bu üfüren fanlardan vardı. kaçış yok, öyle dizaynnn etmişler. sonra bulduk kuytu bi yer. ki ben çok üşürüm, ellerim buz keser hep. ama bu ne yahu. fırın içi gibi. fön fön.

sağlıksız hemşerim. beni haşlamak yerine o cıbıl müşterilerine hırka servisi yap, bana ne.

15 Ocak 2008 Salı

she punched me down bang bang..




1993'ün ilk ayları. ben sekiz yaş, o sekiz ay kadar büyük. tozlu raflardan, karanlık dehlizlerden gelen bi fotoğraf, haliyle aydınlattım azıcık kendisini. biraz flu, zira tarayıcı çalışmıyo,ilkel yöntemlerle geldi buraya.
defne hanımın tek ayağında çorap yok ama zafer onun.
mutmutmut.

14 Ocak 2008 Pazartesi

balık oyuncağı

efendiiiim. can sıkıntısı için gugıl birebir. bana dediğine göre balığımın hafızası 5-7 saniye ile sınırlı. uyumuyomuş kendisi, "dinlenme" hali varmış böyle suda asılı gibi durduğu. hatta "japon balığı rüya görür mü?" gibi enteresan sorulara, rüya meallerine girmişler. neyse, balıkların normal bir akvaryumda mağara vb atraksiyonlarla çok şen yaşadığını düşünen ben, fanus içi balığıma bi jest yaptım. hem dinlenecek olursa öyle bi yer ararmış hafızasının 7 saniyelik süresince...artık kendisi jack daniel kimdir tanıyo. bi shot bardağı kadar gövdesi miniğin.






adı da resmi olarak jaba jaba samir. bıcı bıcı gibi evet. komplike isimler. ortalık biraz dağınık, sahibine çekmiş huyu affedin. dağıttığını da unutuyo zaten. son karede sizlere gülümsemekte. evet fotoğrafa poz versin diye bardağın içine boncuk attım, koklayıp duruyo zahir.

4/22

işi gücü olmayan ev kuşu bi mezunumsu olarak her yeni güne gazeteyle başlamamı abes buluyorum artık. hafif mazoşistçe bi şi. insan kahvaltı ederken neden lokmayı kendi boğazına dizer? gazete hışırtısı sevenler cumhuriyeti'ndeniz tamam, elde okunsun... ama insan bunu niye kendine yapar? günün her saati benim nasıl olsa.

radikal 4. sayfayı açıyoruz. erdoğan alevilere göz kırpmış, hop baykal aşure kaynatmış. sidik yarışı yetişkinler ve politik bi alanda olunca daha efendi isimlerle anılıyo. allahtan sol kolonda yıldırımcım türkercim var. "acıyı bal eyleme"nin nasıl ağızlara sakız oluşunu yazıyor. her zamanki hissiyatıyla en en kelimeleri seçiyor yine. sonra ufak bir hatırlatma yapıyor: reha çamuroğlu, ki kendisi şu ara evsahibi ayağında biliyorsunuz, madımak'ın müze yapılması için şöyle diyor:

"acılarımızı hatırlamaya niye bu kadar meraklıyız anlamıyorum".

insanın yandan çarklı, acı bir gülüşle gözleri doluyor. başka dilde olmayan o "güleriz ağlanacak halimize"ye saplanıyoruz yine. bunu da anlamıyorsa acaba ne anlıyor hayatta reha bey? acılardan başka nesi var hatırlayacak? Sünnet düğününde alınan oyuncakları mı hatırlamak istiyor? bilmek dahi istemiyorum. türk politikasının favori kalıplarından: talihsiz bir açıklama. halbuki açıklamanın yapılmış olmasında bir talihsizlik yok; duymuş oluyoruz en azından. talihsizlik daha başka yerlerden geliyor: kişinin kendine yamamaya çalıştı sıfatlardan, o sıfatı gerçekte taşıyanlardan. hani yere düşen çocuğa "ay yok bi şi olmadı hoop kuş uçtu bak bak" şaklabanlığı yapılır ya ağlamasın diye... onun gibi bir şey deniyor heralde kendisi. unut unut unut.

sonra bir haber... komaya giren anne hamile. 3 hafta daha yaşatılacak çocuğu doğsun diye. baba sadece "çocuğa nasıl bakıcam bilmiyorum" diyor. duygusuz mu bulduk? "anneye niye üzülmüyo bre vicdansız" mı dedik? güzel bir alıntı vardı roll'de: yas, zenginler tarafından uzun uzun tutulabilir mealinde. yoksulların hayatı hızlı toparlanmalarla sürüyor. iki ablası var doğacak çocuğun; nüfusa kaydedilmemiş ablalar.

CHP raporluyor: Kürt raporu. sbamkk.. sonra da alevi dosyası hazırlar. kırmızı koltuk programıyla arena arası bi şi. "somut adım yok" diye eleştirildi ya hükümet, sbammkk!! politik sidik yarışı için boşlukları doldurmaca. baykal şimdiye kadar gördüğüm en iyi "cevapçı" ve lakin ilk söz kendisine verildiğinde sistem çöküyor.

*_*_*

sonra petek dinçöz evleniyor. 8 yıldır istiyormuş. e güzel. ve lakin sabah 2:30 itibariyle gördüğüm üzere, RTÜK başkanı bayaa bi dahil olaya. efendim Can Bey'e o fısıldamıışmış, "türk örf adet anane ve bahanelerinin beyaz ekrandaki neferleri" olarak türk aile yapısına ahlakına falanına filanına uygun yaşamalarını. artık. 8 yıl sonra. "ben ikna ettim" diyor yani. sonra devam ediyor: "petek hanım da zaten sabah programı yapıp bayanların sorununa değiniyor ama bu esnada kendisinin evlenmeden bir ilişki sürdürmesi ters algılanabilir-demiş idi petek hanımın da kendisi de ben de zaten öhöm". hı hı lıyor petek hanım. bütün o devasa kasımpatılardan buket yapıp Can'ının üstüne yürüsün istiyorum: "rtük başkanı mı gerekiyodu illa" diye. düğün günü, gelinliği ve yandan çarklı çiçeğiyle şunu söylüyor ona başkancık: türk aile ve ahlak kalıpları istiyor diye beyazlar içindesin, Can'ın aşkından değil, sen istedin diye değil. Can sonunda karar verdi diye değil: RTÜK dedi diye.

ha tabii esas kanıma dokunanın RTÜK başkanımızın alttan alta "edep adap" dersi vermesi olduğu açık. "evlenmeden olmaz"ı kalmamış işin, belli. RTÜK başkanımız, göğüs dekoltesi pırlantalarla kaplı, sırtı kalçasına kadar açık mavi elbisesiyle gülümseyen petek'e daha neler neler söylemek istiyor aslında: o elbise olmaz. açılıp saçılmiycan. yeni bi kalıp öğrendim ben "rol modeli", ondansın sen. edep edep adap adap. aziizz türk milleti aile kurumu ve sıcak battaniyeleriyle izliyor seni. örenbayan ol. önce bi everelim seni, kocan halletsin bunları.

söylemiyor ama duyuyorum, petek'in elbisesi değişip gelinlik olduğunda rahatlıyor zira. sonra, "petek'in eski isyan görüntüleri" geliyor ekrana: "evlenilecek kız olduğumu mu ispatlıyorum ben bu 8 yılda? eğlenilecek kız olmadığım kesin!" ağlıyor. biz mürüvvet muhabbet, gülümseyerek izliyoruz. kızımız erdi muradına-- RTÜK başkanı isteyince. sanki. Can Beyciğimiz de çıkıp "eh başkanım, tabii sizle konuşmuştuk da neticede bu bizim kararımız"lamıyor, "bunca yıldır namussuz muyduk yani, ne diyon lan sen?"lemiyor- zamanı değil, yeri değil. RTÜKcüm üstüne yatıyor olayın. sonra sonra... geline bir bilezik, bir bayrak ve bir Kuran hediye ediyor. adettendir diye. bu arada ailelerden kimse yok, hani "adetleri bari aileye bırakalım" demiyor RTÜK amca, en örf anane o, en şov yeri Beyaz Şov, en ekran adabı kendisi ya.. açıklıyor: "türk milliyet merhamet şeref ve gururu için bayrak ve DiniMİZin kutsal kitabı kuran..." bilezik kısmını hatırlayamadım. Bekliyorum, bi mucize olsa, bi şi deseler, ı-ıh. stüdyo olarak gözler dolu dolu, bir düğün daha kural anane ve örflere uygun baygın başarıyla geçiyor. RTÜK başkanı ve estetik kurallarına meydan okuyan gülümsemesi ekranı dolduruyor: bir namus bekçiliğinin daha sonuna geldik.

ben bir kadının evlenmek istemesini, bunu 8 yıl boyunca inatla talep etmesini, çemkirmesini falan tuhaf bulmuyorum. "illa evlenmen mi gerek be kadın, nefer ol hadi" de demiyorum. neticede 8 yıl sonra, birlikteliklerinin hukuki boyutunu da tescil ettirmek isteyebilir. bunu kendinde hak görmesi de doğaldır bence. ayrıca ana-baba-çocuklu bir çekirdek aile olmak da isteyebilir. eh adam da ister, istemez, bekler, falan filan. benim kanıma dokunan "RTÜK'ten edep şov" kısmıydı. pis pis sırıtışıyla orada "kuraldışıları da düzelttik" haliyle vakur duruşuydu. adam iki insanın evlenmesine değil, evlilik dışı birlikteliğin nihayet bitmesine sevindi, ben ona yanıyorum. "hafif kadın"lıktan eş statüsüne yükseltti petek'i. can beycimse sevdiği kadına eş statüsü vermenin haklı gururunu yaşıyor - senii şövalye ilan ediyoruuumm ey seçilmişşş... kaç yaşında sahi petek? 27? ve rtükcüm mesela can'a da kızabilirdi aile kurumuna yanaşmıyo edepsiz diye. ı-ıh. erkekler kendi namuslarına bile sahip çıkmıyorlar; kadının sırtına yüklemişler.

petek dinçöz hakkında da bu kadar yazacağım aklıma gelmezdi. neyse.

_*_*_

ya işte. daha gazetenin 4. sayfasında durum bu.
kendileri 22 sayfa.
diğerleri de bolca talihsiz açıklama, münferit olay, meczup falan dolu.

güzel haber: bugün Tv8'de saat 21.40 ya da 22.00'de (kaynaklar çelişiyor, ben değil) rabbit-proof fence filmi var. Türkçesini Çit diye çevirmiş tembel çevirmenler. neyse. bayaa övgü aldığını hatırlıyorum zamanında. bakınız.

bi de santralistanbulda bilgi üniversitesi görsel iletişim tasarımı ile fotoğraf ve video bölümü öğrencilerinin sergisi varmış 10 mart'a kadar.
güzel haber de veririm. felaket blogu değilim, değilim değilim...

10 Ocak 2008 Perşembe

tü kaka

herkesin bi tü kakası var. mesela ABD en büyük şeytan. ivil ivil. bu bi tek türkiye'de böyle değil. IMF, ABD, kötünün en önde gideni. hele mesela eski koloni olan ülkelerden bi dinleyin, naman nallahım. sanki ABD olmasa onlar bi ülke dolusu melaike, her şey gün yüzü görecek, kardeşçe ve tabii ki zengin bi şekilde yaşayıp gidilecek... ABD olmuş yeni İngiltere. evet evet tabii en kötüsü o. sonra soruyosun azıcık, kardeşim sizin ülkede gelir dağılımı, demokrasi ne durumda? ülkenin hiç mi zengini, dolandırıcısı, rüşvet yiyeni, kazık atanı yok? ay onlar da amerika işi. amerika sanki şeytan icadı bir makina, 7/24 bizim komplo teorilerimizi besliycek adam üretiyo. bizim ülkelerimizse zavallı, iradesiz, edilgen birer kurbanlık koyun... kendi kötümüz bile yok, herkes öylesine bi melek. Amerika yokken napıyoduk acep.

neyse, ABD'ye bayıldığım sanılmasın burdan. akşam akşam nerden esti bilmiyorum. yine de 200 küsur milyonluk bi ülkenin hiç mi iyi yanını göremez bu insanlar diye düşünüyorum. madem göremezler mesela, bana nasıl oturup insan haklarından, eşitlikten bahsederler acaba? iş yunanistana gelince "aslında halklar kardeş, hiiiç bi sorun yok" ya hani (zira iki ülke de hiiç milliyetçiliğin yaylım ateşi altında kalmadı, hiç darbe yaşamadı), amerika'yla niye böyle olamıyo acaba? ne tarihini biliriz, ne kültürünü. kitaplarca edebiyat tonlarca müzik ürettikleri halde. şeytan ikonası olarak ABD. içi boş, arkası yok, duvara çakılı ikona.

bana birisi daha "bu amerika komplosu hede bödö" derse deliricem. insanın kendi ülkesine bu kadar hakaret etmesini anlamıyorum: bari kötünü sahiplen. bu savaş, bu ölümler, o bomba, bunlar bizim. işine gelince cennet vatansa eğer buralar, işine gelmeyince de yüzleşeceksin: bütün o tü kakalar da senin. iradesizler iradesi. onlarla ne yapacağın da sana kalmış. bi bok beceremiyosan şimdi, yarın da beceremeyeceksin zira dün de beceremedin.

daha önce demiştim ya, bu topraklarda herkese uygun bi acı var. seç beğen çek acını. ama lütfen, bi seferlik olsun, acılarını bari sahiplen. nasıl olsa mutluluklarına sevinemiyosun. reel politik lafını da yemişim. gazete sütunlarından naşi herkes bi gündem ilan ederken, hiçbir şey gerçek değil. "gerçeküstü"ne erdik ülkece.

*-*

ben çocukken babam kağıda canavarlar çizer, onları kurşun kalemlerin arkasına yapıştırır, koltuğun sırtında kuklalar oynatırdı bana. ben de öylece izlerdim: bu adam o canavarları nasıl çizebildi? bu hikayeyi nasıl uydurabildi?

tam da benim babamın kafasının içinden çıkmışlardı, yanımda hazırlamıştı işte tü kakaları. babam tutup da "amerikadan aldım" diye yutturmaya kalkmamıştı yani.

9 Ocak 2008 Çarşamba

ben en çok



en çok ve nerdeyse sadece trenleri özliycem.

sobemimsob

eski günlere dönmüşüz, sobeler geri gelmiş. mermaid sobesi. iş başa düştü madem, uslu uslu cevaplıyorum..

1-blog yazmaya ne zaman başladın?
25 nisan 2006. bazı şeyler zor geliyodu, aslında zor olmadığını fark ettiğimde. uzun zamandır blog okuyucusuydum, ışığı gördüm.

2-Blog yazılarımın konusunun belli bir çizgide olması için çaba gösteriyor muyum, yoksa içimden geldiği gibi mi yazıyorum?

ister istemez belli bi çizgide oluyo, yazan aynı kişi neticede. çok fazla özel hayatıma girmiyorum; ama girmemek içimden geliyo zaten, çok çaba gerektirmiyo. günlük şeyler yazmamaya çalışıyorum, içime sinmiyo daha doğrusu; insanları sıkıyomuşum gibi geliyo. özetle b şıkkı örtmenim.

3-Blog yazmak için gün içinde bazı şeylerden feragat ediyor muyum?

hayır sanmıyorum. bilmem ki, benim bazen haddimden fazla post yolladığım da oldu. bazı şeylerden feragat etmiyorum da, bazen blogumu bazı şeylere tercih ediyorum diyelim. kaçışım o benim. nedir canım, kaydedip sonra devam ederim yani alt tarafı. emir eri ramazan değilim yani.

4-Blog yazmak benim için eğlenceli bir uğraşken şimdi artan bekleyiş yüzünden zorunlu bir hal almaya başladı mı ?

valla artan bi bekleyiş yok bence. okuyucu sayısı aynı civarda, okuyanlar da genelde aynı kişiler. hala da eğlenceli. zaten silah zoruyla da yazılmıyo, aklıma esince molamı da alıyorum. belki vardır bazı şeyler bekleyen ama onlar da söylemiyolar, ben öyle bi şi hissetmiyorum. sessiz okuyucularım var mesela nadiren yorum bırakan, onların ne düşündüğünü merak ediyorum arada. neyse... hem hatırlatırım, ben kendi kendime konuşuyorum, yan odadan duyan sizsiniz. hıh :)

5 -Blog yazmayı ne kadar sürdüreceğim?

sıkılana kadar. blogumu unutana kadar. "ay bi de blog vardı kaç zamandır yazmıyorum, uff" diyene kadar. şimdilik olmadı. bi de ben bi köşede gizlice yazmıyosam blogun yorum özelliği için, rahatlığı için, interaktif oluşu için... tadı orda. o tat kaçarsa yazmam heralde. bi de saçmaladığımı düşündüğümde bırakırım. o oluyo arada, hava değişikliği yapıyorum.

6-''Eğer her gün kullandığınız zeytinyağı şişenizin kapağını açtığınızda içinden bir cin çıksaydı ve hayatınızda memnun olmadığınız bir şeyi değiştirebileceğini söyleseydi, neyi değiştirmesini isterdiniz?''

hmmm... kısacası bu bi "deryik hayatında memnun olmadığın nedir" sorusu. birkaç şey var elbet; ama onlar değişse değişiklikten memnun olacağım da garanti değil. biraz kişisel şeyler. onun dışında az uykuyla da hayatımı idame ettirebiliyo olmayı isterdim. zor. maymundan değil kediden geliyorum ben. günde 9-10 saat uyku, her an her yerde.


evveeaat... yine manasızca uzun yazdım.
doyasıya ebelerim sobelerim:


maybe (söz verdiğim üzere), ponçik lavantam (artık hangi bi blogunu seçersen), peanut butter and black coffee (hep yaz çok yaz), solelim (ofiste sıkılmışındır sen).

8 Ocak 2008 Salı

su içinde kiraz gerek

balığım deniz kabuklarını kemirmeye çalışıp fanusuna kafa atıyo. belki de yanlışlıkla çarpıyodur. bugün suyunu değiştirirken kendisini balon şarap kadehine koydum, pek bi zarifti.

kolilerim geldi. bi tanesi tanınmaz haldeydi zira koliyi başka bi kutuya boşaltmışlar. benim yolladığım kutuda gelmedi yani. bunu yapan da istanbul gümrük. kutu mu yırtıldı, yoksa gümrüğe tabii olması gereken bi şeyden şüphelenip mi saldırdılar bilmiyorum; ama iyi karıştırmışlar. ikinci kutu benim yolladığımdı. köşelerinden hafifçe delinmiş. benim sapasağlam diye bağrıma bastığım kutu resmen eziyetten geçmiş, vaşaklar parçalamış kendisini. öyle bi hal. neyse, eksik gedik yok. mis.

civarımdaki bütün sinemaları kapadılar. bunun hakkında söylenmiştim daha önce. mart ayından sonra aktive olucam ben. şimdilik ekran koruyucumu seyrediyosunuz. ekranı da bi koru bi koru... canımla kanımla yani.

kimi arasam ofiste. bühü. arkadaşlarım büyüdü, ben arkalarından bakıyorum.
homo monotonus oldum resmen. kendi kendime çareleniyorum.


insan kendini kandırabilir mi peki?

*-*

Hatırlarım, küçüklüğümde, bütün meyvaların içinde en çok kirazları severdim; onları bir kova suyun içine döker, eğilir, hayranlıkla seyrederdim: Suya girer girmez hemen büyüyüveren siyah ya da kırmızı ve dipdiri idiler; ama onları çıkarırken büyük bir hayal kırıklığı ile küçüldüklerini görür, bunu görmemek için gözlerimi yumar ve öyle, bana göründükleri kocaman halleriyle ağzıma atardım.
(...) Sevdiğim Bizanslı bir mistik "gerçeği değiştiremeyiz, öyleyse gerçeğe bakan gözü değiştirelim" der. Ben çocukken bunu yapardım; şimdi de, hayatımın en yaratıcı anlarında aynı şeyi yapıyorum.
El Greko'ya Mektuplar- Nikos Kazancakis

7 Ocak 2008 Pazartesi

yenimtrak

evet kuşları çok seviyorum. küçüklerini ama. kartallarda gözüm yok, en büyüğü martı olabilir. yoksa sonra alfred amca film yapıyo. her yer kuş olsun. farenizin ucu bile minik minik kuş. saracağım bir sonraki hayvana kadar durum budur. kusturana kadar icabında. başlıkla oynamak zevkliymiş ikinehircim. yaa yaa. daha dar yapacaktım başlığı ama heheyt blogger alan vermiş, kullanıyorum. at koştururum icabında. fotoşap bilen kardeşin peynt'i aşamamış ablasıyım ben.
ama cursor falan, atraksiyon çok. ayrıca hava karlı, boğazım kuru, işim gücüm yok.

bi gün peru'ya gidersem, bu kuşlar ilk sebeplerimden.
demiştim di mi?

bi gün dövmem olursa o da bunlardan olucak. bunu dememiştim bak.


not: bi mozilla kullanıcısı ses versin, her şey yerli yerinde mi sayfada?

6 Ocak 2008 Pazar

pazar eğlencesi

efendiim... benim minik okulumun minik; ama bayaa iddialı orkestrasının okulun son günlerinde bize hazırladığı sürpriz konser. ilk performanslarıydı. solist kızımız 2. dakikaya doğru bayaa bi açılıyo, sabredin. sonra bi de barda söyledi kendisi. orkestra 2 japon, 1 pakistanlı, 1 perulu, 1 hintli, 1 endonezyalı ve vokalde de kosta rika.

4 Ocak 2008 Cuma

9

bi imam dedi ki, ki imam bizde biliyosunuz devlet memurudur, kadınların 9 nefsi varmış. kedi gibi yani... öldür öldür bitmiyo. haliyle, çalışan kadın kesin kocasını aldatırmış... zira erkekte tek nefis var imiş, hop! kontrolü kolay tabii. kadında 9 tane, hangi birini bastırıcak da sonra çalışıcak, eve gelip yemek yapıcak, çocuk bakıcak, kaynana pohpohliycak, koca hoşbeşliycek falan filan... camiiden naşi, amann diyo karılarınızı çalıştırmayın: karılarınız sürtük olduğundan değil, nefis sayıları fazla! maazallah, işyerindeki bir kadın, ormanda 9 kaplan gücünde azgın!

ben çok terbiyesiz biri olsam "siz camiide 5 defa toplanırken karılarınız evde 9 nefisle napıyo" derdim. hani bunun esnafı var, sucusu sütçüsü var... demiyorum. zira evi de dar edersiniz şimdi onlara. hem biliyosunuz devlet memuruna hakaret diye bi şi var, artı din faktörü giriyo, duble otoban. zira imam sıfatınız varsa her şeyi söyleyebilirsiniz, mübah. islamda rütbe yoktur; ama ben imama laf edemem. devlet memuruna da edemem, üstelik onun kutsallığının sebebi bile bi muğlak.

başka bi şi var dikkat çeken... "siz karılarınızı çalıştırmayın" diyo; ama buna tersten bakarsak, her çalışan kadın potansiyel zinacı. e nedir, "iş yerinizde çalışan kadın varsa 9 nefisten payınızı alın, kurutun nefsini, kocasına iyilik edin" olarak da okunabilir. zira nedir, kocası karar veriyo ya çalışıp çalışmamasına... pilli bebek çünkü kadın, sırtından kuruyoruz zembereğini. e kocası göndermiş sizin iş yerinize, sizden çıktı o günah. salak herif, bizim camiiye gelseymiş, gözünü açsaymış. hiç. hem çalışmayacak kadını okutmaya da gerek yok, 12sinden itibaren 9 nefis ve 3 çocukla nasıl başa çıkacağını öğrenmeye başlasın. bi de koca. bi de kendi ailesi ve kocasının ailesi.. o 9 nefis vücuda gelse anca yeter zaten. energizer tavşanı mübarek.


ne komik di mi, cennette huri vaad etmeyi biliyo ama.
hurilerin nefsi yok demek ki.
valla olsa, 99 kere aldatırlar. 9 ne. mumla ararsın.

tabii hop burdan başka mühim bi meseleye geliyoruz... çalışan; ama evli olmayan kadınlar (yakın tarihte aralarına karışıcam umarım). onlar nedir?? 9 nefis, üstelik nefisterbiyecisi biricik kocacım da yok başımda... kim kuracak benim zembereğimi (nil çıkıp "zembereğimi kendim kurdum" diye şarkı yapsın, pırlantaya gelene kadar..)? kendim kurucam herhal, kolumu bileğimi büke büke. türkçenin gözünü seveyim, "hafif kadın" sıfatları pek bi çeşitli: eksik etek, hafifmeşrep, hoppa... bunlardan biri olurum heralde. 1980 ucuz seks filmlerindeki sekretersıkıştıranadamların genel görüşünü bir imamın ağzından duyuyoruz.

bu imama ben mesela "başbakana hakaret"ten dava açabilirim. zira tansu çiller başbakanlık koltuğuna oturduğu anda bayaa bi "çalışan kadın" oldu. 9 nefis ve bir kocasıyla. özer çiller'e de dantelden boynuz işleyelim bari. kanaviçe. devlet memurundan devletin en yetkili ağzına hakaret. flaş flaş flaş.

9 nefis ha. kadınlardaki peygamber sabrının nerden geldiği anlaşıldı.

sahi, kaç huri vaad ediliyodu cennette? onu 9'la çarpın, o sayıda Nuri istiyorum ben de kendi payıma. cenneti de beklemeye gerek yok. zaten imam beye bakılırsa kesin cehennemliğim ben, bari 9 nefsim şu ölümlü dünyada gün yüzü görsün.

sponsor alakalanmaları

parmaklıklar ardında diye yeni bir dizi başladı/mış. eh, eskileri takip edemeyen ve lakin dizi takip etmeden duramayan bu toprakların bir evladı olarak bendeniz kendisini izlemeye başladım. dün 4. bölümü vardı. fena değil. sinop cezaevi, kadınlar koğuşundaki olaylar...yalnız uzun uzun manzara ot böcek çekimleriyle vakit kaynattıklarını fark etmedim sanmasınlar. sinop tanıtım filmi halini alıyo bazen. hem o doktorun evini geniş açı çekene kadar koğuştaki gizemi çözerdik. neyse..

dizinin sponsoru slimcream diye bi zayıflama kremi.

"slimcream... parmaklıklar ardında kalmak artık kader değil!
incelin, parmaklıklardan geçin!"

gibi bir alaka mı kurulmak istenmiş, nedir, bilemiyorum... ama etik rtük falan olmasa sanki bu slogan kullanılırdı. ben başka bi alaka kuramıyorum. gerçi hoş, kimse de alaka aramıyo ya.

3 Ocak 2008 Perşembe

samir

su yüzeyini öpen bi japon balığım var şu an (azer sana selam olsun :P). biraz hiperaktif. deniz kestanesi kokluyo. yanına bi tane de kuyruğunun ucu siyah olan bi japon balığı alıcam. ama 2 balık olursa üremelerinden delice korkuyorum. cinsiyet tahminim sıfır. yavruları olursa ben fark edene kadar protein diye yerler zaten.

turunç bi hareketlilik odada en azından... ay yazık nasıl korktu... gerçi hafızası kısa di mi? bu balıklardan şaşkınlık ifadesi gitmiyo hiç galiba. teyzemin kedisiyle mi tanıştırsam? şaşkınlığın yerini korku alır en azından.

evet sıkılıyorum. kardeşim saçıma renkli yün, boncuk falan sardı yine.


mahsun mu koysam adını bu balığın nedir? bi üzgün bi şaşkın..

2 Ocak 2008 Çarşamba

delgeç

bu bina bir bitmeyen inşaat. komşularımız kadar ev/oda yenileme meraklısı insan görmedim... keza yan bina. al otur di mi? ı-ıh. bi tadilat tamirat... 3 yazdır 45 derecede matkapve iş makinası sesiyle çilelenen ben, şimdi de ayazda matkaplayım. saray yavrusu yapıyolar zannımca. ya da sığınak falan. bi açıklama lazım. şaka gibi: bi evin tavanında orijinal boyutlarında ama ters çevrilmiş bi bilardo masası şeklinde neon lamba var. kimin aklına gelmiş koymuş bilmiyorum.... yarısı işyeri olan bu binanın tadilata harcadığı parayla ne binalar yapılırdı, hem ben de kesici ve delici alet sesiyle uğraşmazdım. bi heves yeni dekorasyon, sonra bok rengi takım elbiseyi giy otur. yanındaki de mafyozik bi 5 günlük sakal taşıyıcı... nedir, görüntü değişmedi, hala çirkin hala çirkin. peh.

verdiğimiz rahatsızlıktan ötürü gurur duyuyoruz binası bu resmen.

1 Ocak 2008 Salı

aslında

votka-elma-limon o kadar da zor bi şi diil ki. elma VE limon gerektiriyo o kadar. veya değil, ve.

odamın kafası karışık. karman çorman bi oda, parça pinçik. biriktirmeyen insanlara saygım sonsuz.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker