31 Mayıs 2010 Pazartesi

kündem.

ne kadar enteresan bir milletiz. şahsen, israilin gemilere saldırısının tabii ki hitlere bağlanıyor olmasına şaşırmadım. yani bu 50 küsur yıldır olan bir şey. niye şaşırılıyor, onu da anlayamıyorum. "filistin" deyin, ikinci cümlede alman zulmü haklı kılınır, dandik gerekçeler bulunur. bu ülkede en yaygın laflardan biri  ermeni dölüyse, diğeri de yahudilerin hakkından hitlerin bile gelemediğidir. kendi faşizmiyle rötarlı tanışmak böyle bir şey olsa gerek. şaşmamamız gerekiyor artık. bunu yazdım diye de israiloğlu ilan edileceğim de yeni bir şey değil mesela. kısırdöngüler. kavgamı yalayıp yutan, masonluktan sabetaycılığa kadar tonla komplo teorisini bestseller yapan bir ülkeyiz, neye şaşıyoruz? yani yahudilerin gizli bir amacı yoksa en çok biz üzülücez resmen. çok belli kodlar, adeta açıl susam açıllar bunlar, adet yerini bulsun diye tekrarlanıyor. 11 eylülde de hiçbi yahudi işe gitmemişti hatırlarsanız. böyle bir şey yani. bir karıncalar, iki yahudiler. çok organize bir şekilde çalışıp sürekli biriktiren böcekler. bunu bile okudum ben.

aklı fikri yerinde olan kimse heralde yardım gemisine saldırılmasını mantıklı bulmayacaktır; ama şaşırmayacaktır da. tepkisiz kalmak değil bu. konu az buçuk diplomasi ise, misal, o israilli askere mektubu götürebilirlerdi. kapak olsun diye. yine bir şey değişmezdi ama diplomasi zaten bu demek.

onun dışında, devletin faturasının milletlere kesilmesini doğru bulmuyorum, hele ki nesiller boyunca. yazmak zorunda kalmak yine tuhaf tabii; ama özetleyeyim dedim. işin komik tarafı, konu filistin olunca hitlere bayılan kesim, konu türk işçiler olunca "bunlar zaten yahudileri de sabun yaptı" diyebiliyor. birinin zulmünü diğerine tercih etmek zorunda olmadığımızı hala anlamadık. resmen pal sokağı çocukları gibiyiz. osmanlının son 200 yılındaki "taştan taşa atla, aman boka basma" düsturlu dış politikasını hatırlatıyor. tam da böyle günlerde insanların neden vicdani retçi olduğunu idrak etmeli aslında intikamkuşları. ama tabii ki olmuyor, olamıyor.

şu saatten sonra faşizm neden kötüdür, konuya bence nasıl bakılmalıdır filan, anlatacak değilim. çok şükür hiçbir ırkla, dinle ilgili önyargım yok. ayrıca bildiğimiz sularda cak cak yapmayı da komik buluyorum. afrika, asya, latin amerikanın benzer faşist yönetimlerini, soykırımlarını, davalarını bilmediği için oradan örnek veremeyen hem sağ hem sol cephe bana gülünç geliyor. misal, pakistanın milyonlarca bangladeşliyi urdu dili konuşmaya itiraz ettiler diye katlettiğini bilen pek yoktur. pakistanın müslüman nüfus olduğu gerekçesiyle bi dönem bangladeşi yönettiğini de. caddelere adını verdiğimiz yöneticilerinin aslında o ülkelerde diktatör olarak anıldığını da bilmemize gerek yoktur keza. oralar uzak diyarlar çünkü. buna paralel olarak, üç beş gram tarih bilgisi edinmemiş insanların, yakın diyarlar hakkında lise ders kitapları üzerinden şiir okumasına itiraz etmeye de takatim yok. kalmadı. saçmalığa saçmalık demem gerekmesin.

benim tek derdim, yeni bir 6-7 eylül vakası yaşanmasın. 6-7 eylülün çok önemli bir dönüm noktası olduğunu düşünüyorum ben. benzerlerinin mümkün olduğunu gözümüze sokan bir olay. ayda bir kez telefonlaşıp bazı bilgileri değiş-tokuş yaptığım bir yer var. konuştuğum kişi türkiye yahudisi. suni bayramlaşmalarımız da olmaz mesela, işimizi yaparız işte. işin komik yanı, başkalarına bu kişiden bahsettiğimde, mesela telefon etmeleri gerektiğinde filan, "nası yani türkiyede yaşayan bi yabancı mı, benim ingilizcem iyi değil, siz konuşsanız?" diyolar. o kadar uzak yani isimler bile, ihtimaller bile. adını bile bilmiyoruz bu nifak tohumlarının yani. üstelik, yahudi isimleri bellidir, hemen ayırtedilebilir. şimdi bu zararsız yabancılık bana acı gelirken, zararlısından nasıl korkmam? harala gürele tansiyon yükseltmeye resmen eğilimimiz var. ben protesto edilmesin filan da demiyorum; ama itiraz edilecek şey, müdahaledir, savaştır, devlet terörüdür. bunun israilden geliyor olması değil. bilmem anlatabiliyor muyum? tutarlılık mühim şey. yoksa, sahiden, herkes başkasına faşist.

*

bu konuya paralel olarak, FKÖ'nün altın zamanlarında, 70lerde, türkiyedeki solcu kesimin bayraktarlığını yaptığı bir meseleydi filistin. deniz gezmiş, filistinde kampa gitmişti. hamastan mı oldu, türkiyede hızla yükselen yeni-osmanlı ümmetçiliğinden mi tam bilemiyorum, konu şu an soldan tamamen kopuk duruyor. müslüman din kardeşlerimiz üzerinden yapılan itirazlar, sudandaki müslüman din kardeşimizin elindeki kana zaten suskun. sol cenahın da herhangi bir itirazda "vanminitleyen" konumuna düşmek istemediği için sustuğunu düşünüyorum. genelliyorum evet, mutluyum da. bir taraf yalnızca ve sadece gazzedeki acıları görüyor. günün moda vakası sanki. daha önce bosnaya giden yardımların akibeti zaten bu tek taraflılığı yeterince düşündürücü kılıyor. yok hayır, dini motivasyonla yardımın hepsi kötüdür filan demiyorum. kızılhaç'a da laf ederdim o zaman. celallenilmesin. sadece bir referans. vurulmalarına da bahane aramıyorum, insaf etmezseniz diye açık açık yazayım.

diğer taraf, yani sol, uluslararası ambargo uygulamalarına pek ses çıkarmaz oldu.  türkiyedeki sol bence sadece, kendi işçisini, kendi etnik sorunlarını, kendi meselelerinin solunu tutmuş durumda; oysa  gerçek sol, sınırlar üstü olmalıdır. bu temel bir eksilik gibi geliyor bana. enternasyonel şalala meselesidir çünkü. bakınız şu sitede, resmen bölge-ülke detayında işçi meseleleri takip ediliyor. kalem oynatan üç-beş akademisyen dışında, sosyalizm isteyen de komünizm isteyen de bu sistemlerin geçerli olduğu ülkelerin bugünkü durumuna hakim mi, emin değilim. hani uluslararası politikayı bir kenara bıraksak bile, diyorum. 70-80 hareketlerinden miras kalan bir algı var, çok eski ve kemikleşmiş. anne-babalarının devirdiği kitaplarla aktarılan bilginin güncellenmemesiyle ilgili bir sorun. düşünür, akademisyen, filozof, "düşünce" tartışamamakla ilgili... ya da bana öyle geliyor. ama bana baya bi öyle geliyor. alacağı pozisyonu, kendi karşı kutbunun pozisyonuna göre belirleyen bir sol zaten eksiktir. hele ki bunu milliyetçi sol gibi, bence gayet nasyonel sosyalizm tınılı kılıflara yontmak, tamamen amorf. bu arada sağ taraf neler yapıyor, ne yapmalı, o başka mesele.

30 Mayıs 2010 Pazar

içten

bugün defnaanımcım üniversite sınavına girdi. milyonlar olmasın hadi; ama yüzlerce öğrenciyle. "iyi işte fena diil, hı hı yaptım evet" diyerek de çıktı. o kadar sakin ki kötü kedi şerafettinin garfield'ı niye boğazladığını bi kez daha anlıyo insan. huşugül.

ben öss'ye gireli 8 yıl oluyor; ama bir orbital hesabı, bir zarf tümleci, bir mondros mütarekesi akıldan çıkmıyor, çıkamıyormuş. nasıl bir kayda almışsam, ensekökümden döküldü. "çözümlü örnek soru"lar filan var hafızamda. tam bir çöplük yani. kardeşimse, herhangi bir sınava girermişcesine rahat, dün akşam tarih ve türkçe konularını tekrar etti, sabah kahvaltıda da coğrafya notlarına mı ne baktı. yani öyle aşırı çalışma değil, ötelenmiş çalışma sebebiyle. 3 saat + 1,5 saat formatlı sınav sonunda da mandalina şiveps içti filan. biz de annemle 07.30-14.00 arası nöbet tuttuk. boğaz manzarasından öğyk gelmesi teknik olarak mümkünmüş, anladım. kısmi amele yanığım bile var.

neyse, onun bunun dışında, içimden geldi, bırakıcam buraya ailevi ailevi. ablalık fışkırması, istemeyen okumasın. silebilirim de gerçi sonradan. kısmet.

bu çocuk fransaya gidecek, ayıp olmasın diye de bu sınava girdi işte. ısrarla inatla fransaya gitmesinde temel sebep nedir, çok düşündüm. yani bize söylediği sebep, "aslında ait olduğu fransız sisteminde okumak ve hatta orda kalmak". okulu gereği o bi  vulevumaşeri çünkü. neyse işte. gideceği üniversite iyi, branşı zevkli filan. "lisanımı geliştirmek" kısmı palavra, bence daha gelişemez. ama arada fısıltıyla da olsa, çok üsteleyince diş arasından tıslayarak söylediği şey bence asıl sebep: "ben yalnız yaşamak istiyorum".

istanbula gelirse de bunu yapamayacak, haklı. bunu söylediğinde önce annem, sonra ben alınıyoruz tabii. hatta annem muhtemelen en "özgürlükçü" annelerden biri olarak "neyine izin vermedim anlamıyorum ki" isyanlarında. bense istanbulu istemiyor oluşuna alınsam da (evet alındığım konu bu) beni niye istemediğini anlıyorum. deryik the küçük anne çünkü, 8 yaş farkla, bayaa bi anne yarısıyım ben. istemesin beni zaten. ben olsam benden 8 yaş büyük ablamın kanatları altında üniversite istemezdim. kanat altında olmaktan çok kendi kanatlarını istemeyi de gayet iyi anlıyorum. şöyle bi esnetip çırpmak lazım ki uçsun. ben niye kalkıp istanbula geldim? bunun da etkisi var. burnunu sürtmeye bu kadar meraklı olmak iyi mi bilemem. hiç olmasa, kaybola kaybola harita okumayı öğrendim, kârdır.

alsın başını gitsin, gezsin, debelensin, ağlasın, saysın sövsün. uç minik kelebek yani. ha tabii içim kıyılıyo, el kadar kardeşim, hem yaban diyarlar, hem üniversite, hem kendi evini çevirmek gibi kombo bombo dertleri kendi becerecek mi diye... ama o annemin işi. bense "bi su bardağı 200 gr'a denk gelir" kıvamı pratik bilgilerle destek sağlama derdindeyim. bi de işte kimlik ve anahtar kaybetmeden yaşama sırları.

ne bileyim, defne bi derdi olduğunda bana ağlasın isterim tabii; ama defne bana ağlamaz zaten. herkes kendi ağlar bizim ailede; yalnızlıktan değil ama herkesin kendi ağlayabilmesi için yeterince destek görmesi sebebiyle. tarifi zor. fazla gururun da etkisi olabilir; ama öyle bi "başını dik tut, gözyaşların onun seviyesine inmesin" arabeskliği değil bu. aksine salya sümük, çatılardan aşağı sarka sarka hönkürmüşlüğüm var. annem de bugün sütlü kahve almak için kantinde sıra beklerken parantez içinde ağladı. ama "onları üzmeyeyim" yalnız ağlaması bu, gurur değil. zaten yalnız da hissetmez insan. "kendine hesabını veremediğin şeyin hesabını bana verme" der annem. o yüzden bi haller işte. herkesin defteri kendinde. annem bize not vermedi diye galiba. annem bize not verse de bize söylemiyor, daha doğrusu. söyleyecek olursa da zaten, of of, kirpi okları.

o kadar tuhaf bi şeymiş ki sınavdaki çocuğu beklemek. yarabbim, bi tek onu da değil. 3 yaşlarından beri tanıdığım, şimdi 18 yaşına gelmiş 6-7 çocukgenç. kızlar saçını  "güneşte" hafif açtırmış, erkekler tüylerinden sakal yapıyor filan. yani gerçekten ben şu kadarcık hallerini biliyodum. "ne zaman büyüdüler" duygusunu 26'ımda yaşamak da erken nostalji. neyse işte, gitsin kalmasın buralarda, ay yok gitmesin nasıl yapacak, aman atla deve değil herkes yapıyor, peki ya yapamazsa nolucak gibi gibi gibi onyüzbinmilyon cümle, baloncuk baloncuk havada dolandı. niyeyse veliler beni "kıdemli" görüp soru filan sordular bi de. ne bileyim, defne benim canım. canımın içinin en gizli köşesi. bu gizli cevheri kendime saklayıp turşusunu kurmiycak kadar çok seviyorum. 7 saat boyunca on bin şey düşündüm. güneş çarpması kadar yoruldum. beynim ablalık yorgunu.

defneyse yaşının gerektirdiği şekilde ne beni ne annemi beğeniyor, biz hiçbi şi bilmiyoruz, amaan of amma da panik pimpirik şeyleriz ve o halleder. ne güzel his bu ya, di mi? çok imreniyorum ve hatta özlemişim bunu.

onun dışında, arnavutköy ve tünel turları, ayak bacak ağrıları, sabahın körü kahvaltıları filan.

29 Mayıs 2010 Cumartesi

ayna

erken bi pazar yazısı olsun bu. ay daha hala evi toparlamadım ben, annemler gelecek. neyse..
ben küçüktüm ufacıktım, tuhaf bi olay yaşadım. bi anlık da değildi üstelik, bir yılı aşkın sürdü.

annemin çocukluk arkadaşının benden 5 yaş ufak bir kızı vardı. yani ben 8 isem, onun yaşı 3. ikimizin de aynı yıl içinde kardeşi oldu; ama tabii ben pek kıskanmadım benden 8 yaş ufak bücürü, o ise çok kıskandı. bununla çok ilgili olduğunu düşündüğüm olay şöyle devam etti:

3-4 yaşlarındaki bu ufak kız çocuğu bi gün uyandı ve "benim adım derya, kardeşimin adı da defne" demeye başladı. o kadar emindi ki bundan, telefonda annesini isteyenlere evde öyle biri olmadığını söylüyordu. annesine benim annemin adıyla sesleniyodu, babasına babamın adıyla. tersini söyleyenlere, ikna etmeye çalışanlara kan kusturuyodu. ben olmak istediğini farkındaydık da nedenini tam olarak hiç çözemedik. benim gibi davranıyor, benim sevdiğim şarkılar, çizgi filmlerle yaşıyordu. ben büyüktüm ya, o da okula gittiğini iddia ediyordu. olmayan derslerine çalışıyordu filan. Fiziken hiç benzemediğimiz için saçını boyamak istemişti. sadece, ben kardeşimi ne kadar seviyosam, o da o kadar nefret ediyodu kardeşinden. tek ayrıldığımız nokta buydu.

yani alt tarafı 8-9 yaşında, bazı dişleri eksik bi şeydim ben, ne buldu bilmiyorum. misafirliğe geldiklerinde filan, ikimiz de deryaydık, yani "derya benim, sen de kim oluyosun" demezdi. mr.ripley vakası da değildi özetle. ikimiz de yan yana, derya derya otururduk. ben 9 o 4, ben kitap okuyosam yanıma gelip ters tuttuğu kitabıyla bana bakardı. açık unutulmuş kayıt cihazı gibi, benim olmadığım bi yerde "deryacılık" için gereken verileri topluyor gibi, kocaman kocaman bakar ve dinlerdi. sonra kelimelerimden cümleler dener, 4 yaş sevimliliğiyle çabalardı; ama ne kuzgun ne serçe olabilirdi. buruk bir hal.

dedim ya, bir seneyi aşkın sürdü. ailesi de huzursuz oldu tabii. profesyonel destek denendi ama "gayet normal, yaşla ilgili bi durum" dendi, hakikaten de geçti, gitti. yıllar sonra geriye tek bir şey kalmıştı: beni takip. ergenlik yaşlarımda, sonrasında, kendi kardeşimden daha fazla beni takip ve hatta taklit eden tek bi çocuk vardı. yan etkisi benim köşe bucak kaçmam ve uzaktan, idare etmek için "hı hı" demem oldu. ortaokuldaki yakın arkadaşlarım bunu iyi bilirler; çünkü onlar da "deryikin arkadaşları" kapsamında gözlem altındalardı. suya düşen taşın yarattığı dalgalar gibi, takip halkaları da genişler; ama yokolmaz. fotoğraflar, sohbetler, anılar, ergen bi kız ne konuşursa onların hepsi, daha sonra çoğaltılmak üzere yine kayda alınıyordu ama artık tek fark "adım derya" inadının olmamasıydı - ki görece normali bu.

iyice büyüdüğünde, o da geçti, kalmadı. yakında üniversiteden mezun olacak (yaşlandığımın kanıtı ve hatta anıtıdır). artık hakikaten bambaşka alemlerin insanlarıyız ve eminim kendisine arada soruyor: "ben bu kızda ne bulmuşum?". saç renginden filan da mutlu. kardeşiyle hala geçinemiyor, o başka.

tuhaf bir şey bu. aynanız olmak isteyen biri, korkutucuymuş. üstelik düz bir yansıma da değil, dalgalı, eğri büğrü, bazı yerler kocaman, bazı yerler minicik. sürekli size karşı bir merak, üstelik ufacık, el kadar bi çocuktan. insan bi bok filan zannetmiyor kendini, aksine çok tuhaf bi tedirginlik hissediyor. hiç öyle idol olayım, eller bana tapsın diye düşünmedim; tam tersi, çok gerilmiştim. niye ben, niye bu çocuk, noloor - panik panik. yakın davranıyosun ters tepiyo, tersliyosun daha da fena, resmen ip üstünde denge hali. kimliğimi geri istemek istediğimde yapamamak. dedim ya, kardeşimin üstünde bile böyle bi etkim olmadı. defne yaş itibariyle benim "büyük abla" hayatıma özenerek baktıysa da o hep daha cool ve başka biri oldu.

hatırlamak zorunda kalınca fark ediyor insan, korkutucu bir şey bu aynalanma hali. hala şaşıyorum. ne yapalım, bekliyorsunuz, büyüyünce geçiyor. kelimeleriniz, mimikleriniz, adınız sanınız size kalıyor. insan haline tavrına şerh koyamıyor ki. ufak tefek detaylarda insan kendisiyle karşılaşınca zıplayıveriyor, garip. hem el kadar çocuk yani, ne denir? ben de işte, iki karış büyüğüydüm neticede, belki ondandır bu kadar korkunç hatırlamam. ha büyür de geçmezse ona yapacak bi şi yok sanırım; ama bu vaka bir şekilde kapandığı için mutluyum.

28 Mayıs 2010 Cuma

derken

teker birey listeliycem şimdi. o kadar iç daraltan yazı okudum ki ve aşağıdaki yazıyı gördükçe o kadar sıkılıyorum ki bilinçkokuşu yöntemiyle sıralıyorum.

* saçımdan çok memnun-dum. sabahki otobüste rengi benimkinin rengine yakın, uzun ve güzel saçlara sahip kız yüzünden çeke çeke uzatabilirim şimdi. uzayınca o kızınkiler gibi düzgün dalgaları olmiycak gerçi. uzun ve çirkin olacak. kabullenmem lazım.

*hayatımla ilgili adımlar attım. beybisteps. iyi de gidiyor. bi ödevim var çarşamba gününe, bitirmem lazım. ödev özlemişim galiba. en kritik yerleri hala muğlak ama bence yıldızlı pekiyi. insan kendini seviyor böyle zamanlarda. "uygar çalışma ortamından taviz vermeyi kabul etmiyoruz" ne kadar albenili bi cümleymiş. dil ısır deryikos, ufka bak.

* hayatımda hiç düğüne gitmedim. yani gittim, yaşım 6 filandı, teyzem evleniyodu. şimdi gerçekten gitmem gerekiyor, üstelik eski patroncuğumun oğlu evleniyor. kıyafet, ayakkabı filan çok sinir detaylar bunlar.

*o çok istediğim, "betonda ölmüş fare" renkli deri ceketi müthiş bir indirimle aldım. deri olduğundan hala şüpheliyim gerçi ama ossun. ankara kelepiri, yeni değil. hatta ve hatta %80 indirimle bir adet ofis ceketi de aldım. mutlu ve gururluyum. indirimler tüketimi tetikliyor diyenlere cevabım, ertelenmiş ihtiyaçlarımı karşılıyorum. yerseniz. kırk yılın başı ne aldığımı yazıyorum. yağmurlar seller gittiğinde de bi heves giyip siftah bile yaptım.

*terziye gittim, ötelemekten biriken tadilatlarımı halletti. müthiş bir hafiflik hissi bu. lakin en zor kumaşlarda bel-basen tadilatını başarıyla becerip paça boyu kısaltırken ikisini aynı yapamamak nasıl bir haldir, çözemedim. hala eteklik kumaşları veremedim, yaz bitmeden versem keşke.

*yarın annemler geliyor. onlar gelmeden önce evde temizlik devrimi yapılmalı. yaparım elbet.

* tarihte bugün. yok yani tarihte bi gün, baya iyi özetlemişim halimi. hala aynı durumda olmam da artık, tecelli.

* bir kez daha açıklıyorum, maaile felsefemiz: "gördün deli, dön geri". şimdiye kadar hiçbir zararını görmediğim gibi, faydaları saymakla bitmez.

*okumayı ihmal ettiğim şeyler ve okumam şart olan şeyler yarışta. gözlerim ağrıyor geceleri. hala yeni gözlük işini halletmedim pek tabii ki.

* ofiste 2 gündür sular akmıyor. boru patlamışmış. erişim dahilinde olan 6 tuvaletin hepsinin sifonunu kullandık, pazartesi sular gelmezse halimiz fena.

*yaz dediğin, bol bulamaç beyaz tshirt demektir. şorttur, etektir, sandalettir. 35 derece için aşırı tasarlanmış kıyafetler giyenlerin boğulduğu hissi veriyor. tiril tiril olmalı her şey. iş çıkışında eve ulaşana kadar kurdeşen dökecek olmak, nefretlik.

* iyi ki stambıl var yoksa şu son dakikalar geçmeyecek. personas da öyle keza.

*merhaba cuma gecesi. shall  we, hmm yes.

*çok güzel ojelerim var ama sürmeye üşeniyorum.

*ensemdeki beni aldırmadım ama artık aldırmıyorum. kelime oyunları yeş yeş.

*aspava'nın istanbulda bilinmemesi ne tuhaf. bence en yaratıcı, en manalı tükan isimlerinden.

*kapanış: sinekkuşları. allahım allahım size nasıl bir güzellik, nasıl bir mucizesiniz ya? veya şu veya bu. ispinoz da resmen, kokoş bir serçe ama çaktırmıyo.

risk

riskten çok anlamam. okuduk ettik, grafikler integraller filan; ama sadece "taştan taşa atla, aman boka basma" ile "burnunu tıka boka atla" arası bir yerlerde olduğunu biliyorum. bok üzerinden risk tarifi.

Kendi vinci bozuk olan tersane, kızağı yandaki işletmenin vinciyle kaldırmaya kalktı. Aradaki mesafe uzundu ve vinç zorlandı. Etrafın boşaltılması gerekirken kızak işçilere ittirildi. Vincin kopan kolu dün doğum günü olan 23 yaşındaki taşeron işçi Metin İnanır’ı öldürdü, arkadaşını yaraladı. İnanır, tersanecilik sektöründe bu yılki üçüncü, 1985’ten bu yana 134’üncü ‘kader’ kurbanı oldu

kader muhabbetini sürdürmüyorum; çünkü kaza ve kadere inandığını ve inanmayanın cibiliyetsiz olduğunu duyuran başbakanımız vincin kopan koluna bakıp pek tabii ki iman tazeleyecektir. bünyem kaldırmayacak bunu. "şuna bakar mısınız, vinç bozulacak, yandaki vinç denenecek, mesafe uzun olacak, kızak işçilere ittirilecek, vinç kolu kopacak da metinin kafasına inecek! tecelli değil de ne?" diyebilir. evet biliyoruz, yapabilir. meşrep meselesi, kendi de değinmişti. aziz nesine havale ediyorum. cennette vakti de boldur, manzarası da nettir, kesin en seçmece hikayelerini yazıyor.

Uzun demir parçanın başına vurduğu İnanır, oracıkta öldü. İnanır, tersanede faaliyet yürüten Deniz Boya Raspa adlı taşeron şirkette çalışıyordu. Üç yıllık işçiydi. Samsunlu, altı aylık evliydi ve eşi beş aylık hamileydi. Halat bir de kadrolu işçi Ramazan Kocatepe’ye çarptı. Kocatepe yaralı kurtuldu.


misal bu kısımda da, kadınlara 3 çocuk tavsiye eden başbakanımıza "o çocukların babalarının ölümüne nasıl içiniz el veriyor?" demiyorum. 5 aylık hamile eşine ödenecek kan parasının alını elinizden nasıl temizleyeceksiniz de demiyorum keza. "o çocuk sağlıklı doğabilirse, annesi ona bu ölümü anlattığında nerelerde ağlasın" diye de sormuyorum. Ramazan Bey'e de tahminen iş kazası sigortası değil "yaşadığına şükret, verilmiş sadakan varmış" muhabbeti ödenmiştir. bir buket çiçek, bi kuru pasta? masraf çıkarmayın.

Bu, ASTAŞ, eski adıyla Selahattin Aslan’da ilk kaza değil. Burada ilk ölüm, 17 Şubat 2008’de meydana geldi. 24 yaşındaki Hasan Köse, oksijen tüpünün patlaması sonucu öldü. Aynı yıl 8 Haziran’da 34 yaşındaki İhsan Turhan, ezilerek öldü. Kazadan sonra ASTAŞ’ta yüksekten düşme, elektrik kaçağı, LPG ve basınçlı tüplerin patlama riski nedeniyle ve gerekli eksikliklerin giderilmesi için beş gün kapatma cezası verilmişti. 

Haberin sonuna gelirken, "bu tesisin sahibi kimin yeğeni" diye de sormuyorum başbakana veya bakanlara veya ilgili kurum kuruluş kurubaklalara. 5 gün kapatma cezası dediğiniz şey, lise öğrencilerine verilen 1 hafta uzaklaştırma cezası gibi bir şey. "alay mı ediyorsunuz" da demiyorum. hatırlatmak gibi olmasın, ne yüzle, hangi kalın enseyle taksim meydanını işçilere siz bahşetmişcesine, anında çark ederek "işte bakın, asayişi sağladık, bayram havası yarattık" ezgileriyle türküler söylediğinizi de merak etmiyorum. işçiye, köylüye, memura, hepsine hepsine mütemadiyen ayar verirken, kaçı rüyanıza giriyor, onu da sorgulamıyorum. bu aptal "tesis"te bundan sonra daha kötü ne olur ve ne zaman olur diye de sormuyorum. hiç hem de.

neden derseniz, bunların hepsi size "risk nedir"i anlatmak anlatmak anlatmak olacak.
gırtlağına kadar boka batınca kulağına da kaçabilir insanın.
tıkalı kulakla duyamazsınız diye susuyorum.

alın size tarif.

27 Mayıs 2010 Perşembe

tırıvırı

iyi şeyler de oluyor. kozada gibiyim, çıkınca yağmur yemezsem uçarım belki. yağmur yiyen kelebek de sahiden ne fena bir şeydir, di mi?
hep bi temkin, hep bi ürkeklik, hep bi şüphe. hep kötü düşünme. yonttular beni de galiba.

ofisteyim ve işten kaytarıyorum. buna iş yavaşlatma deniyor.
acı olan şu ki iş yavaşlattığım anlaşılmıyor bile.
bu hafta bitince, annemle defne. defne de bi pazar günü saat 9da sınava girenlerden olacak nihayet.
sonrası iyilik sağlık. umarım çok umarım.

26 Mayıs 2010 Çarşamba

terzi

ben şimdi hep bıdır, hep şikayet, hep çene, hep bir dırdır haldeyim ya... ofiste öyle değilim. çok güzel söylenir ve şikayet ederim ama efendiliğime verin, işverenime, patronuma değil. hürmetkuşu deryik. o yüzden ki durup durup patlayacağıma dair, pimimin çoktaaan çekildiğine dair güçlü bir inancım var. ha diyiceksiniz, "blog cengaveri misin sen, bize mi ötüyo borun", olabülü. bilemen. burası benim.

bi sebebim de şu: ben sinirlenince gözlerim dolar. ah, ağlıyo minik duygusal taze sanırlar. yok yok ondan değil, kafamda o kadar yüksek sesle "SALAK MIYIM LAN BEN"  diye bi ses yankılanıyo ki göz pınarlarım zorlanıyo. anlatamazsınız ki. üslupsuz köftehorlar. aklıma da hep kaptan hadok geliyo ya sinirlenince, nasıl bir şartlanma bilmiyorum.

fazla efendiyim. "benim alexandram yok efendim"i, ah canım aziz nesinden okuduğumda, "içip içip ağlayamam efendim" diyerek ağlamayı, ne kadar da iyi anlamıştım.  çok bariz olan şeyler için, kapıya tık tık vurup, içeri girip dert anlatmayı, resmen kendimi ve karşımdakini salak yerine koymak olarak algılıyorum. ben orda bana verilecek dingilce cevaplara, normalde yapacağım gibi, bi forehand bi backhand karşılık verip, maç puanı sonrası tura çıkmayı, ayıp sayıyorum.

dilimi ısırıp susuyorum. çünkü bana annem dedi ki: insan olana bi kere söylersin, yeter. 3 yaşından büyükler mızlanmamalıdır ve 3 yaşında bile sevimsiz bir şeydir bu. sevmiyo olabilirsin ama saygı duyman gerekir. hele ki memetalibeycilikle kendini acındırmak filan, o konuya girmiyorum bile, sözlüğümde yok. "maksat nemalanmak" diyemiyorum. yok yani asilzade kudretimden değil, denesem de beceremem, yöntem bilmiyorum. böyle buz gibi put gibi, durupduru kalıveriyorum. günlük hayatımdan farklı olarak, adeta bir clark kentim ofiste.

misal, bu kesin bi hatadır. İKcılar olsa hiç sevmezler sanki, "tuttuğunu koparma" becerimden puan keserler. ağlamayana meme yok filan. yahu bi çocuk açsa, açtır. ağlamadı diye açlıktan ölmemelidir. "terbiyeden gitti" mi diyceksiniz? ayh neyse yani, tuhaf benzetmeler. ondan sonra yok efendim liderlik vasfınız yok. yok evet, sizin gibi lider olacağıma efendi efendi emir kulu olurum. peh.

yok hayır, hani hep böyle değilim, terbiye timsali değilim. ama karşımdaki insan annemden büyük. maaş korkusu da değil, valla yaşından başından ben utanıyorum, o utanmıyo. kafamda sürekli salak olmadığım yankılanıyo. yani ben salak değilim, o salak değil, o zaman niye salak gibi, bariz olan şeyleri dillendirelim? tembeliğime de verebilirsiniz: resmen aptalca tartışmalara takatim yok.

ofis arkadaşlarım, cancağızlarım halden anlayan insanlar olmasa onlarla da konuşmazdım heralde. birlikte söylenmece. sinir bir huy: ama böyleyim. içime atar saç beyazlatırım. yani her seferinde, sinir harbiyle karşı binadaki pencereleri sayıyor olmam, ufka dalıp kalmam, isyan edeceğim/ hakkımı savunacağım anlamına gelmiyor. iş görüşmesine gelen kızın söylediği gibi: çoook sabırlıyımdır. ben ofiste, kapalı kutuyumdır. kendi hakkını koruyamayan bir deryikosun kendine nefret günlüğü. ne de yakıştı üstüme bu gömlek.

rüyalarımda ofis server'ını hackliyor olmam veya gösterişli bir istifa sonrası bilgisayarımdaki derya dosyasını silerek yarattığım kaosu pencereden izlediğimi kurmam filan, sağlıklı olmayabilir.  napalım, mizaç meselesi. taş çatlatan bi şekilde saatlerce bön bön insanın suratına bakarak, "hı hı" diyebilirim. bön balık. ama hı hı değildir işte. olmaması gerekiyosa olmamalıdır. bunu iki taraf da biliyo zaten. BEN SALAK DEĞİLİM.

pasif agresiflik mi bilemiyorum. belki de gerçekten, şu gözlerim dolmasa daha kolay olurdu; ama yok. durum bu. belki de patlamalarımın şiddetini bildiğim için, susuyorumdur. burda öyle olamaz ya, o zaman hiç olmasın. yoksa "ne diyeceğimi bilemedim" biri değilim. aklıma onlarca cevap geliyor da susuyorum. böyle kombinasyonlar halinde kapak yapıcam ama "sevmiyosan da saygı duyacaksın" işte.



işte bu yüzdendir ki az önce, tek bir tane, itirazımsı, baş kaldıraçlı, "öeeeeah! yetrbeh!" manalı cümleyi en bi sakin halimle kurunca, odadaki şaşkınlık boş duvarlarda yankılandı. "şey tabii de.. ee öyle ama... çok iyi anlıyorum ben ama...".yaa, dilin tutuldu di mi? benden beklemezdin. şaşkın ördek seni. daha dur sen. insanı zorla yoldan çıkartıyosunuz. dönüşüm değil ama gidişim muhteşem olacak. huşu içinde kelimelerle adam dövme sanatı genetik olarak aktarılabilen bir şey ise, müthiş bir senseim var. yetti gari.


*foto için üstüne pıt.

25 Mayıs 2010 Salı

yüstoksantokus.

bugünkü 15 dakikalık şan şöhret dalgam: radikal yorumlarında en çok beğenilen ilk 3teyim. beğenmeyen o bir kişinin de kız babası olduğunu düşünüyorum.
büyüdükçe takıntılarım artıyo ama ufak şeylere de sevinir hale geliyorum. işte allah bi yerden kesip bi yerden yüzüme gülüyo, naparsın. misal, öğlen zeytinyağlı tabağı yemiş olmak. hera hanımın demli çayı. güzel güneşli şeyler bunlar. güneşi gördüm: bir ofis dramı.

wishlist:
ntv yayınları kitapları. kuş kelebek ne varsa kafayı kıriym istiyorum. havza raporları var elimde, onları da bitiricem. ödevgül.
istanbul haritaları kitabı. ama böyle benim kadar kocaman olan. sonra ooh fotokopi çeker poster yaparım.
son olarak: daha önceden wishliste ordan da kitaplığa girenleri okumak. çok ayıp.

defne kocaman oldu. "adım niye defne" demişti, annem de "ablan koydu" demişti. peri kızı defne çünkü. gözleri kadar yeşil ormanlardan. şimdi elin apollonu kıza aşık olacak da yüz bulamayınca kızın başına iş gelecek diye içlen dur.
misal, bi tane erkek arkadaşı var, defneyi üzerse karşısına dikiliym diyorum ama ürkütücü olma ihtimalim az, birilerini dikicem, karar verdim. uzaktan tey tey tey çekiyorum, defne bile gülüyo, elin kazık kadar genci kesin bi tarafıyla gülüyodur. sevdiği kızın ablasına bi tarafıyla gülen adamı kenara çekip edep adaba davet ederim ben. terbiyesiz şey. yüzünde iki kıl bitti diye adam oldum sanıyo. gülmüyodur belki, neyse. galeyanabla. her neysecim, bu kız 18 olunca beraber içecektik, oo ben de henüz kart sayılmam, ne güzel eğlenecektik filan. ah karavanlar kiralamalar fişman, ne planlar. resmen ilk gençliğim bu planlara gitti. ee nedir, 18 oldu; ama benimle takılmak hiç cool değil tabii. bunu hesaba katmamıştım moruk. şimdi işin yoksa defne hanımdan randevu al, iki arkadaş bi sevgili arası görüş. peri kızı uçuş uçuş. tey tey tey.

24 Mayıs 2010 Pazartesi

kadr

"Merak etme ben kaza ve kadere imanı anlatmadım.
O konuda sizin meşrebinizi de biliyorum cibilliyetinizi de biliyorum."

ısrarla, inatla.
Bu lafın bizzat kendisindeki cibiliyeti kimse sorgulamıyor veya sizin meşrebiniz bu beyanlardan anlaşılmıyor sanıyorsunuz. Bi kenara not edenler hep olacak, üzgünüm. Bu cüret, bu ithamlar, bu incelikli kelime seçimleri hep hatırlanacak. ve hatırlatılacak.

Normalleştiremeyeceksiniz. inatsa bu da inat.

işin fenası, bu inat daha bi inat. korkabilirsiniz monşer. bu saçma laflarınızı kaydediyor olmak insana tuhaf bir kudret hissi veriyor. hafıza-ı beşer, böyle güçleniyor çünkü. kaç kişi okur ki? olsun. bunu bile, bu ufacık gevelemenizi bile, anlık hiddet, saniyelik saldırınızı bile, ne ben ne google unutacağız. ben kenara not düştüm tayyip bey. madem ki siz bunu söyleme cüretini gösterdiniz, duyurmayı görev bilirim.

aksine meşrebim el vermez. bilmem anlatabildim mi?

yeni festivalde yine emekte

istanbul 9. idare mahkemesine karşı çok temiz hisler besliyorum artık.

23 Mayıs 2010 Pazar

şalala

dün her yer yıkandı. asılı kalan tüm toz toprak, şimdi sabah tazeliğinde. "crisp". ingilizce karşılığı ne güzel. türkçesini de bulucam. "canlandırıcı" imiş. ama tam öyle değil ki blog. taze ve ferah ve sanki dünyanın ilk gününün ilk oksijeni gibi güzel. tiril tiril, deniz kokan beyaz gömlekler gibi. hani ilk giydiğinizde bi serindir ama güneşte durdukça ısınır. öyle işte.

bugün yağmur yağmasın. geç yağsın ya da. çimler bizi bekler ve müziko.
bi de sevgili işverenim, "günaydın, bızırtlar mırtmış mı" demese keşke.olsun, o da bitiverdi işte.

türkiyedeki herhangi bir uygulamaya sövmeden önce fransaya bakıp ibret almaya karar verdim. misal, üniversite öğrencisi olarak yurtta kalmak için fransız vatandaşı kefil gerekiyormuş. yaa yaa. modern zamanlarda, eğitim için gideceksiniz ama kampüse çadır kurmanız bekleniyor. adamlar saçmalıyo diye arpacı kumrusu gibi formül düşünmek de bize kaldı.

*

en sevdiğim  demeçlerden bi bölüm daha:
"Sanki Türkiye'de ilk defa, örneğin, bir grizu patlaması oluyor. Sanki ilk defa bir maden kazası oluyor gibi bu meselenin nasıl abartıldığını gördük, gördünüz."

sahi Tayyip bey. son da değil nasıl olsa, değil mi? alışamadık gitti yani, bi de şaşıyoruz.
alışmamış kıçta don durmuyor, ona verin. bu saatten sonra alışacağım da yok. baldırıçıplaklar kulübü olarak size şaşmaya devam edeceğiz, üzgünüm.

ay ikincisini de yazmasam olmazdı:
"Her türlü sosyal yardımın karşısında durdunuz, bugün çıkıp fukara edebiyatı yapıyorsunuz."

sosyal yardım= kömür.
siz şimdi o grizudan ölenlerin ailesine de sosyal yardım adına kömür dağıtmak isterseniz de eleştirilirsiniz diye mi bütün bu ağlamaklı isyanlar? komik misiniz, o çok sevgili kader mi size nanik yapıyor, "kahpe felek, kimine kavun kimine kelek" mi, nedir nedir?

21 Mayıs 2010 Cuma

esenlikler

yok uzatmiym, bu her seferinde kendine slogan laflara sinir olmiym, bu kadar da popüler politika tuzağına düşmiym diyorum ama, malzeme zengin.

"kadere imanın yoksa tartışacak değilim" lafı bence çok fena bi laf. çünkü bi kere (resmen açıklamak gerekiyo, bu tuzağa düşüyorum), "kadere iman"ı normal kabul ediyor, verili durum, olması gereken. hani "vicdanın yoksa tartışacak değilim" gibi bir şey. ben de bunu söyleyebilirim kendisine, böyle dini imalanmaları da yok hem.

yine de çok ofsayt bi laf işte blog. anlatmak gerekiyor ya, ne acı. kadere imanım yoksa benimle tartışmıyor demek ki başbakan. bi yandan acayip sevindirici, ona kimse laf yetiştiremez zira. ben ligi dışında kalıyorum. yok yok, mahalle takımıyım onun için. kadere imanmış. neden maden kazası gibi, gayet teknik bir konuda, karşısındakinin imanını sorgular ki bir politikacı? neyse durun burda bitmedi. egemen bağış, ruhban okulu demeçleri verdi. "bizim gibi onların da.." diyerek. biz dediği, anladığım kadarıyla, sünni türkler. onlar dediği de ortodoks rumlar. bizim gibi onlar da dini eğitim alsın isteriz kıvamı bi laf. eşit mesafesini sevsinler tabii. ayrıca, geçtim ruhban okulunu, daha cemevleriyle arasını düzeltememiş "sizler", hiçbir yere koyamadığınız "kadere bile imanı olmayanlar"a neyi uygun görürdünüz? "ateist olacağına bari semavi dinden olsun" gibi bir ehven-i şer seçimi. "kafir değil, ibrahimoğulları" ılımlılığına ifrit oluyorum. fritos.

gerçi "ille de roman olsun" şiirinde belirtmişti tayyip bey: o da allaaahh kuluduuuurrrrr diye.

 *

bu ara aldığım derin nefesleri peş peşe dizip sabır tesbihi yapıcam. aslında zor değil, güzel günler görecek ülke. ben de  görürüm hem, biz siz onlar. haberler güzel olsun, güzellikler haber.
güzel şeyler, ışıklar, işaretler, umutlar... yaz arifesinde ben hep en bi çiçek böcek. böyle yazıyorum filan ya, şaşıyorum sonradan. dünya umrumda aslında değil blog. saat 8e geliyor ve gün yeni batıyor. daha güzel ne olabilir ki, sorarım. istanbuldayım, gün kızıl, hava bi ufak ceketlik ama güzel ve mayıs her şeyi okşayan bir kudrette. bugün cuma olmasının tadı ise bamb-aşk.

içim acıyor meri

haber burda.
rapor burda.
sendika açıklaması da burda.

minicik deneyimimden bildiğim minicik bir şey var. her türlü iyi niyetle, gecenizi gündüzünüze katarak, ister 9, ister 99 sayfalık rapor hazırlayın; ama kimse okumaz. okumaz. okumaz. okuyanlar yine sizin gibi danışman/ araştırmacı/ gerzek filandır. okuması gerekenler okumaz, okutacak adamları vardır. zaten o raporları okuyup anlayan ve özetini çıkarabilenlere danışman diyoruz. gerçekten tek işi raporu okumak olan insanlar mevcut. "aman canım ben de yaparım kıyak işmiş" değil ama; böyle beyniniz gözünüzden akarak, pür dikkat, elinizdeki kristal minik biblodan akan bi damla kanın kaynağını arar gibi (ah ne arabesk bir benzetme oldu) bi özenle, anlatamıyorum tarifi zor, anlamaya çalışırsınız. her seferinde yeni bir dengeyle, özenle. tek işiniz dikkat etmektir. uyanık olmak, "mı acaba" demektir. ben mesela, asistan dikkatsizliğimin bedelinin her seferinde enseme pat pat bi tokat olmasını isterdim. olmadı, kibarlıkla dövüldüm, daha da kazındı kafama.

neyse, esas adamlar hep o adamların özetleriyle hareket ediyo yani. o yüzden raporun içine dikkat çekici kutucuklar, resim altları, 2 paragrafı geçmeyen özet ve sonuç vs eklenir. resmen zorla "bari bunu oku, bari buna bak", albenisi olsun diye. eğer standart format yoksa, "sade olsun, bakınca görülsün" diye kasılır. kalabalığa yer yok, cümleler uzatılmaz. mümkün olsa uykusunda kulağına fısıldanacak, aklına girsin. en bi yetkili ve yetenekli uzmanlara/ karar alıcılara değil, ilkokulda dikkat dağınıklığı yaşayan çocuklara dert anlatır gibi, debelenerek. onların suratında da mütemadiyen bir offlama, sanki hiç alakaları yok, dönem ödevi hazırlayan ilkokul yumurcağı, 15 günlük tatilde ömer seyfettine mahkum edilmiş. peh.

ama işte bazı konular var ki, keşkeler yetmiyor. keşke okunsaydı. okunmak yetmez, anlaşılsaydı. o da yetmez uygulansaydı. yani okunması yetmiyor biliyorum; ama o kadar bile kaale alınmayınca... ne bileyim. küsüverir insan. küsmez mi? daha ne olacak da küseceksiniz ki? pıt pıt parçacıklar halı altlarına süpürülüyor.

bu aralar gördüğüm en içten öfke patlaması da nuray mertten.

20 Mayıs 2010 Perşembe

niha

pasaportum yarın yepyeni, uzamış, güzelleşmiş haliyle elimde olacak. o lacivert kapağın altında, gelecek düşleri, tatiller, geziler, ayak ağrılarına rağmen gülücükler filan var. mis gibi. çok güzel bir hissin sen pasaport.

pahalı da bir hissin tabii, genç ve fakir bir ülkeyiz diye midir, dövizi deftere işlettiğimiz günlerin romantizmi midir bilmiyorum; ama bu iş sahiden bu kadar pahalı olmamalı. 5 yıllık pasaportu 600 tl yapıp avrupayı mı benden koruyosun, napıyosun devletim ya. aç kapılarını giden gitsin, aç kollarını gelen gelsin.

parti kurarsam sloganım bu olsun bari.
en güzel lacivert, kesinlikle pasaport lacisi. fiy-yuuuu-yop!

18 Mayıs 2010 Salı

dalga dediğin derinden gelir

düzenli aralıklarla adını andığım biricik kızıl kafam marisol, peruludur. hollanda zamanlarımdan can dostumdur. vatan hasreti de anlattıkça artarak dağılan tuhaf bi şi olduğundan, 15 ay sonunda, gitmediğim peru hakkında baya bi bilgi edinmiş, içeceğim meyve suyundan, ceviche yanında yiyeceğim patatesin cinsine kadar öğrenmiş ve hatta trafik, çevre politikaları, sivil darbeler vb detaylara da hakim bi güzide fahri vatandaş olmuştum. altın yol, öğretmenler sendikası, perunun japon devlet başkanı fujimori, milli parklar ve barajlar, limaya gastronomi turları... hepsini biliyodum valla örtmenim, yıldızlı pekiyi.

bu esnada okulun 3-5 bolivyalısından birinden de niye yanında getirdiğini hala çözemediğim bolivya turizm bakanlığı tanıtım broşürünü araklayıp tam bir yıl süreyle odamda "unuttum". hala gözümün önüne şelale resimleri geliyor. bolivarın bolivyası. tornadan çıkmış gibi, hepsi en bi sade, ağırbaşlı, alçakgönüllü, neşeli arkadaşlarımın memleketi. hatta peru-bolivya olası gezilerini filan konuştum, aa evet öyleyken böyle, orası dağlık şurdan pıt pıt, laf arasında arakladım. elenecekleri eledim, canım minicik sinek kuşlarıyla dolu duvarın adresini bile aldım filan. bolivyadaki o "minik şeyler pazarı"nın kurulduğu tarihi de not etmiştim.quechua kimdir aymara kimdir, zor da olsa anlamıştım.

yani demem o ki blog, ben ödevimi iyi yapmıştım, yıllardan 2007 iken. ince ince dokumuştum; çünkü her şey çok mümkün, bu gezegen küçük bir köy ve biz de komşu köyün çocuklarıydık, topumuz kaçsa  bi koşu gidip alırdık. her şey için azıcık merak yeterdi, merak, istemek, mümkün kılmak için yeterliydi. çünkü niyet, başlamanın yarısından fazlasıydı. hem macchu picchu cuscodadır, cuscoda marisol yaşamıştır. okyanusta yüzülmez, dalgalarla oynanır. yani her şey tek cümleye sığacak kadar net, tek cümleyle kabul edilebilir bir sadelikteydi. afro-peruvian dansları bile denedim, öğrendim. anlamadığım gitarlara içtim ağladım, pembe dizi senaryoları ezberledim, ne söylenirse ayıp kaçar, şiliyle patates davası nedir, turist kazıkları nelerdir, aslında nasıl "peru" denmelidir filan, hepsi, her şey. çok istedim blog, anlatabildim mi, tanışmış kadar olduk peruyla; ama yüzünü hiç görmedim.

şimdi mesela, aylardan kasım, orda çok güzel bir mevsime denk geliyor. aylardan kasıma, 9 gün tatil de denk geliyor.. şimdi mesela, ben her zamanki ataletimden kurtulup, plan yapsam, şunca peru isteğime yakışır şekilde, hep sevdiğim, en istediğim de yanımda olsa, hep konuştuğumuz gibi yarımküreler aşsak, kızıl kıvırcık, deli şaşkın marisol bizi kaşılasa, tam 15 ay boyunca ne de güzel öğrendiğim ama bana zorla unutturulan "latin saati" kavramına beraber geri dönsek, her şey güzel, müzikli, azıcık riskli ama bol neşeli olsa? olma mı, bence olur. bi uçak bileti. marisolün evi de var hem. şu duvarlar üstüme gelmese, taklalar mümkün olsa.

her şey mümkün blog.
nerden mi biliyorum? işaretim oldu benim yine; hem ben zaten kendime işaret zamanlardayım. marisol'le tanıştığım okulumdan mezun olan 2 türk öğrencinin biri bendim ve nihayet diğeri ile buluşacağım. o bana ablalık yapacak blog, üstelik tam da ihtiyacım olan dönemde bi güzel tesadüfle. işaret arıyodum ya, budur belki. zaten olmasa bile benim için artık bu bi işaret, yetti. beklenti yükseltmek değil bu. iyi geleceğini biliyorum sadece. beni gerçekten anlayacak; çünkü yaşadı bunları.

hem belki, böylece, bildiğim şeyleri hatırlama zamanıdır. belki ben nadasa bıraktığım tarlayı artık sürmeliyimdir. bi ufak umut kırıntısı için iki satır söz yetiyorsa bana, hatırlayıveriyorsam kendimi; belki peru sahiden şu yokuşun sonundadır blog, neden olmasın? bak bu sayfada, aşağıda, sağda bir yerde kıta haritası var. ne kadar ufak, ne kadar avuç içi duruyor. öyleydi sahiden, inanmıyorsunuz. şu köşeden sola dönünce, alt çaprazdaydı.

her şey işte böyle birbirine bağlı blog. görünmez ağlar peruyu işaretlerime, nadastaki tarlalarıma, beni bana, beni ona, sonra beni bi daha bana bağlıyor, ah bir bilsen. kendim düşünüyorum, sonra yine kendim o düşüncelerimden fal tutuyorum. öyle de bir komiğim yani. ama olsun. her şey herkes birbirine bağlı.

basit düşüneceğim blog:
nadastaki tarla sürülmeli çünkü peru alt sokağımda. yersen.

17 Mayıs 2010 Pazartesi

aslında kimbilir, belki de bu bi post değildir.

iç şişirip gidicem, pek bi seviyorum ablası.
zonguldak. maden. 32 işçi orda bir yerde. 540 metre yerin altında. 7 kat eder heralde.
30 gün çeken bir ayda 25 kadın bizlere ömür. lütfen detaylı bi okuyun da içiniz şişsin.
166 validen de hiçi kadınmış bu arada. annemin konsolos bi arkadaşına "konsolos bey hanım" diyolardı, onun gibi bi şi olurdu heralde. valibey hanım.

neyse bir de iyi haber: KAOS GL alın. sol ve LGBTT dosyası bence merak etmeye değer. hatta ek olarak, butler burdaydı, salon dolmuş taşmış. bürokrasi kravatı salonda yokmuş, zaten biliyor idik.
ve bir dip not: ulusalarası vicdani retçiler günüymüş 15 mayıs.

evet her şey bianetten linko. onlar yazdı, ben sundum.
açınca fener-bursa geyiği olmayan tek yer çünkü. 32 işçinin göçük altında kalması, 22 adamın top peşinde koşması kadar gündemde kalmıyor ya ifrit oluyorum.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

gençliğe hitabe -2

yorumlara gelenleri derliyorum, en bi kes-yapıştır. söz verdiğim üzere. oricınıl yazı burda.

- hangi dil olduğu hiç önemli değil, en az bir yabancı dili iyi derecede öğrenin. okuyup yazabilme becerisini gösterin. hadi bunu yapamadınız, sokakta dilini bilmediğiniz insanlara yüksek sesle mastar fiiller kullanarak bir şey anlatmaya çalışmayın, komik olmayın.

- erkekler, herhangi bir yerde güzel bir kadın görünce yiyecekmiş gibi bakmayın. güzel kadınlar güzeldir, fakat meyve değildir. bir sanat eserine bakıyormuş gibi bakın yeter. özellikle anlamadığınız bir tabloyu aklınıza getirin mesela.

- Röfle ancak orta yaş üstü ve kısa saçlı ve zaten en azından açık kumral kadınlara yakışabilir belki, bir nebze. Ama gençler, ah gençler, kuzum niye yaptırırsınız, saçınıza yazık değil mi?!

-  mesela senden önce biri kahveyi orta istiyorsa ısrarla şekerli dememek. bi kere 'orta'dan hiçbi şey olmaz diebilmek gibi.

- Kravat takmaya, takım elbiselerle dolaşmaya, döpiyesler almaya özenmeyin. Modern zamanların bir tasması kravatsa, diğeri de bilekberidir. Onlara da özenmeyin. Şık olun ama, artık dizi götü çıkmış eşofman ve fönlü saçların çirkinliğini hepimiz kabul ediyoruz. Şık olmak başkadır, spor şıklığından da bahsetmiyorum, o da ne garip bişi zaten.

- Kızlar nooolur çok ince almayın aldırmayın kaşlarınızı. Bak sonra elli yaşında kaşım kalmadı derken, yirmilerinizi hatırlayıp tek sıra kaşlarınıza üzülürsünüz. Çalı gibi dolaşın demiyorum ama düzeltmekle yeniden yaratırken yok etmek arasındaki farkı bilin.

- Erkekler, nooooolur çok ince almayın kaşlarınızı. Hadi ortasını biçiyorsunuz, tamam bişi demedik. Ama o kaşlarınız siz fark etmeden hilal halini alınca çok kötü görünüyor.

- Reklamcılığa özenmeyin. Tamam memur olmak hevesiniz olmasın, kravatlardan uzak durun dedim diye en rahatı reklamcılık yalanına sığınıp stokholm sendromu yaşamayın. Böyle yazabiliyor, bi de yazarların aksine yazdığımdan para kazanabiliyorum da ı-ıh çok güzel bi arguman değil.

-Ugg mudur nedir, o ayı patisi bot/çizmelerin güzel olmadığının farkındaysak bunların yazlık versiyonlarının da geçen yıl türeyen Amazon kadını havası veren garip sandaletler olduğu konusunda hemfikir olabiliriz. Ayağınızla yetinmeyip ayak bileklerinize de uzanan, birbirine paralel şerit şerit deriler, evet, bundan bahsediyorum! (Gugıl onların gladyatör sandalet diye adlandırıldığını söyledi, her neyse) Sakınınız.

-üniversiteye başlar başlamaz kızlar saçlarını boyatmasın, erkekler saç ve sakallarını uzatmasın. erkek dediğin saçı sakalı kısa, temiz yüzlü olur.

-her ikisi de, tırnaklar yenmesin.

-bir spor dalına hakim olunsun ve mümkünse futbol ya da basketbol dışında olsun. mesela yüzmedir, tenistir, aikidodur, bunlar olsun.

- kişilerin jestlerini farkında olun, görevmiş gibi beklentiye girmeyin. aynı şekilde, jestleriniz görev sanılmasın, gerekirse hatırlatın.

-  dişe sürtülen kaşık & çatal boşanma sebebidir.

- 25 yaşına gelip de hâlâ yemek yerken ağzına yüzüne bulaştıranlar var. salatayı ağzına atar atmaz gülümseyenler mesela!.. dudakların kenarında yağ birikintisi, yoğurt kalıntısı, vs.

- bir de sifon var. lütfen herkes sifonu çeksin artık! peçeteleri de sağa sola değil, çöp kutusuna atsınlar. o kadar zor mu çöpü tutturmak?

-mm, bir de başkasının yemeğine için gitse bile önce nezaket icabı sor, sonra tat. tabağıma küt diye bir çatal indi mi sırf oradaki nezaketsizlik geriyor beni, oburluk ve paylaşamamazlıktan değil yani!

evveeet, bence gayet güzide bir hal aldı, tamamdır. tepe tepe kullan yeni nesil.

tört

yuh bana. blogum 4. yılını 25 nisan gecesi kutladı ve ben yine kaçırdım. niyeyse, özür dileyemiyorum diye heralde, dert oluyo. hadi bakalım ilkten bi sonraki yazıyı  yeniden. bu ara sıkça aklıma geliyo.
anılaarrr anılaaarr.

11 Mayıs 2010 Salı

on numero

sabah 7de ofisteydim, o yüzden şu an gözlerimi açık tutamıyorum.bunları da tahminen sayıklıyorum. 2 adet bileti, hem de oğuzcuğuma, yaktım, yaktık, yandı. tuhaf ama bence değdi. hani kadife sokağın hayaleti gibi gitmek zaten iyi olmayacaktı ama onun dışında da, ferah hissediyorum. iyi geldi. bazen durmak, sadece, öylece durmak ve bakmak, çok iyi geliyor. dinlemek. duymak. yarın kesin hava güzel olacak. evkaftaki memuriyetimden de belki, istifa ederim hem.

bi de bana iş teklif edenler mini faşolar olmasa keşke, di mi? yani hakikaten, güleyim mi, ağlayayım mı, bilemiyorum. kesin ense kökümde bi mıknatısım olmalı, başka açıklama zor. tuhaf bi şekilde, resmen faşist telden la minör iş teklifleri  (-ler diyorsam, iki tane. birden fazla olunca ler oluyor, havalı bi şi) geliyor. hani pozisyon filan da o kıvam. böyle yazınca tetikçi adayıyım gibi durdu ama yok işte. kağıt işleri de mümkün. eh, faşo mu liboş mu, liboş madem. hiç olmazsa, bari. zaten şu yaşımdan sonra, şikayet ettiğim bi zihniyetin parasını yeme ihtimali, koca/baba parası yemekten beter geliyor.

öyle işte. şimdilik, evkafım canım. en azından annem yüzüme tükürmüyor mevcut durumda.

hüz

böyle bu ara, kampüse gittikçe ya da, bir hüzün çöküyor üstüme. "artık lisans öğrencileri gibi takılmayı bırakmalıyız" ve sahiden, galiba uyanmalıyım ben. mezun oldum ding dong. okul, kampüs ve öğrencilikle ilgili tüm güneşli, güzel şeyler, yuh ama 4 yıl önce hayatımdan çıktı. bi üniversite daha okunurdu yani. hollandaya gittim, ankaraya gittim, geri geldim. baya bi hareket oldu yani. ama bi idrak sorunu, her daim inkar.

öyle bi şi ki blog, yokuştan inerken önce erguvan, sonra leylak sonra çam kokuyor. ben napiym sahiden, buna elden ne gelir? her çiçeğin, ağacın, isim tabelası var. salkımları mavi çama sardıran bahçevanlar yaşıyor. sahiden yani, elden ne gelir? sera var, manzara var, çay 50 kuruş. her zaman dediğim gibi, kampüs benim sayfiye yerim. haftasonu şöyle bi içinden geçip gitme mutluluğu için neme mahkum bir evde yaşıyorum. hiç sorun değil. şuncacık iktisat bana anca pozitif dışsallık öğretti.

ama aslında tüm bu hüzün, bana şu an burda olmak, bu işi yapmak istemediğimden başka bir şey anlatmıyor. 2006 yılının deryik'i (ki ben blogu o zaman açmıştım) ve tüm o umutları, en olmaz denileni oldurabilmeye olan inancıyla, "peki ya olursa" ihtimaliyle içimde fısıldıyor. romantik hallerdeydi, biliyodum; ama bundan gocunmadım ki hiç. o hala inatla zıplıyor, kulağımda bağırıyor. "saçmalıyosun bella, kendine gel gülüm, ne diyodun naptın, ne diyodun naptın, günler geçiyo, yaş alıyosun, her şeyin bi zamanı var, ne diyodun ne oldu" kıvamı. tam benim gibi bikbikliyor. ben de böyle, sırf sussun diye, onu çimlere götürüyorum. nefes alsın diye. böyle içimdeki deryik, erguvanlar koklasın da ferahlasın, umut etsin diye. o da garibim, aa kediye bak, aa kuş, aa kestaneler çiçeklenmiş filan... hemen kanıyor.

insana kendi yardım eder ancak ve ben galiba kendime çok ayıp ediyorum. saplantılı bir şekilde o dönüş uçağındaki korkularım geliyor aklıma. bin kez yazdım sanırım, bi kez daha tekrar edeyim: hollandadan dönerken, o her şeyin mümkün olduğu hissinin kaybolmaması için, türkiyeye geldim diye bahanelerce "ama"yla dolmiym diye, belki de ilk kez dua ettim ben. kendime yalvarmış da olabilirim. uçaktaki sıkıntım oydu, unutmamak için söz verdim kendime.

insan kendi kendiyle konuşmaktan kaçınca kitap okur. bana olur yani. sonra bi bakarım, kendimi duymaktan kitabı duyamıyorum, aahh yine bağırıyor o kız, iki kelam not ederim kenara, sonra okunmak üzere. maksat kafamdan çıksın. dönüp okumam, dönüp okumam, korkarım kaçarım.

canım kampüs, yok ben senden uzaklaşamam. çimlere yatarım, ağaçlar arasından güneşe bakarım, güneşli günler dolar içime. güneşli günler hep umutlu günlerdir. rüzgar çıkar, kedi mırrlar, kargalar doluşur filan. aptal aptal sığırcıkları dinlerim. serçelere gülerim, pıt pıt seken, çöp bacaklı baloncuklar. aylaklık maaşı bağlanır kampüste, terfi bile ederim. tonton teyzeler gibi öğrencilere bakarım, ah ne de taze yürürler, hafiftirler. banklar çardaklar gizlidir etrafta, hala ve hala yeni çardaklar ve banklar bulabilir insan.

bi doz yeni mezun umudu alırım damardan, tüm hafta idare eder beni.

kendime yardım eli, o kadar zormuş ki. insan kendiyle tokalaşamıyor bile. kendime küsücem, korkuyorum. ben ve kendim, iyi geçinip gideriz genelde. yine her şeyi bırakıp işaret bekleme hallerine geçtim. dur ve dinle, belki bir dal hışırdar.

oturduğum yerden 3 tane iş teklifi bile aldım blog, napsın garibim tesadüfler artık? her şeyi denediler gibi geliyo. ama yok, cık, başka türlü bir şey benim istediğim. görüşmeye bile gittim blog. dünyanın sırrına vakıf, antipatik ve benparamabakarımcı adamın suratına üfleyip "şimdi ölüp yeniden doğsan yine senden bi cacık olmaz" demedim, ona bile tenezzül edemedim. hıı dedim haklısınız, böyleyken böyle. hı hı evet siz ve tespitleriniz için yaklaşık 2 saat harcadım, kafama gül takayım. sıkıcısın be adam, burada, bu 80x 150'lik meşe kaplama masada çürümüş için, kenarlarından akıyor küf kokusu.

halbuki iş sahibiyken iş görüşmesine gitmek zevkli bile denebilir. halbuki böyle adamlar "madem çok biliyosun ne istediğini, bi kıpraş" derler insana ve bazen, haklıdır. neyse, annem mi gelecek, ne olacaksa olsun. en gürültülü işaret fişekleri patlasın, yüzüme gözüme.

dövmeme o kadar karar verdim ki, nereye ve kim tarafından, bi tek o kaldı.

bu havalarda sonbahar hüznü, iklime ters. silkinmeliyim.
işaret bekliyorum hala kuş gibi, şaşkın bir kukumav gibi. oysa kampüs ispinoz dolu hep. ispinoz dediğin, renkli, pırpır bir sevinçtir el kadar. bahar bahar uçar ispinozlar.

10 Mayıs 2010 Pazartesi

domtis

ayh her şey sessiz. ev arkadaşımla o kadar çok geçişiyoruz ki demin koridorda hasret giderdik resmen. farklı iki zaman dilimi hakim eve.

bu arada, twitter'ı bi türk hacklemiş, perez hilton dedi. sizi izlemeyenlere zorla izletebiliyomuşsunuz, filanmış. çok güldüm, gülmiym geçer. türkün gücü kendini izletebilmektedir.

televizyonsuz yaşadığıma şükrettiğim anlar bol. bugün de mesela onlardan biri. onun yerine, muhtemelen haberlere çıkmamış olan bir haber vereyim: fikret otyam, akdeniz üniversitesinin "çevre" ödülünü reddetti. alay eder gibi çevre bakanına da verdikleri için. işte böyle şeyler daha bir işime geliyor.

neyse, size, yıldırım türker gözüyle sevgi soysal güzellemesi sunuyorum. döne döne okunan bal bir yazı. hele ki rosa. bu da böyle bir kıyağımdır.

ha bi de baykal istifası filan. değinmem gerekmez heralde. nasıl olsa yorum bol. böyle olmasaydı evet, daha önce olsaydı evet, nokta. tv yok, yorum okumuyorum, karısı olmadığıma göre videoyu da izlemedim. bu bile fazla geldi.

hem ne yalan söyleyeyim, ben kendimce başka şeyleri takipteyim. arada bir gözüm çalınıyor detaylara ama alakasız şeyler. misal, yarsav başkanının gözlük çerçevesinin şekli bence çok zarif. bir de galiba kızılay, yakışana yakışmayana kemik gözlük dağıtmaya başlamış. cipsten filan da çıkıyor olabilir. alternatif moda: hepimiz alternatifiz. ay çok eğleniyorum kendi kendime.

şahsen el kadar suratım var, hiç yakışmaz bana. silik soluk bi şeyim, kemik gözlük takınca daha ziyade "insan suratı takmış gözlük" gibi oluyorum. bence koyu renk saçlılara yakışıyo bi tek. neyse işte, ince çerçeveden de aşama yapıcam, çerçevesiz gözlük arıyorum. zaten benimki bile ağır geliyor burnuma, şu yaşımda kıkırdak eğrilmesiyle uğraşamam. çerçevesiz ama sapları egzantrik olsun bana yeter. ankaradayken bi tane beğendim, ah ne güzeldi. yeşim taşı gibiydi sapları, mat yeşil, buzlu buzlu. bi aylık maaşım kadardı, pahalı zevklerime yetmeyen maaşıma ağlayarak orayı terk ettim. adam da zaten "yani tabii alabilirsiniz bi lafım yok; ama onun yerine 3 tane alın bence" diyerek bana harçlığıyla macera arayan liseli muamelesi yaptı.

gündemim gözlük yani. bi de işte üstteki bal yazı.hatırlamışken paylaşiym dedim.
fotodaki de yeni çiçeğim. domatesli arapsaçımsı bi şi, avcumla pıt pıt yapıyorum, çok zevkli. çiçekleri solan menekşeme hormon takviyesi yapsam yine coşar ama yazık, kendi takılsın.

9 Mayıs 2010 Pazar

sen ah bir bilsen, sana ne iş verdiler

odtü yakınlarından geçerken, annemin ve arkadaşlarının refleks olarak mırıldandığı tek bi nakarat var ve hayır, annem odtülü bile değil. annem rahmi saltuk taklidi de yapar hem. benim uzun süre türkü muamelesi yaptığım bu şiirimsi marşı bana annem öğretti.
nazım'ın soyadını da.

"keşke yalnız bunun için sevseydim onu" diye bitmeye uygun oldu bi an.
neyse işte. tüm o marşlar, sloganlar içinde, ben niyeyse en çok bunu severim. onu diycektim.

demografinin A-B ve hatta C'si

tay.yip beyin beyanları bende kaşıntı yapıyor. ortalama üretkenliği koruması gereken bir tavşan çiftliğinde yaşıyomuş gibi hissediyorum. onun için en baştan alıcam.

Nüfus artış hızı dediğiniz şey, dünya genelinde, 1.1 civarı seyreden bir yüzde değer. doğum oranı ile ölüm arasındaki fark. Türkiye'de bugün bu oran uzun yıllar 1.5 düzeyinde seyretti. 2010 için beklenen değer yüzde 1.11 imiş. yani başbakan haksız değil, doğum hızımız düşüyor. nereye? bence olması gereken seviyeye. tavşanlıktan insanlığa geçiş. bence.

peki bu orancık ne anlama gelir, bana ne doğurmalardan, derseniz,  en bi bazal bilgiler, gugıldan:

a. Nüfus artışının olumlu sonuçları
  • Üretim artar.
  • Vergi gelirleri artar.
  • Mal ve hizmetlere talep artar.
  • Yeni endüstri dalları doğar.
  • İşçi ücretleri ucuzlar.
  • İhracatta rekabet kolaylaşır.

tabii bu "olumlu" şeylerin varsayımı yeni doğan nüfusun bi 20 yıl içinde ortalama eğitim, sağlık vb hizmetlerden eşit şekilde faydalandığı ve kendisini geliştirerek "üretici" konumuna geçebildiğidir. ki böylece yeni endüstri dalları doğsun, bi katmadeğer olsun. ihracatta rekabet dediği de ucuz emekten kaynaklanır, misal çin, hindistan ve bütün o burun kıvırdığınız ama sırtınızdaki pamuklu bluzun üretildiği ülkeler. ki işsizliğin %14,5 olduğu ülkemde emek zaten pahalı bir şey değil. bu işsizlik de 2008 yılının ilk çeyreğinden beri artıyor, "kriz öncesi" yani.

b. Nüfus artışının olumsuz sonuçları
  • İşsizlik artar.
  • Kalkınma hızı düşer.
  • Kişi başına düşen milli gelir azalır.
  • Tasarruflar azalır.
  • Tüketim artar.
  • İç ve dış göçler artar.
  • İnsanların temel ihtiyaçlarının karşılanması zorlaşır.
  • Demoğrafik (nüfusa bağlı) yatırımlar artar.
  • Çevre kirlenmesi artar.
  • Belediye hizmetleri zorlaşır. 

olumsuz sonuçları için bi de ben ekleyeyim, "dependency rate" denen, yani bir ailede gelir kazanan kişinin kaç kişiye bakmakla yükümlü olduğunu gösteren oran, kısa vadede artar. 4 kişilik bir ailede bir tek baba çalışarak diğer üç kişiye daha bakarken, bebek doğunca bu 4 olur. sonra kendi babası emekli olunca, bu 5'e çıkar. çünkü bu ülkede sosyal güvenlik sistemi bir bilgisayar oyunu kadar yabancı bir kavram. haliyle, ihtiyaç sahiplerine,o "doğur" dediklerine devlet destek olmaz, en yakın maaşlı akrabası destek olur. dependency rate (muhtaçlık oranı?) bu ülkede çok yüksek.  yani olumsuz yanlardaki "iç tüketimi karşılayamazsınız" kalemi, olumlu yanlardaki "ihracat için üretim" kalemini, bence ezip geçiyor ama siz bilirsiniz.

daha temelden gidelim. nüfusa kayıtlı olmayan bir nüfus var ortada. haliyle "71,5 milyon kişinin aslında 75 veya 80 milyon olması" ihtimali kimseye tuhaf gelmiyor. yani kayıtlı doğumlarda açık var. haliyle ben bu 1,11'i de gerçekçi bulmuyorum. 3 çocuk doğururken de kusura bakmasın da "elin bilmemnereli işi adamı yedek parçasını üretirken emek maliyetlerini kısmak isterse ay nolur nolur beni seçsin pikaçu" kıstasıyla doğurmam sanırım. o 3 çocuğa "ucuz emek, yavrum, gel kahvaltın hazır" mı desin anneler?

bu ülkeye "çok" değil, "kalifiye" iş gücü gerek. bu da herkes mühendis doktor çıksın demek değil, tekniker, hemşire de aldığı maaşla geçinebilsin demek. 2038'i dert etmeleri beni benden alan bir vizyon; ama hadi başka bi sayıya bakalım: bu ülkede nisan sonu itibariyle kayıp çocuk sayısı 1479. ocakta 1016'ymış. "o çocuklar nerede" deyince hep bi "ay onların çoğu sevdiceğine kaçan genç kız" bahanesi var.  yani seda sayan bulsun onları, polis değil.
e peki bu kızın niye kaçması gerekiyor diyen yok. kız kaçsa nolur ki yani? biz makroekonomik hedefler için çocuklarını yiyen bi sistem kurmaktan niye çekinelim ki? mikro, mini mini şeyler neticede onlar. çocuklar hapiste, sokakta, kayıp. bir sürü soru var, cevabının olmadığını bildiğimiz için sormuyoruz. tavşan gibi üreyin, aman diym makinelerimizin dişlileri paslanmasın. acil durum, breyk breyk, peki ya avrupalı yatırımcı artık bizi sevmezse, eskimiş oyuncaklarını artık bize vermezse? sonra yok efendim, bu çocuklar ölüyomuş aslında, tecavüz mü aa o da ne, falan filan.çocuğun nerde olduğunu takip edemeyen bir ülke, ne halde olduğunu nasıl takip etsin?

üreten türkiye değil işte bu, tüketen türkiye. üreten bir kişiye, tüketen dört kişi düşüyor; ama üreten 4 kişilik üretmiyor veya kazanmıyor. görünmez bir nüfus, yaşayıp gidiyor, kayıtların tamamen dışında. ayrıca, çalışıyor olmak, aldığınız maaşın değil 4 kişiye, 1 kişiye bile yeter düzeyde olduğu anlamına gelmiyor. asgari maaş komik bir düzeyde, kaç ekmek ettiği hesaplanıyor. haliyle "çalışan yoksullar", iyice görünmezleşiyorlar, devlet onları "aa iş bulmuşun bi de geçindirenini mi istiyosun" diye ayıplıyor.

ekmek bulamıyorlarsa bebek doğursunlar. hatta biz serfler, devlete vergimizi ödemek için toprağı işleyecek çocuk doğuralım bence, 5 yaşında vururuz koşumları, tarla sürer, nostalji olur. modern zamanlarda da birini dilenci, birini mendilci yapar, diğerini de tekstil atölyesine köle sokarız, üç beş kazanırlar, her akşam haşlanmış taş çorbası içmekten yeğdir. çokşükürcüler tarikatına abonman bileti sonra. milli galeyanlarla "höt diym, türk milletinin doğum hızı düşmeeeyzz! nüfusu yaşlanmaayyzz!" çekene kadar, o nüfus nerde napıyor, keyfi yerinde mi, karnı aç mı açıkta mı filan, insan bi sorar. yok yok soramayız, cevabını bilmiyoruz.

anneler günü öncesinde başbakanın "yürü ya kulum, cennet ayakların altında" nutku çekmesi, benim de köpürmem galiba yeni bir geleneğimiz, bilmiyorum. anneler günü kutlu olsun tamam ama o anneleri anne yapan çocukların da hakkı verilsin. "başarmamız lazım" demiş başbakan. neyi, onu bi anlasam.

illa bir oranda hedefi tutturmak istiyorsa, okula devamlılık, bebek ölümleri, suça karışan çocuk, işsizlik, kişi başına milli gelir, öğretmen başına düşen öğrenci, doktor başına düşen hasta, hane başına düşen sosyal güvenlik desteği, toplanan vergi gelirleri, alt yapı yatırımları, bölgesel katmadeğer, illere göre nüfus yoğunluğu, illere göre göç dengesi, iş gücüne katılan kadın nüfus gibi tonla oran var, her birinde bu ülkenin bi hedefi de var, onlar üzerine çalışsın derim.

*

içime sinmedi, çenem durmadı. tek bir örnek vericem, en sonuncuya örneğin. sayılara boğucam sizi. devletim milletim istatistik kurumu kurmuş, açıp bakıyoruz. sayılardan korkan sayı olsun. içi şişen son paragrafa insin.

işgücüne katılan kadın nüfus oranı türkiye'de %25-26 civarı. anlamı şu: çalışabilir yaş aralığında olan 4 kadından sadece 1'i "iş olsa çalışırım" diyor. Türkiye ortalaması ise %47,5. eh bu %25 katılımın da %85'i iş bulabiliyor doğal olarak; ama bunu söylemek biraz utanç verici olmalı. lise ve altı eğitimde işgücüne katılma oranı kadınlarda %25'ten %21'e geriliyor. Türkiye'de 18 yaş üstü kadınların örgün eğitime katılma oranı %4,8. kentlerde de %6'ya çıkıyor. haliyle çoğunluk "lise ve altı" grubuna giriyor. o yüzden ben bu %21'i kullanmayı tercih ederim.

özetlersek; 100 adet "lise ve lisenin altında eğitim almış ve çalışabilir yaşta olan kadın"dan, 21'ı çalışmaya niyetli, yaklaşık 18'i de çalışıyor. yani 100'de 18. evet. "kadında istihdam yaratma oranımız %85!" nutukları atılırken aklınızda olsun diye bu kadar anlattım.  istihdam oranı, işgücüne dahil olanlar üzerinden ölçülür. diğerlerinin niye dahil olmadığı sayıların değil sosyal politikaların işidir.

parantez içi bilgi: işgücüne dahil olmayanların %72'si kadın, yani erkeklerde böyle bi durum yok. hani bezmiş de iş aramayı bırakmış filan değiller, o bezginlik olsa olsa erkeklerde olur çünkü işgücüne dahiller en azından.

bu çalışabilir olduğu halde çalışmayan kadınların %63'ünün sebebi "ev işleriyle meşgul olmak". ikinci sırada %11'le "çalışamaz durumda olmak" geliyor, yani ağırlıklı olarak engellilik. kadınlar askerlik yapmadığından, gazi olma ihtimalleri de yok ki bu oran erkeklerde %16'ya çıkıyor. bunu da ayrıca bi kenara koyalım. o çalışmayan %75'in, %11'i engelli. hani dependency rate denen nane bunu da kapsıyor, o açıdan. Ben demiyorum, TÜİK diyor.

Devam ediym, çalışan kadınlara gelelim, mutlu azınlık. bu kadınların %42'si tarım sektöründe çalışıyor. tarım sektöründe kayıtdışı istihdam oranı: %85. %58'in çalıştığı tarımdışında ise kayıtdışılık %29 oranında. yani hani demin 18 kadınımız çalışıyordu ya, bunun kabaca 8'i tarımda, 10'u ise tarımdışında çalışıyormuş. tarımdaki 8 kadından 1'inin sosyal güvencesi var, diğerlerinin çoğu "aile işçisi". tarımdışındaki 10 kadından ise 6'sının sigortası mevcut. yani o çalışan 18 kadından da 7'sinin sosyal güvencesi var.

demek ki, çalışabilir yaşta olan; ama yüksek okul mezunu olmayan (yani çoğunluğu temsil eden) kadın nüfusunu 100 alırsak, öncelikle "çalışırım" diyebilen, sonra iş bulabilmiş olan ve en son olarak da çalıştığı işte sosyal güvenlik hakkından faydalanabilen kadın sayısı 7. yazıyla: yedi (mini bir hesap editi yaptım, yes.).

haliyle bu ülkede, "olması gerektiği gibi"  koşullarda çalışan kadınların, çalışabilecek yaştaki kadınlara oranı %7. sayılar içinden çekip çıkarınca.

geri kalan %93'e birileri bakıyor. çalışıyorsa hastalanınca, çalışmıyorsa bir ömür boyu. o çalışan 7 kişi kaç kişiye bakıyor, o ayrı bir mesele. erkekler için de tüm bunları yapabilirsiniz, çıkan tablo kötünün iyisi olacaktır.

tavşan çiftliği derken neyi kastettiğim umarım anlaşılmıştır.

5 Mayıs 2010 Çarşamba

günah çıkarma

nasıl utandım, çok utandım.

ses düzeni kurulmuş, abidik şeyler çalıyor. has klarinetle darbukalar resmen seyyar turda.insan denizi, oksijensiz itişmeler, kuyruk halde ilerlerken bilmediği ritmlere gerdan kıran bir "sürü". müzik yürüyordu allahtan, organize işleri takmıyor. iki çıkıçık, fareli köyün kavalcısı, sonra başka bir hedef noktaya. ben utandım. göbeciğimi attım ama yarımından. ateşten 3 kez atladım; ama ateş değil tütsü gibiydi. çaputumu bağladım; ama fazla sağlamcıydı. ben hep eğreti hissettim; ama millet "efes pilsen roman havası love festival" ateşiyle coşuyodu. sanki her şey bir dekor, maksat şov.

ne bileyim, şehir işgal etmiş sanki ahırkapıyı. "ay sulukule varmış, yıkılmaması gerekirmiş, örtmenim söyledi; ben de karşıyım"cılar basmış.damardan bi doz "ille de roman olsun", üstüne bahar tomurcuğu.

gidelim gidelim, terk edelim, oralar yalnız kalmalı. bulaşmak bu resmen. böyle bi etkinlikler silsilesi olmasa, misal bir 5-10 yıl önceki gibi, bilmeyecektim. belki her boku bilmemiz, bulaşmamız gerekmiyordur. "ah çok bozulmuş" dediğimize göre, herkes dediğine göre, belki sahiden bizzat bensiz olması, o şeyi kendine has kılıyodur. bozmuşumdur. antropoloji mesela, der ki, sen etkileşicem diye merakla seyrederken, bil ki, o etkileştiklerini değiştireceksin. uzak kabilelerle ilgili değil bu. "rağmen" kıstası.

sahnelerden utandım, sokaksızlıktan, 3 şişenin 10 lira oluşundan, ben mi utanıcak yer arıyorum? niye bi tek "osman aga"yı bildiği halde, yeni sezondan aldığı çiçekli eteğiyle, accessorize çiçekli tokasıyla "çingene konseptli" üniversite kızları coşkusu yaşayamadım? kostümlü partilerde de en kolayı espanyol çingenesi zaten; balkan esintili latin kokulu, gizli seksapel. zorlasam genlerimde var bile derim, atarım tutar, bulgaristan sayılmaz mı hocam? o zaman girit veririm, üstü kalır. niye utandım ben, her yer çöp içindeydi, o çöpleri toplayan amca hiç gülemedi, ben kendime yük mü arıyorum hocam? oryantal çingenelikler kadar mütemadiyen dışarıdan bakan entelromantizmi de kötüdür belki? biri civelek biri gamlı baykuş, terazi nerde dengeyi buluyo mirim pirim, ben çözemedim.

herkes sarhoş antropolog, oralara ait olmadığı halde 365 günde 1 defa mış gibi yapıyor, analiz tahlil çıkarım, böyle olsun istemezdiniz. ben istemezdim. ama insan düşünmeli: ben biliyosam, duyduysam, ilk kez de duymuyosam, kesin orda olmamalıyım aslında. hani sorumluluk, farkındalık sakızı filan var ya, balon yapıp şişriyoruz, o işte orda olunca patlıyor sanki. benim terazimin kantarı entel içlenmelerden yana. maydonoz hissettim, kıyılmam gerekiyordu. topuzum kaymış. profilo küçük ev aletleri vardı, çok üzüldüm. klarinetler kaçıştı tüm gece. tüm şehrin kıyafet ütüleyenleri onları kovaladı. ben mi kabus gördüm, modern zamanlarda diyetini ödemeyen varolamaz mı? onların eğlencesi değil, onların bize tertiplediği müsamere. çok özür dilerim ahırkapı, bu kadarını düşünmeliydim.

yalan değil; eğlendim ama dostlarla, canımla. simgecimle gittim, mermaid hanımları deniz feneri altında buluverdim, en güzel erikten yedik. pınar yalnız değilmiş, sonra gecenin sonuna doğru kavalyelendim. tanıdıklar gördük filan. içtim, güldüm ve hop, gittim. ama orda olmamız şart mıydı, hayır. özür dilerim, ben tam oturtamadım; olmayan şeyler mi görüyorum, yoksa hakikaten, canımın acıması boşa değil mi? bir gösterinin daha sonuna geldik. perdemiz kapanırken tüm anlamlar boşaldı.

bira sonrası mütemadiyen işenmesiyle patlayan tuvaletin bokunu da göbek atması gerekenler temizledi.
hadi dağılın şimdi.


not: bi alttaki posta gelen yorumları ikinci tur için derliycem, sözüm söz.

2 Mayıs 2010 Pazar

gençliğe hitabe

şimdi... ne zamandır aklımda. isteyen kendi maddelerini de eklesin. kardeşime, kardeşimin yaşına (ki lise mezunu olacaklar) ve diğer "gençliğe" hitabem aşağıdadır. ki kendileri 90 ve sonrasında doğdular. şu hayatta öğrendiğim tek tük şeyler. diğerleri için beni işe almanız ve maaş bağlamanız gerekiyo, kapitalist dünya, naparsın. ay uzun olacak bu hitabe, hissediyorum.

ipek ongun başlayıp devam edicem, kısmet. bazen kendimi bin yaşında hissediyorum, saplantılarım var, çirkef teyzeyim. olsun. ben söyliym, duyan duysun.

1.kızlar, bakamadığınız tırnağı uzatmayın. hele ki at tımarlama gibi bi niyetiniz yoksa. erkekler, genel olarak tırnak uzatmayın. gitar çalıyosanız da bi zahmet bakımını yapın. serçe parmak tırnağınızı uzattığınızı size hatırlatacak sınıf arkadaşlarınız her zaman olacak. kısa tırnak candır. hem oje daha güzel duruyo (tam ipek abla). bakamadığınız saçı da uzatmayın gerçi.

2. eşitlik istemekle kibarlık beklemek farklı şeyler. centilmenlikten taviz veren adamla eşit olmanız gerek yok zaten. kibarlık zul değil, hayata karşı bir tavırdır, kendine saygıdır, karşındakini düşünmektir. kapıyı açmaktan, içki ısmarlamaktan, tuvalete eşlik etmekten bahsetmiyorum. onlara gerek yok pek zaten, işemek için asistana hiç ihtiyaç duymadım çok şükür. daha temelde, gecenin köründe eve bıraktığınız kız arkadaşınız apartman kapısında anahtarla boğuşurken, binadan içeri girene kadar beklemekten bahsediyorum. gerektiği için değil belki; ama yapmayan adama da eksiyi basarım, taksi şoförü dahil. kadına da basarım, taraf tutmuyorum; eşitlikten kastım da aynen bu. ve kızlar, inanın, pms is so last century. her boka bahane etmeyin. defnenin dediği gibi, "koca ömrümde en fazla 2 kere doğurucam diye bu çile çekilir mi?" biliyorum. ama üzülmeyin, milenyumlardır çekiliyor. ilk defa sizin hormonunuz olmuyor. söylenmeyin, doktora gidin.

3. çay içerken serçe parmağınızı havaya kaldırmayın. hayır, kraliyet ailesi de öyle yapmıyor ve kibarlık bu değil. anneannem bu sebeple evlenme teklifi reddetmiş bir kadın. saplantılar genetiktir.

4. türkçe bilin. okuyun, anlayın. telaffuzu dert edin. sözlüğe bakmayı öğrenin. ama asla kimseyi şivesi yüzünden filan ayıplamayın. ve rica edicem kimseye "ay senin türkçen niye böyle? ay ay demin ne dedin ahahah ne komik kelime oo!" filan gibi vasatın altı laflar etmeyin. kültürlere karşı merak ile karşısındakinin sınırını ihlal farklı şeyler. bu dil kadar, din,ırk, cinsel kimlik vb konular için de geçerli. haddinizi bilin.

5. bi şi çiğnerken ağzınızı kapatın. sakız dahil, hele ki sakız. kendinizden geçerek balon içinde balon yapmak için yaşınız en fazla 6 olabilir. benzer şekilde, çatalı veya kaşığı ısırmayın. çorba içerken dişiniz kaşığa vurmasın. hem yani diş minelerinize yazık, hem de fiziğe aykırı. zaten hüplediğiniz için, dudaklarınızla içiyosunuz çorbayı, dişe gerek yok. yemek yiyorsunuz biliyorum; ama bunu duyurmanız gerekmiyor. ağzınızı kapamak gerçekten mühim şey. sinemada da hışırtılı gıcırtılı şeyler yemeyin. zaten neden orada satıldığını hiç anlamadığım bir şey patlamış mısır. müzede de havuç dişleyelim bari.

6. toplantılarda vs, şeker attığınız çayınızı deve kervanı geçiyomuş gibi karıştırmayın. sıcak su o, 10 sn sonra zaten çözünür şeker, kaşığa da bardağa vurmadan iki tur attırmanız yeterli (saplantı listesi gibi gidiyo, imdat).

7. sevgili hocam karakışla'dan alıntıyla: "üniversite mezunu olmakla iş bitmez. aydın insan, branşı dışında 2 konuda daha bilgi sahibi olmalı, kendini yetiştirmeli. öbürüne sadece mezun diyoruz, tonla var zaten". balıkadam mı olursunuz, sinemaya mı sararsınız bilemem. ama özellikle pozitif bilim insanları için söylüyorum, hayır, "politikayla ilgilenmiyorum, onun yerine uçurtma yapıyorum" filan, bahane değil. bazal bilgi şartı aranıyor. insan hayatının en esnek ve en renkli 4 yılı üniversitede geçiveriyor. bilgisayar oyunu da kantin dedikodusu da pek matah şeyler değiller. kafanızı kullanmaktan korkmayın. dünyanız genişlesin, yemişim diploma notunu. bunun için üniversite de gerekmiyor ayrıca.

8.kızlar, allahınız aşkına, eve tek başınıza dönebilecek kadar için ve kendiniz taşıyabileceğiniz kadar doldurun bavulunuzu. ben geç öğrendim, sizin yanmayın. sonradan fazla gurur yapıyo insan. hadi tamam, bi kere saçmalayın ama trend haline gelmesin. biliyosunuz, 1 hata, 2 tesadüf, 3 trend.

9.eve tek başına kadar dönebilecek kadar içmiş olana ve bavulunu kendisi de taşıyabilecek olana yardım teklif edin beyler. sınırını bilmeyip sırtınıza binmeye güvenene değil. anneniz dahil. ağır da konuşurum.

10. ot gelip ot gitmeyin. hayata dair atıp tutarken günlük hayattan kopmayın. çiçek, ağaç ve balık isimlerini bilin. esen rüzgardan da anlıyosanız on numero. doğa denen şey şehir dışında kurtarılmış alanlar değil. belediyenizin websitesine bi girip bakın. muhtarınızla konuşun. politika demek de hükümetten ibaret bir şey değil.

11. kızlar, topuklu ayakkabıyla yürümeyi öğrenin. çünkü şimdi burun kıvırıyosunuz ama giymenizin gerektiği o meşum gün geldiğinde minik bir midilli gibi debelenmek hiç hoşunuza gitmeyecek. ipucu: dizlerinizi kırmayın, dizinizi geriye doğru iterek dik yürüyün. yoksa tesbihböceği midillisi filan oluyo. en iyi yöntem latin danslarıdır, hadi bu da benim kıyağım olsun. ay bi de lütfen: ayakkabı tabanındaki etiketleri çıkarın. sexandthecity havasıyla çivi topuklar üstünde bukle sallarken, ayakkabı etiketinin orda durması... olmuyor bella.

12. geçmiş ilişkileriniz geçmişindir. kavgalar, aşklar, hatalar, hepsi geçmişe ve birden fazla kişiye aittir. anılar en az 2 kişiliktir. iyi veya kötü, o anının tarafları arasında gizli bir sözleşme olur, adına "saygı" denir. ihlal etmeyin. hayatınızın önceki dönemlerini hayatınıza yeni girenlerle paylaşmak istemeniz tabii ki çok doğal, hem modern zamanlarda insanlar kıskanç oluyor meri, ama karşınızdakine "ulen bi zamanlar kıymet verdiği şeyleri şimdi en dandik rakılara meze yapan kişi, yarın öbür gün beni kimlere anlatmaz ki" hissi vermeyin. sizin hayatınız da zaten dedikodu sütunu değil, kevgire çevirmeyin. o kadar anlatmak istiyosanız kitap yazın. sınırlarınızı çizmezseniz sınırlar sizi delip geçer. güven verin ki güvenilir olun. ciddiyim.

13. cevabını bildiğiniz ama duymak istediğiniz soruları ısrarla sormaktan vazgeçin. bazen bilmek sadece acı verir. gerçek özgürlük, "sen ne kadar anlatmak istersen" diyebilmekten geçiyor.  bunu sadece aşk hayatınız için söylediğimi sanıyosanız beni hiç tanımamışsınız. sizi net ol ciğerimi ye manifestosuna aktarıyorum.

14. latin dansı demişken, beyler sözüm size.. anladım kıç sallamak istemiyosunuz; ama biz de bir odunla sallanmak istemiyoruz. kadınlara dansöz muamelesi yapmak çok out şekerim. müziği takip edebilmek, ritm duygusu filan, önemli şeyler. vücudunuza söz geçirebilmeniz, müziğe göre hareket ettirebilmeniz de on numero. inanın 35 yaşınıza geldiğinizde buna vah vah çekmek istemeyeceksiniz, kelleşme filan başlayacak, onunla uğraşmanız gerekecek. bar kenarından bakarak kız tavlanmıyor. müzik aleti çalın, ritm duygunuz gelişsin, spor yapın, vücudunuza hakimiyetiniz gelişsin. sonra bu ikisini birleştirin - aferin, umut var. şart değil tabii ama olsa fena olmaz coni.

15. genel olarak: asla oturduğunuz yerden dans etmeyin. özellikle kızlar. tamam hangimiz zaman zaman bunu yapmadık ki ama dans edeceksen ayağa kalk. ha yok oturacaksan, masanla ilgilen, bu seni zavallı yapmaz. öbür türlüsüne "taze gelin cilvesi" deniyor. "üst gövdem göbek atıyor ama ayakta olmadığım için namussuz görünmüyorum" hallerinden hazzetmem, hazzedeni sevmem. aynı şekilde, "aa oturmaya mı geldik" çekiştirmesi de sevmem, dans ederken çantasına yapışıp bırakmayanı da sevmem. bi gevşeyin. bunlar hep nasıl davranacağını bilmemekten oluyor, o zaman öğrenin doğrusunu. atla deve değil.

16. bok gibi içebilmek marifet değil, maksat düzgün içebilmek. eğer alkolle yeni yeni tanışıyosanız, sınırınız 2 kadeh şarap olsun ve yavaş için. içtiğiniz şey ne olursa olsun, aynı bardak sayısında su için, asla aç karnına içmeyin. eşik değerinizi bilin, düzenli içince yükseleceğini de bilin. yoğurt ve zeytinyağlılar candır, altlık yapın. baktığınız yiyecek bi şi yok, bi kaşık zeytinyağı bile iş görebilir. iyi içenleri izleyin, bilir onlar. bi de karıştırmayın, karıştırmayın. bunu hala deniyorum misal. bi de rica edicem, sarhoş olmadığınız halde sarhoşmuş gibi davranmayın, tersinden bile komik görünüyo. sarhoş olmakta bi sorun yok, kusarsınız geçer. kendinize yetebilin, millete baş ağrısı olmayın yeter ki.

17. rakı içerken, rakı-su-buz sırasında konur bardağa, su bardağına da daha çok buz atılır. bu konuda çok hassasım. rakıya direkt buz atılınca içimden et kopar. ha bi de, meze adlarını bilin, bilmiyosanız sorun. bi yandan "şu yoğurtlu şey, şu patlıcanlı şey" deyip bi yandan da "annemden rakı emmişim" tablosu çizmeye çalışmak acıklı oluyor. çelişmeyin.

18. madem içkiden gidiyoruz, "kız dediğin az içer, şimdi adım çıkmasın" kafasıyla, içmeye gidildiğini bile bile (ör. fasıl) kola içenler, bi de yetmiyomuş gibi etraftakileri ayıplayanlar... evet daha erken evleneceksiniz belki ama cehennemde yanacaksınız. beyler, siz de şunlara "ah hanım hanımcık, tam evlenilecek kız" gazı vermeyin. içmeyen içmez, şart değil; ama bundan fal tutup diğerlerine burun kıvırmak tahammülfersah.

19. sofrada din, politika ve futbol konuşmayın. öyle derler. sofra dışı sizin. yemek yemek bi zevk, bi tören, böyle oh mis mis bi zaman olmalı. ne bileyim, enginar mevsiminden konuşun, erguvanlardan bahsedin, pilakiyi övün filan. nefes alın, nefes aldırın. üç günlük dünya. hükümete sövmenin veya şampiyon kavgası yapmanın da bi yeri olsun. ben bunu hala deniyorum.

20. erkekler, yemek yapmayı bilin. yani en azından 2-3 tane "anneye bile yapılabilecek" tarifiniz olsun becerdiğiniz. kızlarda "doğurmadan bebek mi bakıcam" paniği yaratmayın. zaten mutfak kolay bi yer, tarifi aynen yapınca sonuç da hep aynı çıkıyo. bu özel menünüz makarnaysa nolur, domates/kıyma soslu olmasın. makarna değilse, artı puan. iyi omlet yapıyosanız, artı yüzbin. kızlar da bilsin, "beklendiği" için değil, kendinize pişirmek için. ha bi de mutfağı temiz tutmayı da bilin. en kolay temizlenen tencere, hemen temizlenen tenceredir. bi de şu temizlik süngerini lavabonun içinde, hele hele su dolu lavabonun içinde asla bırakmayın. iyyy yani, iyy.

21. çok gezin. fotoğraf çekin. sonra da fotoğraflarınızı bastırın.

22. mini etek giyiyorsanız çekiştirmeyin. dekolteniz varsa kapamak için çırpınmayın. gerçekten eğreti duruyor. açık vermekten korkuyosanız, muhtemelen bluz/etek her ne ise tam bedeninize oturmuyodur, ufak bir tadilatla terzi onu cuk hale getirecektir. ha bi de erkekler, nolur pantolon paçalarınızı bacak boyunuza uygun şekilde tadil ettirin, on katlı düğün pastası gibi paçalarla gezinmeyin. ifrit oluyorum.

23. dik durun, dik oturun. silüet mühim şey. üst maddeye ek: terziden korkmayın ve üşenmeyin. standart bedenli seri üretim giysileri emanet durmaktan kurtarıp üstünüze uygun hale getiren kişi kendisi.

24. erkekler, otobüste evde işte okulda, bacaklarınızı 90 derece açarak oturmayın. tamam evet, selvi boyunuzla sıralara sığmıyorsunuz ama sizi ben doğurmadım, koltukları da ben tasarlamadım. boşuna "oturmayı kalkmayı bilen adam" diye bi laf yok. yayılmayın rica edicem. hele ki toplu taşıma araçlarında.

25. kızlar, şeffaf sütyen askısı kullanmayın. isilik yapar valla. hele ki böyle fiyonklu çiçekli filan oluyor, oy oy.

26. yurtta kalıyorsanız, ev de olur fark etmez, rica edicem, üst katınızda 90lık hasta teyze, alt katınızda da 9 günlük bebek yaşıyomuş gibi yaşayın. çok ciddiyim. etrafınızdakileri düşünmek zul gelmesin. yoksa  ben üst kata çıkıp "özgürlük, tüm pazar günü sesi sonuna kadar açık god of war oynamak ve oynarken kişnemek değildir" konulu 101 dersi vermek zorunda kalıyorum. ne bileyim, siz göbek atacaksınız diye ayrılık acısı çekenin ağlamasına limon sıkmayın vb. binanın ses yalıtımı iyi değil diye ben sizi çekmek zorunda değilim ve teknoloji gelişti, kulaklık denen bi şi var.

27. bununla ilişkili olarak, sabah 10-akşam 10 sınırınız olsun. telefon etmek için de, zil çalmak için de. mesaj atın coniler, ölmezsiniz. giderek anneme dönüşüyorum.

28. kızlar, gece sokakta yalnız yürümekten korkmayın. korkuyorsanız, gitmeyin. ama bence yine de genel olarak, geceden ve sokaktan korkmayın.

29. ısrar, çok sevimsiz olabilir. daha sevimsiz bir şey varsa o da kız tavliycam diye yanındaki arkadaşını aşağılayan erkektir. buna gülen kızı da artık allah affetsin.

30. düzgün mail atmayı, dilekçe yazmayı bilin. şuncacık özeni gösterin.insanla muhatap olurken insan yerine koyun. misal bana iki günde bir "mrb ben xx üniversitesi 4. sınıf öğrencisiyim yarına ödevim var bi şi sorsam cevaplar mısınız çok acil yoksa mezun olamiycam annem acısından kurdeşen dökecek sorum şu bikbikbik? tşk" tipi mailler geliyor ve ben o çocuğun mezuniyetinin yaklaşması fikriyle hüzünleniyorum. yani adını bile yazmıyo düşünün, cevap vericem, ne diycem? "sayın öğrenci" mi? mrb ne, tşk kim hem? online forumlarla büyüdünüz, tamam; ama yetmez. "ben napıyorum ya, bunu insan okiycak" filan deyin bari. "e anlaşılıyo ya" gibi salak saçması cevaplar da vermeyin. karşınızdaki sizin yerinize düşünmek zorunda değil. hele ben, hiç değilim. bu yüzden genelde "sayın xx üniversitesi 4. sınıf öğrencisi, lütfen mailinizi okunaklı  ve hitap, imza gibi standart detayları barındıran bir şekilde yeniden gönderin. sorularınızı daha net belirtirseniz, daha rahat dönebilirim; ancak benim google veya arkadaşınız osman olmadığım çok açık. saygılarımla" diye cevap atıyorum. uyuzum ama lazım.ben yapmasam patronu filan yapacak ileride, yazık.

31. kin tutmak yerine size iyilik edenleri unutmayın. o daha mühim. yediğiniz kazıklar zaten dönem dönem sızlayacaktır, dert etmeyin. kıymet bilin. küsmek kolay şey, küstürmemek mesele.

32. ağzınız kokmasın. çorabınız da. saçınız da. anladığınızı umarak deodorant detayına girmedim.

33. vereceğiniz hediyeleri her zaman kendiniz seçin.

34. erkekler, kızları alınlarından öpüp "şövalye ilan ediyorum" havalarına girmeyin. kim başlattı şu furyayı bi bilsem, hemen öpüştürücem ki rahatlasınlar.

35. erkekler, klozet kapağını kaldırın... ve sonra indirin. çok zor olmasa gerek. kızlar, hijyenik pedmiş, tamponmuş hiç fark etmez, insan gibi bertaraf edin rica edicem. bi de 'çöp nasıl atılır'ı öğretmeyelim bu yaştan sonra. her ikiniz de, duşu ve lavaboyu temiz bırakın. siz banyo yaptınız diye ortalığı sel almasın. çöp demişken, çöp torbasından pis su sızdığını bile bile o haliyle evden atmak bence suç olmalı. belediye temizlik işletmeleri de kapıcınız da köleniz değil.

ay işte şablonlarım ve ben. daha bi "hayat felsefesi" düzeyinde olsun isterdim ;ama bunlar da zorlayınca ona çıkıyor, şekilcilik değil mesele. isteyen ekleme yapsın. daha da uzatabilirim gerçi. 35 madde ama iç içe yazdım, 50 eder rahat. eklemeniz varsa yorum bırakın, bir sonraki posta taşiyciim. yeni nesle bi katkımız olsun.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

gnothi seauton

dedem demişti ki : "delphoi tapınağı kapısında yazdığı gibi: kendini bil."
böyle de akademik bir aileyiz, kahretsin.

neyse, o zaman çok sinirlenmiştim, konu bu değildi. yine olsa yine sinirlenebilirim. ama mesele şu ki bağlamından çıkartıldığında (bağlam dedim ohmaygad), tam şimdi şu an, evet: çok haklısınız hocam, kendini bilmek lazım. hoptirilay şarkı sözü diil bu. insanın kendini bilmesi için istediği sürenin hesabı kitabı olmaz.

ilim ilim bilmektir,
ilim kendin bilmektir
sen kendini bilmezsen,

ya nice okumaktir

versiyonu da var tabii.

ille de sokak

konuyu çok uzatıcam, baştan söyliym.

şehir yaşayan bir şey. meydanlar, toplaşmak için. yani hakikaten, meydansızlaştırılan ankara bunu çok iyi bilir. ankaranın sokakları meydana çıkmaz, birbirine çıkar. çıktığı meydanımsı yerler, meydan değil, dört yol ağzı filandır. meydan düzenlemesi yoktur. haliyle insanlar birbirinin yanından geçip gider. kızılay meydanı, garibim, bunca yıldan sonra otobana çevrildi. nehirler denize döker balıkları, sokaklar da meydanlara dökmeli. bence. işte o yüzden, meydanlara karşı saplantıya yakın bir merakım var. "sokak kültürü" denen şey, bence meydanlarla başlıyor. her gün yanında yürüdüğünüz, "şehir" denen o kalabalık aynı yerde "durmayı" seçtiğinde bir kültür başlıyor. durabilmek. dans etmek için, protesto için, ağıt için, maç sevinci için - hepsi bunu besliyor. kollektif hareketin ara sokakta başlaması meydana ulaşmak için. ben öyle görüyorum hatta size meydansızlaştırılmanın politikalarını da uzun uzun anlatırım bence. komplo teorilerim var. gece geç saatlere kadar sokakta olmanın tehlikeli/ayıp/ yanlış olduğu bir kültürde, meydanlar ancak insanları birbirine yaklaştırır. hani "işlevi" yüzünden, merkez caminin yanında diye, köy kahvesi var diye meydan olmaktan bahsetmiyorum. neyse. şehir planlamacıların siyasal gücü. meydanlar ve sokaklar asla belediyelere bırakılamaz.

taksim ve 1 mayıs, tam da bu sebepten, en iyi örnek meydan- insan aşkına. ha bunu mu anladım 1 mayıstan, hayır tabii ki. ama 77 baharının kırmızı gölgesini tanıyorsak, o meydan hala orda olduğu için, bu şehrin hafızasına kazındığı için. o meydanın yeniden fethinden çok, yeniden insanlara verilmesi gerektiği için. bilmem, belki bu ilk iyi gelir. taksime, 1 mayısta, insanca, polisin etrafta olduğu ama içinde olmadığı bir grupla çıkabilmek, belki de nelere ihtiyacımız olduğunu hatırlatır. belki de durmak, meziyettir işte. o kalabalıkta, gitmeden, 1 mayıs için, diğerleri ile birlikte durunca, insan dünyayı yerinden sarsabilecekmiş gibi hissedince, farklı her şey. şehir planlamacılar bu hissi çizemezler işte. hayır, orda değildim. bundan önce de gitmedim hiç. düşünmedim değil ama annemin ısrarı etkili oldu. annem ki 78'de meydandaymış, 2010'da çözemediğim bir panik yaşadı. komik geliyor. neyse, zaten olamazdım, akşamdan kalma, böğh bir halde uyandım. hani, gitmiş gibi yapabilirdim ama sevmem öyle şeyleri. sonra da divad bey ile üsküdar filan.

ama konu bu değil. konu, o meydanda olmanın, şehirle insan arasındaki gizli sözleşmenin siyasi haklarıyla ilgisi olması. ben her boku istanbula bağlayan, hayaller alemi prensesi değilim. "aman canım, çıkmayıversinler"cileri anlamıyorum, o kadar. mesele, büyük. olması gereken oldu diye coşkuyla dans edemiycem ama bana verdiği umut başka. yani ne bileyim, festival kültürümüz yok mesela. düğün veya cenazeler dışında pek toplaşmayız, evlerini "dışardan görünmeden dışarıyı izleyecek şekilde" inşa eden bir kültürümüz var. birbiriyle tanışmak, birbirine karışmak, o yüzden önemli bence. "birlik ruhu" denen şey, anca linçte oluşmamalı. belki biraz eksik, öğrenmek gerekiyor. şehirlerin de bunu öğrenileceği alanları sunması önemli. bak ankaraya, insanları birbirinden izole etmenin şiirini yazıyor. sonra gençlik parkını süslese kaç yazar ki.

korkutulmuşluk bambaşka bir yanı. höt deyince kimlik gösteren, kendinde hiçbir itiraz hakkı görmeyen, fişlemeyi doğal gören bir çoğunluk var. izini belli etmeden yaşa ve öl. onun için, yani işçi bayramı olmasının benim yazamayacağım kadar uzun haklı sebepleri dışında, bir de böyle detay bir kareden, kıymeti var bugünün. yoksa bu yıl, zaten tersanesinden tekeline, azap dolu bir yıldı. yani malumu anlatmayayım dedim, o açıdan. gerçi meydana giden tüm yolları tutarak gösteri izni vermek bana hala tuhaf geliyor, "ulaşabilirsen kutlarsın" gibi bir anlayış. neyse. çoluk çocuk gidilebilmiş ya, ne bileyim, taksim meydanı sevinmiştir.

ah,bi de tekelciler sendika başkanını konuşturmamış ya, içimin yağları eridi. tamam saldırmasalardı keşke; ama konuşma yapsa daha da tuhaf olacaktı.

inat, gerekliyse zaten mağrur bir hal alıyor. onun haklılığı, bordo bir pelerinle sarılı. hayalimde öyle.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker