30 Haziran 2006 Cuma

felan

çok üzgünüm ama felan diye bir kelime yok. falan var, filan var. felan, felen, fülün, filin,folon... yok. Yani bölgesel olarak vardır belki ama yöresel ağızlara girersek çıkamayız. Konuşurken felan belki alışkanlıkla çıkıyodur ağızdan ama yazıda ben sevmiyorum işte, gözümü tırmalıyor. hem büyük ünlü uyumuna da uymuyo. falan filan işte.

ps: ayrıca hörmet diye de bi kelime yok, hürmet o. hürmet etmek. hürmeten. öyle işte.

troleybüs.
töhmet.
tumturak.

diplom

a-a..diplomam oldu benim. o kadar istemiyodum ki almadım hatta, bölüm başkanı uyardı "deryaa diplomaa" diye. zorla verdiler. bööle kalın bi kağıda büyük harflerle adım yazılı bana bakıyo. mezunlar derneği de parti yaptı, fena geçmedi gerçi; ama büyük gün yarın. Çıkartma yapıcam, bekleyin. geriye bi tek saçım kaldı, istediğim gibi olursa değmeyin keyfime. sonra salı günü bu diyardan gitmem gerekiyor. annem resmen beni almaya geldi, yoksa gitmem biliyo.
istanbul... yine öyle içten çağır da geleyim. Hep çağır, hep kulağıma adını fısılda. Pişman et beni gittiğime yine. yine pişman et.

29 Haziran 2006 Perşembe

bitiyo

valla bitiyo işte şaka değil. Bense ÖSS sonucu beklermiş gibi heyecanlıyım, sanki tekrar gelivericem buraya. Bebek kapıdan girip de yağmurun altındaki havuzu gördüğüm gün 4 yıl önceydi. vay ki vay. Şimdi bir türlü kapanmayan bavullarla gidiyorum burdan. nereye mi?

la hey olmazsa ankara ve ordan burdur.
ordan sonrası iç iç kudur.
bir araya istanbul'u da sıkştırırsam,
işte mutluluk budur.

27 Haziran 2006 Salı

"yolda biri laf atsa tepkin ne olur"

diye google'a sormuş biri. Ayı galiba. Ona göre laf atmayı düşünüyo sanırım, anlamadım ki. ya da belki bugün laf attı birine, tuhaf bi şi dedi kız, normal mi diye kontrol etmek istiyo. Bir insan nasıl bu soruyu google'a sorma eşiğine gelir ki? gugıllayabildiklerimizden misiniz. nesiniz siz yaa.

geçen gün biz özgeciğimle otururken ve geyiğe dalmışken iki hızar yüzü görmemiş genç irisi laf atmış, duymadık. sonra yanımızdan geçerken "kıslar o kadar da çaardıık gelmediniz aşgolsuhn yaanee" dedi cart turuncu t-shirt. "aç koynunu kuş konsun" demek istedim ama onun yerine sadece bi "hiç çekemiycem şu an" demişim. Özge hiçbirini duymamış. Bunun dışında gelmiş geçmiş en sevimli laf atma olayını bizzat yaşadığımdan mutlu ve gururluyum: genç bi çocuk 5-6 yaşlarında bi erkek çocuğunu gezdiriyor elinden tutmuş, yeğeni falan heralde. önümde zınk diye durdular. sonra adam "bak evladım, güzel bu" diye parmağıyla beni gösterdi. ben de gülüp geçtim. Bu kadarına "berbat hissettiğinde yoluna çıka" diyoruz biz. Bunu okuyup ilk bulduğu veletle sokağa dağılacak gençler için şap tavsiye ederim.

onun dışında bütün solaklara selam ola, hoş geldiniz. Kullandığınız klavye bile sağlaklar için bakınız: bütün sayıları sağda toplamışlar, enter tuşu sağda. Ama biz özgür ruhlar bolca "escape"e basıyoruz di mi? evveeatt..

kelimeler

Yorulduğum ya da kafamın karışık olduğu anlarda kelimeler birbirine giriyor. Freud ne derdi bilemiyorum ama her seferinde karışan belli kalıplarım bile var artık. Mesela otobüs ve asansörü karıştırıyorum yorgunken, mantığı da "beklemek" sanırım... Durakta "oof asansör ne zaman gelecek" cümlesini kuruyorum mutlaka. En dehşet verici versiyonu ayağımın üşüdüğü bir gün belediye otobüsünün gelmesi, biletimin olmadığını idrak etmem ve "binemeyiiz çorabımız yook çorap alalımm" diye bağırmam. Sonra biletçiye gidip "bi öğrenci" dedim ve "çorabımı aldım" diye geri döndüm. Arkadaşlar endişelenmişti bayağı. Bir diğer örneği vitamin takviyesi mevsimlerinden birinde "aa bugün viyadüğümü unuttum" demem. Allahtan bu örneklerin arası açık, yani nörolojik bi durum yok bence. Sadece serbest çağrışımda son nokta. Bu ara ise inatla "cep ve küppe aldım" diyorum. Hatta konu kep ve cüppe olunca geriliyorum ve "doğrusu neydi" diye düşünüyorum. Bir yandan "ama cep ve küpe diye çok kullanılan iki kelime var, doğal" diyorum; ama yeter yani.
Galiba geveze biri yorulunca kelimeleri seçme işini beyinciğe bırakıyor, o da işte asansörmüş viyadükmüş eline ilk ne geçerse atıyor ortaya. Ürkütücü bazen.

25 Haziran 2006 Pazar

istanbul tek, bir tek o. canım.


Burda doğdum, 10 yıl kaldım. Ankara'da büyüdüm, 8 yıl kaldım. Geri döndüm 4 yıl kaldım. Bu hesapla Ankara'da ne kadar kalırım? İstanbul'a nasıl dönerim?

O 8 yıl var ya hani.. nefes alamadım, hep İstanbul'u düşündüm. ilk yılı hala hatırlıyorum, küçüktüm zaten, "niye martı yok" diye takılmıştım. sokak aralarında deniz aramıştım, en fazla Mogan gölü'nü bulmuştum. ilk yıl ne çok giderdik... Sonra Ankara "küçük sevimli kulübe" hissiyatı vermeye başladı: düzen ve huzur ve nizam. Dekorumsu bi sevimlilik. Ben biraz fazla düzensiz olduğumdan hep eğreti kaldım o şehirde. Ankara'da "bırak dağınık kalsın" yoktur, en dağınık bile ütülüdür her zaman. Kendini dağınık sanan gençlik, çok komik ama, şu ara Bestekar sokak kaldırımına güvercin gibi dizilip bira içiyo. burdaki karşılığı Galatasaray'daki YKY önündekiler diyebiliriz; ama onlar bile bi renkli kalıyolar. İki üç yıldır var Bestekar hırpanileri, ilk gördüğümde gülmüştüm, ayıp olmuştu.

Arkadaşlıkları güzeldir Ankara'nın (teselli klişesi. bi adet "bok!" çakıyoruz). Gerçek dostların olur; çünkü her daim onlarla olmaktan başka yapacak bir şeyin yoktur pek. İnsanlar birbirine tutunur. Ne bileyim keçisi ve armutu güzel diyolar bi de.. Of of. sevemiyorum.

Atalet şehridir Ankara bi de.. Esas o atalet! Nasıl tarif etmeli ki.. hisarüstü-levent kadar olan bi bölgede bütüünnn hayatınızın geçtiğini ve en elzem zamanlarda dahi üşendiğinizi düşünün. Atalet işte. Bİr şehir hareketsiz kılar mı insanı? uyuşuyosun resmen, manevra kabiliyetin düşüyo. İstanbulu aynı gün içinde 3 kez çaprazlamakta beis yoktur oysa.

"bi tek istanbula dönüş yolu güzel". o kadar da değil, haksızlık etmiym tabi, ankaralılar sevebiliyo ve ben bunu kıskanıyorum bazen. Geçici olmalı ankara, ziyaret edilmeli. o zaman güzel. kale güzel. insan ankara'da olduğunu fark etmeyecek kadar meşgulse de güzel.

Dün Leb-i Derya'da istanbul şıkır şıkır karşımdaydı. gideceğimi hatırladım. kimseye belli etmeden bütün gece ağladım, herkes gördü. Şarap içtim, ağladım yavaştan. yan masadaki ayıcığın burda kalacağını ve benim gideceğimi düşündüm. O dolma parmaklarına çatal saplayıp sigara yapıştırmamak için kendimi zor tuttum.

Son bir haftam. Bahar'la konuşuyoduk da (aynı şekilde yaşadık: sadece o 4 yıl sonunda dönmeyecek), ne derse yapacağım, koşulsuz özleyeceğim, sabırla bekleyip uğruna dağları deleceğim tek sevgili bu şehir. O kadar zor ki insanın çalışmak istediği işin ankara'yı gerektirmesi. o kadar zor ki "özel sektörde çalışmak istemiyosan istanbulda ne yapcaksın" gerçeği. aptalım ben. özelde çalışmalıydım. bu şehir onu istiyosa onu yapmalıydım, ankarada mutlu olmam ki.

gençler bu son haftada uyarım: "gidiyosun yaa oof" demeyin, ağlıyorum. "ama bak ankara ne güzel annenler falan" demeyin, onlar da burada yaşamalıydı zaten. "ay istanbula bak böö çivkinn" lemeyin, anlamadığınızı düşünüp cevap dahi vermem. Bu şehir en çok sabır. Sabırla döneceğim geri. Yine bekliycem işte küçük sevimli kulübemi. Ama sonra 3 kuşaktır süren "istanbulda doğup hayatın bi evresinde ankaraya çakılma ve hep istanbulu özleme" lanetini kırıcam. kahraman olucam. Gerekiyo.

Ben arada gelirmişim ama,moralimi bozmayacakmışım. Arada. Turist gibi. Evime turist ziyaretleri. Ailemin kuşaklardır evi olan yere turist gibi gelicek Deryik. Turist Deryik arada İstanbul'a gelirmiş. Nasıl canı acıyacak bu şehir hızla değişirken yanında olamadığı için halbuki. Turist Deryik lafı çok koydu bi an.


24 Haziran 2006 Cumartesi

tim tim

tumturaklılık. tumturak. hakuna matata gibi bi şi: tumturak.tumturak lafını duydunuz, mutlu olmadınız mı? oldunuz. töhmet familyasından, dilgıdıklayıcıkomikkelimeler. tumturaklı bir töhmet altında kalasın deryik.

palas pandıras da bu sınıfa girebilecek bi söz.

bu arada etrafta bol bulamaç kapriler ("erkek arkadaşımın da.. ihihihi" kızları) üstüne bol bulamaç t-shirtler ("ay bu da evvett.. ihihihi") giyen, bütün bu bol bulamaçlığın üstüne "sanki yokmuş gibi" makyajı ve "out-of-bed" saçı kondurup bolca uzun zincir kolye, pırlantalı kristalli küpe ve uzayıp giden saçlarına minik tokacıklar takan, illa ki büyük kocaman çanta ve gözlükleri olan, ayaklarında minik babet ya da klas bi converse bulunduran, "salaş ama kuul ve hatta çekici bi erkeksi" solaryumlu kızlar türedi. tikkat tikkat. "generation c" değil bunlar. bizimkiler hala vitrinlik oyuncak bebek ekolünün son temsilcisi olma yolundalar.

Generation C

böyle bi kavram var-mış. 12 mart 1988 ve 24 nisan 1993 arasında doğan kuşak, tarihlerin nedenini bilemiycem, kabaca 1988-1993 denebilir.. Tek bildiğim benim kardeşim de bu kadrodan, henüz bu halde değil ama... 1988 doğumlu biri şu an 18 yaşında, geliyorlar yani alttan alttan. özellikleri zaten bu: küçük yaşları. Bizde belki 20-30 yaş arası için bir derece daha geçerli olabilecek ve bir yerde mesleki kaygılarla şekillenen durum, dışarda bir yerde biraz daha farklı gelişiyor. anlatıyorum:
Bu gençler bilgisayar ve internet kullanımının daha yaygın olduğu kuzey ve batı'dalar. interneti delicesine kullanıyor, interneti kişiselleştiriyorlar. Ürettiklerini, planlarını procelerini böyle pazarlıyorlar. Onlar online ve wireless kuşak (bu yazı boyunca ingilizce terim geçecek evet.) tasarıma düşkünler, özgün olsun benim olsuncular. internetten alışveriş, pazarlama satış falan, yaş en fazla 18. Artık üretim trendlerini, pazarlama stratejilerini onlar belirliyor. iPod nano onlar içindi, blogger onları seviyor. cep telefonuyla fotoğraf çekebilmeyi onlar talep etti, siz değil. şarkı yapıyorlar, yazı yazıyorlar, grafik tasarımla ilgileniyorlar- üretiyor, pazarlıyor ve kazanıyorlar. ufacıklar, en fazla 18. "sanatçı" olamasalar da "yaratıcı"lar. birileri "the rise of creative class" diye kitap bile yazmış. Sürekli kontroldeler, denetim mekanizmaları yüksek ve bilgiye erişim konusunda dehalar. İlgileri kapsamındaki herkesi ve her şeyi takip ediyorlar. Bütün bunların ödülünü "şan şöhret" olarak almak istiyorlar; bir şekilde isim yapma sevdaları warhol'un 15 dakikası için. onlar henüz en fazla liseye gidiyorlar.
ufak bi alıntı: bir yazıda "genration c'deki c 10 yıl öncesine kadar ancak 'consumption' (tüketim)anlamına gelebilirdi artık creativity (yaratıcılık) anlamına geliyor" demiş. özetlemiş. Şimdi yeni akımlardan biri de bu C kuşağını yaratıcılıklarına yön verici eğitimlerden geçirmek falan. Sürekli yenilenen ve genişleyen bir teknoloji arsızlığı içinde, her imkanla üretiyorlar. çok hızlı tükettikleri de bir gerçek. bu tüketim de online bir tüketim- hatta fikir tüketimi.
kardeşime gelince: aşağılarda demiştim ya çocuk kitapları film olmasın diye..."abla şimdi bu kitabın filmi 2 saat sürüyo, öğreniyorum ben ordan. niye okiym ki". aaa ama defne hani kendi yaratıcılığın, hayal mahsülleri ofisin falan? di mi. ilk tepkiniz bu. hatta huzur içinde kitap kokusu. ama onun tepkisi başka: "niye bu kadar vakit harciym ki?" aceleleri var. bir sürü şeye yetişebilirler o kitabı okumak yerine. ilk yazılarımdan biriydi işte: hız. Hız için hızla yaşıyorlar. teknolojinin yenilenme hızına ayarlanmışlar. onlar o kitabı koklarken bir sürü şeyi kaçırabilirler.
başım dönüyor.

gugıllayın beni

google'dan nasıl bulundum faslı var evet, tracking. bazen çok acıtıyo insanı. Ciddi üzülüyorum google'a sorulabilmiş sorulara. yazık ama yani. benimkileri yazmaya gerek yok, açıp bakarsınız, hem çok enteresan bi durum da yok.
bu arada google geçenlerde "türkiye bizim için çok ilgi çekici bi pazar, bizden bayaa bi şi arıyosunuz" falan diyerek yeni yatırıma başlamış. meali şu: her haltı google'a soruyoruz. google bana kız bul, google beni sevdir( "birisine kendimi nasıl sevdiririm"), google "telefonum kapalı olduğu halde çalsın" (böyle gelmiş biri), google çayda kahvaltıda yenir- acaba nedir nedir... aaaağğğh yani. en bi "google'layanlar"dan olduğum için şikayet ettiğim şeyi izah etmem gerek heralde: hayata dair kaygılarınızı gugılcık nası cevaplasın? zamanında bir profumuzun "acaba kimler beni 'dönek solcu' olarak görüyo" diye adını arattığı bi arama motoru; ama hassas kaygılara nasıl deva olsun.
google bize "information" sağlıyor, "knowledge" değil. çevirebilen tam bi çevirsin farkı izah etsin. ben ilkini arıyorum arama motorunda, ikinciyi değil.
bi de lütfen artık bu toprağın insanı bi sevişsin gelsin. yolda, okulda, google'da, her yerde kızışmış bir millet halinde dolaşıp havadan nem kapıyoruz. testesteron dediğin şey şiddetle de ilişkili. Cinselliğini bastırdıkça şiddet olarak çıkıyor işte. Erkekler için değil sadece, kadınlar için de diyorum. her gördüğünü tasvip etmeyerek süzen, yanlışlıkla ayağın takılıp çarptığında "öööyyff"leyip sinir içinde koşarak uzaklaşan herkes ya kaplıcaya gitsin ya sevişsin. yeter bu milletin gerginliği yaa. Valla yeter. hala adem ve havvanın o ilk utancı içinde kendi vücuduna dahi bakamayan haldeyiz. 4 kişilik dolmuştaki turist kızı "kaldırmak" için şoförle "ne dersiniz beyler, nasıl yapsak ki" muhabbeti yapılabiliyo. Herkes herkesi süzüyo sürekli. süzüyo ve denetliyo. birbirine ana avrat sövüp kavga edenleri seyredebiliyor ufacık çocuklar; ama öpüşen bir çift varsa eğer "aile var". Çocuk sevgi gösterisinden utanmalı. çocuk sarılmayı bilmemeli ama iyi kafa atmalı. Aslan oğlanlar ve potansiyel kaltaklar ülkesinde en çok kadınların sevilmeyi ve sevmeyi bilmeyişi acı.
google'a sorarsın işte sonra. "bana kız bul google." "kendimi nasıl sevdiririm google".
google sımsıkı sarılsın, iyi geceler dileyip yatırsın hepinizi. googleseviciler.

kargaburun etisi

incik boncuk faslı geri geldi. Kaç zamandır, etraftan çivi-mandal- saç-dal vs taşıyıp amorf bi yuva yapıveren apartmanarası kuşları gibi boncuk biriktiriyodum, artık üretime geçicem. Sipariş üzerine yapılan bi proce olur kendileri. zincir boncuk püskül ponpon vsvs. aklımda hiçbi şi yok ve bu seferki zor. ne yaptığımı söylemem- proce bu. kolye bilezik değil. anahtarlık değil, bambaşka bi şi. Bitirme tezi. bütün bu çabalama içinde fark ettiğim detaylar:

1) azimli bi solak olmama rağmen sırf bu işi sağ elimle yapıyorum. nedeni hakkında hiçbi fikrim yok. makası da sağla kullanıyorum; çünkü öbür türlü kesmiyo. beynimde "el işi" diye bi kısım vardır belki.

2) kargaburun denen alet velinimettir. müthiştir kargaburun. bir iki üç yetmez, bir sürü çeşit kargaburun her durumda gerekir. Cankurtaran kargaburun. Edward Scissorhands denen Johnny Depp karakteri misali, kargaburunbarnaklıkız olabilirim.

3) "daaabii ki bu zincir ayrılabiliyo ablaa, burdan gıvırıverdin midi"ci zihniyet yüzünden zincir parçalarken tırnak kırmak, el kanatmak falan... Bitti. artık doğru zinciri seçebiliyorum.

Bu arada, camınızın önüne bi kase içinde su koyun gençler, hatta tercihen gölgeye. Kuşlar kavrulmuş vaziyette.

okulu düşündüm de... Bir yıl daha burda olmayı çok isterdim. Seneye çok sıkıcı geçmesin diye şimdiden bi şiler bulmaya çalışıyorum. hayır hocam, "okumalarımı yapmak" yetmiyor. İstanbul'dan gitmek istemiyorum. Düşüncesi bile içimi acıtıyor, düşünmüyorum.

Halley ne güzel bi şi di mi? ülker otomatından çıkan tek sevimli şey. Eti nasıl para kazanabiliyor, bravo. Ülker istilası had safhada. Eti top kek bile yok hiçbi yerde. Kantinler, bakkallar, marketler... Eti yok. Eti bikaç yerde ce-e diyo anca. Ülker var her yerde. Ülker satmamak da zor olmalı. Etiyi özledim resmen. bi örneği de "ice tea yok nestea var" istilası mesela. o nedir yaa.. ne çirkin bi şi nestea şeftali. kötü resmen, bayat gibi, mayhoş bi şeftalicik.

James ve Dev Şeftali güzel bi çocuk kitabı. Roald Dahl tabii ki. kendisinin "boy" adında bi otobiyografisi var, çocukluğunu anlatıyor, okunası eğlenceli bi şi. çocuk kitapları filmleştirilmesin, çocuklar kolaycılığa itilmesin. anlatıcam birazdan.

kristal topumu açtım demin dayanamayıp, sımsıkı paketliydi. hiii parlıyoooo.. rengarenk renk renk ışııkkllaarrr...

kuşlara su, unutmayın.
buraya kadar okudunuz yani? bari yorum yapın :)

Apandisit

çarşamba gecesi baharla çıktık kız kıza. burda bi şi yok. Sabahı bi tuhaftı (anca anlatıyorum evet).

Ankaradan arkadaşı gelmiş, ertesi gün "tarihi yarımada" turu planlıyolar ki bence ilginçti çünkü ulaşım bilgileri sıfır,herkes turist yani. Neyse, sabah ikisini de uyandırmak için debelenirken "gitmiyoruz" dediler. Meğer birlikte gidecekleri kız aramış, "kötü olmuş" keyifsiz yani, morali bozuk iyi hissetmiyo, ertelemişler.. şimdi burası mühim. kız sabahın bi körü "benim apandisitim patlıyoooo" diye aradı. bizimkiler kaale almadılar pek, "sinirleri bozuldu karnı ağrıyo" falan diye düşündük. Sonra baktık ki durum vahim, kız acile götürüldü, bu arada hala "apandisiitt" diyo, biz de teoriler üretiyoruz, "üzüntü mideye vurmuş tabiiyy" diye. Tahlil yetmedi ultrason falan feşmekan.. bize telefon: "apandisitmiş ameliyata giriyo". iyi şimdi. ama bi insan nerden hisseder, direkt "apandisit bu" der ki? yerinden bile emin değildi.

kıza talcid verip yatırmadığımız için sevindim.


23 Haziran 2006 Cuma

kötü görselli tri lay lay

elbise işi tamam. ve ondan bi tane. biricik o, benim o :) tül ve pula laf eden ben sadece tül ve pul olan bi elbise aldım, çimlere bekleriz efenim.

hizmet sektörü ve deryik konulu bi kitap yazmak üzereyim. bilen bilir, çok tuhaf dialoglar yaşamışlığım var. çoğu benden nefret eder. etmeyenden gidip elbise aldım, vahameti siz düşünün. neyse... bunun son mertebesini anlatıcam ve çözüm bekliyorum:

cumartesi günü koton mağazası. genç tasarımcı bora aksucuğumuz koton için elbise tasarlamış. e ne güzel, heves ettim deniycem. o zaman benimki daha hayatıma girmemişti ve bunalımdaydım :) neyse işte. aldım girdim kabine. tezgahtar "dışardaki hanfendü içün" modellik yapmamı giyince ona göstermemi istedi- kapımı tırmalayıp sürekli "hadi amaağğ"lanarak. bense lüzumsuz tül ve ipliğe dolanmış vaziyette, yumakla oynayamayan kedi yavrusu halinde debeleniyor idim. sadece bi ara "giyersem göstericem beyfendi" diyebildim. neyse giyinik bir şekilde kabinden çıkmayı becermişken bi baktım kimse yok. hadiiii tezgahtar ve hanfendüyü bekledim, geldiler. hanfendü burnunu 70 derece sağa kıvırdı. tezgahtarcımsa beni benden alarak kadına:
"siz beğenmediniz tabiiy şimdi çünkü görseli kötü olmuş" dedi.

kötü görsel, evet. öyle bi baktım ki "yani spor ayakkabı yerine abiye bi şiy olsa aldınızdaağ ehühe" falan dedi benim de aslında bi müşteri olduğumu hatırlayarak. hanfendü "ıığğhh" çekerek gitti. tezgahtarcım kapıma dayandı yine:

"o size büyük yannız üstünüzden dökülüyo yannneee" diye. "rengi çirkin zaten" diye çıktım.

şimdi benim arada istemeden yaptığım bi "siiğğeee ordan len" mimiği olabilir. onun dışında sessizdim. niye benden nefret ediyo bu insanlar yaa?

ama benim elbisem çok güzel. bu sinek vızıltısı iş de bittiğine göre artık istanbul kazan ben kepçe. keyiflendim, annemler de geliyo zaten, sabuş da iyi artık, canım anneannem.

22 Haziran 2006 Perşembe

baskı

tuhaf bi baskı hissediyorum bu ara üstümde, eski toprak buna kısaca telaş diyor olabilir...

koli göndermem lazım.
MEZUNİYET ELBİSESİ bulmam lazım.
Çamaşır yıkamam lazım.
Doğumgünü hesiyesi almam lazım.
cart lazım curt lazım
kazıma lazımlık lazım.

falan filan işte, yazınca "e yap o zaman?!" dedirten; ama hiçbir şekilde kolumu ve kıçımı kaldırıp yapmadığım bir sürü iş. Özge burdan sesimi duy: odam çok dağınık. Yeni odamı sevmiyorum. Eşyaların çoğu ya kirli ya da kolide ama yine de dağınık.

son iki maddeden başliym ben en iyisi.

Vapur

bugün bi tane vapurum olsun istedim. Çok istedim çok.

21 Haziran 2006 Çarşamba

kuaför

Bir kadını en iyi kuaförü anlar. Bir kadını dinlemeye en çok kuaförü tahammül eder. Her kaprisini bir tek kuaförü çeker. Bir kadın ancak kuaföründen işittiği azarı ciddiye alır. Bir kadın en çok kuaförünü aldatınca üzülür. Başarılı bir kuaför ziyareti sonrasında sokağa atılan ilk adım bir kadının bütün ruh halini ve özgüvenini yeniler.
Bir kadın, kuaför salonunu en çok zamansız, güzel kokulu ve illa ki saç hakkında olduğu için sevebilir. Bir kadın kuaförünü saçına verdiği ilk tepkiye göre seçebilir. Ve bütün bunlara rağmen kuaföre çok ender gidiyor olabilir.

Her kadın böyle olmayabilir; ama çoğu bu eğilimi taşır.

Ve baylar üzgünüm, kadın kuaförleri sandığınızın ve umduğunuzun aksine gay değildir.

mezuncan (2)

bugünün özetini maddeler halinde veriyorum, uzun olacak uyarıyorum:
1) mezuniyet için elbise bakmak demek "abiye" reyonu demek. Türk tekstil sanayii için abiye ise pul, payet, sahte pırlanta taş, pullurdan ya da elbiseyle alakasız bi kumaş ve renkten yapılmış gül anlamına geliyor. Ayrıca kumaşa lüzumsuz perde kıvrımı koymak da makbul. "düz bir şey istiyorum pul taş falan olmasın" dediğinizde tüm içtenliğiyle "hımm bu o zaman" diyerek üstünde at nalı büyüklüğünde 5. sınıf bi pırlantacık olan, giymeye kalksam her bir kıvrımına ayrı dolanacağım şeyler gösteriliyor. Şaka gibiydi.
2) ama fiyat konusunda çok bonkörler. Çünkü giyen var, evet gördüm. "ay ne ciiiccciii çok şiirrriinnn istiyooorooommmm" diyenleri gördüm. Evet varlar ve bizimle yaşıyolar. Fiyatlar konusunda özet: o kazulet şeyleri almaktansa nişantaşının göbeğindeki bir evde 1 ay oturursunuz, daha makbul. arka sokak olursa 2 ay da olabilir.
3) günün sözü: "bünyemde terzi de var". istediğin ayarı yapabiliyo teyze. nasıl? çünkü bünyesinde terzi var. yaa.
4) hepsi birer versace, hepsi birer galliano. allahım bu kuyunun dibindeki kurbağa ukalalığı beni hasta ediyo. Bi grup "param var saçabilirim" ortayaşlısı iki kere alışveriş yapmış, "tasarımlarımı düğününde sergilemeyi düşünüyorum" falan diyo kadın. Tasarım.. hımm. Yaa bizim 4 yıl taa-sarım okumuş zihni, eli, gözü açık gençlerimiz niye aç geziyo da bu kaknemler bu halde? gırr.
5) Beymen ve Vakko'nun defin işlemlerini üstlenebilirim. Hani güzel olsa pahalı olsa yine diycem ki "o ne biçim fiyattır". yok o değil...Yazık ki ne yazık. bi de utanmadan "couture" diye ayrı bi yer yapmışlar. Gerçi haksızlık etmiym tabii, görece daha güzel; ama hangi yaş grubu ne gibi bir etkinlikte onları giyecek anlamadım. Tahminim lise mezuniyeti ve nişan için. Anca. Hep aynı model hep aynı pul. Hayalkırıklığıydı.
6)Mezuniyet kıyafeti konusunda aklınızda hiç fikir olmamalı, üzülürsünüz. "Tabula rasa" alınabilecek en güzel tavır bu konuda.
7)Bu saatten sonra terzi falan dikemez. anne beni biçki-dikiş kursuna gönder. Geç değil. Valla.
8) Ben bu gidişle gelemiyorum mezuniyete. Şaka değil. Ya da "aptallar göremez 2006 yaz kreasyonu"ndan bi parça seçicem.
9) Her mağazaya tonlarca dergi, katalog bağışlamak, ücretsiz tasarım kurslarına göndermek, ne biliym italyaya, fransaya falan vitrin gezisine çıkartmak istedim. Kendim için değil, valla.
10) hani olmaz ya, sektörden biri beni okuyorsa diye söylüyorum: Aklımdaki modelleri birinin istediğim kumaştan ücretsiz temini karşılığında size hibe edebilirim. Çok ciddiyim.

19 Haziran 2006 Pazartesi

bugün

an itibariyle tek düşünebildiğim şey saçlarımı kökünden kesmek. aslan yelesi gibi oldu artık yeter... Her yıl aynı dert ama boynumda bi kediyle geziyo gibiyim; böyle en tüylüsünden bi iran kedisi falan.. Sabır sabır.

Defne'nin doğumgünüüüüü... 14 yaşında bi bilmiş o artık. telefonda işletiym dedim, yemedi cadı. "annenizin kızlık soyadı?" diyorum. "bilmiyorum ee ne ki acebaa" falan diyo. "nası yaa nası bilmiyosun"dedim "ehihihi" diye bi ses geldi. Sıkılmış cadı, istanbula kaçıcakmış yanıma. Kaç dedim, bana sığın. Hediyesini kargoya verdim, karşı ödemeli üstelik- napiym valla çıkmadı 4.40 ytl, kredi kartı da almıyolar. Eşşeğim, evet.

dairede sifon bozuk. lambalar patlamış. ne ara oldu bunlar bilmiyorum. Nasıl oldu onu da anlamadım.

Allahım dün havuz ne güzeldi. yine mi gitsem.. ay yok ama sergi geldi bissürü.

aa evet sanat yapiym biraz, kolaj gelsin* (*ick etiketlidir). DUYURU DUYURU:

Bi zahmet kalkıp Sabancı Müzesi'ne gidip Rodin sergisini gezin. Ayıp. Fazla bir şey demek gerekmiyor heralde Rodin konusunda.
Bi de hazır zahmet etmişken İstanbul Modern'e gidin, Fahrelnissa Zeid ve Nejat Devrim'in eserlerini buluşturan (anne-oğuldur kendileri) o güzel sergiyi gezin. Bu familya ilginç: Halikarnas Balıkçısı Zeid'in kardeşi, Devrim'in dayısı oluyor. Babaları tarihçi Şakir Paşa. Türkiye'nin ilk kadın gravür sanatçısını, dünya çapında bir seramikçiyi, ressamı ve yönetmeni ve yazarı veveveve....çıkartabilen bir familya. Hangi sanat dalını ararsan var ve başarılı bir şekilde var, esas bu aileye kolaj gelmiş yani. merak edenler için "şakir paşa ailesi" diye de bir kitabı var. İnsanın sinirini bozacak kadar üretkenler.
bu arada, Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın, karısına göz dikti diye babasını vurduğunu ve bunu fırsat bilen "yetkili merciler" tarafından Bodrum'a sürüldüğünü biliyor muydunuz bilmem; ama bu aile ancak bu bilgiyle ilginizi çekebiliyorsa diye magazin bile yaptım yani. hadi bakiym şimdi.
Not: "sergiye gitmeye üşendim bu sıcakta" derseniz eğer, eti browni ve selpak cep mendil kutularına zeid ve devrim'in resimleri konmuş. hey allahım heey.

18 Haziran 2006 Pazar

güneşli bir balkondan deniz görünüyordu; deniz sığ, sahil şemsiyeliydi. Solda havlu sağda ağaç...

Bazen neyi özlediğini bilirsin, yani o fotoğrafı özlemişsindir işte; ama o fotoğrafta neyi özlemişsindir, onu anlayamazsın. Bazen onu da anlarsın; ama kendine "hayat bir fotoğraf karesi kadar durağan değil ki be güzelim" dersin, "o köprünün altından çok sular aktı". Akmasın istersin. Uzun uzun o fotoğrafa bakarsın, o anı hatırlamaya çalışırsın.

Sonra biraz insafın varsa bırakırsın her "an" güzel bir anı olabilsin. İnada gerek yok.

tecrübeyle sabittir


ahşap bi banka uzanıp yukardaki ağaçların arasından görünen güneşi seyretmek huzur verir.

o geceden beri

O geceden beri ilk kez saat 10'dan sonra (hatta saat 8den sonra) tek başıma, yürüyerek yurda döndüm; çünkü bunu yapmam gerekiyodu, fanusiçigülü değiliz vesselam. Etiler'den üstelik, paşa paşa yürüdüm.
Tuhaf bi his. Korkunun doğuşunu izlemek çok daha tuhaf. Elimdeki minicik çantayı bileğime dolayıp kollarımı kavuşturmuş yürürken aslında "kucağımda kaşıkçı elması var" imajı çizdiğimi fark edip güldüm. Işık altından yürümek, trafiğin yoğunluğuna şükretmek, insanları süzmek, yaşlı ve mutlu çiftlere sırnaşmak...
Ama en zoru en sona kaldı: Yanımda sadece site duvarı varken ve trafik azalmışken, önümde dört liseli genç yürüyodu- liselilerden korkmak tuhaf belki ve yenmek gerek işte. Arkalarında kaldım sakince. Sakin olmaya çalışıtığımı fark etmek de tuhaftı mesela. Sonra ikisinin karşı kaldırıma geçişini, önümde kalan ikisinin beni fark edip birbirilerini dürtmelerini, sırayla bakmalarını, diğer ikisinin geri gelişini ve en sonunda hepsinin site duvarı-kaldırım- ana cadde boyunca yayılıp ortalarından geçişimi takip etmelerini seyrettim (ne cümle be). Ve evet, yanlarından geçerken yere baktım ben. Korkmamaya çalışarak korktum, sinir olarak yere baktım. Gani Müjde'nin "bu ülkede kadınlar yere bakarak yürür" lafını hatırladım. Sakince laf atıp süzmelerini bekledim; laf atmadılar. Önlerine geçirdiler sadece beni, süzdüler. Yürüyüp yürümediklerini bilmeden sokağı dinleyerek devam ettim, sakince köşeyi döndüm ve sonuç: Evet, arkama baktım. "takip edildiğimi hissetmiştim" cümlemi hatırladım ve baktım. Baktığım için çok sinir oldum. O geceden beri o geceyi hiç düşünmedim ve üstelik o çocuklardan da nefret etmiyorum (bkz. iyi hal gösterdiler bence); ama arkama baktım işte. Yenildim yani.
Sokak 1- ben 0.

Yurda geldiğimde manasızca kalbim hızlanmıştı. Bunu hissetmek, kendini dışardan izlemek ve "bok! neden korktun şimdi, o bile belli değil" diye kızarak aynaya bakmak, bu işi büyüttüğümü düşünmek, kendimle dalga geçmek, küçük çantamı çok sevmek... gerekliydi sanırım.

bizde bi laf vardır.....

"gördün deli, dön geri". bizim familya çok sever, yerli yersiz kullanır. "gördün deli, dön geri." Anneannem, nam-ı diğer Sabuş, ayrıca sever bu lafı.
Sabuş'un tansiyonu düşmüyor. minimum 17-18'miş onca ilaca rağmen (normalde 9'a 13). arada 20 oluyormuş. Annem bugün çok yorgundu, ne zaman konuşsak "düşmüyor derya" diyor. Hep aynı cümle:
"tansiyonu düşmüyor, 17-18 hep. düşük söylüyoruz gerçi ona ama... düşmüyor derya".
Sonra iç çekiyor.
Ben gitmiyorum Ankara'ya, ayak altında olmamak için kalıyorum. "n'apıcan ki gelip, biz hallediyoruz işte" lafına sinir oluyorum. Sabuş "halledilecek" bir şey değil ki, onun için değildi ki... Keyfi yerine gelsin diye kepli fotoğraf yolliycam yarın. Oldum olası vitrinlik fotoğrafları sever de...
Hem zaten Defne'nin doğumgünü. tam 14 yaşında bir huysuz oldu kendisi. Hediyesini alsın madem, di mi ama?

sevim (2)

Sevimi gündüz gözüyle gördüm, salonda kağıt oyunuyodu arkadaşlarıyla. "merhabaaaaa" dedi. İyi bi şi. belki geçen gün ve sonraki günler siniri bozuktu, ne biliyim. Hem sürekli konuşsa ve kapıdan içeri süzülse daha fena. İki yabani halinde yaşıyoruz. İlk kez bugün hoşuma gitti; yalnız şu an duşa girmek üzereyse çok yanılıyo, kendisini izmir marşıyla odasına yollamayı planlıyorum.
Şu an birisiyle konuştuğuna göre 2 kişiler. çok korkunç ama yine bi "bööğğehh" isteği başladı. acaba arkadaşı mı yoksa daireye yeni biri mi geldi? nınınınnnn... ayrıca birlikte lavabo başında n'apıyolar? nınınnnnn... "tam bi kız arkadaşa hediye" ne demekkk? nınınınınnn... şıpıdık terlikli kızın gizemini çözüciim.

not: klavyede yazarken üşenip "noktadan sonra büyük harfle başla" kuralını çiğnemekten tiksiniyorum; ama yapıyorum işte. Hakkı Devrimci arkadaşlara selam, dikkat ediyorum Türkçe'ye kendimce ( yaw, we, küsel, choq shirin falan yazmıyorum yani); ama "di mi" diyebilirim mesela, di mi? :) uzlaşalım yani-- hem dilbilgisi konusunda iyiyimdir aslında ben.

yolda

İnsanoğlu çok tuhaf, hakikaten. Yolda epilepsi krizi geçiren biri yatıyordu, 3 kişi yardım ettik. Zaten kaç seçenek var ki? ya yardım edeceksin ya da yürüyüp gideceksin, di mi? hayır işte. Bir üçüncü seçenek mevcut ki ben bunu daha önce 2-3 kez gördüm ve her defasında kavga çıktı; bu sefer yetişemedim, içimde kaldı.
Neyse, zaten krizin sonuydu, biraz kenara çekip başının altına çanta koyduk, başını,kolunu tuttuk ve kendine gelmesini bekledik. Bunun için alkışa gerek yok, normali bu olmalı zaten, di mi? Üstelik kimse "tıbbi" bir şey yapamadı, yani sadece yüzünü yıkayıp yumruklarını açmaya yardımcı olduk.
Peki bu esnada yerde yatan adamın yanından geçip giden araçlardan ne gibi tepkiler geldi? "soğan koklatın" diyen bi amca oldu, o zaten sağa çekip yanımıza geldi. Çoğu ezmemek için kibarca sola kırıp yoluna devam etti, birkaçı "vah vah"landı. Derken bi taksi durdu yanımızda, hiç üşenmeyip. Camı açtı, bize doğru eğildi yine hiç üşenmeyip... ve "ceplerinize dikkat edin!!!" dedi. İçindeki yolculara daha sonra "böyle sara krizi numarası yapıp benim amcaoğlunu soydu pezevenkler" diye başlayan bir yığın hikaye anlattığını tahmin ediyorum. Hep beraber "cık cık cık" çekmişlerdir tahminen.
İşin tuhafı, o bunu söyleyerek bize "iyilik" yaptı kendince, insanlık yapıp uyardı bizi. Sadece dönüp "yürü git" diyebildik. Sonra yerdeki adam gözlerini açtı, masmavi bir çift fener, biz korktuk bi an. İş arıyomuş, görüşmeye gidiyomuş, ilacı dün bitmiş ondan olmuş.
Daha önce de ensesi kalın, göbeği katmerli bi vatandaş "kızım hırsız bunların hepsi numara yapıyolar yaaaaa" çekip bi de acıyarak bakmıştı bana. Kavga çıktı sonra. Neye yarar ki.
Numara yapan yok mudur? vardır belki. Ama:
1) ilk tepkin "bu numara yapıyo yaauuf" olmayacak. İnsaf.
2) bi insan niye "sara krizi geçiriyomuş gibi" yaparak insan soyar, nasıl bu hale gelir, düşüneceksin.
3) ya da baktın hiçbirini beceremiyosun, susacaksın ve gideceksin.
ondan sonra çıkacaksın sokağa "insanım ben" diye.

16 Haziran 2006 Cuma

tik türk tüik

tüik'te çalışan biri var. iş saatinde google'dan "elmyra" diye aratıp benim bloga gelmiş. iyi hoşgelmiş de... Ben aylarca "illere göre satın alma gücü paritesi" peşinde koşup kapınızı eşelerken ve mütemadiyen terslenip oyalanırken sizin çizgi film karakterleri analizi yaptığınızı bilsem boşa çabalamazdım yani. Ama tüikte elmyra derdinde insanlar olduğunu bilmek de sevindirici tabii.

Bi bakıyorum, bağlantı için "devlet, turkey" yazıyo. devletim girmiş bloguma. Nerden? Türkiye İstatistik Kurumu. ne için? Elmyra. hımmm... sen otur uzun uzun balık çiftliğiymiş falanmış filanmış yaz. 6 ayını kelaynaklara adamaya karar ver, devlet seni elmyra için bulsun.

telefon

ilginç bi cihaz. beyin gücüyle istenen kişinin araması sağlanabiliyormuş. tam dertleşmek istenen anda dertleşilebilecek o kişi arayabiliyormuş. Kontörsüzken çok işe yaradı valla, iyi geldi.

dert-leşi

Dertleşmek çok güzel bi kelime. İngilizceye falan çevirmeyi deneyin mesela, zor (buna benzer bi diğer kelime de "sensizlik" - çevirince saçma oluyo). Teselli değil, sohbet değil. Dertleşmek işte. Temelinde derdini açmak ve karşındakinin derdine ortak olmak yatıyo. Karşılıklılık kısmı ordan geliyo yani. Neyse... Dertleşmek özeldir diyecektim. İnsan herkesle dertleşemiyo. Dertleşmek istediğiniz kişiyle aynı lisanı konuşmak mühim, en çok da "dertleşilecek kişi" olarak görülmek mühim. Yani tutup da "gel bi ben seninle dertleşicem" diyemiyosunuz, karşı tarafın da öyle hissetmesi gerekiyo. "du bi saniye, git bi çay koy" falan diyorsa olmaz yani. Bazen dertleşmek için sinyaller saçmaya gerek yok, illa bi ufak rakı söylemeye gerek yok. Endişeyi dağıtmak için elzemdir dertleşmek ama önce dertleşebilmek gerek, derdini açabilmek gerek. nokta.
Bu arada, herhangi bir tepkiyi o kişinin kişiliği yerine herhangi bir özelliğine atfetmeyi seçebilirsiniz; bu bi tercih, hem daha kolay. Örneğin "bütün akrep burçları böyle yapar" diyebilirsiniz. "işte tam bir kel refleksi" de denebilir. Ne biliyim "hah işte tam bir adanalı" gibi bir ünlem vardır mesela.. Her neyse. Temeli genellemelere dayanan bir şeydir sonuçta, bu durumda genellenmeyi de göze alacaksınız, ne de olsa o kişinin kişiliğini buna indirdiniz. Buna istinaden, söz konusu kişi kadın olduğu zaman her tepkisini onun kadınlığına bağlıyorsanız, "niye bütün kızlar böyle abi" klişesi tek cevabınıza, hareket noktanız her zaman cinsiyetse siz de genelliyorsunuz demektir.
Tersi de sık sık olur; "erkek milleti" lafı vardır misal, onu da sevmem. çünkü her iki kalıp da "hepsi aynı bokun soyu" diye devam edecek gibi durmaktadır, rahatsızlık verir. Bazen sadece o kişi sıkıntılı olduğunda kapalı alanlarda duramadığından gitmek isteyebilir, bilmeden uydurmamak gerekir. ha ben yapmıyo muyum, yapıyorumdur elbet. ama yapmamaya dikkat ediyorum, o özen de bir şeydir bence.
Sabuş'un tansiyonu 24 olmuş, felcin eşiğinden dönmüş, bu benden bütün gün saklanmış. Bazen bu da bi sebep olabilir mesela. yoksa biri çıkar bi geneller, "bu kadar mı görülüyorum dışardan" diye üzülürsünüz.

15 Haziran 2006 Perşembe

dürtük

Fena halde yan odaya dalıp "bööööö" demek istiyorum, kendimi tutuyorum. Hatta ne biliym bööle alakasız bi kelime seçip bağırsam falan.. "TROLEYBÜÜÜSSS" diye mesela. Camlarına taş falan atsa ya birisi. Çıt çıkmıyo... ne ilginç. Bi ara çıkıp yüzünü yıkadı biri. Tuhaf aslında, iki kişi var 3 metre ötemde. sessiz film oynadıklarını da sanmıyorum. yüzlerini yıkayıp odaya geri giriyolar. biri sevim. diğeri "aa merhaba"can. acaba daha önce ben odaya geldiğimde de böyle susuyolardı da ben mi fark etmedim... sesimi duysalar dahi "ses etme gider şimdi" diye iyice susar bunlar, tipten belli.
paranoya için 2'ye, panik atak için 3'e, operatöre bağlanmak 4'e basınız. pres nayn for ingiliş.
TROLEEYYBBÜÜÜSSSSSSSSS!!!!!!!
BÖÖÖEEEEĞĞĞHHH!!

sevim

sevim diye bi daire arkadaşım varmış, tanıştık, muhtemelen geçişiyoduk bi kaç gündür. bi de erkek arkadaşı var, odalarına çekildiler şimdi. ben "mirbaaa ben deryiikk" dedim bütün hevesimle. o da "mirbaa sevim been" diyp odasına kaçtı. nedir yani 20 gün yüz yüze bakıcaz bi dur di mi, adam gibi gel bi, merhaba de. yok-- odaya kapandılar. ii peki üreyin madem siz hazır odaya kapanmışken. allah allah. sosyofobi heralde bu. sanki ben de karşı dairedeki meraklı teyzeyim taciz edicem bunları "sen kimsin evladım" diye. gırr.

sevmedim bu kızı, minayı geri istiyorum.

şarrap

Güzel bi şi şarap. Severim, sevdiririm. En güzel yanı da "şimdi çakırkeyifsin ve her şeyden muafsın. saçmalayacaksın, bunu fark edeceksin; ama mühim değil" cesareti. "aklına gelen en berrak doğruları söyleyeceksin, düşünmeyeceksin; ama düşündüreceksin" hali. Rakı efkarı, ahşap masa feylesofları değil mesela... o başka. Şarap sevimlidir; ama haindir. Şarap laf sokar, rakı haline ağlar. Votka "yıkılmadım ayaktayım, çalsın sazlar oynasın kızlar"dır. Tekila "sabahlar olmasın"dır. ne biliyim, sex on the beach dediğimiz şey mesela komiktir, yazdır, yazıcıdır (hemen bi anı sıkıştıralım: "sex on the beach var mı" "yaparııızzzz ekieki eki".) ama şarap başkadır; güzeldir, parlar ve parlatır. Kırmızıdır ama, beyazına şarap demiyoruz o sofra içeceği.


ne demiş c.süreya: "saat 12den sonra / bütün içkiler şaraptır". evet üstadım, haklısın.

14 Haziran 2006 Çarşamba

belimmm

Oda taşıdım ya ben hani. Belim sakatlandı ("kızım bak kolileri sırtlama olur mu" "hı hı anne"). yani hortladı diyelim. Neyse. Yeni odaya bi geldim ki... kokuyo. pis. resmen pis ve kokuyo. İki gün temizleyecekler diye bekledim, aradım söyledim vsvs. hep aynı cevap: "sırayla geliyolar odalara". iyi de... kimsenin yerleşmeyeceği odaları bal kaymak yaparken ve ben böyle kokan bi odada beklerken, üstelik boşuna yorulup bi yere varamazken... kimsenin aklına oda listesine bakmak gelmiyo mu? demetin de dediği gibi "sıfır efficiency yani" :) şimdi noolur kimse "sömürülen emekçiler" falan demesin, lafım zaten müdüriyete ve nasıl bir iş yaptığını bilmediğim "temizlik birimi şefi"ne. boş oda temizletip emek sömürenler onlar.
Sabuş'un göz tansiyonu çok yüksekmiş, damarda pıhtılaşma olmuş. Çoook fazla görme kaybı varmış. cuma günü operasyona alacaklarmış. Deryik yolcu yani yakın zamanda. Sabuş'u mavi boncuk gözlerinden öpmesi gerekiyo.

wikipedia çizgileri



Hepsini severim; ama filmleşmesinler rica ediyorum, çizgi film seviyesinde kalsınlar. Neyse konu o değil. İnternete giriyosunuz ne arasanız buluyorsunuz ya hani.. hani google sağolsun sizi buraya sürüklüyo, bafra'da satılık daire ararken beni buluyosunuz falan... İşte aynı sebepten naşi tuhaf bi yönümü keşfettim. Ben bu çizgifilmlerin her bir detayını okumayı seviyormuşum. Yan karakterleri, birbirleriyle ilişkilerini, kimin ne olduğunu- şansım varsa nasıl bir göndermeyle yaratıldığını, ilk kez hangi bölümde görüldüğünü falan filan. en son he-man, she-ra ve neden olduğunu hatırlamamakla beraber batman'deki babydoll'u ve elmyra'yı okudum. Sonu yok ve eğlenceli aslında, özellikle batman kadrosunu öneriyorum, wikipedia sağolsun, ordan oraya atlayıp lüzumsuz bilgilere eriştim bir kez daha. Eğlenceli bi işmiş bu yaa... Çizgi film izledik mi izledik. Artık "aay ne sevimli tavşancıık" yaşımız da geçti bence. E yani şimdi adam bilmem hangi filmdeki bilmem ne karakterinden yola çıkıp bi şi çizdiyse ve o da fena halde bilmem neye ilham kaynağı olduysa beni eğlendiriyo, bi de öyle izlemek lazım.
Bu arada allah erkekleri he-man'in aşk hayatı gibi bir şeyin ortasında kalmaktan korusun, amin. Yani adam she-ra'nın yan karakterlerinin tamamıyla bi şi yaşamış, olmadı kızlar buna tutulmuşlar ama bizimki iplememiş falan, sonra süper kahramanlar arasında çıngar çıkmış. Zor iş zor.

13 Haziran 2006 Salı

taşınma

kolilendim mutluyum. valla sığdım, koli bile arttı yani, inanamadım. Mevlüt abiyi de ikna ettim heheytt yarın sabah taşınıyorum. sonrasını kimse bilmiyo aşağıda okuduğunuz üzere. yaa ben boşuna sormuyorum size di mi"7 eylülde nerde olucam" diye. kolay tahminlerden daha zor ihtimaller gelmeli aklınıza. cık cık cık :)


belirsizlik bazen zevkli. bazen riskli. bu ara sıkıntı verici.

deryik iftiharla sunar:

----ptesi sabah saat 12.30 civarı, aç karnına günaydın şoku-----

-hocam bafra işini kabul edicem ben sanırım, çok düşündüm, yaparım.
-bafra olması şart mı?
-?!....
-ülkemizin başka güzide bi beldesi olsa..
- (güzide derken?!) ?!...
- bafra olmiycak galiba..... onun yerine... burdur ya da şanlıurfa düşünüyoruz.
-(burdurfa?!) hıııı...
- ama o da belli değil.
-hıı...ne zaman belli olur peki hocam?
-eylüle. ama sen işi kabul edip etmeyeceğini haziran sonunda bildir.
-hıııı
-çok fark etmez heralde neresi olduğu, bikaç hoş beş, biraz da gözleme yiycen..
- (gözleme? e hani analiz yapıyoduk!!!?!) hıııı....peki hocam, esenlikler dilerim.


bir "neye niyet neye kısmet prodüksiyon" yapımı, "kara bahtım kör talihim" hevesidir.

12 Haziran 2006 Pazartesi

kolilenebilirlik

öğyk. Hakikaten öööğğyykk. Karton kutu ne kadar nadir bir şeymiş yaa. Yok kardeşim, kıran girmiş memlekete adam gibi koli yok. Ben küçükken içine oturup uzay gemisi falan yapar oynardım, ne bereketli zamanlarmış. Şimdi gidiyosun marketlere, üç kitap ve bir silgi sığacak şeyleri gösteriyolar. Buldum bi şiler gerçi, bugün koli günü işte- sendrom. kitaptan daha çok geri dönüşüme atılacak kağıt ve defter çıktı. İçi acıyo insanın ama allahtan bilinçli okulum geri dönüşüm kutularını yurda koymuş vaziyette, böyle "kağıt- plastik-metal-pil-bok-püsür" diye ayrılıyo falan.
Of of esas ben BAFRAAA işini daha konuşmadım, evet demedim daha, çok ayıp. Ankara-Bafra- İstanbul üçgeni ne zaman başlıyo acaba. Ankara'ya gitmek de istemiyorum zaten. Koli falan da yapmiycam işte.
Şimdi olanca sevimliliğimle gidip "mevlüt abiii ben odayı yarın değiştiriym miii hem ayak altında dolaşmiymmm di mii" falan diycem. Kısmet. Bilen bilir, o güzide 500 kişilik yurtta sadece 5 tane el arabası olduğundan, eşya taşımak demek devlet dairesi kıvamı kuyrukta saatlerce beklemek ve bi el arabası hak etmek; ama kuyruktakilerin "çabuk gel yoksa sırtında taşırız" bakışlarıyla gerilmek demek. Haliyle "500-1" mantığında olursa mevlüt abi, bu iş tamam.
Dün mezunlar günüydü. Bi havaya giremedim yaa. Fazla kalabalıktı ama çimlere koltuk, balkona nargile atma fikrinin daim olmasını dilerim. yok, olmasın aslında, ben gidiyorum.

10 Haziran 2006 Cumartesi

----

evet benim ödevim var, ondan böyle sayıklıyorum.
bu arada greeenpeace demiş ki "reduce, reuse,recycle". türkçeye çevrilememiş haliyle
"azalt, yeniden kullan, dönüştür" oluyormuş.
bi de şu oda spreyleri "burun boşluklarımızı kimyasallarla kaplayıp sinirleri öldürüyo"muş, kullanmayın madem.

soğuk suyla içmeyiniz


Neşeli şirin rolü bugün seni yoracaksa eğer...
Gamzelerin sevgi pıtırı olamayacak kadar gizlendiyse...

Modern insan tıptan korkmayan insandır; zira ne demiş Tokgöz eczanesi: "insan vücudü bir fabrikaya benzer!"

buyrun burdan yutun.

bu ara

bloguma isteyen bakmasın, sonra pişman oldum demesin. bu bir. Kendi kendime konuşuyorum yazmışım tepeye eşşek kadar.

Bi ara benim mahkemem olucak şu kapkaç meselesi, müşteki taraf olarak bizzat katılıcam falan. Tamamen unutmuştum, allah herkese anne hafızası nasip etsin, ne diym. Son ifadem neydi hatırlamam gerekiyo.

Bana koli bulun bissürü koli bulun, taşınıyorum. sonra o kolileri doldurun bi de ama.
Saat 14.26, henüz kahvaltı etmedim bana yemek de bulun.
ödevimi de yapın.

"Marpuççular han"ın hayatımızdaki yeri. incik poncuk. proce.

İnsan kendini olduğundan önemli, dışardan görüldüğünden önemsiz sanıyor. Tersi tehlikeli.

zaaf ilginç bi durum. zaafınız varsa aptal yerine konabilirsiniz sanılması da komik bi durum. mesela çikolata örneğinden biliyoruz, zaaf olabiliyo. ama kimse sizi "gel bak çikolatadan ev yaptım" diye kandıramıyo, saçma çünkü. ne dedin şimdi derseniz.. öyle işte.

Töhmet ne komik bi kelime.. töhmetöhmetöhmet. altında kalasın deryik.

Mezuniyet kıyafeti bulun bana. üç dört gün kutliycaz bi de sapık gibi, ona göre. bir de yetmez on tane. böhühühü.

Benim ortaokul arkadaşım, birlikte büyüdüğüm Burcuk izmir'e taşınıyormuş temelli. Veda yemeğinde yanında olamıyorum. Artık ankara'da o yok. algida kamyonu yok. Doğru düzgün görüşmüyorduk ama kötü oldum işte.

Şimdi siz burayı okuyosunuz ya. tracking sistemi var ya. ben de sonra sizin yedi ceddinizi okuyorum. bu da bi tuhaf. madem kendi kendine konuşuyon ne track tutuyon di mi.. heç işte.

bi de ben kendime kristal top aldım böyle avuç içi kadar. Eve gidince camımın önüne asıcam. Hişşt! sır bu. Defne duymasın, ona da aldım. doğumgünü çoçuu olucak yakında zaten.

İNCİRLİK ÜSSÜNDE ABD'NİN NÜKLEER FÜZELERİ VAR, 1000 HİROŞİMA GÜCÜNDE. Yok Türkiye 6 yıl önce nükleer silah sahibi olmayacağına dair anlaşma imzalamış falan anlatın siz, heyecanlı oluyo. Gözünüze sürmeyi çektiler azizim naber.

7 Haziran 2006 Çarşamba

3 ay sonra bugün

yani 7 eylülde.. Ben nerdeyim? tutarlı tahminlerden desteksiz atışlara kadar buyrun efenim. Cevabı ben de bilmiyorum.

saat 10.14 itibariyle

Kapalı çarşı'nın içine butik oteller açılıyomuş, otopark ve "yeşil alan" yapılıyomuş; çünkü süperhipervaaaov alışveriş merkezlerine koşan vasat, ucuzcu turist zihniyeti kapalı çarşı'ya uğramaz olmuş.Şimdi benim mi yanlış tespitim yoksa gerçekten "butik otelde kalan adam zaten kapalı çarşıya geliiiiirr" diye bi varsayım mümkün müdür? O zaman turist çekmek için tarihi bi mekanı şebek etmek yerine adam gibi uzun vadeli politika belirlense mesela?
2010'da "dünya başkenti" adayı olan bi şehir UNESCO listesinden atılmak üzereyken ve her daim "ya kardeşim bak son bi şans şu şehrin hatrına" diye geciktirilirken belediyelerimiz necidir?
Sahillerini tatilköyleriyle kaplayıp, üç otuz paraya "her şey dahil, uçak dahil, valiz bile bizden, evinizden alıp şezlonga yatırıyoruz" diye pazarlayıp ondan sonra "bunlar da hiç bi yeri gezmiyor yaauuvv" çekmek bi nedir?
Benim meşhur balık çiftliği takıntım gerçekten manasız mıdır, çiftlikte yetişmiş (ve yemler yüzünden tavuk kokan) çipura yemek gerçekten o canım koylardan daha mi mühimdir? "buralar amma yeşillikmiş yaaauv"dan öteye geçemeyen talihsiz "çevreci" beyanları dışında bu hökümet ne yapar?
nedirnedirniyedirnedir.. Sinirr oluyorum işte. Antalya'ya geçen senekinden %23 daha fazla turist gelmiş. E ne güzel, gelsin. Nereye niye geliyo ama... O turist ne diye geliyo ne diye gidiyo. Adam ispanya'da mı, yunanistan'da mı, Türkiye'de mi bilmiyo bile. sen tut kendini "deniz güneş ucuz kum" diye pazarla. Elinde yüksek gelir grubundan turiste uygun bi tek "mavi tur" kalsın, onu da imara aç. Salaklık hakikaten diz boyu. Nasıl bi rantçılıktır bu.
Belediyelerden izin yetkisi alınıyomuş. Bak bak bak.. Parayı bizzati bakanlık yemek istedi heralde. Bodrum'da bu işler "kıyıyı işgal ediyolar, orası halk plajı" diye şikayet ettiğinizde "siz de kıyı işgal cezasını peşin ödeyip yer tutun, yoksa valla kalmaz" diyen yetkililerle sürmekte.
Kapalı çarşı'yla bodrum çok uzak değil, gerçekten. Bu saatte bunları yazıyorum çünkü bu sırayla haberlere çıktılar.

6 Haziran 2006 Salı

parlıyoo.. aaa... eveet... aa...

Kristali çok seviyorum. Bilmem ne kesimli bilmem ne kadar olanlarda gözüm yok -- boncuk olucak işte, bileğime takıcam her yere gelicek benimle. Özgeciğimin özellikle şahit olduğu
"özgeeee özgeee baaak bakbak parlıyooo özgeeEEEE BAAKK!!"


sevincim daim. Çok seviyorum işte prizmatik karizmasını kristalin (var evet böyle bi tamlama). Kendi evim olsun, salonu ışık alsın, kristal avizelerim olsun, ben transa geçeyim... ışık kırılsın duvarda renkrenk. Kedisi olanlara tavsiye ederim çok eğleniyolar ya da yani biz eğlenirken onlar deliriyo- bilemiyorum. Evde, çimde, derste, otobüste, vapurda... Kristalinizi tutun güneşe, birilerinin üstünde parlasın sallansın. En olmadık yerde deterjanlı sudan baloncuk yapan çocuklar bir, kristalin parlaması iki... güzel şeyler bunlar, kışın olmuyolar.

Şimdi düşündüm de bundan perde yapsak... hiiiii!!! aman tanrııımmm... evveettt :)

selvi boylum al yazmalım


ne güzel filmdir. Analizini yapıp otopsiden çıkmış kadavraya çevirmektense şiir okuduktan sonraki gibi susmak gerek bu filme. Aksi ayıp olur sanki. Daha neler derim de... Düşünüyorum sadece (gerekirse susabiliyorum, evet).

4 Haziran 2006 Pazar

dünyanın en eğlenceli güneş gözlüğüne sahibim!!

evvvett o gözlük bendeee... Sanki bööle telle atılmış bi imzanın içine mercek sıkıştırılmış gibiii...



Bi de bunun yanında kardeşi var, en bi yovarlak yovarlak. onu da bi ara çekip gösteririm artıkın... ehehehe en güzel gözlük benimmmmm... lay-lay ve lom!

tri laylay liimmm tri laylay loomm

2 Haziran 2006 Cuma

play again?

yine aynı şey olmaz di mi bekleyişi çok sinir bozucu olmasın aynı şey kaldıramam çok zor beklemek zor bilmemek zor öğrenmekten kaçmak zor şaka gibi şaka gibi gülen yok yine zor aynı şey olmaz di mi yine olmaz di mi ben hakkımı kullanmıştım başkası ebe olsun bilmemek zor inanamam kaldıramam çok zor şaka bile olmaz saçma olur yine aynı şey olmaz di mi olmasın olmasın dayanamam çok zor

-korkma, olmayacak.
-olmayacak di mi?
-evet.
-peki.

deryik amma yazdın bea! Bi sus bea!

di mi, amma yazdım.. final dönemi de, ondan. Kaçacak yer arıyorum, yarın da var bi tane. Blog açmışız, su kaçırıcaz bittabii. Böyle günler için bu..
Bu sabah 9'daki sınava çalışmaya gitmeden önce, 7.30 civarı aynada kolyeme "cık bu çok yalnız kaldı bööle" diye acıyıp yanına iki tane de yeni kolye ekledim ve huşu içinde okula yürüdüm. Aslında ben çok yadırgamadım; çünkü basit şeyler yaptım, al boncuğu diz ipe; ama bizimkiler uzun uzun yüzüme bakıp "peki neden, derya?" dediler. Onların uykusu açılmamıştı ama.
Sınavın iyi geçmesi tamamen benim eşek şansımdan, annemin benim hocamı benden iyi tanımasından ve işbilir arkadaşlarımdan kaynaklanmış olup (yaşasın nergiz-serhan çiftii) insana manasızca "amaaaaann" dedirtiyo.
Bugün 35 dereceydi. Tabii yağmur yağar, gök çatladı resmen nemden.

Zar


Tavla güzel oyun, zar sallarsın ki en güzel yanı. Mirkelam zamanında bi şarkı yapmıştı, "tavla beni tavla, salla pulları zarları" diye, onu anarsın. Komik bi ilişki keşfedersin sonra:
Tavlananlar zarı sever.
Tuhaf di mi, kan çekiyo sanki. Tavlayanlar da iyi tavla oynuyo mudur acaba? orda bi ilişki olmayabilir gerçi. İlginç işte:
tavla-tavlanmak- zar-zarı sallamak-"kumarda kaybeden aşkta kazanır"...
Allahım matrixxxx.. neden daha önce göremedimm..


Mirkelam'a nispet değil, biraz "okuduğumuzu anladık mı" alıştırması. Yok hayır, aranmıyorum yanlış anlaşılmasın :) türkçeye has bi kelimeler ağını zevkle, yeniden keşfettim ama elin ecnebisi buna özel zar bilem yapmış-- bakınız ibret alınız.

Vecize

"deliler doğmazsa hayat güzel olmaz"
Göbekli esnaf, Fırın sokak-Hisarüstü, sabah vakti


Doğruya ne denir? susulur dinlenir. Cümle başta kuru geliyo kulağa biraz; ama amcamın bütün vücuduyla öne doğru salınarak ve tek eliyle bilekten (içten dışa doğru) bir yarım daire çizerek "güzel" kelimesine vurgu yapışını (ne anladınız acaba bu tariften:P) ve karşı kaldırımdaki bitirim gencin hayat dersi almış ciddiyetle bakışını anca yazarak ekleyebiliyorum sahneye.

1 Haziran 2006 Perşembe

Fetişe yetişe

Ayakkabı hassas bi konu. Ben severim, hele topukluysa. Durup dururken dore çivi topuklar, yok efendim saten kurdeleli stilettolar denemişliğim vardır; ama giymek ayrı bir şey. Gönül isterdi ki her belediye Beyoğlu Belediyesi kadar hassas (!) davranıp yollara "açıkhava akmerkezi" kıvamı yerli granit döşesin- kadınlar yürüsün, topuklu da giyebilsinler; ama maalesef olmuyo işte. Okulumuzun çıkılak kadrosunu takdir ediyorum bu konuda; ama öyle bit topuklarla çok ses çıkaranları değil- öz hakiki yüksek ökçeler ekibini. Azlar ama varlar, sadece zevkimiz tutmuyo pek- o ayrı konu. Dans ederken alışmıştım 10 cmlik ince topuklara; ama gel gör ki biri seni çevirirken dönmek, kuik-kuik-slov saymak falan maharet değilmiş. Maharet kantinden çıkarken düşmemekmiş mesela... içimdeki Banu Alkan henüz uyanmadığından parmak ucunda yürüme tecrübem daha çok hipodroma alışmaya çalışan pony kıvamında kalıyor.



Gerçi çok kötü değilim sanırım şekildeki görece kalın topuklarla- çalışıyoruz gelişiyoruz efenim. Bi yerden başlamak gerek. Platform topuğa karşıyız bu arada-- yok öyle hilebazlık. İnce olacak; hatta çivi olacak, bilek devam edecek. Giyebilenleri ve hatta yürüyebilenleri severek izliyoruz, ayak fetişi olanlara hayatta başarılar diliyoruz. Nişantaşı kadınlarına selam ediyoruz. Yaz geldi, "pedikürü beceremeyen bot giysin" diyerek konuyu kapıyoruz...

Bu konuya nerden geldik? Sıkıntıdan.

Defne

Anaerkil bir şekilde aile bireylerinden devam: kardeşim Defne.

14 yaşında, teenager sendromlarının en başındadır kendisi. Kuul bi arkadaştır; arada bana "abla sakin ol", "of abla amma heyecanlısın" diyip beni benden aldığı olmuştur. Çok güzel susar--ki insanlar benim çenem yüzünden çocukcağızın sessizleştiğini iddia etseler de kendisi susar ve kayda geçer. Herkesin en tuhaf hareketini, mimiğini, tiklerini bilir, sonra ortaya saçar. Fildir- unutmaz. "3 yaşımdayken sen beni odana sokmamıştın" gibi sonsuzz bi karakaplısı vardır. Tuhaf benzetmeleri ve çok sevdiğim tepkileri vardır (2,5 yaş, mekan kebapçı. Masa numarasını gösteren, şekli ">" ve "ters L" arası olan plastik zımbırtıya uzun uzun bakıp "mezar taşına benziyo" demişti) .

Aynı boy pos ve kiloda olduğumuzdan Bodrum'da mahallelinin bana "ablan nerde" demişliği vardır; ama temel farklarımız yadsınamaz: Hiperaktivite sınırında spor yapar. Kendi kendine kelebek yüzmeyi ve su kayağı yapmayı öğrendi. Sudan çıktığı ender zamanlarda bisiklet sırtında olduğundan yazın tam mesai yapar. Kış aylarında dizboyu karda yuvarlanmaktan vazgeçip pineklediğindeyse mutlaka telefon çalar ve 4 günlük planı hazırdır. Sever,sevilir, iyi arkadaştır.Ben ortaokuldayken arkadaşlarım "defneyi 15inde şamdan'da, 21'inde dünya medyasında görücez" derlerdi.

Tanımadıklarına utangaç, yakınlarına sivri dillidir ( "Deniz saçmalıyosun, saçmaladığını da biliyosun, sempatik olsun diye yapıyosun ve ben çok sıkılıyorum. kapatıyorum, geçince ararsın olur mu?" demişliği ve 5 dakika sonra Deniz tarafından arandığında "geçti mi" diyerek abartmışlığı vardır). Defne çabuk küser, çabuk barışır; ama barışırken lafını eder. Bana düşkündür, ama dedim ya kuul kendisi, belli etmez.

Allah için güzeldir kardeşim ( evet evet benziyoruz evet yuppii). Çillidir, dev gibi yeşil gözleri vardır. İlk 14 Şubat gülünü aldığında 10 yaşındaydı ve "ben sevgilisi diilim ki aptal mı bu" demişti. Üst sınıflardan hayran kitlesi gelişmiştir, o ayrı bi eğlencedir. İncik boncuk sevmez. Giysi kuralları adam çatlatır: düz renk olucak. Desen varsa çiçek böcek, fiyonk, allı güllü morlu olmayacak, "sevimli/şeker" görünmeyecek. Etek giymez. Pantolon bol olacak. Eşofmanla gezse tercihidir. Küpe takılacak; ama o küpe minik olacak. Üstündeki renkler uyumlu olacak ( "abla şimdi ne giydin sen.. ne bu şimdi yani.. çirkin oldu işte, uyumsuz.."). Bu kurallar sebebiyle alışverişe benimle çıkar; çünkü annem sıkılmaya başladı.

Varyemezdir. Resmen para biriktirip yatırım yapar. Kendine cep telefonu, fotoğraf makinesi aldı, bu gidişle ayrı eve de çıkabilir (hatta "bi gün eve çıkarsam" adlı hayalini anneme anlatırken annem "benim odam ışık alsın" gibi bi şi dediğinde "ne yani siz de mi benle yaşıycaksınız?!" demiş ve bizi fena bozmuştur). Fransızcayı su gibi bildiğinden ama okumayı sevmediğinden ilerde Fransa'da taksi şoförlüğü yaparak (çünkü kadın sürücülere eskort olsun diye golden retriever veriyolar) geçinmeye karar vermiştir. Belgesel izler, kayda geçer, yemek sofrasında "yaban domuzundan kaçmak için çapraz koşmalısın abla" falan der. TeknoSA kitapçığı incelemeyi çok sever. Alınacak bilgisayar, cep telefonu veya fotoğraf makinesine Defne karar verir.

Defne enteresandır. Tam bir sınavdır. Şu son 4 yıldır benden uzakta büyüyen, her gördüğümde yeniden tanışmak zorunda kaldığım bir hatun oldu kendisi. "Abla yaa İstanbul'a götür beni yaa yurdunda kaliym"dır Defne, "abla saçım düzgün olmuş mu uff"dur, canımın dibidir, Deffoş'tur.

4 yıl sonra beni kartlamış halimle barlarda görürseniz yanımdaki çıtıra asılmayın -- ablasıyım.

1 haziran derken?

nasıl yaa.. 1 haziran oldu. hatta 2006. son 3 ayı pek takip edememiştim ama bu kadarı da bi tuhaf. 1 haziran 2006. Vay be."2006 yılı mıııı uuff daa çook var onaaa yaşlı olucam ben o zamaann" dediğim saf ve temiz çocukluk hallerim...
Gerzekmişim.

estetik kaygılar öbeği

"bu çiçekli olanın mavisi yok mu?"
"niye yılan derisi desenli ki?"
"bu çok erkeksi"
"bu fazla büyük, rahat değil"
"bu çok siyah"
"bana yakışmaz"
.
.
.
.
.

Bunlar giysi değil telefon alırken sarfettiğim ve etraftaki erkeklere "aa dişi tepkisiiii" dedirten cümleler. Alt alta yazınca hakikaten tuhaf görünüyo; ama "bir kadın arabanın önce rengine bakar" klişesi telefon için de geçerliymiş demek ki. Anlamadığımdan değil-- sadece teknik özellikler ağzımın suyunu akıtmıyor işte. Çakı değil telefon alıyoruz, di mi ama? Binbir yerinden binbir özellik fışkırsın istemiyorum. Arıyor ve mesaj atıyor daha n'olsun ki? Üstelik beyaz ve çiçekli.

"Derya özellikleri neymiş onu da bi sorsaydın almadan önce?" :)

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker