30 Aralık 2007 Pazar

fırt.

blogumla aşk tazelemek istiyorum. sağ taraftaki kırlangıçlara katılmayı da istiyorum ayrıca. sürü sürü üstüme uçsunlar istiyorum mesela. bi de denizin üstünde güneş parlasın, hava ayaz olmasın, tadına varayım. ben en çok ışınlanabilmeyi istiyorum; ama sanırım o bekliycek biraz. sevdiğim kokuları yakınımda istiyorum.

bunu yeni yıl listesi sanana gülerim. yeni yıl dileğim bir tane:
yapmak.

hamle yapmak.
gönlümdekini yapmak.
gönlümdekini yapmak için hamle yapmak.
gönlümdekini ve hamleyi bilmek kalıyor geriye. 3 nalla bir at yani.

28 Aralık 2007 Cuma

3 saat ileriye dönmek istiyorum.

bugün az kalsın burcu bööyyyük bi top kıl yutacaktı ki durdu.
belgeleriyle kanıtlayabilirim.
iyi ki durdu yani. ıyy çok iğrenç olurdu yoksa.

ankara tribecaya benden 5 yaş ve daha genç olanlar alınmasın. yaşımın kaç olduğu mühim değil. benimle değişsin bu sınır her yıl. mekan fönlü perçemli kızlar ve fönsüz perçemli erkekler öbeği dolmuş. öbek öbek perçem etraf, hepsi sağdan sola, soldan sağa savuruyo. ben yoruldum izlerken. ayrıca o köşedeki masaya da azerin adı verilsin. resmen emeği var orda. minderlere de benim ve burcunun. noktaları birleştirme heveslisi okuyucu var ise: hayır tribeca içinden kıl çıkan yemekler getirmiyo, telaş yok.

yan masadaki kız, arkadaşlarına "çok eğlenirseniz beni arayın, geri gelirim" dedi giderken. tuhaftır ki sadece biz bunu "şu an sıkıcısınız, onun için gidiyorum" diye anladık. onlar "hıı hıı" dedi.

aman, eğlenmediler zaten. bi biz eğlendik. hıh.

bi de rica edicem filistin kurtuluş ordusu'ndan arak fularla çok bi emo, çok bi bohem, çok bi bi şi olduk sanmasın taze ergenler. bildiğin poşu güzelim o. H&M renklilerini yaptı da yeni bi şi diil ki bu. kamerunda var yeşil-beyazı misal. avrupadaki yaşıtların cehaletten kaz ayağı etnik desen diye takıyo, sen o kadar gerzek olma bari. kendine yabancı haller. peh. bi şi değil, her şeye bayrak şu günlerde "hiiii poşuuuu" diye milli bir hezeyanla linç edilirsin valla. gülmekten yardım da edemem.

ankaraya bi şi yağsın nolur. dolu bile olur. çatlasın gök artık, içim şişti.

26 Aralık 2007 Çarşamba

picamalarla geçen ikinci gün.


ben sıkılınca boncuklara sarıyorum.

bazen cidden çok sıkılıyorum.
böyle bi günde yüzük yapmayı keşfettim blog. çok heyecanlıydı.

boncuklarım henüz ankara'ya gelmedi, kolilerin içindeler, haliyle saramadım.
soğuktan atıl haldeyim blog. aatıl. uzun a.

25 Aralık 2007 Salı

06

ben evime döndüm. ve lakin bu oda ve bu ev tamamen ev hissi veremiyor bana. 5 yıldır yurtta yaşayan biri olarak bu odayla bağım toplamda 4 aylık. eski evle olan duygusal bağım taşınmamızın üstünden 3 yıl geçmesine rağmen sürüyo. neyse, neticede geldim ben. burayı da oda yapıcam artık bi şekilde.

ama ev gibi oda da ufak. ufaklığının farkında olmadan kocaman bi masaya sahip mesela. annesinin ayakkabısını giyen kız çocuğu gibi. kocaman bi masa. 2 bavul. ben. bavulları boşalttım, sığdılar bi yerlere. koliler yolda. sığacaklar bir yerlere. ama ben öncelikle 5 yıldır kaçtığım atma/arınma işlemini gerçekleştiricem. temizlik. ertelenemez halde. nezleyim, o da ertelenmiyo maalesef. kuru öksürük çok çirkin bi şi.

neyse... bayram coşkusu falan yaşamadım bu yıl, hollanda'daydım. sonra tam hollanda christmas için coşacakken de buraya geldim. böyle işte, kutlamaları kutlamıyorum ve bu tuhaf bi şekilde huzurlu. annemlere de hediyelerini erken verdim, 31 aralıktan da yırtıcam bu gidişle.

bi evde yaşamak zor. ben tatilde evine gidip "canım ailem canım annem ne güzel bi aradayız" neşesini yaşayamam pek. yani, pek bi sevişiriz de... ne bileyim işte. uzun sürmez. kavga etmek de değil. uf tarifi zor. tempo çakışması diyelim. herkesin kendi temposu var ve kimse uzlaşmıyo. tempolar çakışmakta, ankara soğuk ve biz eve kapandık, haliyle tempolar iyice çakışacak.. şimdilik iyiyiz gerçi; ama sanırım ben kendi evimsi yerimde daha rahat ediyorum. yalnız olunca o evimsi yerde... alışmışım. neyse işte. ev reçeli gibisi yok diye bağlayalım bu paragrafı ben ve ben.

eve döndüm de, odama dönemedim hala. bir yığın iş yapmak istiyorum odada.

***

bi de bakanlık (öhöm hangisi? eveet kültür için olaan) darbe dönemi el koyup yasakladığı bütün Yılmaz Güney film arşivini çürütmüş. gitmiş filmler. 28 film. depoda çürümüş. sonra bana yetmemiş bu haber, aptalım çünkü, gidip okuyucu yorumlarını okumuşum... odam iyice ufalmış. ben de ufalmışım.

her bir şeye kutuplaşmayı o kadar çok seviyoruz ki... keçi inadımız sayesinde uzlaşmamız gerekmediği gibi, tartışmamıza bile gerek kalmıyor. tartışmayı bilmeyen bir millet için akıllıca bi çözüm. kıçıikikanatlılar olarak evrimleşiriz artık.

23 Aralık 2007 Pazar

hcg okumalari

evet tutamıyorum.. bir pazar sabahı hcg okumaları. hafif ateş, yarı boş bavul.. olsun.

yazısını yazış nedenini anlıyorum, tamam. niye sinirlendiğini de anlıyorum, tamam. ve lakin bir uçtan bir uca savrulurken arada kırıp döktükleri nedir, aldırdığı yok. bilimsel geçerliliği olmayan bir araştırmayı yine bilimsel bir alan olmayan gazeteden okumuş, sinirlenmiş. hcg'yı tutmayın. ben kelime seçimleri konusunda, cümle kuruş konusunda hassasım. özellikle biri bunu "yorum" adı altında bir gazete köşesinde yapıyorsa. elden ne gelir, herkesin bir takıntısı var. cümlelere paragraflara gelelim:

Sevgili okuyucular, Allah aşkına siz kimsiniz? (...) Elbette önce insansınız ama daha sonra da Türksünüz, Müslümansınız . Kiminize Kürt, Arap, Laz filan diye alt kimliğinizle de hitap edilebilir, az bir kısmınız Müslüman olmayabilir; lâkin hepiniz Türk Milleti'nin mensuplarısınız. : yani bu eşittir türksünüz müslümansınız. kısaca. uzatmayınız. türk milletinin mensupları olarak, otomatikman. yazımın tamamı "etnik" türklerle ilgili; ama açılışı vatandaşlık üzerinden yapıyorum. laz kürt filan. falan filan. teferruat. az bi kısmınız müslüman olmayabilir. az ama.

Türkiye'de aslâ bir 'kimlik sorunu' yoktur. Sadece, belirli maksatlarla ortalığı karıştırıp huzurumuzu bozmak isteyenler vardır.: zira kadın, eşcinsel, genç, çocuk, köylü, göçmen vs olmayı ve buna bağlı kimlik sorunlarını görmezden geliyorum. benim için kimlik etnisitedir, kafa kağıdıdır (deryik notu: ne komik, ben olsam türkiyede kimlikler sorunu vardır derdim. neyse).. orda da türk müslüman yazıyo. tıp. bu söylemi de devletten ödünç aldım ben, 1980den beri bi gıdım ilerlemedim. sorunları inkarı çözüm sanıyorum.

Hristiyan Batı, tâ Haçlı Seferlerinden beri, Anadolu coğrafyasının Müslüman Türklerin yurdu olmasını bir türlü kabullenememiştir. Bu güzel vatanın sahibi olan Türklere daima müstevlî ve barbar gözüyle bakılmıştır. Onlara ve kompleksli bazı aydın tâifesine göre, 11. yüzyılda gelen bir avuç aşiret, Anadolu 'nun 'gerçek' (!) sahiplerini kılıç zoruyla Türkleştirmiştir: (deryik notu: e tabii ki sindirememiş batı kısmına katılıyorum kısmen. dedim ya mesele ne dediği değil nasıl dediği.. neyse, yazalım..) yani gelen her müslüman türktü ve her türk müslümandı. 11. yy anadolusundaki zerdüşt türkler, pagan türkmenler falan filan- ters bana. mehmet karakalemin çizimleri falan. fasa fiso. gök tengri kısa bi süreydi, unutmaya çalışıyoruz. türklerin islama geçişi topluca, bi gecede oldu ya zaten... bi avuç aşiretten ziyade, misal, osmanlı isyan eden köylerin nüfuslarını topluca balkanlarla değiştirmişti. bunu ders kitapları diyo ama ben lisede bile tarih okumadım.aynı hıristiyan batı gayet hıristiyan bizans'a da saldırmıştı ama teferruat. ayrıca "bu güzel vatanın sahibi müslüman türklerdir" derken ırkçı olmadığımdan çok eminim zira geriye kalanları az önce "filan" ve "az bi kısmınız" diyerek konuya dahil ettim.

Böylece, genlerimizin Yunanlılarla daha yakın olduğu iddia edilmiş; ayrıca Mezopotamya vurgusuyla Kürtler, Urartu vurgusuyla da Ermeniler kastedilmiştir. : ee yani? kürt, ermeni olsak nolur be kuzum? bu kadar mı kanını donduruyor? yunandan azıcık kan geçmiş olsa damarından mı akmayacak? "o da var, biz hepsiyiz, neden seçelim ki" demek bu kadar mı zor? dehşete düşmenin sebebi nedir? ermeniler urartulu mu? daha demin türkler urartulu değil demedin mi? ne diyosun sen?? şu an mezopotamyada kürtten çok arap yaşamıyor mu? noluyoruz? asurlular kürt mü? sen geldiğinde o adamlar bi anda tası tarağı toplayıp yok olmadı ya. ya da senden önce bizans, helen geldiğinde? asimile olmak nedir 101.

Gülünç iddialara cevabımız... Bu saçma iddiaları bir sohbet yazısı çerçevesinde cevaplandırmak zordur. Ancak, çok özet şekilde bazı hususlara temas edeceğiz: tabii ki bir hcg klasiği olarak, çoğul konuşuyorlar ki ağırlığı artsın. buradaki maddeler görece akla mantığa uygun. hasan ve celal güzel güzel anlatıyor. ilk 2 maddede kendisiyle, son maddede de 2. maddeyle çelişiyorlar. olsun varsın. her ikisinin de etnik olarak türk ve din olarak müslüman olduğunu beynimize kazıdık, hiç unutmiycaz.

Benim Çorum'lum Hattuşaş'lı değildir; adı da Şappililulium değil Mehmet'tir. Benim Polatlı'lım Gordion'lu değildir; adı da Midas değil Oğuz'dur. Benim İzmir'lim Efes'li, Milet'li değildir; adı da Hasan Tahsin'dir. Benim Van'lım Tuşba'lı Haldi değil, halis muhlis Halit'tir: haliyle ben Çorumluma hattuşaş'ı anlatmam, Polatlım gordion'u bilmez. binlerce km öteden taş izlemeye gelen sarı pipililere acıyarak bakarız. benim Çorumlum Gordionlu değildir ama ne fayda, Çorum Çorum olmadan önce Gordion'dur aslında. hayır hayır, direneceğim bu fikre. bi gün olsun "izmir efes'i de kapsıyor, bu toprağın tarihi ordan başlıyor, ben yaratmadım belki o tarihi ama ben koruyorum ve ben bununla gurur duyuyorum" demesinler aman. ayrıca hala -li yapım ekinin birleşik yazıldığını bilmiyorum. has türküm ama ben-- türkçe türkçe.

****

neyse dediğim gibi... bir hcg okuması daha burda sona eriyor. ben "hepimiz hititiz" demiyorum elbet, e değiliz çünkü. bugün bir yunana (ki yunan kelimesi iyon kelimesinden gelir) iyonyayı hatırlattığınızda bunu aşağılama sayıyor zira o kendine hellas demiş, helenleri hatırlamak istiyor. ve lakin canımın içi, helenden önce iyondun işte. az buçuğun. hani belki biz de.. bi ihtimal.. şanlı türkiye cumhuriyetiiii ve yüce osmanlı imparatorluğuuu olmadan önce ufak tefek şeyler olmuşuzdur, birileriyle karışmışızdır... nolur yani? genetik ilmi der ki karıştıkça kuvvetlenir genler. ari ırklar en zayıflarıdır yani aslında. kafatasçı olacaksak bari mantığımız doğru olsun.

özetle yine bir hcg duygusallığı yaşadık ben ve ben. tamam, duyurduğu araştırmaya biz de karşı çıkıyoruz ama kendisine katılamıyoruz maalesef. hasan ve celal, ben ve ben yine yeniden hayalkırıklığına uğradık. bi dahakine... tercihen içlenmeden yazınız. kimse sizin türk-islam kimliğinize göz dikmedi. benim gibiler için konuşuyolar, hani değil 5 bin yıl, 3 kuşak ötesinin izini yitirmiş bi kısım var bu ülkede, savaşlarla. gen haritasını bilmeyen ve aslında bilmek de istemeyen birileri var. karışmakta beis görmeyen. gizlice bundan huzur duyan. var işte bi grup kimliksiz piç, neylersin.

sakin. derin nefes hcg. geçti.

21 Aralık 2007 Cuma

hayir, kufretmiycem.

ne zamandir kampuste kurban kesiyoruz?

marmara universitesi- ilahiyat fakultesi. 2008 yilina 10 gun kala universite nedir, kurban nedir, din nedir, kesim alani nedir hala bilmeyenlerin, bilemeyenlerin ve bildirmeyenlerin memleketinde kanli bir kampus. once kurban pazari kuruluyor kampuste sonra kesimhane -- dogal olarak. belediye yer gostermis ne fayda, universite bahcesi kapilarini acmis, din adami yetistirdigi kampusun ortasinda adami dinden cikaracak kadar fevri ve ici bos isler yapiyor.

luzumsuz isler muduru der annem bana bazen.
ben ne ki, sapka cikartiyorum bu insanlara.


saf miyim salak miyim secemiyorum. hani bi gun ilahiyat fakulteleri cidden teoloji calissa mesela, islam ilminden oteye... bi an ayni kampusun suluboya fircalari ve paskalya yumurtalariyla doldugunu hayal eder gibi... laf benimki. beklentinizi yukseltin ki altinda kalinca caniniz ciksin. elinde bicak teror sacan bu ayni insanlar sonra domuz yemiyo helal degil diye ya da tirim tirim halal damgasi araniyo yurtdisinda. bicakladigin hayvan kanlar icinde otobanda kosunca eti helal oluyor ama. . ya da bacagindan cengele gecirip bogurte bogurte katledince mesela- hem de allah adina. sevaplarin bir dag boyu. nasil bir azim... bana "guuc bende artiiik" kilicini hatirlatiyor.sonra mancinikla, lav silahiyla falan isini bitiriyosun, istanbullu buyukbas hayvana karsi. kurban kesemiyorsan kesmeyeceksin beyim. "kesmeyi deneyeyim elbet cani cikar bi noktada" diye hayvana girismek bir nedir? sirat koprusunde sirtindan atar o hayvan seni insallah.

yemisim ikiyuzlu dinciligi. birak yahu. "oh bu bayram da kestik" mi diyo yani evine gidince? ben anlamoor. git kesim yerine, orda kes. ya da kestir, neyse. o kadar lazimsa. hayvan kurban edicem diye insanliktan cikmayi din adina yapmak nasil bir hezeyandir bilmiyorum. bi yandan da... insanliktan cikarken bunu din adina yapmak da ilk kez yasanmiyor be deryik. di mi yani. bir seylerin adina insanliktan cikiyoruz surekli... bu seferki de din adina.

***
demistim, saf miyim salak miyim secemiyorum.
sinirliyim, o kesin.
sinirden sessizligimi bozdum.
oysa tam bilmemkac gundur ne guzel susuyodum. ilk kez.
nezleyim ben, yolcuyum ben. iki hal de gecene kadar susuyorum. guzel bi si.

cizgilerle nazim hikmet

savas dincel de gitti iste.


not: araya devam ama dayanamadim.

12 Aralık 2007 Çarşamba

57


bir sonraki emrime kadar bu blogda gri bir bulut ve uzun bir suskunluk hakim.

fonda "ben nerde yanlis yaptim" caliyo.isteyen bi ufak raki gonderebilir.


aciklama yapmiyorum, hih iste. takat meselesi.

koli yapicam gidicem burdan.peh.

10 Aralık 2007 Pazartesi

keç

dini kısmını bilmem. Adana büyükşehir belediye başkanı "bayramda keçi kesin" demiş. açıklaması şu:

Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Aytaç Durak, Kurban Bayramı'nda ormanların korunması için keçi kesilmesini önerdi. Türkiye'de 5-7 milyon hayvanın kurban edildiğini belirten Durak, "Türkiye'de 6 milyon keçi var. Vatandaşlarımız keçi keserlerse, bu işi bir kalemde bitiririz" dedi.

güleyim mi ağlayayım mı bilemiyorum ama Aytaç Bey'in bir kalemde bitirmek istediği şey resmen TÜM türkiyedeki keçi popülasyonu. ve bunu yaparken bir de sevaba girerek bir taşla iki kuş vurmak istiyor- adana belediyesinden pazarlama taktikleri. ekolojik denge nedir, o hayvan ormanda dağda ne işe yarar bilip bilmeden cin fikirlerle ortaya çıkmak çok acı. bir benzerini tavuk itlafını takiben keneler bastığında görmüştük. ya da çekirge istilaları. yine bir adet insanoğlunun ağzı açık doğaya hayran olma seremonisi: "vaaaon tavuk haa, kene haaa"...

keçi deyip geçmeyin aytaç bey. yarın öbür gün kılına hasret kalırsınız. zira otlayan hayvanların hepsi öyle dümdüz çim yemiyo. inekler mesela (sıkılacaksanız bırakın burda, uyariym), otun üst kısımlarını yerken, koyunlar diplerini kemiriyo. safi koyununuz olursa örneğin, otlağınızda ot kalmaz, yenisi büyüyemeden yer koyunlar. sonra o bölgeye kuş gelmez zira kuşlar otların arasına yuvalıyor. nedir, yabani otlar sarar etrafı. dikenli. küçük memeliler bölgeyi terk etmeye başlar. ortalığı bolca sürüngen basar. keçi bokunda yararlı böcekler bile büyüyo olabilir. falan filan. özetle kıvırcık koyununuzun güzel gözü için doğadaki dengeden olursunuz. mümkün.

hem keçi inatçı hayvan. allahtan. onun yerine hafif bir zooloji bilgisiyle keçinin hasarını azaltacak bir şeyler bulunabilir. maksat toplu kıyımdan önce niyet.

sessiz sedasız

Koku. koku her zaman güzel bir şey değil- bakınız istanbul ve kurbağalıdere, ankara ve mamak. Belirli kokulara tahammülümüz yok. mesela bayat yumurta. o yüzdendir ki gaz kaçağı erken fark edilsin diye bozuk yumurta aromalı bi uyarı sistemi yerleştirmiş doğalgaz yetkilileri. bizim apartmanın tamamı koktuğunda öğrenmiş olduk birkaç yıl önce. yani bir uyarı sistemi olarak koku. koku algısı da tuhaf bi şi, diğer duyu organlarıyla takılmıyo, ayrı bi yeri var beyinde. kitabı var filmi var; ama o değil konumuz.

konumuz şu: siz uykunuzdan berbat bir kokuyla uyandınız mı hiç? gürültünün aksine kokudan pek kaçışınız yoktur. ya burundan girer, ya ağızdan; ki koku değil aroma olarak algılamak istemeyeceğiniz bir sürü şey var. nefesinizdir koku. çam ağacıdır, çöp kamyonudur; ama nefesinizdir. kaçınılmaz bir algı koku yani- tabii herhangi bir sağlık problemi yoksa (önceki örneğe ithafen: bütün apartman çıldırmış vaziyette bozuk yumurtayı ararken apartman görevlimiz hiiiiç koku almıyordu). ya da mesela balık kokusu. sevmeyen için haşlanmış karnıbahar. yani koku illa güzel bir şey olmadığı gibi, üstelik bir de kaçınılmaz.

şimdi bi de bu kokunun genzinizi yakarak sizi uykunuzdan uyandıran kimyasal bir bir kimbilir ne olduğu düşünün. her sabah. rüyanızın ortasında, 2 saatlik uykunuzda, çocuğunuzun hasta halinde...1 yıl boyunca. sanayii bölgesi. her gün her gün her gün. mesela deri fabrikası. mesela zeytinyağı fabrikası. ilaç fabrikası. her gün. ve bu kokuyu aldığınızda beyninizden tek bir cümle geçsin: "bu kadar kötü kokuyosa, kimbilir ciğerlerime noluyo?"... zira bunca evrim sürecinde koku algımız bizi bissürü bissürü kötülükten korumuş süper bi şi aslında (misal bozuk yemek. zehirlenmemek). haliyle her sabah böyle uyanan burnunuz çıldırmış vaziyette, milenyumlardır süren görev bilinciyle sizi uyarıyor. hüstın, sıçtın. böyle yani. bi tuhaflık var, farkına var.

şikayet ettiniz, belgeler imzalar, tutanaklar. koku tutanağı var mı acaba? on yüz bin bakanlık "bu sanayii işi/ ama sağlık şikayeti/ ama çevre sorunu/ ama belediye sınırı" şeklinde paslaşa paslaşa sizi kudurttu ve hala fonda tabaklanan deri kokusu var. ceza kesiliyor, ceza kesmek süper bir aletidir devletin; kirleten öder-- ve ödeyebilen kirletir. böylece kokuyorsunuz, koku koku. bilmediğiniz kokular üstelik, genzinizdeki acı size burnunuzu ciddiye almanız gerektiğini söylüyor. koku sınır, bölge tanımayan bir şey, rüzgar göre savruluyor, insan algısının "kim yaptı, hanginiz?" takıntısıyla alay edercesine her yere her yere yayılıyor. bir koca ilçe kokuyor ve kokluyor. her gün. ciğerlerine. sessiz sedasız. kimse bilmez kimse görmez.

tuzla'ya hoşgeldiniz.

8 Aralık 2007 Cumartesi

pırtık

bazen acaba felaket haberleri blogu muyum neyim ben diye endişeleniyorum. ya da şöyle diyeyim: iç açacak haber vermişliğim yok resmen. arada tek tük sergi konser, böyle bir TRT2 tadında, akşama doğru. fena yani. hani ben bile kendi bloguma bakınca daralıyorum bazen. hani kuşlar falan tamamen yalan, mkazanasmaz yazım da olmasa burda eğlencelik bi şi yok.


ben bu bu ben. neyse bir ilki başardım, postaneye gidip koli fiyatlarını öğrendim. kıpırdadım yani. üstelik bu ayazda. kazıkçı firmanın üçte biri fiyat verdikleri için mutlu oldum. sonra işler saçmalaştı. mezuniyetim var, eh el yüz biraz düzgün olsun tabii... gerçi seyirci kısmında benim için gelen bir insan bile yok (hulusi, velim olur musun?) ama olsun. neyse... indirim vardı. ben ayakkabı aldım. 30 öro. rugan. topuklu. rugan ayakkabı bayram demek, düğün demek değil mi kent şekerlemeleri? sonra "bi daha nerde giyerim ki" diye hayıflanırken öğrencilik yıllarımı bir sonraki emre kadar rafa kaldırdığımı hatırladım, içim rahatladı. ayakkabısınıgiymekiçinişbaşvurusuyapankız. sonra bi de korse aldım ben. kemer gibi. çok fena. fetişe yetişe nerdeyse. deryik'i hiç böyle görmediniz karesi tam. ankaraya gelişim şenliklerle, partilerle kutlansın diye yapıyorum bütün bunları.




saat farkı hesaplıyorum. hatta emir bey ve jelatine de zorla hesaplattım galiba, bunalıp bıraktılar. ben de pes ettim. ilkokul ne güzelmiş. bi kere hepimiz dehaydık kendi çapımızda. notu iyi olmayan mesela, müthiş taso oynardı falan... yani herkesin kendi klasmanını bulduğu yaşlar. sonra hayat hep bi 4 işlem, sürekli havuzlar boşalıp doluyo, manyak bi çocuk var parasını hep 22/7 gibi kesirlerle harcıyo biz üşenmeyip hesaplıyoruz, torbadan top çekiliyo, kare çembere teğet, pi üç falan filan... bakınız cem yılmaz. neyse işte... hepimiz adeta birer 10 haneli hesap makinası, ver bölme işlemini, ver çıkartma işlemini... oysa şimdi, seri bi şekilde cevap verilecek bi tomar saat hesabını resmen el parmaklarımla, düşünerek, yazarak ve onay arayarak yaptım. beyin hücrelerinin apansız ölümü. integral alabiliyorum ama 3x2=5 yazdığım için hoca notumu kırdı.

rusya var ya... topol füzesi denemiş. birini daha. yani füzeyi fırlatmış, nereye düşer, havada mı imha olur, nolur ben bilmem. güneyden fırlatmış yalnız; bize yakın. topol füzesi de Hiroşima'yı yok eden bombadan 52.5 kat daha güçlü bir nükleercik imiş. bu sayıları kim nasıl hesaplar, o ayrı. bir felaket ölçüsü birimi olarak Hiroşima. neyse... yani demem odur ki, nükleerimizin bayram sonrası hayırlı bir açılışla daha da büyük hayırlara vesile olacağı şu günlerde, komşuda pişer bize de düşer.
Fransa zamanında atmosferde nükleercilik oynamıştı da Japonya'da volkanlar aktive olmuştu. biz buna kısaca doğanın çiftesi diyoruz. bir garip insanoğlu olarak "vaaaooov nası yani fransadan tee japonyaya vaaaaaooovv" demekle meşgulüz bu tip olaylara. anti kunti çok bi bok bilen insanevladı 3 yaşındaki çocuk gibi "annee buna dokunursam noluuurr... bunu itersem noluuur... bu düğmeye basiym miiii" misali arsızca oynaşmakta gezegen üstünde. deniyo. deniye yanıla tabii. zira bu insanevladının yer çekiminin varlığına ikna olması bile benim gözlemlerime göre 6 ay alıyo. 1,5-2 yaş arası mütemadiyen "at.. att... attiii...naaa... att..aaaatt... atttiii" diye elindeki her şeyi fırlatan ve yoo yoo hayır, yerin çektiğini hala içine sindiremeyen bir hevesli ex-fetus. nedir, 20 sene sonra deha oldun sanki. atalarımızın dediği gibi, dünkü boktun bugün koktun aslında. hiç. top ol top ol top ol yuvarlan rusya.

resmen durduramıyorum, felaket haberleri vermekteyim. yine yaptım işte.
günlerim okulun bilgisayar labında geçiyo. oldum olası 5x4lük matris şeklinde 20 bilgisayarın bir araya gelmesinden oluşan (vb) bu toplu internet yuvalarını sevmem. BİM'i (non-boğaziçi izah: bilgi işlem merkezi) de sevmezdim pek. böyle komünist düzen bir hal, her yer beyaz, hata sonucu göz teması kuranlar hemen ekranına dönüyo, tıkı tıkı dünyayı kurtarıyoruz, yan karede berlin duvarı, hepimiz gri giymişiz. sürekli ışık açık, zamansız, hissiz. hastaneden bozma bi hal. allahtan zaman sınır yok burda. yanniii... sonsuza dek burda kalabilirim ve fark etmem. süpermarketteki kasiyer, metroda bekleyen adam ve ben. üçümüz de böyle zamansızız. hiç yaşlanmiycaz. nıhahaha.

balık tutalım. kavanoza koyalım besleyelim. ankaraya gidince japon balığı alıcam ben. azer sırf sana destek için. elimden gelen budur.

çeçe sineği bi tane, adı dej.

dejavu dej dej.

sabahları yapılacaklar listesiyle uyanmak gibi eziyetli bir şey yok. üniversite yurdumu taşırken veya buraya ilk gelişimde de olmuştu bu his ama bu sefer daha ağır.

postaneyefiyatsor*kolibul* dolduryolla* bilgisayartamiri* bisiklettamirivesatışı* bavulyap* fazlaeşyalarıver/sat* stajbaşvurusu* "beni hatırladınız mığ"maili* mailöncesiCVyazımı* referansmektubudilenmesi* odatemizleboşalt

bık bık bık. böyle sinek vızıldaması gibi, insanın beynini yiyo zira ben bugün de bunlardan hiçbirini hayata geçirmiyciim. vicdan sinekleri.

şu ilk üç kısım mesela. koli bulmak. büyük karton kutu işte, dolduruyosun koli oluyo. yok yok yok. olanlar çok ufak. sonra bilgisayar... windows yüklemek ne kadar sürebilir ki? bunalç. bahanem tabii ki çok, zira mütemadiyen erteleyebilmek için kişinin kendini ikna edebilmesi de bir sanat ama karın doyurmuyor atam. hava çok sevimsiz. burda (den haag, okul kütüphanesi) olmak istemiyorum aslında; ama bu havada yürüyecek kadar da bunalmadım yani. ay hep aynı şeyleri yazıyorum. tezim bitti boşluktayım. ankara ataletine kavuşup bir adet minder mantarı oluciim. sonra işte belki belki puf.

staj başvurularına baktım.. çevre başlığı yok. hala kırsal kalkınma içinda kendime yer açmaca çabası. puf. gazetelerden de bunaldım. ingilizce konuşmaktan da. katerina var, yunanlı, onunla konuşuyorum nerdeyse bi tek. tavla oynadık hatta. ay puf. puf böree. rakı-bal-tarçın karışımlı bi şi yapıyolarmış onlar, ben bilmem valla, ondan deniycez belki. maksat iş. kokteyl gecesi hohoyt. rakıyla bal çarpar sanki. ısıtıcakmışız bi de. bana ters aslında ama nedir yani, daha iyi bi seçenek mi var?

burada bolca yaşadığım "nerelisin acebağ" sorusu ve tahminlerine muhteşem bir ekleme perşembe gecesi geldi. öncelikle beni hollandalı sandılar ki, ebatlarımla ancak 8 yaşında bir hollandalı olabilirim. ondan sonra "Aruba'dansın o zaman kesin" dediler. 2 kişi, gayet kendilerinden emin. Aruba evet, karayipler. Hatta Beach boys, Kokomo... ve işin komiği, onlar Arubalı. hayat. daha önce Güney Afrika, Yeni Zelanda, Portekiz, Mısır falan duymuştum da bu enteresan oldu.

Ama şu an Aruba'da olmak ister miydim? eh bittabi.

5 Aralık 2007 Çarşamba

bağ

ben küçükken de bilmişmişim. hatta benim çocukluk doktorum, annemin lise arkadaşı sevgili namdar'a (bilmişlikte ikinci boyut: amca d(iy)ememe) elim belimde, yaş 3, "onu öyle yaparsan gününü görürsüünn" demişim. hani 2,5 yaşında konuşmuş bir çocuk için ayrıca bi bilmişlik. çok utandım yıllar sonra. zira namdar uzundur. ben yaş 3, birkaç karış kadarken... eller belde falan. feci feci. bi de anaokulunda başparmağımı sallayarak masal anlattığım bi fotoğraf var, artık yaşıtlarıma ne tembih ediyosam... sonra yaş 5, dedem "atakule atatürk'ün ilk çıktığı kuledir" diyerek istanbul'da yaşayan beni kitlemiş ve ben işin doğrusunu ancak 3 yıl sonra öğrenmişimdir. bilmiş saf.

ilk kopyamı hatırlamıyorum. ilkokulda matematik için olabilir. zira ben üçerli sayma kuralını ikişerli sayma kuralından (0.2.4.6.8 tekrarı) apartarak " 0,3,6,9" haline getirmiş(3,6,9,13,16,19...) ve bayaa iri bi sıfır almıştım ilkokulda... ilk kopya anım şu: bi arkadaşım, ki adı hakandır, ilkokul 4'te tarih sınavında sınav sonunda kitabını açmış, cevaplarına bakarak "ah vah tüh" falan diyodu. aysel örtmen "yavrum bu ne kör göze parmak kopyadır" diye yanına gittiğinde "ben cevaplarımı kontrol ediyorum ama" cevabını aldı. ve hakan cidden cevaplarını kontrol ediyodu zira elinde kalem yoktu. saf mıymış masum muymuş bilmiyorum ama işte... çocukluk.

aslında ben ne istediğimi bilmem. cidden. ne istemediğimi bilirim, geriye bir sürü seçenek kalır. o yüzden son anda karar veririm ve panikle istediğim şeyin en çok istediğim şey olduğuna inanırım... bu sırada sabit kalan şeyler istanbul ve gezmektir. yani aslında ben ne istediğimi bilirim de onlara giden yol karmaşıktır.

en saçma huyum kendi dalgınlıklarımı bile en yakınımdakilere yıkabilmem sanırım."senin yüzünden anahtarımı unuttum"/ "odam dağınık çünkü sen yemek yapıyosun" gibi saçma ve insanları kitleyen laflar etmişliğim vardır, gülüp geçmek, icabında "hadi len" demek gerekir. kendime geliyorum kısa sürede. büyüdüm heheyt. defom çoktur ona göre.

cep telefonum pek kullanışlı olmasa da çok dekoratiftir. beyaz ve çiçekli. burda pek çalmıyo. alarmı da azıcık uyuzdur. eski telefonumu çok severdim minikti ve radyosu vardı sonra bi gün öldü. türkiyedeyken melodisi bi 4 yıl boyunca muppet show idi, şimdi içinde ne varsa o. yolda yürürken anneyle konuşma aracı. modelini cidden bilmiyorum, beyaz ve çiçekli işte.

aşk dediğin, sarhoş olunca aşk eksperi kesilen arkadaşım Nik'in sorularından ve beğenmediği cevaplarımdan daha karmaşıktır. ekseriyetle (ne alengirli bir kelime bu yahu) kendisi de "amaaan yemişim aşkı" der, konuyu bağlayamaz falan. o benden 9-10 yaş büyük. soru sorar ben cevap veririm, böyle bi "peh.. hahaha...breh breh" bakışları atar, beğenmez. "yani sen şimdi diyosun ki..." der, yine sorar. sonra basar gider. aşk bence iki kişilik olunca tadından yenmeyen ve lakin genelde tek kişilik bir şeydir; hatta "aşk tek kişilik yatağınıza iki kişi sığabilmeye şaşırıp mutlu olmaktır" tadında bir ciklet cümlesiyle kapıyorum. bi de sabırdır sabır. çok da sık olmaz, oldu sanma ihtimaliniz daha yüksektir. Ay bu cümleden sonra Nik'i görür gibi oldum.

en sevdiğim blog valla ne desem yalan, bir tane yok... ama illa bir dene seçiceksem PBBC'nin VIP statüsündeki yeri ayrıdır tabii; 10 yıllık okuyucusuyum kendisinin, ondan. hatta görüntülü blog teknolojisi olursa ilk kendisi geçsin, mimikleriyle okuyalım tam olsun evet.

evveeekk... böyle bir zincirleme reaksiyon almış başını emir beyden, gelmiş beni bulmuş. ben de kimi kimi diyerek... hmmm.... sütlü madem. evet evet. pişt sütlü. sen evet.
zincirin yeni halkası.ta daaaa...

grrrii grrriii

bir kedi şiiri vardı. kedinin ağzından yazılmış. işte buldum: yağmur ve kedi. dışarı çıkmak için ağlayan bir kedi. yazan barış pirhasan. ggrrriii grrriii. hatta ben bunu lisede mi ne okumuştum sınıfta sanki. grrıı birr gökyüzü grriiii griii...

barış pirhasan-vedat türkali- deniz türkali de yeni bir cevdet paşa ailesi üçlemesi bu arada.

neyse, öyle hissediyorum. dışarı çıkmak istiyorum ama hava grrii grrri. gri havalar severim aslında, istanbul grisi diye bi renk vardır mesela, zorla sevdirir kendini. böyle hollanda merkez'de tutsak kaldığınız günlerde aklınıza kobalt mavisi deniz-gri gökyüzü- beyaz martılar falan gibi pek bi renk uyumu içeren istanbul görüntüleri gelir.. geliyo bana yani. ayrıca bir boğaziçili manzara'da donarak çay içerken etrafında kedilerle denizi seyretmenin zevkini bilir. icabında her arsız kedi yağmur altında bir kucak kedisi olur. ayrıca boğaziçi herkesin kendine bank tuttuğu, bir nevi gizli bankseverler kulübüdür. diil midir şimdi, sorarım. öyledir. ve bu den haag şehrinde bank da yok. bank özürlüsü bir şehir. gerçekten yok. çok acı bir şey ve ben istanbul banklarını özledim. okulda ya da şehirde manasız yerlere kondurulmuş banklara bakıp "ehlikeyiften mesaj var" uyarısı görmüş gibi olmayı da. burda gördüğüm yegane bank, civarındaki yegane manzara kırıntısına ters konmuş bir ahşap parçasıydı.

neyse işte, hava sadece gri olsa sorun olmazdı ve lakin ayrıca feci rüzgarlı. yağmur romantik bir şey olabilir ama henüz adam tokatlayan rüzgara karşı yürümede romantik veya sonbahar hüznü tadında ruh halleri yakalayamadım. saçımı kuşlar gagalamış, yüzümü perdeayaklılar tokatlamış gibi bir halde yürüme çabası. sevmiyorum hayır.

ilim çin'de bile olsa gidiniz evet. ve lakin rica edicem dönüş biletinizi onaylatın zira sonra 2 gün rötarınız olabilir mesela. hoş diil.

bir sneak preview gecesi daha dün yapıldı. sneak preview efendim, süplis film coşkusu. gelecek programdan bi filmi gösteriyolar her salı saat 9'da ama hangisi bilmiyoruz. film kartı olana dandik bir film çıksa bile koymadığı için öğrenci cenneti bi durum. bu haftaki ekibimizin ortalama yaşı benimle 27'ye iniyordu ve filmimiz the bee movie idi. eğlendik mi? eğlendik evet. altın pusula'nın gösterime girmesine 1, benim gidip görmeme 5 gün kaldı. elimde dondurmam çocuklar gibi şen olucam.

ah bi de bugün 5 kasım (edit: ee...aralik. evet), sinterklas. yaşasın ırkçı şenlikler günü yani. etraf zwarte piet dolu, böyle maymunumsu bir vücut dili uygun görülmüş, zıplıyolar. yarına geçicek.

bugün okulda bilgisayarı açtım ve karşımda "welcome to doomsday!" uyarısını gördüm. bu arada, israfil'in borusuna dair espri yaptığımda kimse gülmüyordu bi ara, sonradan kendime hatırlattığım üzere israfil islam dışında bir dinde yok. tuhaf aslında, enteresan bi karakter. ben israfilin borusunu online duydum misal bugün. e-muhtıra gibi. ahaha iğrencim.

kocaman bir film arşivim olsaydı eğer, bugün barış pirhasan filmleri izlerdim kurulup. grii grrii izlerdim işte. şu anda odamı topluyor olmam lazım zira yarın sabah 8'de böcek kontrolü için odaya gelicekler. yıllık böcek kontrolü diye bi şi var. böcek orda mı hala diye bakıyolar. hahahah. neyse işte sabahın köründe odaya daldıklarında çöp ev ilan edilmemek ve özsaygı sebebiyle bi el atsam iyi olur.

habire kolye yapıyorum. sıkıntısal üretim. en son bi öğrenci "affedersin, bu ne?" dedi kolyemi işaret ederek. " ee... kolye?" dedim. hmm dedi. sonra nereli olduğumu sordu. bu hafta içinde aslında tam 4 kez asansörde nereli olduğumu sordular ve soranların hepsi pakistanlıydı. hafıf meraklı bir millet olduklarına dair bir genellemeyi-- durduramıyoruz geliyor evet, yaptım bile. üstelik günde 50 kez karşılaşırken neden illa asansör diye de sor sor sor sor dur.

ay çok grrri. üzgünüm. bu hafta böyle geçicek.

3 Aralık 2007 Pazartesi

dünden devam

yıldırım türkerin kalemi olayım. ceza mercii hakim ve savcılara dair bir araştırma.
bir de okumaya teşvik için bir alıntı:
ülkem söz konusu olduğunda hukuk mukuk dinlemem.

2 Aralık 2007 Pazar

hcg

hasan celal güzel polis üzerine yazmış. her yazısına yazılarlarlarla cevap vermek istediğim adam. bu yazıda bir türlü anlamadığım şey kullandığı "biz" dili. yani "doğru bulmuyoruz" hali. "çözüm önerilerimiz" demesi mesela... siz hasan ve celal olmak üzere iki kişi misiniz kuzum? ben demek bu kadar mı zor, yoksa bu bir polis teşkilatı el kitabından kopi-peyst midir? yoksa hafif şizofrenik bir otorite kurma diskuru mudur, hani "bunları bir ben söylemiyorum, biz söylüyoruz" hali? yapmalıyız etmeliyiz dili.

ha bi de bahsettiği polisler hakkında gerekli işlem adli mercilerce yıllardır yapılmadığından... hani belki ondandır eleştiri kısmı. didaktik yazılarla basite indirgemecilik sanatı üstadı: hasan celal güzel. evet polis insan hakları ve hukuk devletinin teminatıdır, şahsen beni de korkutan bu zaten. yüksek okul mezunu oldu da psikolojik testten geçti mi, düzenli psikolojik destek aldı mı? kendi dediğiyle çelişen adamlar: hasan ve celal.

ama en güzel cümle: "son günlerde polis halk bütünleşmesi sağlanmış" kısmı. hmmm hatırladım, tarihlerden 1 mayıstı değil mi? büsbütünleşmişti halk ve polis. yoksa nijeryalı göçmenin ölümünden mi bahsediyor?

hizaya gel cümlesi: polisin morale ihtiyacı olduğunu unutmayalım, evlatlarımız onlar.

yani tamam, saydığı 6 maddeyi anlamamak için gerzek olmak lazım... tabii ki çalışma şartları, maaş vs mühim. ama işkence için, sınırsız güç kullanımı için bahane/ açıklama olabilir mi? maden ocağındaki işçi napsın o zaman? evlatlarımız onlar ama arkalarında koskoca bir kurum ve gerekli yasal düzenlemeler olan evlatlar. yolda cop salladığı öğrenci/memur/işçinin aksine, belinde cop olan evlatlar.

evlatlarımız onlar demişken, kayıp annelerinin gözünün içine bakarak da yukardaki cümleyi söyleyebilirler mi acaba hasan ve celal beyler, beraber?

kendilerinin en sevdiği kelimeyi tahmin edelim mi? benim içgüdüsel cevabım: münferit. hasan ve celal beylerin her ikisi de sanırım sorunları münferit görmekte, ayrıca zaman zaman kulaklarını tıkayıp laaallaaallalalalalala diyor da olabilirler. sorun yok acı yok canım türkiyem. aa bakınız kendilerinden alıntı, tesadüfün böylesi:

Ancak, münferit olayları örnek göstererek polisin yıpratıcı şekilde eleştirilmesini de doğru bulmuyoruz.

münferit adamlar kalemi. her şey, her sorun münferit. yazının sonuna kocaman bir "yani, eee?" deme isteği duyuyorum: hasan ve celal bize ne söylemeye çalıştı, neyin izahını verdi, belli değil. "ay ama öyle demeyiiin polisinki de caaan" mı demiş oldu yani? aksini söyleyen mi var? analizini yapmak istediğim metinlerin yaratıcısı bu iki adamdan alıntı: "gençliğinde polisle karşı karşıya gelmiş bazı medya mensupları". aah ah, o çok sevgili bir kısım medyağ. münferitlemeler.

allahtan kendisinin yazıları da pek bir münferit, insanın sinirini bozamadan bitiveriyor, rahatlıyoruz. ben ve ben, ikimiz birden.

vassaf

bunca zamandır aşağı yukarı şöyle söylemek istediğim şey bu.

üstünde düşünmek lazım. ilgi alanlarımızı az buçuk açmak lazım. köşe yazarı ya da akademisyen olmasak da. new york olmasın, cape town olsun, fark etmez. farkında olmadan dar kuyularda kalmamak, dünya vatandaşı olmak için.

1 Aralık 2007 Cumartesi

stabil.

bugun efendim, miskin bir gun. okunmamis gunlerin gazetelerine bakip daralma gunu. ucak dusmus, suryani rahip kacirilmis, bir kepceyle coken borsa, yeni sosyal guvenlik yasasi, izmirde uyari atesi falan... derin nefes alip, "sag bastan say" haliyle yavasca okuma.

haberleri gec, yazarlar da basli basina bi haber. namik kemal zeybek demis ki, kimse ateist olamaz, onlar oyle saniyormus, namik beyden kacmamis. Gercekten mi? olamaz! diyor.. ve lakin ben sordugu sorulara gayet net "yoo hayir" diyecek insanlar taniyorum. o zaman sistem cokuyor sanirim. yazisinda "niye kimse ateist olamaz"dan ziyade (zira bu cumle "kimsenin ateist olabilecegini dusunmuyorum" degil, bir yargi cumlesi ve izahat gerek, bir tek ornek degil) Islam'da Allah kavramina giris-101 tadinda aciklamalar var. Enteresan sekilde %99'u Musluman olan bir ulkeye bir kez daha aciklamak istemis kendisi. "Hayır siz tanrı tanımaz değilsiniz... Sadece Tanrı'nın adını değiştiriyorsunuz. Madde, tabiat, tesadüf, evrim diyorsunuz" demis misal. Hmmm... bayaa, boylesine genis bi kavram yani Tanri? Tabiat diyen de, tesaduf diyen de aslinda tanriyi taniyor zira Namik bey tanri tanimamayi tanimiyor! bir nevi "sogan acidir, hayat acidir, demek ki hayat bir sogandir" mantigi. Ya da Namik bey deizmi ateizme tercih ediyor. daha katlanilir buldugu belli.

Saygilar benden, yalniz bir dahakine alakali baslik atarsa sevinirim. Hatta bence bir dahakine nasil bir alakayla kosekomsusunun dini tercihine dair yazi dosendigini de aciklayabilir belki. neyse.

Radikal'e daha cok kadin yazar gelsin feybuk grubu kuralim mi seker?

Manisali gencleri radikal yazi dizisi olarak yazdi/mis. Lise ogrencisiydi onlar. biri 14 yasindan ufakti. ben 11dim o zaman. iskence gorenler. roman olup cikiyor imis. okunur umarim. Turkiye'de ilk kez iskenceden hukum giydi polis. ilk kez "evet var" dendi. polisin polisi bulup da mahkemeye getirememesi gibi trajikomik haller yasandi. yokmus gibi yaptigimiz olaylarin en kocaman harflerle hayatlarina kazindigini bize bagiran insanlar onlar... duymak gerek. bu ulkede hala sosyalistim demenin, kahrolsun fasizm demenin (dememis olmak bir yana) deme ihtimalinin iskencelik oldugunu gosteren haller. o yazilari yazmadilar; ama yazsalar ne olurdu? "parali egitime hayir" dedi diye...

bugun 72 milletten okul arkadaslarim yemek pisiricek. okuldaki tek turk olarak bir basima turkiye masasi acip yemek servisi yapamayacagimdan sizler icin "dunya mutfaklari ve turk damak tadi kiyasi" testini yuruticiim. napalim artik, gorev bekler.

ilim cinde bile olsa gidiniz tabii. sangay guzel bir sehir ve lakin ucus 13 saat suruyo, aklinizda olsun. uzak yani. uf.

oda topla koli bul icini doldur. yollar bekler deryik, ufaktan.
hayat basvuru formlarina sigacak kadar olmamali yahu. ne bileyim... olmasin.

29 Kasım 2007 Perşembe

ben hiç paris metrosunda kaybolmadım.

bir al bundy edasıyla

haniii aym hoommm...

diym.

akabinde bilgi: iki ömrüm olsa birini parise adamaya hazırım. ve lakin bir tane var, istanbul sebebiyle ikinci lige düşüyo kendisi. hollanda rüzgarlarına rağmen mütemadiyen bir "nişantaşında gri istanbul sabahı" hali. fonda MFÖ. ve hollandaya geri gelmek yemek, dil, müzik ve evet, insanlarının tek tipliliği yüzünden acı. yine de monşer, şimdilik ev burası.

başlığa ithafen: zira zehir gibiyim, anında yönümü yolumu buluyorum. muşum. meğer. ehe.

25 Kasım 2007 Pazar

yol

hava 7 derece, yağışlı. Dudok Den Haag şubesinin 3 euroluk elmalı tartıyla günler geçmekte. ayak parmaklarımı rüzgara feda ettim. Ankara gece -5 oluyomuş, düşünüp şükrediyorum, öyle vahim haller. ışıksız günler geçmekte. bu akşam hollandayla ilgili bir yazı yazıcam umarım, hayır hayır turistik değil. önüme bitirme tarihi konmuş her yazı gibi son dakikada yazılacak.

24 aralık günü temelli Türkiye'ye dönüş. tabii bu temel ne kadar sağlam şimdilik ben de bilmiyorum... ama neticede bu yurt odası boşalmalı ve içindeki (nerden nasıl türediğini bilmediğim) her türlü yerleşik hayat uzantısı Ankara'ya gitmeli. sabah uykumdan kargo şirketleri aramak için fırlıyorum. İstanbul'da otursaydım gemiyle yollardım ama Ankara'ya henüz deniz getiremedi gökçek. bir sonraki seçim yılında inşallah.

Bir efes blues daha bensiz geçmiş gitmiş efendim... sağlık olsun.

4 gün paris. paris soğukları. grev bitmiş, metrolar işliyor ve ben yarın sabah yola çıkıyorum. yılbaşı kutlamaları öncesinde ortalığı bir ırkçılık gösterisine çeviren bu ülkede kanım donuyor. işin vahametini merak eden varsa buyrun: Siyah Pitır (bir diğer ilgili link de bu). kıta avrupasında kendini hoşgörü (zira farklı kültürler hoşgörülecek şeyler ya hani- tahammül edilmesi gereken) memleketi ilan eden hollandanın "ay ama bu bizim geleneğimiiiz" diye kıçım kıçım direttiği rezalet. Saç baş yolduracak kadar her yerde ve insanları aşağılıyor; ama ı-ıh, hollandalılar'da tık yok. Ve siz gözler faltaşı açılmış yuh çektiğinizde çipil gözlerle size bakıyorlar.

işte o an. tam o an var ya... bu fanus içi huzur memleketinden bir anda tiksiniyorsunuz. bir anda, her şey, her şey deforme edilmiş bir masal diyarında yaşayan, dünyadan bihaber, refah içinde büyümüş safitirikler ordusu oluyor. Beyaz al yanaklı hollandalılar değil sadece, simsiyah oğlunun yüzüne siyah boya süren Surinamlı anneye bakıp bakıp dehşete düşüyorsunuz: bu kadar mı kör, bu kadar mı farkında değil?

çok acı çok. insanoğlundan umudu kestirecek kadar acı. her vitrin, her sokak lambası, her dükkan bu Zwarte Piet karakterine bulanmış vaziyette, hep beraber elele ırkçı bir şenlik havası hakim. ve yüzünüze üfleyen ayaza rağmen sinirden kanınız kaynıyor. 5 Aralık'ta biticek bu işkence, gidiyor siyah pitır.

ve ben yılbaşını beklemeye ancak o zaman başliycam.

21 Kasım 2007 Çarşamba

oui, c'est moi

ahahaha soyle bir gelen giden kimdir bir bakayim dedim de.... saat 19:28'de gelen sahis gunumu renklendirdi. evet, buyrun o ben oluyorum. ahah boyle bir gugil aramasi olmus yani. bi amca bana "gelirsin buralara adin cevreci kaltak olur, yazik olur" demisti. inanmamistim. ehehe.
ayrica son 20 icinde 2 adet murat kazanasmaz aramasi olmasini da bilgilerinize sunarim. asagilarda yazmistim merak eden yine bi tiklasin. 19:20'deki sahis bir gonul dostu ve 20:09'daki arkadasin bundan sonra hep tek hep yek basina olmasi gerekiyor.


cevreci kaltak konustu. ahahahah.

20 Kasım 2007 Salı

başbakanın ağzının içine bakmak

böyle bir durum var evet. biz dönem dönem başbakanın ağzının içine bakıyoruz "du bakali ne diycek" diye. böyle bir iki hafta falan baktırıyo kendisine. "hedele hödölö-- dermişşim eehhehe" falan bile yapıyo arada. başbakanın açıklayacaklarını dehşetle bekleme hali.
misal:

cumhurbaşkanı adayı olucak mı?
o aday değilse adaylar kim?
referendum paketinde ne var?
cumhuriyt balosu nolucak?
Irak'a giricez mi?
başbakanın "kapsamlı paket"i ne?

bakınız, ilk soru... milletçe adamın iki dudağının arasına kitlenmiş "hadi caanım hadi bi tanem, söyle artık canısı.. aaa...aaabbb..duullllaaahh...." diye bekleştik mi, bekleştik bir iki hafta. o da naz etti, "ay banane banane söylemem söylemem, kaf dağından bir demet yasemen getirip zemzem suyuyla sularsanız olur" falan dedi. ay ay- bekleştik. basınımız beyin fırtınası yaşadı, az buçuk borsa dalgalandı, ayşe arman'dan yaşar büyükanıt'a kadar herkes söz hakkını kullanıp bahse girdi falan. ay! daraldım.

yani hala gözümüzün içine bakaa bakaa bize deniyo ki, yöneticilerin şeffaflığı, bizim geleceğimizle ne yapacaklarını açıklamaları onların keyfine kalmış. "evet dersem hayır anla, hayır dersem belki demek" kıvamı, günlerce seni beni keriz gibi bekletip, toplu medya falına yattığımız stresli günler yaşatmak-- başbakanlığın raconundan. "efendim ertuğrul özkök meraktan isilik döktü" haberi gelmeden açıklamıyo.

yani tamam, politika bu, diplomatik durumlar var falan... ama insan kendine bir tür televole ortamı yaratır mı? çağla şikel'e gelen "ne zaman evleniyosunuuuz" sorusuyla aynı sıklıkta siyasi sorular sorulmakta kendisine. o da bazen böyle, kasımpaşa raconu/demirel sivrizekalılığı karışımı cevaplar veriyo: "olmuşsaağ olmuştur ama olan nediiirr, bilmiyorsaak olabilir miiiğğ eveeeaaat"falan diyo. haddiiii bi 10 gün daha "ni dimek istedi" falları.

şimdiii... mühim soru:
ben bu başbakanı ciddiye almalı mıyım?

siyaseten evet; ama benimki tamamen kişilik bazlı bi soru. hani medyayla "banane banane söylemem söylemem"cilik oynayana kadar, insan der ki "perşembe günü açıklıyorum, o zamana kadar da bu konuyu sormayın". misal yani. Az buçuk İsmail Cem raconu. Star TV'deki kırmızı koltuk programı gibi "Spammkk!! varan biiiirrr" falan efektleri olmadan, adam gibi, siyasi saygınlığını koruyarak... seni beni de adam yerine koyarak... zira ben adama ilkokul anketi soruları değil kendi geleceğimi soruyorum, öyle taze gelin edasıyla ihihihihi'lemekle olmuyo bu işler.

ay neyse... ben bu her ay sahte doğum sancısı yaşayan medyadan da bunaldım. bir adamın iki dudağını resmen ilahi bir seviyeye çekecek kadar o dudaklara bağımlı olmamızdan da.

tutarlı, uzun soluklu politika fakirliğimizin en acı yanı bu:

türkiyedeki en popüler "ünlü" (a.k.a celebrity) başbakan. her açıklaması olay oluyo.
bu yüzdendir ki bir ibrahim tatlıses, misal, başarılı bir politikacı olabileceği sanrısına kapılabiliyo. neticede beyanat onun işi. üstelik bıyıkları daha gür.

18 Kasım 2007 Pazar

devam

deryik boş günlerine kavuştu. gazete okumama isteği sürmekte.

önce avşar kızı hanfendinin "evlilik içi tecavüzde büyütülecek bi şi yok zaten kadın 5 dakika sonra kendini bırakıyo" lafıyla irkiliyoruz efendim, evet kanımız donuyor. Avşar kızının büyütmeye kıyamadığı konular arşivinden.
akabinde kız öğrenci ve öğretmenlerini bi odaya toplayıp "bacaklarınızı pergel gibi açmayın, okuldaki erkekler hadım değil tahrik oluyolar" diyen bir müdüre "efferin müdürüm, mini mini giyiyolar sonra da tecavüze uğrayınca laf!" kıvamı destek veren beyinler... milliyet haberi okuyucu yorumları için okumak.

hani böyle ağzınızı açıp da izahat bile vermek istemediğiniz cinsten zırvalar. dehşet verici ama. insanın kanını donduran cinsten.

beni hala hayretlere düşüren şey, şu an sahip olduğum belli uzuvlarla aslında birçok erkeğin beynine laf geçirebilecek olmam. hani hareket kabiliyeti azalabiliyo. karşıdan karşıya geçerken size yol veriyo mesela sırf izlemek için. komik di mi? ya da ne biliym, eğilip bakıcam diye şekilden şekle giriyo. afet-i devran olduğumdan değil elbet- dişi doğmuş olmaktan. sırf bundan yani. bana komik geliyo. bacak yahu nihayetinde mesela. üstelik yer gök her ten, boy ve yaştan bacakla kaplı, emrine amade, 14 yaşından beri.... hani eksikliğini de çekmiyosunuz icabında limewire'dan bacak arşivi indir. ama ı-ıh yani. bacak olmasın kalça. nedir? her gün üstüne oturuyorum ben. sizde de var. az buçuk şekillisi bize bahşedilmişse ben napiym? bu kadar ağız açık bakakalacak ne var yani neticede? ne biliym bana komik geliyo.

ve lisede bi kız "aa bak bacağımla naaptım??!" diye hayrete düşüp kendi cinselliğini keşfettiğinde-- evet bu hep bu şekilde oluyo maalesef. erkek beyninin uzuvlarınızı fark etmeye başladığını fark etmek: hoşgeldin kadınlık. bana 13-14 yaşımda karumun önünde azeri beklerken olmuştu. yiyecek gibi bakan erkeklerle ilk karşılaşmanızda öyle bir zafer var ki gözlerinde, cidden bi an utanç içinde, "tüh ben naaptım" diyebiliyo insan. anlamdığınız için. her gün sokaktaki adam o gün size "hey yavru 18 olsan" diyosa, bi an aptal oluyosunuz... hani yer yarılsın, kimse sizin bu hata sonucu yüzeye vurmuş kadınlığınızı görmesin... niyeyse... siz hiç yiyecek gibi bakıldığı için suçlu hisseden bi canlı duydunuz mu? oluyo işte. ha merak edene, ben diz hizasında etek giymiştim. buydu mesele.

genelde erkeklerde bi arşivleme durumu var. birçok arkadaşımdan onaylanmış bir hal olduğu için genelledim. hayatının gizli hedefi mümkün olduğu kadar fazla dişi uzvu görmek. yani güzel-çirkin fark etmez. neresi olduğu da fark etmez. farkında olmadan bi göz ucuyla da olsa mutlaka ama mutlaka bakmadan geçmeme hali: hop arşive... ve bu benim suçum öyle mi? yok yaa! o liseli kızların hiçbiri hoşlandıkları erkeği çıplak hayal etmiyosa bu genetik bi durum değil, bunu yapabileceklerini fark ettikleri anda dahi kendilerini sansürlemelerinden. aslında işin acı yanı, bir erkeği çıplak hayal edecek görsel veri bile yok ellerinde. yani 14lük sivilceli bir ergen "ay pınarınki de bunun gibidir heralde" diye porno incelerken, bir kız çocuğu bilmiyor bilemiyor bir erkeğin aslında nasıl göründüğünü.

ayıp günah tu kaka. kadınların tahrik olma kapasitesine dair bilgisi ucuz pornolardaki "kadınını zevkle uçur" satırlarıyla biyoloji dersinde kikirdeyerek baktığı vajina arasında takılı kalmış bir erkekler topluluğu için kadının orgazmı hayatın anlamına giden yolda mühim bir basamak sanırım... bu cümleden sonra bloga düşecek gugılcılar: hadi gelin üstüme korkmuyorum. oysa ne acı, birçok kadın sevişirken zevk alınabileceğinin bile farkında değil. hala hala hala müdürünün uçkuru yer çekimini reddetmesin diye eteğini toplamak zorunda olan da kadın. yok yaa. hadi ordan. grrrrrrrrr.

şimdi "ama ben öyle diilim kiii" diyen bi erkek çıkacaksa, tebrikler, azınlıksın kardeşim.
TC topraklarında (aslında bu gezegende) az rastlanan bi nimetsin ve bunu uluorta söyleme, arkadaşların alay eder.


neyse.
devam.

miskinlik bir hayat biçimi.
dergi oku. yemek yap. dizi indir dizi izle.

****bu arada pushing daisies diye bi dizi var, bilmem ki sevgili cnbc-e el atıp yayına sokmuş mudur, çok güzel. renkleri süper mesela. her şey her şey.. bi sahne turuncu, diğer sahne yeşil.. böyle sanki hani 3-boyutlu masal kitapları vardır, açarsın kartondan bi sahne çıkar her sayfada... onun gibi. başroldeki pie-maker arkadaş biraz nicholas cage çakması ama yani, bence hava hoş. çok yumuşak ve huzurlu bi dizi. köpeğim olursa da digbie gibi olsun.****

sar başa:
kadın dergilerinin moda tavsiyelerini tutarlılık için gözden geçiren biri var mı acaba? editörden öte? zira ben ilk sayfada "rüküüüşş demiii rüküüşş demiii o çanta ne öyleeee" diyen bi derginin son sayfalara doğru "çantanı sevdik demiii bana da alsana demiii" demesini anlamıyorum. sistem çöküyo. yine aynı şekilde "kendini sev, hayatının efendisi ol, olduğun gibi yaşa" konulu sayfalarlarlar sonrasında sırayla plastik cerrah ve sonrasında da medyum reklamı olmasını da bi o kadar hazin buluyorum. hele bi tanesinin slogan süper... plastik cerrahi kliniğinin adı "transform". slogan şu:

be yourself..transformed.

kasıklarıma bi ağrı saplanıyo da gülmekten mi, sinirden mi bilmiyorum. açmiycan bacaklarını pergel gibi, açıyosan da sütun gibi olucaklar ey kadın. ona göre.

hayat ne zor bize be yonca. erkeği hayal etmesi bile yasakken tahrik edebiliyo olmak 5 boy büyük geliyo üstüne o kızların, farkında olan yok. üstelik daha hazini, hadi erkeği çıplak düşlemeyi becerdin diyelim, gördüğün şey de bira göbeği. kadınlar sütun, bomba, 333 vesaire olurken, erkeklik bir türlü 6-baklava esasına dayanmıyo. erkekler için bira göbeğine uyumlu pantolon üreten firmalar bile var yani.

yarı çıplak gezen bakkal amcalar modası: gömlek açık, göbek fora, hart hart kaşınıyor yaz sıcağında. istemesen de çıplak adam gözüne gözüne. ama aynı bakkalın kızı açmasa dahi açma ihtimaline karşı azarlanıyor. misal. amcanın göbeği bir namus birimi olamayacak kadar bağımsız bir kişilik kazanmış zira; amca ve göbeği olmuşlar artık. simbiyotik. gülemedim bile.

vah yavrum vah.. sırf estetik sebeplerden bile içler acısı bir adaletsizlik var ortada.
ve ı-ıh, anlamayanlar için, bu bi "açmak istiyorum" yazısı değil.


gerçi, beni okuyanlar arasında şükür ki bugüne kadar böyle bir kıt yorum/algı da olmadı. hani doğruya doğru.bu vesileyle bir kez daha, sevdim sizi yan oda.

17 Kasım 2007 Cumartesi

foto koydu deryik



bira cidden o kapağın altında. gördüm.
ve mantı aşırı yağlı olsa bile mantı neticede.
birayla mantı gitmez ama götürürüz napalım.

ve deryik sonunda dutch ve mutlu bir müzik buldu efendim:

dollhouse drama. canlı kanlı da izledim. tavsiye benden. mahallemizin delikanlısı bunlar.
bir diğeri için buyrun bakınız: nicad. grolsch üzerinden dostluklardan.

dinlemeyen üzülüyomuş. kapışın gençler.

16 Kasım 2007 Cuma

ben hür. hür ben.

meraba blog. uzun zamandır söylendiğimi fark ettim. halbukim hayat güzel yahu. bunu yükü üstünden atınca fark eden ahmak cümlesi.

hava soğuk yalnız, o kötü. her gün pofuduk geziyorum. kat kat giyiniyosun, sonra bir yere gireceğin tutuyo hadi soyun. nedir yani, giy-çıkar ömür gidiyo. ayrıca yüzüm çatlıyo benim. dudaklarım yarılıyo. nemlendirici napsın 15 derecelik sıcaklık farkına. baharları özledim.

gizlice bilet bakıyorum, berlin ve londra. avrupanın 3 büyüğünden ikisi kaldı. diğeri paris. berlin ve londrayı ucuza çıkarma yöntemleri derdindeyim. aslında yarın gidebilirim. bilet de var. kalıcak yer de buldum berlin'de... gitmiyorum ama. bekliyorum. bugün 16 kasım. 26 kasımda burda olmam gerek. o 10 gün içinde istediğim yerde olabilirim.

dün tramvay beklerken önümde bi araba durdu. içinden bi tramvay görevlisi amca çıktı. elinde şu belediyenin karlı yollara döktüğü tuzdan var bi şişe. yere döktü. ben aptal oldum- tuz ne kar nerde noluyo?!?! meğer amcanın gördüğü benim göremediğim 5'e 10 cm ebatında bir minik buzlanma belirtisi varmış yerde. yuh yani. çözdü onu rahatladı amca. diğer minör sorunlara doğru yol aldı.

gri havanın yakıştığı tek şehir istanbul zira henüz londra'yı görmedim. diğer adayım da londra. ikisi dışında çok zor yonca. bakınız ben iki gündür 13 saat falan uyuyorum üzerinize afiyet, yetmiyo. demek ki bu hollanda memleketine yakışmıyomuş misal.

ben burda efes içtim bu arada. efes pilsen. maalesef yeni şişesinde. sanırım eskisi biraz bira göbeği formunda olduğu için değiştirdiler. ne güzeldi aslında.

14 Kasım 2007 Çarşamba

kuştüyü





OH!

tezi bitirdim, yolladım.

hayatımdan çıktı.

17,284 kelime. 41 sayfa. times new roman, 12, single space.

ben şu andan itibaren bütün hafifliğiyle havada süzülüp, dans edip, yok yok inatla asla yere inmeyen bir adet tüy oluciim. aynen yukardaki gibi evet.

benden mutlusu yok bugün. valla yok. heheyt.

üstelik bi şi itiraf ediym mi?
ben dün 8 saat uyudum. heheheytt! uykusuz bile değilim yahu!
evet bugün izninizle kendime gurur duydum ben. tam şu an.

ortasında oturduğum kitap ve makale havuzuna şöyle bi baktım da...
bitti işte!

13 Kasım 2007 Salı

yimmidöt

tez teslimime yazıyla yirmi dört, sayıyla 24 saat kaldı. bi ufak süt, biraz muz ve bolca corn flakes eksenli bir "acıksam da masadan kalkmiyciim nayır" halleri.
e ben haliyle sıkılınca şöyle bi gazete başlıklarına bakıyorum. sayılmaz.

ve lakin aptal oldum. Milliyet ana sayfa aynen şöyle:

geri dönen 8 asker tutuklandı.
8 askerle ilgili haber yasağı getirildi.
2si korucu 7 kişi PKK tarafından kaçırıldı.

okuduğumuzu anlamayalım resmen. bi daha bi daha bakıyorum. başlıklar aynı duruyo. haber yasağı koyan zihniyete mi, tutklamaya mı, yoksa şimdi de 7 sivilin kaçırılmasına mı yaniym, aptal oluyorum. yurtdışına firardan yargılanacak o askerler. ölmediler diye. gece dürbünsüz askerler. evindeki yemeği yiyemeden hapse girenler. ve biz bunu konuşmamalı, bilmemeliyiz.

gazeteler bize aslında her gün yeni doğmuş bebek saflığında dünyaya şaşırma imkanı veriyo. gözler kırpış kırpış, tanıdık bi anne kokusuna sığınarak gazete okuma dürtüsü. "biri bana izah etsin" hissi.

frankfurtta "bütün renkleriyle türkiye" başlıklı bir türkün hoşgörüsü tanıtımı yapılacakmış. ilkokuldan beri her öğretmenim bana ısrarla "aslen nerelisin yavrucum? türke benzemiyosun da" demeseydi samimiyetlerine inanırdım belki. ha bu örnek hoşgörüsüzlük örneği değil, etiketleme örneği. merakını tutamama. etiketleyip rahatlayacak. ve ben doğası gereği etiketlemenin pek de barışçıl bir şey olduğunu zannetmiyorum. zira kolunuza yıldız taktırmak gibi bir şey bu. abartmıyorum. ad koyacak size; çünkü ezberi şaştı-- dersini anlatmaya devam edemiyor resmen... sonra sınıfın ortasında izah etmek zorunda kaldığım aile ağacımdaki %3'lük mübadil kırıntısıyla sevinip "hah işte biliyodum ben!" demek, kafatasçılık olmuyo mu yani?? bu bir etiket fetişi. ve öğretmen yapıyosa öğrenci de yapar. bütün renkleriyle türkiye birbirinin rengini kenara not ediyor bence.


neyse işte, 24 saatim kaldı. işlerim daha kontrol altında duruyo. umarım umarım... bir jack bauer bi ben. biticek. küçük minik edit ve yazı. sonra allı güllü yollama. çıkacak hayatımdan bu tez.
ay ferahladım bi an düşününce.

sonra kocaman bir nefes alma, bir de şarap şişesi tahminen.
yok yok uyku. bolca.

sonra... daha eğlenceli yazılar.
gak gak gubarak.

12 Kasım 2007 Pazartesi

romantikleştiremediklerimiz

yıldırımcım türkercim yine yazmış. yazının özellikle son kısımlarını sakin sakin okumanız ümidiyle. romantiklik kısmını da ona bıraktım.

"NEDEN sulukule" sorusu bir yana, ki o kısmı hep bir acı, "NASIL" kısmı beni bağlayan... zira ben ilk yarısına dair bi şi diyebilirim ancak. heralde en az 4 ay buna benzer "kentsel dönüşememe" projelerini ders olarak okudum, çalıştım, sınavına girdim falan. alim olmadım; ama demek istediğim bunlar hep aynneeennn bu şekilde varlardı. dünyanın dört bi yanında. yeni delhi'de, lima'da, nairobi'de oldu. üzgünüm leyla; evet bu kategoridesin, hatta uygulamana bakıyorum, o bile değilsin.

yani okuyunca yeni bir şey yok. dünyada heralde 1960-70lerden bu yana biriken bir kentsel yoksulluk edebiyatı varken bunun giriş kısmını bile açıp okumaya tenezzül etmeyen belediyecilik var, o kadar. "ben yaptım oldu faturayı da şu birleşmiş milletlere kesin" cinliği var. kör gözün parmağı. yani hani o kadar kerizce bir şekilde dan dun işe girişilmiş ki, ben artık okurken 10 adım sonrasını görebilmekten utanıyorum. bu ülkede şehir planlamacıların işsizliğine yanıyorum. neyse... özet:

1) yine üzgünüm leyla, gecekondu veya varoş "temizlenecek yer" değil. insanlar yaşıyo orda. buldozerle üstünden geçtiğinde sokakta kalanlara "oh olsun gelmeseydi" diyecek 5 yaş zekasının üstünde bi yorum yapabilmek mühim. zira bu, akar suyu olmayan adama "yıkanmıyoo" demek kadar kerizce.

2) o yıktıkların neticede bir bina. yani fiziki sermaye. insan nasıl "köprüyü sağlamlaştırıcam" diye işe başladığında yıkıp yenisini yapmayı aptalca buluyosa, bunda da durum o. sen varolan yapıyı yıkıp yenisini yaparsan onun masrafını da paşalar gibi kira bedeli altında yoksula sokarsın. zaten "belediye güzelleştirecekmiş" haberi bile kirayı 3e katlamıştır tahminen. sen varoştaki güç dengelerini bilir misin a güzel? borç harç işine bakan adamla adsız kadını ayırabilir misin? millet orda barınamayıp gidince sokağın adını da "fransız sokağı" yaparsın işte, şık durur (ironik detay: o sokağın eski adı cezayir sokağıydı. tam işgal). koket topuklar şarap içecek diye insanlar evinden olmuş, kaç yazar. aşağı mahalleye gitsin. ay yok hiç gelmesin iiyy.

3) ayrıca, herkes betonarme evde oturmak zorunda değil. barınma, ısınma ve temel ihtiyaçları karşılayan her yapı ev olabilir. misal ahşap. beton fetişinin sonunu gördük. toplu konut altında göğe ermiş beton yapılarda yaşamak herkese göre olmayabilir. hani bi ihtimal. illa verimli de olmayabilir. ezber bozmaksa buyrun burdan. belediyecimizin inşaatçı amcaoğlunun ensesini kalınlaştırmaya bi son verebiliriz belki.

4) "yeni yapılan konutlarda onların önceliği var" diye bi şi yok amca. sen o yeni konutları onlar için yaptın zaten. hani evlerini yıktın ya... hani telafi falan. neyse. onu geç, bir eve ortak 3 kardeş varsa kime vericen evi? kaç kişilik inşa ettin ki yenisini?

5) katılımcı mekanizmalara alışık değiliz. koskocaaa devlet babanın iki sulukuleliye göre plan geliştirmesi nefesimizi kesiyo ve lakin, böyle olmalı. üzgünüm leyla. senin gücün benden geliyo, ilahi bir şey değil. yegane katılımımız oy vermek olamaz artık. yerel yönetime katılım mühim. kaçımız belediyesinin websitesine girdi? zort. hiçbirimiz. bundan bahsediyorum. memnun olmadığını değiştirmek için biraz ihtimal varken onu reddetmek varoşdışı hayatların lüksü. oysa tam da evinin yakınında "istanbul güzelleşeceeeaaak!!!!" diye bekleyen bi buldozer olsa, birisine ses duyurmak istersin. zannımca.

6) şu an tahminen bize en uç gelecek akademik çalışmalar şu: kentte yaşama hakkı. yani kente göç hakkı. kısaca "siz kimsiniz de kenti köylüye kapıyosunuz, açın kapıları, yer gösterin, arsa belirleyin, gelen gecekondusunu yapsın" diyor. "alt yapı ver" diyor. ve bu şekilde gecekonduya dair sorunların çözülebileceğine inanıyor. Kenttekinin elindeki kaynakları paylaşmama ("bu şehir herkese yetmez") hakkını bir züppelik, zenginin yoksulu sömürüsü olarak görüyor. yani kısacası, aklına esince buldozerle gecekondu düzleştiren belediyelerimize rağmen, dünyadaki akademik çalışmalar bu seviyede. bi fikir versin istedim. katılmak-katılmamak değil konu; ama adamlar fikirlerini taş gibi savunuyo. özellikle 2050 itibariyle dünyanın %50sinden fazlasının şehirde yaşayacak olması gerçeğiyle. ekonomik açıklamaları da var ama baş ağrıtmiym. neyse.

7) ha peki çözüm ne? bir kere mal sahipliği yapısı ve alternatifleri belirsiz. o ev kimin, kullanan kim, devlet orayı satın alıp krediyle kiraya verebilir mi, vsvs. alternatifler nedir derseniz, öyle bakıyo belediyeniz size. norm kabul edilmiş şeyleri yıkabilmek ve değiştirmek mümkün. alt tarafı 3 saat harcayıp bu konuda belgesel izlese ufku değişecek adamın ama ı-ııhh, kati surette direniyor. halbuki yaşam alanı denen şey barınmadan öte. orda bir kültür var. romanlıktan kaynaklı değil sadece, o mahallenin artık kendine has bir kültürü var-sev, sevme. orası birilerinin evi. koşulları iyileştirmekle öldürmek arasındaki fark mühim. devlet yaşam koşullarını iyileştirebilir, suç oranını düşürüp eğitim olanaklarını arttırabilir.... ama o mahallenin ruhuna göz dikemez. ve neyin düzelmesi gerektiğini de ruhu yaratanlardan iyi bilemez. evet, o kocca belediye, sulukuleyi sulukuleliden iyi bilemez. üzgünüm leyla.

8) öncelik insanlarda. sulukuleyi "ihya" adı altında yaşayanlarından temizleyip sonra "aynı televisyondaki kibiinnn" bir kaç meyhaneyle çevirip "otantik roman havası geceleri" yapmak değil öncelik. müze haline getirmemek. "ve solda bi çalgıcı karısı binnaz görüyoruz, evet sağda çiçekçileerrr". insan o insan. rafa kaldırdığın biblo değil.


neyse... benim neticede yükseklisans branşım yaşamalanları. yoksulluk üzerine yan dal yaptım. tezim çevre konusunda. bu konuları çalıştım. (daldan dala gibi görünüyo biliyorum). Dedim ya alim olmadım; ama emin olduğum bir şey var, şehre bakışımızdaki elitist yaklaşımdan uzaklaşmamız gerekiyo. gecekonduyu niye yaptın demeden önce devletin kendi yürüttüğü 2 zorunlu göç sırasında kimseye yer göstermediğini ve üstelik geride bıraktıkları malvarlıklarında hak iddia etmelerini konusunda da yardımcı olmadığını-- bi zahmet hatırlamak gerekiyo.


ortaköy ve kadıköyü seviyor olmak, misal, sulukule ve laleliyi de sevmeyi gerektiriyor. egzotik fakirhane görüntüsü için değil. kendi oldukları için. "ağır roman" filmini sevdiğimiz için değil, istanbulu istanbul yaptığı için.

"sen git sen kal" deme gücümüz olsa dahi, hakkımız olmadığı için.

yersen leyla.

11 Kasım 2007 Pazar

bi(r)haber

orda bir yerlerde çalışkan, üretken, ilim irfan insanları olduğunu bilmek içimizi rahatlatır ya hani... işte onların en büyüklerinden biri vefat etti. duydunuz mu bilmem. basınımız ücra duyurdu. Cumhuriyetle yaşıt bir dişi çınar, Prof. Mübeccel Belik Kıray, 10 kasım'da toprağa verildi. Türk sosyal bilimler tarihinin sayılı isimlerinden. toplumsal değişim denince akla gelen kadın. gerektiğinde ilmi için sürünmeyi de bilmiş bir saygıdeğer insan. benim için "tek bir dersine girseydim keşke" dediğim kişilerden.

"hayatımda hiç arkaya bakmadım" demiş... kitap olmuş.
sahi, ileriye bakabilmek için mühim sanırım.
denemek gerek.

karanfil severmiş.
bir tane de benden olsun.

10 Kasım 2007 Cumartesi

gerisay

kurdeşen dökebilirim evet. yakın. isilik. kurdeşen. enseden ayak bileğine dek. avuç içi teri.

bugün hocacığıma bi şiler yolliycaktım, yollamadım. hala yazıyorum aslında. yarın yollarım. hayır bu postu tezden kaçmak için yazmıyorum. (buyrun burdan: kısmi bir "yahu bu kızın tez konusu ne" açıklaması)

geçenlerde rüyamda 15inde tezi teslim ediyodum, "ee maalesef teslim tarihi dündü, kabul edemeyiz" diyolardı. ter içinde uyandım tahmin edileceği üzere... iki gün sonra mail geldi:

teslim zamanının 14 kasım öğlen saat 12 olduğunu hatırlatırız.


diye. kendimden korktum. resmen kendi kendimi uyarı sistemi kurmuşum rüyalardan naşi.

daldal dala yazmak istiyorum tezi. bi o bölüm bi bu bölüm (o pikap bu pikap şu pikap). yazdıkça eski halinde değişmesi gereken şeyleri düşünüyorum. geri dönüp kırpıp kesmek o kadar korkutucu geliyo ki gözüme... ama kesmezsem tutarsız bi tez olucak. ne yazdığımı hatırlamıyorum bile. lanet olası 2-3 istatistiki sayı için saatler kaybediyorum. ülkemizde AIDS hastası veya HIV taşıyıcısı sayısına dair hiçbir çalışma yapılmadığını görüyorum. daralıyorum. bir şey ararken karşıma çıkan alakasız şeylere takılıp içlenerek kaybettiğim vakti artık saymıyorum.

hava rüzgarlı. fırtın. uç uç kon. saç baş her daim karışık. burnum ve kulaklarım donuyo. her daim. bordo bereliler mevsimini açtım yine.

odam kendinden geçmiş vaziyette dağınık. bir kitap, üstünde 500 gr'lık makarna paketi ve onun üstünde de okyanus esintisi aromalı mum duruyo. yine aynı şekilde, kolye-bilgisayar şarjı-şekerleme kağıdı-diş macunu gibi ayrı bi kombinasyonum daha var. eğlenceliymiş aslında yahu.

hulusi ve nergiz gelicek birazdan, yemek yiycez. zaten hep bi yee iç eğlen çok kısaa ömrrüüünn hali var bende. olsun.

bu arada, yabancı bir erkeğe saat sordunuz ve kot pantolon giydiniz diye sizi öldürecek kadar psikopat bi adam olur da kocanız olursa, adalete güvenmeyin. gözünüz açık gidersiniz. bi bakmışsınız adam "haksız tahrik"ten indirim almış, ömür boyu hapis 24 yıla inmiş. saat sordunuz diye. kot giydiniz diye. "valla ben olsam ben de tahrik olurdum, anlıyorum seni kardeş" demiş yani hakim bey. alacakaranlık kuşağı gibi.
vay anam vay. daha önce de "bir aydır sürekli makarna yapıyo diye furdum" diyen bi manyak vardı. sanki kadınlar olarak lunaparktaki plastik ördek dizisi, boğazda ipe dizili renkli balonlarız yarabbim. çek vur stres at. hatta hepimizi vur bi tane oyuncak ayı kazan, senden ayı olmasın.

8 Kasım 2007 Perşembe

remember remember the 8th of november


ben bugün öğle saatlerinde 23 oldum efendim. 22'nin simetrisini bozan bir asal sayıya teslimim artık. giderek yaklaşan bir 25, ki kendisi 30 habercisidir, eskisi kadar kocaman, eskisi kadar olgun ve dolgun görünmüyor artık... yirmili yaşlarını geride bırakmış veya itinayla bırakıyo olan herkes 23'ü çok bi tavsiye etti, heyecanla bekliyorum.
5 yıl önceki 18lik çıtır statümden hızla uzaklaşıyor olmak hiç koymuyo efenim. zira "bodur tavuk piliç gösterir" mottosuyla döndürüyorum dünyayı. üstelik zaman akreplere koymaz. hıh :P
ve 23 enteresan bir özgürlük hissiyle geldi bugün.
her şeyin mümkün ve güzel olacağı günler hissiyle...
daha nolsun?

7 Kasım 2007 Çarşamba

(none)

şu tez için Türkiye'nin 1980-2007 arası siyasi-ekonomik tarihinin üstünden geçmek can yakıyor. boğaz düğümlüyor. terk edildiğimiz yoksulluklar, özenle serpilen nefret tohumları, keriz yerine konulduğumuz anlar, ölenler ölenler ölenler... bok yoluna ölenler anıtı. tonlarca acı, sıfırlanan hayatlar, depremler mesela ve savaş. ekrana bakıp göz silen tek tez öğrencisiyim. benim ilkokul günlüğümde okunaklı tek yazı kızılay meydanında dövülen gazeteciyle ilgili. aptal olmuşum polisin tekmeleriyle yüzü dağılırken bile kamerasını korumaya çalışan adamı görünce. bir de kaldırım taşı sökenlerin kuvveti.
ama sanırım hiçbiri, hiçbiri madımak kadar canımı yakmıyor.
hiçbiri bu kadar açık, bu kadar vahşice kan istememiş sanki. bir şenlik için ordayken. kanla. bok yoluna. Defne yeni doğmuşken.
yüzsüzce "insan dinsiz olabilir ama bunu ilan etmenin gereği yok" diyebilmiş bir kenanevrenin kıçına suluboya fırçası sokmak istiyorum; ama yok olmuyor. gereği yokmuş; ama nedense benim TC kimliğimde din hanesi var! Mesut Yılmaz'ın "bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi" diyebilmesi mesela... Türkiyenin yegane Miss Piggy'si Çillercim "otel dışındakilere bi şi olmadı, içindekiler dumandan öldü" demiş. alay eder gibi. fazla sarışın fazla eblekö biraz banualkanımsı... ve bir adalet bakanını bu davada savunma koltuğunda görmek: kazan kazan şevket.
terk edildiğimiz acılar. bir öbek, bir 70 milyon olarak, "buyur acın budur, otur çek" diye terk edildiklerimiz. ağlayamadıklarımız. hani tıkanıp, dertop olup kaldıklarımız.
olayları evinin penceresinden izlemiş bir arkadaşım vardı. telefon ettikçe "gelicez yoldayız" deyip de hiç gelmeyen itfaiyeyi anlatırdı. her iki temmuz günü yüzü bulutlanırdı. bir bahar sabahı istanbulda gazete alırken arkasında iki hemşehrisi vardı. biri diğerine "yakanlardan mısın yakılanlardan mı?" diye sormuştu. tabii ki ikisi de yakanlardandı. o kız o gün sivaslılığını sakladı. yakanlardan olmayan sivaslıydı. farkı çok azı anladı.
biz şu son 27 yılda sanırım en iyi bir şeyleri saklamayı öğrendik.
bazen kadınlığımızı, bazen dinsizliğimizi, bazen dinimizi.
bazen doğduğumuz şehri.
bazen adımızı, bazen soyadımızı.
bazen toptan kafa kağıdımızı.
gerektiğinde saklanmalı her şey.
ve zaten bunları söylemenin gereği yok buyurdular.
gereği yok: nasıl olsa bizde her nabza göre bir acı var.
oysa tam da bunları söylemek gerekli sanki. söyleyebiliyor olmak. aldığın gazeteyi hemşehrinden saklamadan okuyabilmek. birazcık güvenebilmek için etrafımıza...

6 Kasım 2007 Salı

merak

arkadaşlar yaklaşık bir yıldır tuhaf bi şi cereyan ediyo bu blogta... kendiniz de buyrun girip bakın, belirli bi insanı merak etmemiz için sesi yetiyo. bu sesten ibaret kişilik hakkında istemeden bi database oluşturdum. hani kıçındaki bene kadar bilicez bu gidişle... her gün en az 3-4 insan gugılda bu yazıyı bulunca sevinip tıklıyo ben de onları trackerda görünce bi tuhaf oluyorum. bi bakın nolur. biraz (!) korkutucu görünmüyo mu?

***
tez meselesi bugün aydınlığa çıktı, böylece bu mekanı artık daha fazla stres baloncuğuyla kaplamiycam sanırım. "sabah 10, gözümü açamıyorum" saçıyla karşısına çıktığım hocam, ki kendisi uykuluyken bile ayık görünen şanslılardandır (kahve, evet), "olmuş bu sefer" dedi. oh dedim ben de. yüzümde güller açtı, evet. zaten olmamış dese yapıcak bi şi yok- daha fazla bi şi çıkmazdı benden. ama olmuş dedi. hatta teorim varmış benim, haberim yokmuş. tralla lalalalalalala yani. otur yaz kujum madem. aynen.

bu aralar günler aslında çok huzurlu geçiyor. utanmasam camdan dışarı bakınca güneşli, sakin bi deniz görücem. parlak. arada oluyo da galiba; penceremin önünde bi bina olsa kaç yazar... acı yok Raki. her şey kafada bitiyo. adriyın icabında; bakarım görürüm. bu aralar gülümsemeli günler var.

geri sayımlardan hazzetmiyorum işte. 1,5 sayısından da hiç hazzetmediğim gibi. 1,5 ay sonra ben saat farkı hesaplıyor olmak istemiyorum aslında. neyse, gün bugündür adamım. adriyın demiştim di mi. yes.

bu hollanda sinemalarının iyi yanı: salı günleri sneak preview. vizyona bilmem kaç hafta sonra giricek olan bi filmi önceden gösteriyolar tek bi gece- ama hangisi olduğu süplis. heyecan yumağı bi şi, el çırparak gidiyoruz salıları. boktan bi filmse de sövüp çıkıyoruz zira film kartımız olunca sınırsız film izleyebiliyoruz, öğrenciyiz mutluyuz.iki tane iyi yan yani. yan yana.

kötü yanı: her boka gülen seyirci öbeği. allahım, adamın gırtlağını keserler bir kahkaha, sevgililer kavuşamaz bir histerik gülüş... türkiye'de olsa var ya, imha ederler adamı. yandaki amca inceden çiziverir valla. bir üç beş de değil kardeşim, bi salon insan. irina palm'da mesela, filmi bırakıp salonu izlemeye başlamıştım ben. hepsi imaj derdinde taze ergen desen.. ı-ıh o da değil. daha iki gün önce 40 yaş civarı bi teyze acıdan kıvrandığımız film bitince bi seda sayan kahkahası attı-- ki seda sayan kahkahası ağır bi şi. kendisi sabah şovunda erken doğum sancısı tutan ve ölüp ölüp dirilen seyircisine bile gülebilen biri biliyosunuz (bilmiyosanız da yuh, ben teee hollandalardan takipteyim. hehe).

ama birinciliği venus adlı güzide filmde arkamdaki sırada gülme krizine girip boğazına patlamış mısır kaçıran kıza veriyorum. burnundan çıkmıştır inşallah. hıh.

8

sekiz asker dönüyor, adalet bakanımız üzgün. adalet yerini bulmamış sanırım: şehit istermiş canı-- öylesi evlaymış, yoksa işte böyle adamın arkasından konuşurlarmış. sevinememiş. hayır hayır, hastalıklı bir hal TABİİ Kİ değil bu, binlerce makul izahat var birinin diri olmasına sevinememe hali için. Hatta bunlar o kadar makul ki o beyinlerde, evladının canının korkusuyla titreyen o annelere babalara çocuklarının diriliğine sevinme hakkı bile vermiyor. bir gün bile tutmuyor çenesini, bırakmıyor ki hasret gidersinler, şöyle doya doya bi koklasın oğlunu. oysa öyle mi ya, cenazeleri olsaydı "oğlunu koklayamadan gömdü" derlerdi, biz omuz üstünden paşaya sarılmış yaşlı amcaya zoomlar, üzülürdük. neticede 8'ın kafasına sıktığınızda ve o zarifçe sağa devrildiğinde, evet evet o bir sonsuz işareti, öylesine poetik bir ölüm olacaktı. "8 asker sonsuza uğurlandı" falan.

sevinememişler. "politik çıkarlar için alet olan canlar" haline gelmiş çünkü o sekiz-- ne komik di mi, ölüleri politikaya alet ettiklerini görmeme hali. ölüyü diriyi. hem o hem öbürü, herkesin ölüyü diriyi politikaya alet ettiği bir hallerde değil miyiz zaten?

türk askeri şehit düşmesini bilirmiş. bunlar çürük yani. herkesin asker doğması gereken topraklarda, ölemediği için doğumda edindiği kimliği kaybedenler. yeterince asker değilsen yeterince türk de değilsin, bil bakalım sen nesin?

ne yazık devletin birine "dirin ölün kadar bir şey ifade etmiyor bana" diyebilmesi. ah nasıl isterdi adalet bak bakı şahin, tam teslimat anında arbede çıksın, 8 kişiden 5i ölsün ama geri kalan 3 kahraman bütün teröristleri temizlesin... kahraman ve şehit, ikisi birden olurdu işte.

sıfat fetişi. kahraman, şehit, tutsak, korkak, hain...

bütün bu sıfatlar içinde ölü ya da diri olmanın bi farkı yok. sıfatın kadar varsın. sonra gazetelerden fal tutma devletimizin biricik vatandaşları yorum kutucuklarında "şehit düşseler daha iyiydi, çocuğuna nasıl izah edecek?" diyebilir işte.

vampirimsi bir kan açlığı- başka bi adı yok bunun. politik analizlerde kendi hayatını öne sürmeyen adalet bakanının adalet koltuğunda oturmasının saçmalığı kadar basit.

4 Kasım 2007 Pazar

reset

öncelikle yüksek müsaadenizle bi

AAAAAAAAAAAAAAAAAYYYYYYYYYY

demek istiyorum.

iç şişmesi halleri.
of çekmiyorum zira civarda yıkılacak dağ bile yok canına yandığım dümdüz hollanda topraklarında, ziyan olur. almanyayı falan vurur, istemedim.

neyse, ben cuma günü falan, başa sardım yine.
hani benim bi hocam daha burda ya, iki ettiler ya, yemin ediyorum şöyle dedi danışmanım:

"sen bize elinde ne varsa yolla biz pazar gecesi viski içer içer okuruz artık".

yani keyiflerine düşkün oldukları için mi yoksa benim durum viski gerektirdiği için mi bilemiyorum... ama ilk kez bi insanın gözünde benim söylediklerime bağlı olarak endişe-panik-karmaşa-kayboluş-... vb duyguları bi arada gördüm. yani ben konuşurken "e biz niye yapıyoruz bunu şimdi?" dedi hocam fısıltıyla. ufff aaaaay yaaaaaaaağ. karşılıklı kaybolduk. hatta bana "metodolojiyi sonra yaz" dedi hocam. ben de "analizi nası yapıcam metodumu bilmeden" dedim. karşılıklı cin fikirliyiz ya, kaldık öylece :)

neyse, ben elimdeki her şeyi yollamadım, zira %90'ı zaten onda var, zira ben yeni bi şi yapmadım. bir sürü okudum. bi tane metodoloji girişimim oldu, yarıda bıraktım, onu da yollamadım. oturdum bir sürü kutucuk yaptım. "şundan şöyle bundan böyle" diye. oklar dolusu. anlarlarsa... valla benim elimdekine bakıp "hımmm ama nerde hani varoluşsal çalkalanmalar ve sermaye?" demeyi bıraksalar iyi olur. bulduğum kadarını gösterdim hocam. aaaaaa.

şimdilik yarınki yer yarılıp içine giriş anına kadar rahatım. ta-taaaa...

yarın çok heyecanlı bi gün ayrıca, bilgisayarım yeniden doğacak. fiyuuu.
çikolata, kurabiye, şekerleme ve meyve suyu stoklayıp ders çalışanlar!! birleşin ve dişçiye gidin!

ben dün ilk kez düşünememe halime ağladım. durdu beynim. klavye, makaleler, yazdıklarım, karalamalar... her şey durdu, hep birlikte müsait bi yerde indiler, beynim bomboş kaldı. çok fenaydı çok. sonra türk iktisadi tarihinden başlayarak arkayı beşledim falan... şimdi şoför yanı boş, en kral fikri oraya oturtucam, üstelik istediği radyo kanalını açabilir.

eastern promises'e gidildi efendim. keşke birazcık türkçe vurgu kısmını da çalışsalarmış... canum. olsun ama. hiç sevmeyenler de olmuş filmi, ben sevdim sanırım. yani filmde klişeler varsa nolmuş, maksat onu nası kullandığımız. di miiğ di miiğ... spoiler: eğer biri boğazımı keserse atkıyı aşağıya çekip kameraya göstericek takatim olacağını sanmıyorum. nokta. imdb'ye yorum yapan bazı sivrizekaların filmin neresini izlediğini anlayamadım. yine bi spoiler: hemşirenin bebeğe olan düşkünlüğü daha önce düşük yapmış olmasından kaynaklanıyo belli ki. yok işte, belli olmamış kimine. ayrıca kiril tek bi adam öldürmüş değil aslında. nokta.

30 days of night: zannımca film yerine fotoğraf sergisi olsa da aynı derecede beğenirdim. yani renkler pek hoş, çekimler güzel ama o aşık gibi gibi yapan çift olmasa da olur. yani diyaloglarla çarpılmadık, senaryo da çok süper değildi- ama renkler renkler. spoiler: karda tek başına aynı mimik ve vücut diliyle yürüyen bir sürü kadın karakter vardı. sonsuz bi deja vu hissi veriyo. aha bi tane daha* bum o da gitti. nokta. yönetmenin daha önce video klip çektiği belli oluyo.

kötü bi şi bu otosansürlü yazı ama spoiler sevmeyik.


aman işte neyse.... yine yeni yeniden deryik buhranları... bunları yazmaktan sıkıldım yahu siz de okumaktan. aslında şu an görece iyiyim ben. onu söyliym istemiştim.

bum bum gençlik! neşelenin. bugün kendinize çiçek alın! siz de beyler!

1 Kasım 2007 Perşembe

atalet


yeni bir gune 7 dakika kaldi. bendeniz sabah 9'a kadar 5 bin yazıcam. 5-7-9. valla yazıcam. oda sirk çadırı gibi ışık ışık. her yerden gözüme ışık giriyo ki uyumiym. şimdi türk kahvesi yapıcam. gerekirse çivili yatak bile mümkün. bu gece uyku yok yok yok. işte bak elindeki makale sana söylemek istediklerini bi 5 cümle halinde vermiş, daha neylersin deryik.

sadidas iyi ki varsın. ben bunu daha önce koymuştum galiba. olsun. insana saçını kırmızıya boyattırır valla. öyle bi hal. sonra işin yoksa kırmızı-beyaz çizgili çarşaf ara. mavi duvar falan.

ayrıca bilen bilir, kızımız 19th nervous breakdown dinliyo çünkü ben öyle diyorum. hıh.

şiir

efendiimm... sütlü hanım "kendinizi anlatan bi dörtlük" mimini paslamış. bu vesileyle hemen bir şair alıntısı yapalım:
herkesin bir hikayesi vardır ama herkesin bir şiiri yoktur
der özdemir asaf. ben kendimi şiirli bulmam pek, hikaye belki. kendimi anlatan şiir bulmak da çok iddialı ve zor geliyo bana o yüzden. puf. neyse, deniyoruz efendim. zor işmiş:

Şimdi evime girsem bile
Biraz sonra çıkabilirim
Madem ki bu esvaplarla ayakkaplar benim
Ve madem ki sokaklar kimsenin değil.

orhan veli- başağrısı


bir gece ansızın gidebilirim. bu şiir olsun bari. "gidelim burdan" buhranlarıma ithafen, içinde sokak olan bi şiir olsun. gitme ihtimallerine. ay seçmek de kendini bilmek de zor.


evveeetttttt ebe sobe:

zanzara, peanutbutter, turuncu bi de taze blogger mormermaid ...
marş marş. edit edit: dörtlük olucak efendim!

gaf okumaları

bilmem ki gördünüz mü, bir milletvekili gaflamış. alevilerle satanistleri bir tutmuş, sonra da "ay olur mu hiç tabii ki biliyorum ben onların ne olduğunu, tabii ki bir tutmam, tabii kiiiii!" gibi bi özür dilemiş. şimdi bu adam niye bunu demiş, o kısmı tartışmak aylar sürebilir. zira nüfusunun alevi-sunni oranını bilmeyen bir ülkeyiz. aleviler DE var işte bu topraklarda. zaman zaman kafa göz dalsak da, böyle barış kardeşlik falan gerektiğinde çok seviyoruz onları. hem zaten aleviler hakkında ortalama fikir "çok aydın" olduklarıdır. okuma yazma oranı yüksektir, kadınlar daha eşit muamele görmektedir vs vs. yani hiç alevi tanıdığı olmayanın da baş sallayıp kabul ettiği bir kabul bu, onu demek istiyorum (deryikin yanlış anlaşılmaya dair el kitabı: öyle değiller demiyorum). alevi "iyi bi şi" yani. ama NE olduğunu tam olarak bilmiyoruz. ama iyi bi şi. korkmaya gerek yok... yani hakkında fikir sahibi olmadığımız ama kortuğumuz bir dolu diğer unsur arasında aleviler favorimiz devletçe: hem müslüman hem aydın hem barışçı hem de iyi aşure yapıyolar- daha ne isterik. devam.

şimdi efendim bu sayın milletvekili bunu niye demiş? örnek veriyo efendim. kendisinden alıntı yapıyoruz: "Alevilik Şia'nın bir koludur. Şia mezhebinin diğer kolları da ayrı bütçe isterse ne yapacağız? Bunun sonunun olmadığını söylemek istedim" demiş kendisi. Hemen düzeltelim, hayır satanistiliği bir Şia kolu olarak görmüyo. varsayalım ismail, örnekleyecekken dili sürçtü. neyse, devam. efendim kendisi "bunun sonu yok" buyurmuş. Öncelikle kendisi buna karar verecek mercii değil. her konuda olduğu gibi ilahi meselelerle ilgili de bir bakanlığımız var çok şükür. Fikir belirtiyor. Fikir kısaca şöyle:

herkese hak ettiği hizmeti sunarsak bu işin suyu çıkar.

tabii "sonu yok" denen kısım nedir diye bi analiz analiz düşünüyo insan... diyelim ki bütçe. ah yok siz milletvekilleri nasıl diyo: kaynak. bayılıyorum ben bu kaynak=para denklemine. neyse burdan hareketle bi bakalım, "para talebi"nin mi sonu yok, yoksa "resmi tanınma"nın mı? ikincisi pek kaynak gerektirmiyo zira. burdan bakınca yıllar boyu kabineler alevi ve bektaşi kültürünü çok egzotik, çok doğulu, en bi "islamın barışçı yüzü" olarak kullandı: resmen hümanist islam olarak pazarlandı gerektiğinde: türkiyenin farkıııı bu hoşgörüdüüüürrr.... Mevlananın torunlarıııı..... oysa aynı torunlar her yıl yağlı güreş de tutuyo. neyse. kendine yabancılaştırılmış toplum olarak "anneee bu neee" bile dedik belki. bilmiyoruz. bilgi yok. "kendi hakkında bilgi varme hakkı" diye bi şi varsa eğer, o hakları gasp edilmiş durumda.

anayasa bu tip konularda tam bi el kitabı. ben her vekile öneriririm, hani "devlet yönetimi 101" olabilecek bi şi... nası derler şeker: başucu kitabı. şimdi hani orda din, ırk,mezhep sayıyo ya vekilim... hah, işte o mezhep bu mezhep oluyo. ayıraman yani. yassah. yaa yaa maalesef. ben dedim de dinletemedim, artık yenisi ellerinden öper.

oysa öyle mi ya... vekilime göre sünnilerin mezhebi yok (hanefi, maliki, selefi falan bir ufak detay). yok ı-ıh kalmamış. sünniler bir ebedi bütün. böyle büyük bi mezhep bulutu. Şia mezhebininse böyle ahtopot gibi kolları var, ay hak falan talep ederlerse ya??? Osmanlıdan beri "dini haklar" denince, gayrimüslimler anlaşılıyor... sonra bi de devletim diyo ki "onların inancına TABİİ Kİ saygılıyız". tabii ki. en azından cebella gibi gibi komşu ülkelerin ve Avrupa var her konuyu gayrimüslimlere bağlayan. TABİİ Kİ saygı duyucan yani. misal, yine el kitabımız anayasamızda, azınlık kavramı az buçuk din bazlıdır: Ermeni-Rum-Yahudi üçlemesine karşı "Türk" vardır. 7 farkı bulunuz. Etnik bu farkın dini temeline vurgu tabii ki osmanlının millet sisteminden geliyo; ama buna itiraz çok. misal kürtlerin "müslümanız ama etnik farkımız var" demesi gibi, aleviler de "türk olabilirim ama mezhep farkım var" diyor. ayrıca kürt de olabilir. alevi-kürt durumu devletin başını döndüreceğinden şimdilik atlıyoruz. devam.

dedim ya, nüfusumuz hakkında pek bi bilgimiz yok. bunun teknik kısıtlamaları olabilir, hatta gidip "kardeş sen sunni misin" diye sormanın etik yanlarının da farkındayım... ama insan YOVARLAK sayılar bilir en azından... üniversiteler falan fülün. şöyle bi gugıla sorduğumuzda %30-43 arası bi sayı vermiş alevi nüfus için. vekiller 10 milyon diyo. biz gugıla sorduk, ortalamasını alıyoruz: %37. nüfusunun üçte birden fazlasına "ay ipin ucu kaçar sonraaa" gibi bi saçmalıkla dini hizmet vermiyosun. Ha bunun için bi bakanlık olması ne demektir, o ayrı mesele; ama var. ve burdaki konu vergi öderken gayet egaliter yaklaştığın bu insanların "yol su elektrik"ten fazlasını da alabilmesini sağlamak. din kurumunu bir hizmet haline getirdiysen, hizmete erişimi kısıtlayamazsın. zira vergi ödüyo adam. imamlar maaşlıyken, ilahiyat fakülteleri bissürü bissürüyken- yoo dostum yooo, bu insanları sanki bi müzede sergilenen hoşgörü anıtı haline çeviremezsin. buna karşın "fakültede dede mi yetiştiricez" diyen kendini bilmezler varsa az biraz kendilerinden farklı işleyen sistemlere varolma hakkı vermek nedir, düşünsünler. ak sakallı olur rüyana girer yoksa o dede.

diğer mezheplere gelince... keşke ortaya çıkıp talepte bulunsalar. "ho hooo alevilere, bektaşilere zırnık koklatmıyo Diyanet, bize sıra gelmez" demiyolar mıdır sizce? ayrımcılığın rasyonelize edilmesi kadar kanımı donduran bi şi yok. hani şöyle bi "e ama sebebi o kadar belli ki, uff görmüyo musunuzzz" hali... kan donduran... yok kardeş, baaakk baaak baaak... ı-ıh yıllardır göremoor ben.

"ay hem müslümansa niye camiiye gitmiyooo hıı hııı" cehaletinin tezahürü olan, "mumsöndü oyunu", "kızılbaş" lafları falan... çok eskide kalmadı monşer. çamur at izi kalsın damgalamasından sessizce, acı içinde payını almış bi nüfustan bahsediyoruz. namus namus kuduran bi milletin, kendi ülkesinin üçte birine namussuz dediğini görmezden geliyoruz; yıllarca sapık muamelesi gördüler. yine aynı kesim tarafından gerektiğinde "hadi hadi dön şimdiiii hoop mevlana oll!" şenlikleriyle konser fonu da yapıldı bektaşiler. Mercan Dede taaa Kanadalardan gelip çok etkilendi falan. Ney üflüyo ya, ona her hakkı verdi o ney. yarın öbür gün umarım bu füzyon mutfağı türk popu bi imama yatsı namazı falan da okutur sahnede. ya da pazar ayiniyle every way that i can. nolceekkk yaaau dans gibin işte, hem klise korosuymuş gibi, hani bizdeki hali gibi, şık görünüyo. yahu daha bakınca ibadet görmeyen bir göze hak hukuk nasıl anlatılır? pazar ekinden fırlamış bi cehaletle "bu koreografimde sema kültürünü tanıtmak istedim, işte bakınız sema. tanıdığınıza göre evimize gidebiliriz" hallerinden böööğ bööööğ böööğğğ....

neyse... beni korkutan yanı bu "ya diğerleri de isterse" fobisi. adam açıkça nüfusun üçte birine vermiyoruz yoksa bize kalmiycak diyo. yedik yedik şiştik gayri. başka alanlarda da oluyo mudur acebağ? "ay eşcinselleri tanırsak biseksüelller transseksüeller... bu işin sonu yok" falan... n bileyim, "evli kadını tanırsak bekar/dul da ister" falan...

sonu olmayan neyse... adam "haklarını tanımayı finanse edebildiklerimiz" diye bi şi tanımlamış. parası yoksa tanımıyo. ben mesela desem ona, "para istemiyorum yahu, tanı beni, adam yerine koy yeter, hakkımı ver", ona da yanaşmıyo. o illa nakit hizmet vericek. bi de eğitim tabii. zira hala ortalama bi vatandaşa ulaşım yolu camiiden, diyanet onaylı fetva ve hutbelerden geçiyo. eğitim kurumu olarak camii: o da lazım tabii, "ahlak bilgisi" kısmı; ama sünni ahlak. camiiye gelmiyosa kurt kapsın onu. biz bilemiyciiizz...

sonra nedir işte bi prof tanırsın, "ben alevileri anlamıyorum yalnız, niye diyanet tanısın istiyolar ki? yani diyanete karşı olmalıyız sonuçta" der, böyle saftirik saftirik. oturup kocccaa adama açıklarsın, "hocam şimdi madem öyle bi kurum var, ayrımcılık yapamaz. ya herkesin için olur ya kimse için olmaz" dersin. "hıııı"lar... düşünmemiş resmen bu konuda. ama aynı şahıs "deryik söyle bakalım neyzen nedir" diye sormaya cesaret eder mesela. "ney üfleyen" dediğinizde de sırtınızı pat patlar, "hah aferin, çalan değil üfleyen" diye. zira etkileşimi orda bitiyo. neyzeni biliyo, entellektüel kapasite dolmuş taşıyo. vaoov. CDleri falan da vardır. aay daraldım.


gırrrr.... hala bu milletvekilinin gafını tartışıyoruz. belki bi gün gelir özrünü kabahatinden büyük buluruz. zira benim gözlerim yerinden fırladı, kapanmıyor. adam özür dilerken bize, sana bana ona buna, şunu dedi aslında:

yarın öbür gün, "senin haklarını tanımaya kaynak yok" deyip o hakları gasp edebiliriz, haberin ola.


duyana, anlayana.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker