31 Ocak 2013 Perşembe

geldi geldi geldi!

Şöyle bi durum:

Pasaportlar geldi! GELDİLER! Pasaport, evlilik cüzdanı, polis kaydı ve verdiğimizi bile unuttuğum daha bir sürü evrak geldi! Ben postacıya aval aval baktım, elindekine baktım, "home office" yazısını görünce de adama 32 dişle sırıttım: GELDİLER!

Tabii orada bitmiyor. pasaportları açıp hevesle yeni vize damgası aradım, tam bir çömezlikle. Yok yok yok, çıldırtıcı! Adamlar koca kağıt iliştirmişler, ona bile bakmıyorum, öyle bir şaşkınlık. Bundan sonra vize yok, oturma izni kartı var; o da 1 haftaya gelecek. Sakin. her şey sakin. "Approved" - tek kelimelik şiir resmen. Sonra Türkiye planları.


Şimdi izninizle, youtube'da birds of paradise videoları filan izleyeceğim. Nezle gibiydim, galiba iyileştim. Bilmiyorum, harika hissediyorum. Pasaportumu başucuma koyup uyuyacağım. Güneş de açtı. Kocaman bi oh çektim.

30 Ocak 2013 Çarşamba

atacama

Aşağıdaki listeye yorum yapanların benim yaşlarda olduğunu tahmin ediyorum. bu da haliyle o listeyi "di mi azizim di mi, ah vah gençliğimizin kıymetini bilemedik" listesine çeviriyor. bence gayet komik.

Ocak da bitti sayılır. kendisi bitmek bilmeyen bir ay. devamında şubat 28 çekmese, hiç katlanılır gibi değil. Neyse efendim, 10 Şubat da Çin yeni yılıymış, şehirde yine bi atraksiyonlar, her zamanki gibi Trafalgar Meydanı'nda. Hep kalabalık, hep basık; ama hep de güzel meydan. Bir de Marilyn Monroe sergisi gelmiş şehre,

Bu aralar MUBİ günleri devam. Şu ara Mubi Europe'da gösterilen (Türkiye'de de var mı ki aynı filmler?) 2010 yapımı "Nostalgia for the Light" pek bir güzel, su gibi bir belgeseldi. Rotten Tomatoes'da %100 alan ender filmlerden olduğu da bi not. Film sahiden de "şairane", öyle demiş eleştirmenler. Çok ince bir çizgide dans eder gibi anlatmış yönetmen. Konu basit aslında: Şili'nin Atacama Çölü'nde dev teleskoplar kuran astronomlar ve Pinochet rejiminde kaybedilen insanların yakınları buluşuyor. Biri göğe bakıyor yıldız aramak için, biri yere bakıyor kemik aramak için. Fena, çok fena.

Çok da tanıdık, kahretsin. 410. haftası olacak Cumartesi Anneleri'nin. Onları dinlemeyenler belki Şilili anneleri dinler. Belki uzak ve egzotik diyarlar olunca ilgilerini çeker. Belki bir annenin "biz kemikleri istiyoruz, nedenini, ısrarımızı anlamıyorlar. Bizi aşağının da aşağısı görüyorlar, iğreniyorlar. Biz onlara geçmişi hatırlatan fazlalıklarız." deyişini, belki anlarlar. İzlerken ağlıyor insan; ama öyle katıla katıla değil, sanki yapacak başka şeyi yokmuş gibi. İçini yıkar gibi. Filmde şöyle diyor Gaspar Galaz:

I am convinced that memory has a gravitational force. It is constantly attracting us. Those who have a memory are able to live in the fragile present moment. Those who have none don't live anywhere.

Tek teselli bu belki de. Bir yerde yaşayabilmek, hiç olmazsa. Toplama kamplarından kurtulup Danimarka'ya iltica ettikten sonra, o kampların santim santim çizimini yapan mimar beyfendinin söylediği gibi: hatırlamak en büyük silah ve bunu hiç beklemiyorlar. Film beni çok etkiledi ya, bir sebebi de bi hafta önce Greenwich'teki "yılın astronomi fotoğrafçılığı" sergisine gitmemizdi sanırım. İnsanoğlunun o toplu iğne başı kadar haline bakmadan, mercekler, kameralar kullanarak azimle çektiği fotoğraflar. Bir tanesi de Bursa'dandı hatta. O fotoğraflar, o bize nihayet ulaşmış geçmiş ve bizim dibimizdeki geçmişe olan tarifsiz ilgisizliğimiz.

Neyse, belgeseli bulursanız izleyin. Zihni açık, ruhu aydınlık insanların toplama kampında bile özgür hissedebileceğini bilmek için izleyin. O zaman belki 410 haftadır Galatasaray Meydanı'nda toplanan anneler, babalar, kardeşler daha yakın gelir. Acı çekmemek değil bu, insanın ruhundaki o asla yılmayacak, yenilmeyecek son kırıntıyı korumak. Romantik bir Schindler's List hikayesi değil, dayanma azmi.

25 Ocak 2013 Cuma

Liste

Şimdiii... bu ne listesi, adını ne koymalı bilmiyorum. İçimden geldi. Didaktik bi tarafım var, biliyoruz. Arada bi yine yapmıştım böyle bi listeler. Tazelensin.

Neyse, hedef kitle üniversite öğrencileri olabilir, pek düşünmedim. Bazıları elzem, bazıları keyfi. Şöyle gibi: "Benden geçti artık" yaşlarına gelmeden yapacağınız kişisel yatırımlar. Az ve öz tutmaya çalıştım; ama tahminen suyu çıktı. "Kitap okuyun" gibi şeyler yok, cahil kalmak sizin bileceğiniz iş. "Her sabah gülümseyerek perdeleri açın" da yok. Ben bi 5-10 yıl sonra "içimde kaldı sahi, şimdi de vakit yok" diyebileceğiniz şeyleri listeledim, bi de "erken edinilmesi iyi olacak alışkanlıklar" var listede. Bazıları benim de keşkelerim, hepsini halletmiş değilim, merak etmeyiniz. Böyle listeler internette de çok, biliyorum. Benimki çakma çeviri değil, el emeği, göz nuru.

Sıralama öncelik sırası değil, haydi vira bismillah:

1. Yüzmeyi öğrenin; çünkü hem zevkli hem de hayati. Köpekleme sayılmıyor, düz kulaç yeterli. Sabırlı bir tanıdık veya 2-3 kur yüzme kursu halleder. Ertelemeyin.
2. Balıklama atlamayı öğrenin (kulak sorunu olanlar hariç tabii).
3. Bisiklete binmeyi öğrenin.
4. Ehliyet alın. Arabanız olmayabilir; ama araba kullanmanız gerekebilir.
5. Tasarruf yapmayı öğrenin. Kendi geliriniz olması gerekmiyor, cep harçlığı bile olsa aylık gelirin %10'u bi kenara ayırmaya çalışmak yeterli. Mühim olan alışkanlık edinmek. B tipi likit fon veya kumbara, size kalmış.
6. Güzel bir el yazınız olsun. Bu yaştan sonra uğraşmanız gerekecek tabii. Üşeniyorsanız, bari güzel bir imzanız olsun.
7. Düzgün tokalaşmayı öğrenin, dolu dolu el sıkın.
8. Bedeninizi çok beğenmeyebilirsiniz; ama elinizden geldiğince iyi bakın ona. Dinç yaşlanmak için kendinize yatırım yapın. Evet şimdiden; 18'inizden itibaren yaşlanma başlıyor. Kastım da kremler değil, spor ve gıda.
9. Doktor kontrollerinizi düzenli hale getirin. Dişçiymiş, jinekologmuş, ürologmuş, kabusa çevirmeyin artık bunları. Senede birse, senede bir. Hem madde 8 için gerekliler.
10. Şu listedeki şeylerin bazılarından, mesela yüzmekten veya doktordan fobi seviyesinde korkuyorsanız, bununla ilgili bir uzmanla görüşün. Hayat güzel, korkularla boğmayın.
11. Bi somun ekmeğin, bir şişe sütün ve bir simidin fiyatını bilin. Ayaklarınız yere basar.
12. Bir ecza dolabınız olsun. Temel şeyler; gazlı bez, oksijenli su, tentürdiyot, pamuk, yanık kremi filan bulunsun işte. Daha iyisi, ilkyardım kursuna gidin. Suni teneffüs demek değil bu sadece, ciddi bi kesik olur, bayılan biri olur işe yararsınız. Alın buyrun: http://www.ilkyardim.org.tr/
13. Bir içeceği iyi bilin. Kahve, şarap  ne olduğu keyfinize kalmış. İster kokteyller hazırlayın, ister en güzelinden tavşan kanı demleme çay; ama iyi hazırlayın. İyi bir sohbete en çok içecekler eşlik eder. Sohbete zemin hazırlamayı, ortam yaratmayı bilin.
14. Yemek yapın. Sofralar donatmayın tamam; ama yemek pişirebilin. Herkesin günde 3 kere yaptığı bir şey çok zor olamaz ve kendinize yetememek bence biraz acıklı. Kendi kendinizi yıkıyorsunuz, kendi kendinizi doyurun. İnternetteki alengirli şeylerle değil de temel parçalarla başlayın ufaktan.
15. Fotoğraf albümleriniz olsun. Dijital değil, gerçek.
16. Sivil toplum örgütlerini araştırın, gönlünüze göre bir yer bulun ve vakit ayırın. Ağaç mı dikerseniz yoksa bağış mı toplarsınız, size kalmış. Her hafta mı, senede bir mi, o da size kalmış. CV düşünmeden yapın bunu.
17. Her gün bir gazete okuyun. Bazı sayfalar değil, hepsi.
18. Harita okumayı, yön bulmayı bilin. Hayır, telefondaki sayılmıyor.
19. Pasaportunuz olsun. Evet biliyorum; 10 yıllık pasaport 513 TL, resmen yatırım. Kendinize yatırım.
20. Ailenin yaşlı üyeleri hayattaysa,bir gün onlarla uzun uzun sohbet edin. Not etmek olur, ses - video kaydı olur, arşivleyin. Hatta ideali, hayattalarsa anne-babanızla da yapın bunu.
21. "Gerekli alışkanlık" demişken: Acil durumlarda panik olmayın. Ambulans, polis, itfaiye vb numaralar kolayda olsun, her şey 155 veya 112 değil. Bu numaraları arayan kişi siz olun, başkasına (yani şansa) bırakmayın. Tercihen, doğru bi ihbar yapın, ne söylemek gerektiğini bilin (Bu sayede bütün bir apartmanı yangından kurtarmanız mümkün, yaşanmış olaydır).
22. Deprem çantanız olsun. Şakası yok. Bi de belediyenizin websitesinde güncel "deprem anında toplanma yeri" bilgisi olmalı, bi bakın. Olmadı okulunuza, yöneticinize sorun.
23. Evinizin ve binanızın su -doğalgaz vanaları, sigorta kutusu, ana şalteri nerdedir, bilin.

Eveet bu kadar.

Bir de, "Cahil kalmak sizin bileceğiniz iş" desem de tutamadım kendimi; bunlar da yedekten bulunsun:

24. Coğrafya bilginiz kötüyse geliştirin. Gözünüzün önünde bi harita asılı olsun. Hatta internette "ülke yeri bulmaca/ başkent bilmece" oyunları filan var, onlara da sarabilirsiniz. İşe yarıyor. buyrun, ilki benden: Afrika kıtası.

25. Müzik aleti çalmaktır, spordur, yeni bi yabancı dildir filan: niyetiniz varsa, başlayın artık. Sonra iyice zorlaşıyor. Herhangi bir sanat / spor branşında aktif olmak istemezseniz, iyi bir izleyici olun. Tercihen, en azından biriyle seyirci olarak yakından ilgilenin, hayatınız renklenir.

26. (üst maddeden devam) Bi hocam söylemişti, doğru: Kendi branşınızı bitirip üniversite mezunu olmak sizi aydın biri yapmaz. Kendi branşınız dışında en az 2 konuyu daha iyi derecede (iyi derece = çok iyi bilenle sohbet edebilmek) bilin. Rus edebiyatı da olur, fizik felsefesi de. Tenis turnuvaları da olur, bahçevanlık da. Yeter ki ilgilenin, öğrenmek için emek harcayın.
 27. Pasaport maddesine ilaveten: Gezip görün. İlla sınır aşırı olması gerekmiyor. Şehrinizi gezin, bölgenizi gezin, ülkenizi gezin. Öğrenciyken hele. "bütün bi yıl çalıştıktan sonra sadece 2 hafta tatilin olacak" denmesi "öğrenci bütçesi :((((("nden daha büyük bir kısıt. 

28. Bir bitki veya hayvanın sorumluluğunu alın, onu bakıp büyütün. İkisi aynı şey değil; ama ikisi de kolay değil. Kedi kumu da mesele, mevsim geçişlerinde saksı değiştirip toprak gübrelemek de.

29. Yetişkin muamelesi görmek istiyorsanız, öyle davranın. Kolay; ama unutuluyor.

Eveet, sanırım bu kadar. 30 madde değil, hayır. Tuttum kendimi.
Ekleme - çıkarma serbest. Saldırın.

24 Ocak 2013 Perşembe

dördüncü tur.

Çok inanmıştım sahiden. Beraat edecekti yine. Yani bir insan kaç kere beraat edip kaç kere yargılanabilir, oyuncak mı bu? Alacakaranlık kuşağı mı, X-files mı, ne bu yani? Yine beraat edecekti ve bu son olacaktı, biz de "15 yıl boyunca delirtmeyi denediler ve yine de başaramadılar" diyecektik. Bitecekti. O akşam rüyasında görecekti annesini, "anne, artık bitti" diyecekti. Uykusunda gülümseyecekti. En çok da bunu diledim içimden. Çok da inandım.

Kararın açıklanması beklenirken evden çıktım. Bir iki saat sonra döndüm. Okudum: ağırlaştırılmış müebbet. Yine aynı şey oldu: ellerim buz kesti. Ellerim buz keser, gözlerim dolar. Böyle haberlerin her seferinde sanki gözümün önünde bi yakınımın boğazına çökmüşler gibi, hep aynı şey. Üzüntü değil, çaresizlikten doğan bir öfke. Bir şey yapamamak bile değil, tarifsiz. Birileri ruhumdaki tüm umudu ufalayıp ateşe atmış da külleri gözüme kaçıyor gibi.

*

Üniversitenin beni en çok şekillendiren yılı 1. yıl olmuş, şimdi fark ediyorum. Bazı hocaların öylesine söylediği, sıradan bi ses tonuyla tekrar ettiği şeyleri kaydetmiş beynim. Böyle zamanlarda hatırlıyorum hep. Beyin bi garip organ, 15 yıl boyunca bi kabus içindeyken delirmiyor mesela. Benimki de ne diyeceğimi bilemediğimde, boşlukları dolduracak akademisyen cümleleri seçip hatırlıyor. Anlatayım:

İktisat 101 dersi. Grafikler çiziyoruz, türevler integraller, bi yandan da "bunun neresi sosyal bilim yahu?" hezeyanımız başlamış. Sürekli bir şeyler varsayıyoruz, olmayan sorunlar yaratıp çözüyoruz ve aslında n'aptığımızı pek de anlamıyoruz. Lisede niye hiç iktisat okutulmaz, bilmiyorum. Belki vardır şimdi. Neyse. Hocamız da sağolsun, anlatmayı seviyor, öğretmeyi değil (aradaki farkı asistanlar kapatır hep) ve birinci sınıfın derslerine girmekten de nefret ediyor, ona biraz daha yontulmuş öğrenciler lazım. Bir gün, çok nadir yaptığı bir şey yaparak, anlayacağımız dilden konuşuyor. Kabaca şöyle diyor:

"İktisat kuramları belli kabullere dayanır. Mesela 'bir birey diğer bireyden alışveriş yapıyor' derken, bu alışverişi düzenleyen kanunlar olduğunu, hak ihlali olmayacağını, olursa adaletin sağlanacağını varsayar. 'rasyonel birey' derken, buradaki rasyonun ne olduğunu yine toplumsal bir uzlaşıya bağlar. Bunları tartışmaz, onun dışında çözümlenmiştir. 'Verili durum'dur bu. Bu, formüllerdeki "G" (government spending) değildir; bu formülü oluşturmadan önce, iktisadi sorunun çerçevesini belirleyen, fonunu renklendiren bir kabuldür.



Siz iktisat konuşurken 'ama ya şirket dolandırıcıysa, ya bakkal kazıklarsa' kısmını konuşmazsınız, onlarla ilgili önkabuller vardır. Bu önkabullerin en temeli de toplumsal güvendir. Bireyler birbirlerini kazıklamazlar; çünkü buna kalkışamayacakları kadar sağlam bir hukuk sistemiyle cezalandırılacaklarını bilirler. Kıt kaynakların etkin kullanımındaki yolsuzluklar iktisatçıların meselesi değildir. İktisat hukuki kaosu çözmeye çalışmaz, o kaosun giderildiği zamanlar için konuşur. O kazıklayanları 'imperfection' bile saymaz iktisat; çünkü onlar formül dışıdır. Dolayısıyla iktisat en temelde, varlığını diğer bilimlere dayandırır; en çok da topluma, toplumu oluşturan bireylerin bir ortak paydada buluşmasına, herkesin güvenebileceği bir hukuk ve adalet sistemine yaslar sırtını.

Bir toplumun ekonomik çöküşünde, krizlerinde de çoğu zaman formüller değil, bu temellerin sarsılması yatar. Birbirine güvenmeyen bir toplumdaki ekonomik çöküşü iktisatçılar açıklayamaz. Bunun için hemen her finans krizinin çözümü müdahale paketleri değil, hukuktaki yeni yaptırımlar, denetimler, kanunlardır. Türkiye'nin sürekli büyük krizler geçirmesindeki en temel sebeplere bakarsanız, ülkenin birbirine düşman kesildiği dönemler olduğunu görürsünüz. Yine de bunların hiçbiri gerçek bir toplumsal krize dönüşmeden duruma müdahale edildi ve hukuktan doğan o 'güven ihtiyacı' tazelendi (2001 krizi sonrası BDDK oluşumu ve yeni kanunlarla ilgili uzun uzun bilgi veriyor).

Bugünkü sorun ise daha ciddi. Giderek güven mekanizmaları çöküyor, adalet anlayışımız yozlaşıyor. Bunların yeniden inşa edilmesi çok güç, tabii eğer mümkünse. En büyük kriz, sanıldığı gibi ekonomik krizler değil, bir toplumun toplum olmaktan vazgeçmesiyle çıkan güven krizleri. Biz şimdi yavaş yavaş buna doğru gidiyoruz. İlk önce ekonomik emareler olacak, adına kriz diyecekler. Belki yine bir şekilde ara müdahaleler olacak, gecikecek; ama içten içe birbirinin gözünü oymak isteyen insanlara dönüştüğümüzde ve bizi durduracak bir hukuk da kalmayınca, bunlar da yetmeyecek. İktisadın en temel kabullerini unufak ederseniz, iktisat size ne yapabilir ki? İktisat böyle basit bir şeye bağlı işte: Güven. Güven giderse, yapacak bir şeyiniz kalmaz."

Evet, böyle bir şeyler demişti, hatırladığım kadarıyla. Daha kısa kesmiş olabilir tabii. Bize "grafiği çiziyoruz, noktaları birleştirip yıldız yapıyoruz" falan demediği ender zamanlardandı. Yıl 2003 olmalı. 10 yıl önce.

Bunlar geliyor işte aklıma. Güven. Güvenebilmek. Birbirine, hukuka, adalete. Bir şeylere ya, adını siz koyun. Böyle basit bir şeye bağlı sahiden her şey. Bizden bunu alıyorlar. Şimdi desem ki "devlet banka hesabınızı boşaltmış", daha net anlaşılır. Oysa bu ondan beter. Güvenemez hale getiriyolar bizi. Doğduğunuz zaman bile içgüdüsel olarak birilerine güvenirken, bir şeylere sırt yaslarken, elimizden alıyorlar bunu. Öyle "babana bile güvenmeyeceksin" değil, o kadar basit değil söylediğim şey.

Ben size "bildiğiniz her şey, en ufak ezberinize kadar hepsi, rahatlıkla çökebilir ve altında kalan yine siz olursunuz" diyorum. Çöküyor yavaş yavaş, öyle hissediyorum.

*

Ellerim hâlâ buz gibi. Hani yapmaz ya, mesela o kadın kendini assa bir gece, kim verecek hesabını? Yapmaz işte, ona güveniyorlar. Ben böyle her şey çöküyor hissediyorum ya, bu muktedirler bize bizden çok güveniyor. Delirmeyeceğimize güveniyorlar mesela. Fevri şeyler yapmayacağımıza. Kurbanlarının inadına inadına gülümseyecek güçte olacağına. Çok güveniyorlar. Bir onların başına çökmüyor hiçbir şey, hiçbir şeyin altında kalmıyorlar işte.

17 Ocak 2013 Perşembe

midya

şunu izledim demin.

ordan burdan fırlayan fallik kazuletleri bile özlediğimi fark ettim. UND yazılı şilepleri bile - ki hepsiyle eskiden beri kavgalıyım. sonra birden ver güneşi, ver köpüğü, havanı buluyosun işte. ben onu özledim.

neyse, o videoyu izledim; çünkü kan davalım Home Office nihayet 13 eylül tarihine kadar olan başvurulara baktığını duyurdu. yani sıra bizde! ben istanbul'u özledim. ankara'yı da özledim; ankaradakiler sebebiyle. istanbul'dakileri de özledim, yanlış anlaşılmasın; ama istanbul'u da özledim. veya vapuru, neyse işte.

kafam çok bozuk olunca yaptığım gibi, sabahın köründe başlamak üzere beşiktaş- kadıköy-karaköy-kadıköy-eminönü şeklinde, bi süre sırayla bulabildiğim bütün vapurlara binicem. arada inip bi kup griye yiycem veya bi balık-ekmek, sonra aynen devam. bi gün bu serinin sonuna eminönü'ndeki 2 saatlik boğaz turunu da eklemiştim. harika bi gündü. çok yapmadım bu turları zaten, 2-3 kez. hadi 5 olsun. zaten insanın kafası öyle çok da "çok bozuk" olmasın. neyse işte, yine yapıcam; ama kafam güzel olduğu için. şu an bunu düşündükçe aptal aptal sırıtıyorum. simit yiycem. gece içip içip yarım ekmek midye tava yiycem. "midyaa" diyip gülücem kendi kendime. yeditepe turuna çıkmış sünnet çocuğu gibi olucam.

öğrencilik çok tuhaf. okurken sıradan gelen şeyler yer ediyor, yer etsin diye orada bulunduğun dersler filansa asla kalmıyor akılda. benim kalmadı. güney yokuştan bakıp "güneş denizin üstünde parlıyosa bugün derse girmeyeyim" dediğim zamanlarım kaldı mesela. sayıklar gibi kaldılar hem de. çok akşamdan kalmayken paltoma sarılıp tevfik fikret'in evinin önündeki bankta, güneşle ısına ısına uyuyuşum ve tepeme dikilen liselilerin "hojaaam burda biri var hojaaam hasta galiba hojaaaaam bayılmış mııı" bağırışlarıyla uyanışım kaldı. koşarak kaçmıştım manyaklardan. manzarada içbükey tellere gömülerek saatlerce oturmak, çay içmeler, hep çay, sonra kediler, sonra yapraklar ve erguvan ve salkım ve turkuaz. eminim dertlerim vardı, derslerim de vardı. olsundu. her sabah aynı sandviçi yemekten bıkmadığım zamanlardı işte. çok zayıf, çok geveze, çok sarhoş, her şeyden en çok zamanlar. bazı şeylerin sonsuz vakitler alacak kadar önemsiz, bazı şeylerinse yüzüne bakılmayacak kadar önemli olduğu günler. güzel günler.

yeni biçilmiş çimler. uzamış ve ıslak çimler. çim boyundan mevsim falı bakmak. o ıslak çimlerde pati titrete titrete yürüyen kedi yavruları. kendi çöpünü atmaktan aciz kazık kadar heriflerin bıraktığı kumpirleri kapıp uçan kargalar. banklar bi de, hep bank. sanki banksız ölürmüşüz gibi. illa bi bank. sanki tüm şehir banklara oturuyor, herkes her gün bir banka uğruyor, banktan daha doğal bi şi yokmuş gibi. ayrıca bir sürü teğetlik ve tesadüf sonucu sevdiğim adamla evlenmemde de kampüsün yeri ve önemi büyük. bak onu da hatırlıyorum, adım adım. kısa saçlarım - çok kısa saçlarım ve ben, ne kadar heyecanlanırdık. çimlerde otururken, ben dergi okuyo gibi, o sigara içiyo gibi. sonra ne çok geçiştik yıllarca. ne güzel hikaye. bilmeseniz de güveniniz.

vapur ve kampüs işte, şimdilik bu kadar. benim istanbulumun çoğu bunlar zaten. banklı manklı. hazırlık yapıyorum kafamda. neyse ben video izliym. niyeyse şu full HD "24 saat istanbul - kaostan yükselen köprüsel düzen" zımbırtılarından daha güzel geldi. hani sanki bi kenarda oturup ben çekmişim gibi. ondan, evet.

günde 2 post? bu blog bunu görmeyeli ne kadar oldu, 4-5 yıl filan mı? tey tey tey.

cennet papağanı

Eşeğimi kaybedip bulduğum günler. O mu bu mu derken, tanıdık sularda yüzerken, dalgalanmalar. Ne istediğini bilmeyip ne istemediğinden emin olmalar. Neyse, ilk kez zihin gücüyle bir şeyler başarmış olabilirim. Öyle anmayı tercih ediyorum. Hepimiz Matilda okuyarak büyüdük ve bazılarımız onu çok sevdi. Müzikaline hâlâ gidemediğim Matilda.

Bi kazan tiramisu yaptım dün, daha çok kendime. dolaba attım ki bugüne hazır olsun. Çarpıntım vardı, bugün de biraz var; ama fon müziği gibi. takılmıyorum. koza ören böcekler ve yuva yapan kuşlar ve erzak depolayan eski kuşak. neyse, iyi haberler aldım. kahve içtim. sigara da içecektim arada bi yaptığım üzere; paket evdeydi. vazgeçtim. dergiler aldım. o arada hava soğudu. eve koştum. oturup derin bi nefes aldım. "oh" dedim. oh. hepimizin dua eder gibi tekrarladığı üzere: hayat kısa/ kuşlar uçuyor. işte buna tam bi oh.

bugün istanbul'da lodos fırtınası varmış. boğazın lodos rengini çok severim, dönüvermesini, derinleşmesini. benim içinmiş bugünkü lodos, istanbul'un ufak jestleri işte bunlar. teşekkür ederim.

*

uğur mumcu'nun arabasının enkazını ailesine vermişler. hani yaraları bir ihtimal biraz kabuk bağladıysa 20 yıl içinde, tuzlayıp, ahmak ayaklarla ezip yeniden acıdığından emin olmak için. o küçük oğlanın, o küçük kızın büyürken kendilerine ikinci bi deri bellediği acı, onlara asla huzur veremesin diye yaptılar bunu. öylesine değil. reel politik, sürreel hukuk da değil. mahkeme kararı diyebilirsiniz; pek bi mantıklı giriş-gelişme-sonuç-karar-hüküm-savcı- hakim-avukat- tutanak- mübaşir zinciri diyebilirsiniz. sizin dediklerinizi duymak zorunda olmadığım gibi, olanları sizin anlattığınız şekilde anlamayı da reddediyorum. elimden bu geliyor. bir şeyin kendi kitabına uygun olması, kitabın mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. keza bir şeyin kanunlara uygun olması, o kanunu eleştirmeyi de engellemez. geri kalan her şey için hak, hukuk, hakkaniyet ve diğerleri. fade out.

bi caddeye adını verip geçtiğiniz bir adam. 20 yıl sonra ailesini kanattınız. bir caddeye adını bile vermeyi çok gördüğünüz başka bir adam. 6 yıl oldu bak. ben o "vurdular derya, öldü" mesajını alalı, kulaklarım uğuldayarak mağazanın ortasında ağlayalı 6 yıl olmuş. uzaktaydım. türkiye'de yer yerinden oynar diye düşündüm. istanbul, ayağa kalkar. şişli'ye akar istanbul ve "yeter lan artık" der. çatlar. yağar. sahiden çok inanmıştım buna. olmadı. oldu tabii, yüzbinler yürüdü; ama işte, olmadı, yetmedi, yürüyenlere tükürenler baki kaldı. ben uzaktaydım ve çok şaşırdım. sonra şaşırdığıma şaşırdım. herkes bir acıyı alıp, diğeriyle çarpıp, öbürüne bölüp sidik yarıştırmakla meşguldü. uzakta olunca bakıp bakıp "yazık şu halimize" demek daha kolay. dedim. sonraki yıl dönümlerinde şehirdeysem gittim hep. sonuçta bi balkonun önünde durup ağlayan binlerce insan olmak, garip bi terapi. biraz bencilce, biraz hastalıklı; ama terapi. hem bak: hatırlıyorum. hatırlıyorlar. hatırlamak kocaman bir direniş.

ay ona gittin de buna da gittin mi? ay ona ağladın buna da ağladın mı? ay ona ak da buna bok mu?

susun. benim kaç yere gittiğimden çok, sizin niye hiç kıçınızı niye kaldırmadığınız mühim. ne sidik yarıştırırım ne de acı. üstelik inanmazsınız, insan kalbi birden çok şeye acıyabilecek kadar geniştir. içim daralıyor sizin bu derbi günü çıldıran futbol holiganı hallerinizden.

küçüklüğümden beri birilerini öldürdünüz ve ben her birini tazecik hatırlamakla lanetlendim. hiç şikayetim yok; hatırlamak bir kurtuluştur. bilmekten farklı olarak hatırlamak, neyin ne kadar acıdığı konusunda sizi her daim uyanık tutar. bilirsiniz; o araba hurdasının verdiği acıyı. halaskargazi caddesi tabelasının verdiği acıyı da bilirsiniz. "metin ol" diyen anneyi bilirsiniz, cadde isimlerini, okkanları, kışlalıları.

ya ben salak gibi, hâlâ "benim annem cumartesi" dinleyip dinleyip ağlıyorum. mesela bakkala giderken filan. denk gelince değiştirmiyorum, hızlı hızlı yürürken akıyo iki damla yaşım, rahatlıyorum. rutinleşmiş bile olabilir. ne bileyim, bu şarkının yazılmasında büyük acılar var, tamam; ama bu şarkıyı yazabilen adamlar da var. ben onların iyiliğine ağlıyorum biraz da sanırım, az da olsa varlar diye. yoksa delirirdik. kaç balkonun altında, kaç kez toplanabilir ki insan? gerçi bir meydanda 408 kere buluşmak da mümkün Türkiye'de. 408 kez aynı şeyleri söylemek ve duymak için.

herkesin miladı kendine. 19 ocak benimki, "bu yıl da olmadı" deme tarihim. olmadı. sizin tarihleriniz, miladlarınız da sizin olsun, aynı kuyuya taş attık diye aynı dileği tutacak değiliz. olsun. benim için bu 19 ocak da aynı şey: yine olmadı. yine beceremedik. sonra işte, "aslında zor değil": belki bir gün beceririz. enseyi karartmayınız. bir miladınız olsun ki sene-i devriyesini bilin, unutmayın.


19 ocak bu yıl cumartesiye denk geliyor. gidecekleri zaten biliyorum. sizin de içinizden geçiyorsa; ama şu meşum "olay çıkar, gaz sıkarlar" korkusundaysanız, bir şey olmuyor, merak etmeyin. slogan atmanız da gerekmiyor, en önde durmanız da. orada bulunmanız yeterli. hevesli üniversite öğrencilerinden bakkal amcaya kadar herkes gidiyor. herkes birbirinin acısına deva. zaten yalnız bıraktığınız an tuzu basıveriyorlar, safları sıkı tutmak lazım o yüzden.

Neyse, yine uzattım.  Tüm bunları benden daha iyi yazan var, onu okuyun: Elif Key.

*
not: Londra cennet papağanı doluymuş meğer. Bizim parktaki bir ağaçta onlarca, yemyeşil papağan uçuyordu. Bi vakit bi stüdyodan kaçmışlar. Ben de ağacın karşısına geçip uzun uzun seyrettim geçenlerde, bu fotoğrafı düşündüm.

14 Ocak 2013 Pazartesi

Pek bi rötarlı Liverpool kaydı.

Liverpool'a gittiğimi bile unuttum nerdeyse; ama maksat post yerde kalmasın.

Bucak bucak Britanya gezimizin bu seferki durağı: Liverpool. Gitmeden önce her zamanki gibi 1-2 sayfalık görülecek yer/ gidilecek bar &restoran listesi yaptık. Şehir tam 2 günlük gezi için; ne eksik ne fazla. Ben zaten sırf Beatles için de giderdim de, şehrin hakkını vereyim, güzeldi. Zamanında köle ticaretinden vurmuş parayı; öyle ki 1850lerde londra'dan daha zengin, "ilk gökdelen"lerin yapıldığı, "avrupa'nın new york'u" bi şehirmiş.

Şehir ufak; bi uçtan bi uca yürümek en fazla 1 saat sürüyor ki bu harika. Şehir "cultural quarter", "shopping quarter" gibi bölgelere ayrılmış ve haritada işaretli. İlk gün, albert dock'a gittik. denize ulaşmak nasıl bir ferahlık, anlatamam. Tekneler, martılar ve dalga. Çok özlemişim.
Albert Dock: denize çıkan sokakların nihayeti.
 Şehrin sembolü liver kuşu. aslında mitolojik bi karakter; ama tahminen bildiğimiz karabatak bu. Pier Head'deki  Royal Liver Building'in tepesinde bu kuşların bi çift heykeli var. popüler hikaye şu: dişi olan denize bakıyor, denizcilerin eve döndüğünden emin olmak için. erkek olan şehre bakıyor; pubların açık olduğundan emin olmak için. Bir diğer efsane de "dürüst bir adam ve bir bakire bu heykellerin önünde aşık olursa, kuşlar havalanacak ve şehir yok olacak". Daha az felaket tellalı versiyon da: "binanın önünden ne zaman dürüst bir adam veya bakire bi kadın geçse kuşlar kanat çırpar".

solda Royal Liver Building ve kuşu, sağda dizi dizi binalars.

uzun uzun yürüdük, güzel binalar arasından, noel pazarının içinden geçip otelde mola verdik. sonraki istikamet, barlar bölgesi. tavsiye üzerine Alma de Cuba'ya gittik. Kokteyl menüsü pek zengin ve kurallarına sadıklar. hatta "votka-cranberry hazırlanırken taze lime suyu kullanılır" gibi ayrıntılı listeleri var. Liverpool mekanları güzel, genelde öğrenci mekanı tadında. Müzik konusunda endişeniz olmasın, Liverpool'dasınız.

liverpool ve gece vakti insanı düşündüren soruları
ikinci güne şehrin doğusuna yürüyüp iki büyük katedralini görmekle başladık. İlki katolik, Metropolitan katedrali. gayet modern bi bina, 1967'de tamamlanmış. Çanlar çalıyordu pazar ayini için, pek de kalabalıktı.
üstte Metropolitan Katedrali, altta Liverpool Katedrali.
İki katedral arasındaki sokağın adı (tesadüfen) hope street. güzel, şık evlerle dolu bi sokak. oradan diğer katedrale yürüdük. Anglikan olan Liverpool Katedrali ilk görüşte ihtişamlı bir gotik eser. Sonra okuyunca görüyorsunuz ki fikren 1900lerin başında temelleri atılmış; ama araya savaşlar girince ertelenmiş ve ilk ayin 1978'de anca yapılabilmiş. Biraz hüsran; ama güzel bir bahçesi var; mezar taşlarının arasından yürüyerek geçiliyor.

Çin Mahallesi girişi ve güzelim café Leaf.

Cultural Quarter'ın çiçeği World Museum (o binaların tamamı tek bi müze, evet).


Bu arada, şehrin bi kısmı AVM. Evet tek bi AVM. Liverpool One denen açık hava alışveriş merkezi beni dehşete düşürdü. Sokaklarca devam ediyor, 5-6 Kanyon ebatında, belki daha büyük. Biraz ürkütücü. Neyse, bolca yürüyüş sonrası, Albert Dock'a geri dönüp the Beatles Story'ye girdik. Huşu içinde gezdim, en son biz çıktık müzeden; belki biraz da kovulduk. Canım beatles. Fotoğraflar eh işte; ama bulunsun.

Temsili Cavern Club'da oturdum uzun uzun.
Neyse efendim, ertesi gün dönüş yolu. Tren güzergahları zaten sel sebebiyle değiştirilmişti; ama yetmedi, güzel bi rötar yedik. 2,5 saatlik yol 5 saate erdi. Londra'ya ulaştıktan sonra az bi dinlenip, noel yemeğine gittik. Bol yemekli, bol içkili mis bir akşamla dinlendik.

Burda da masal bitmiiiiş.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Tabu asla sadece bi oyun değildir.

Eski bloggerlardan sütlü hanım yolladı bunu. Haber verdi diyeyim, daha doğrusu. Burada dursun, izleyin. Tanıdık mekanlar görebilirsiniz veya benim gibi, tanıdık yüzler bile görme ihtimaliniz var.



spoiler: "şimdi, bunlar da insan".

7 Ocak 2013 Pazartesi

pizza

Bi liverpool postu yazıyorum, sakız oldukça içim bayıldı. neyse, fotoğrafları kaldı.
Yeni yıl da kutlu mutlu olsundur bu arada. 2013'ten kimse bi şi beklemiyo, beklenmedik şeyler yapacak o da işte kendince.

*

Londra'yı seviyorum. İngiltere'yi? bilmem. Göçmen bürosu Home Office'ten İngiliz SGK'sı NHS'e kadar, her kurumdan nefret ediyorum. "aa türk müsün, ingilizcen iyi?" diyen her ingilize de küfretmek istiyorum ki daha da takdir etsinler ingilizcemi. doktor randevusu alırken bile bu muhabbetin dönmesinden, göçmenlikten, göçmen bile olamamış araflığımdan sıkıldım. ha geçecek mi, geçecek evet. bu 4-5 aylık vize bekleme dönemini gülerek anlatırım artık torunlarıma. Marketten şarap alırken bile pasaport soruyolar. fotokopisini de beğenmiyolar. "mahmut" diyorum ben de. satıyolar şarabı.

bu ara, sahiden yeter. bu ara yorgunum. bu ara "şey NHS kaydım yok ama bak bi sor niye?" paragraflarımdan sıkıldım. her ufacık konunun bile kuyruğuna paragraflarca açıklama iliştirmek zorunda olmaktan sıkıldım. sıkılmamdan sıkıldım. bu ara telefonda bekleme müziklerinden, expedite mektuplarından, milletvekiline durum anlatmalardan, tracker zımbırtılarından - her şeyden sıkıldım. hollandadan miras, "bayır aşağı koşma hasreti" yine bizlerle, hoşgelmiş.

ben sadece 21 ocak için güzel, iki kişilik bi tatil planı yapmak istiyodum. şöyle dere tepe yürümek mi olur, ne olursa. yapamıyorum. olsun. 28 ocak olur. ne var? bok var, bok. hep değişmeler var. bildik yollarda yürümekten bıkmayışım var. salaklığıma doymayışım var. bunlar var; ama işte bunun yanında sevgi var, güven var, mutluluk var. eksi-artı gidiyorum, kendimi harcamıyorum. hayır hayır, asla. n'apıyoruuuuz, kendimizi ççoook seviyoruuuuz. aynalara bakıp büyük aşk yaşıyoruuuuz, yanağımızdan iki makas alıyoruuuuz.
biraz numb bir hal. bugün böyle. geçer bi 10 güne. teşhis-tedavi.

kar filan yağmış oralarda. bizse sabit bir 10 derecenin içinde, bazen kuru ve rüzgarlı, bazen ılık ve yağışlı, geçiriveriyoruz. hava bile sabit. o bile değişmiyo. süpermarket kasiyeri gibi günler geçiriyorum; aynı ışık, aynı sandalye. öyle işte. the nemrutluks. pause'a bas. parmağını bile kaldırma, tut öyle. nemrut seni.

en sevdiğim yemeği sordular bugün. öyle de beklemezken sordular ki. "bilmiyorum" diye güldüm. kadın da güldü. midye tava geldi aslında aklıma, özlediğim için herhalde; ama anlamaz ki. zaten anlatmakla uğraşmam. düşündüm, "pizza" dedim, yakınlarda yedik diye. oysa galiba cevap yumurta. her halini sevdiğim, her durumda yiyeceğim yegane şey yumurta. belki peynir ve yoğurt, bi de. pek "yemek" değil gerçi bunlar, kahvaltılık malzeme. neyse, pizza dedim ben bunlar yerine. her cümle kısalsın, kısacık olup bi an önce bitsin diye.

*
Neyse. Aslında bunu demeyecektim. Kamu spotu alacaktım.

Ayça Londra'ya gelse ne güzel olur! Ona oy verseniz mesela? Ayça bunu çok istiyor, çok da hak ediyor.
Şöyle bak: facebook'a girdin. Şu sayfaya gidiyosun.
uygulamayı kabul ediyosun.

"fotoğraflara bak" diyosun, arama: Ayca Kubat. hop, oyunu veriyosun. Ertelemiyosun, ayın 15'ine kadar süre var.

"Ayça babamın oğlu mu yeaaa?" diyecek olursan, açıp okuyosun. Ayça'yla tanışıyosun. Yani öyle tanıdığa kıyak çekmekten daha başka bi hikaye var, görüyosun. 

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker