29 Haziran 2007 Cuma

bızzzt

nezleyim. hava 15 derece, yağışlı ve rüzgarlı. "oh ne güzel" diyen varsa, takvime baksın rica edicem. temmuzun gelişi sıcak basması, fenalık geçirme, limonata ve ayran arayışı demektir, yağmurluk ve şemsiye değil.

canım burnumda. yine bi parti, yine organizasyon enayisi olarak, fiyat kıyası yaparak tonlarca manasız alışveriş. 2 tur süpermarketten içki-çerez- meyve suyu taşımak, 3 kişi sadece. ölüm ölüm. sonra işte bi tylol hot, sıcak duş, şalteri indirmek....

ama yok, son kısım eksik, zira ben mazoşistim evet. aşağıda parti hazırlığı yapacak kimse yok şu an, ona taktım. tabii ki gidip yardım edicem, sonra ölürüm. önce 3 aylık gelen öğrencilerin veda partisi hazır olacak, eğlendiklerini bilicem. bu esnada, "deryik meyve suları niye 10 çeşit de 11 değil", "bira neden 6 derece de 4 değil" diyen zibidiler olacak. ruhlarını emmekle tehdit etmeye karar verdim. gerçi ufak bi hapşu da iş görür, finaller öncesi oh ala. salak detayların hayatımdaki manasız yerine dair kitap yazabilirim.

sırtım tutuk, 20 yaş dişim sızlıyo, kulaklarım tıkalı.
nezleyim yorgunum açım.
milyon sayfa okumam gerek.

evet aslen 70ime merdiven dayadım, yaşlıyım ve söyleniyorum. anne çorbası istiyorum. güneş açsın, pis pis sırıtsın istiyorum. bakkal amcayı arayıp çırağı göndersin diye yalvarabilmek istiyorum. komşu teyzenin şefkatle "nane limon kaynat kızım" demesini istiyorum. tezimin artık adam gibi bi hal almasını istiyorum. e-posta cevapları yazmak istiyorum. takat istiyorum.

yazmiycam ayrıca. hıh. kendime küstüm, nedir bu şimdi yani...
manasız bi post.

26 Haziran 2007 Salı

güüüç bende artıııkkkk

ben odamı topladım. sessiz sedasız ve mis gibi. yerleri sildim, toz aldım, bi tek masa kaldı o da olucak. hatta dün bi fincan çay elimde, oku oku otur dur. sooonaaaa.... saat 9da kalktım bugün. çamaşırlar kurutucuda onları alıcam şimdi. sonra oturma izni başvurumu yeniliycem, inanmazsınız, ertelemiycem. hatta arada 8 aydır zimmetime geçirdiğim bolivya tanıtım broşürünü ve arkadaşımın makasını bile geri verebilirim. bu minik minik börtü böcek düşüncelerin ısırıklarını beynimden temizleyebilirim. hatta icabında bakınız, adam gibi kahvaltı bile edicem.

ey atalet.... şimdilik 1-1.

24 Haziran 2007 Pazar

kartpostal sevenler derneği

atomize. öyle der annem. benim parça pinçik, göz yoran odam için der. Sabuş zaten pek duramaz odamda, daralır. benim odamın duvarları ben bildim bileli bi şilerle dolu. boş duvar sevmiyorum, büyük poster de. küçük küçük olsun. efendim hani şu küçük reklam amaçlı kartpostalcıklar vardır ya, işte onlar burda zebille, 15 günde bir yenileniyolar ve harikalar. beni çok mutlu eden, çok muzur olanları var. kartpostal toplamak her ne kadar ilkokul yılları tadında olsa da biriktirmeden duramama halim var, hem odayı parça pinçik yapıyolar, benim odam oluyo böylece yurt odaları. 5 yıldır. daha önce de söylemiştim belki, geziyolar benimle... hem kağıt güzel bi malzeme. kırtasiye fetişi.

odadan tap tri. bi kısmı ikinci baskı. olsun varsın. yeniden yayınlanan dizi bölümleri gibi. sıkıldım napiym. aslında zor değil ama bütün gün oda temizledik be kuzum.



şimdiii bu üstteki şey benim kapım, içerden görünüşü. dışında kelebekler var, korkmayın "yaklaşmak yasak" yazılı ergen notlarını aştım. bu kapının iç kısmı; zira ben geç kalan bi insanım, korkunç bi palyaçonun dil kesme tehditiyle bana "get lost" demesi gerekiyomuş, çözdüm. hemen üstünde psikopat bakışlı bi teyze var; ama parlamış. "allow your children to be evil" ise kalbimde inci.

eveaat altta buzdolabı. "eat your heart out" falan diyet yapıyomuşum gibi dursa da esas amacı "deryik çöp yemesin, adam gibi beslensin, hatta yemek yesin" daha ziyade. zafiyete çeyrek var, bayılıyorum durumlarını önlemek için.



aşağıda sonunda tamamlanmış dolabım. bitti efendim törenlerle kapladım kendisini, hatta yanlarını da; ama onlar büyük şeyler. minik boşluklar dışında tek bi kartpostallık yer görülüyo alt tarafta, orayı da doldurucam birazdan. neyle olduğu kapanış sürprizi olsun, okuyucu heyecanını canlı tutalım, di mi yani:P



dolabın yanındaki şey panom, daha önce de misafir olmuş idi. bira altlıkları, hepsi denenmiş heheyt. en oricınıl olan tabii ki efes ve hırvat birası, yoksa grolsch dediğin nedir ki. yolda bulunmuş joker, "shit happens" yazılı yama falan, espri kaygısı güden kişiliğim için. serhadın fotosu, fotoğrafçılık kulübü fotosu, istanbul hatıralarım. bikaç doğumgünü kartı bi de.

evli bi arkadaşım var burda, abartmıyorum maison française'den çıkmış bir evde yaşıyo, kendi dekore etmiş. yani ben şimdiye kadar gül kurusu ve fildişi renginin eşsiz uyumunu dert edip uygun renkte parke seçmek için saç yolan insanların varlığına inanmazdım. "salonuma bebek pembesi-gül kurusu-kırık beyaz-hödölö beji hakim" falan diyo, hakikaten öyle. fazladan bi renk bulmak imkansız yahu. oturmuş uğraşmış kendi hazırlamış evi.

ingiliz çay setlerinden fırlamış gül desenleri falan, ankara'daki CafeMiz tadında bir ev, verdiği hissi anlatmam mümkün değil. bir kere BEYAZ ve beyaz kalabilmiş. katiyyen bana uymuyo; ama çok imreniyorum. ayrıca PARÇASIZ. yani işte koltuk, en fazla beyaz çiçek düzenlemesi, iki bej yastık falan. uyumlu yahu. sade. dinlendiriyor. özlemini çekebileceğiniz kadar insanın gözünü dinlendiren bi ev/salon.

çok düşünüyorum, ilerde bi evim olursa, beyaz, sade ve huzurlu olamiycak. hani yurt hayatı bitip bilmem kaçıma gelince "oh eve geldim yahu" hissi güzel olurdu.... olabilsin isterdim belki; ama daha ağır basan bir şey var...



bu kartpostalın muzurluğundan vazgeçemem ki ben, (dolabımda) görmeden olmaz ki. di mi ama? gül kurusunu napiym yani. göz dinlendireceğime gülümserim, yeğdir.

bir kaçış olarak blog

ya da ekran ve klavye.
yine başladı sabaha karşı "acil eylem planı" yapma halim. en rahatsız uykularımı uyuyorum. saat 8, gözlerim tavanda, tek hayalim bi ahtopot olup 8 işi bi seferde bitirmek. sonra yataktan kalkmak: ekran,klavye,blog --> hop! bu acil eylem planı biter. kahvaltılık falan derken gün geçer. ertesi sabah yine aynı liste. bi de maddeler arası ilişkiler, "3ü yapmak için önce 5 bitmeli ve 4e başlanmalı aynı anda 2 gecikmemeli" falan. süper. bi bok yapmamanın yorgunluğu.

sabahın 8inde aniden evden fırlarsanız, bu şehir size pek bi şi vaad etmiyo. alacağınız yarı donmuş ekmekarasışey'e göz diken güvercin, karga ve genç irisi martılardan tırsarak bi park kenarına sinersiniz, o yani. soğuktur, ot kokulu uçmuş bi amca size doğru yaklaşmaktadır artık bozukluk mu çakmak mı ister bilinmez, o an o park dünyanın en acıklı, en terk edilmiş köşesidir ve bunu sadece gözünüzün içine bakan o siyah karga bilir. ölmek bilmez ömrüyle o parkta ne bira şişeleri ne kayıp gençlik gözlemlemiştir, sizin anlık galeyanlarınız elinizdeki ekmekten değersiz.

karar verdik, havalar ısınınca 3B görülür hale geliyo: babies,bugs,birds. bebekler, böcekler, kuşlar (ki burda "bağrışan kuşlar" diyerek 3b kuralını koruyabilirdim ama... neyse). her yerdeler efendim, üçü de. bebekler ve kuşlar neyse de böcekler çok bi börtü böcek. sinir. hatta bi 4. olarak blog ahaha.

"bloglamak" gibi ingilizceden apartılmış lafları sevmiyorum. cinliğe gerek yok. gugıllamak lafı yeter. "ben demin blogladım". "yarın bloglarım artık". ööö.

artık hava tahmin raporlarından kazık yemek istemiyorum. sağ gösterip sol vurmasın. bi de atmosferden kazık yemeyelim. yeter yahu. güneş açsın; ama kalsın orda yani. sağanağa dönüşmeden. limonata misali günlerimiz olsun.

bir amip huzuruna sahibim, bölünüp çoğalma derdim bile yok hatta. çakıl taşı da denebilir. erişim dahilinde yemek, müzik ve su olduğu sürece hayatta kalabileceğimi kendime ispat ettim. öğrencilik bizim için bi gemici düğümü türüdür, alakam olmaz.

sıkıntılıyım. james dean kadar karizmatik görünmesem de, fenalıklar bastı, daraldım. aaaa yani. süreklitopuz mevsimimi açtım yine, kendi saçıma bile tahammülsüz. yakası sıkan giysi üretmek sadistçe. kendimden gitmek mümkün değilmiş atam, biz işte buralarda böyle... başka denizler bulamadan... hani madem başka denizler mümkün değil, bari tanıdık olanla takılalım di mi ya? en azından bakınca kahverengi değil lacivert görürüz falan, iyi gelir belki.

olmadı uyuruz, geçer. peh.
bi post önce toplumsal mesaj, şimdi bireysel enkaz.

22 Haziran 2007 Cuma

2 temmuz

2 temmuz sabahı için bi planınız var mı bilmiyorum; ama şöyle bir mail geldi bana:

"BIZ BU DAVANIN TANIĞIYIZ!
MAĞDURUYUZ!
TAKIPCISIYIZ!
ADALET TALEBİYLE ORADA OLACAĞIZ!

2 Temmuz Pazartesi günü Hrant Dink'i öldüren karanlık yargılanmaya başlıyor.

Katiller bu kez kaçarak karanlıklara karışmasın diye 2 Temmuz'da sabah 09. 30'dan dava bitene kadar mahkeme önünde nöbetteyiz.

Hrant Dink'i yargılayan mahkemelerin önlerinde bir avuç kişiydik. Bedelini kardeşimizi aramızdan almalarıyla ödedik.

Şimdi, siyahlar giyeceğiz; Rakel Dink'in ve Sera, Arat ve Delal'in yanında, tıpkı cenazede olduğu gibi sessiz bir ses yükselteceğiz

Karanlığa karşı çıkan, adalet talep eden herkesi tanıklık etmek için mahkeme önüne bekliyoruz.

2 TEMMUZ 2007, PAZARTESİ SAAT: 09:30
İSTANBUL AĞIR CEZA MAHKEMELERİ, BEŞİKTAŞ (ESKİ DGM)"

Hani aslında kimse Hrant ölsün istememişti de o yine de bi yolunu bulup (!) ölmüştü ya, haliyle "kim öldürdü" sorusunun cevabını istemek "Hrantçılık"tan öte bir şey olmalı. dolayısıyla ben de düz mantıkla, milyonların orda olmasını bekliyorum. Yani madem hepimiz karşıydık öldürülmesine, madem böyle olsun istemezdik, göstermemek ayıp.

öyle günlerdeyiz ki, bir şey yapmamak artık ayıp kaçıyor.
"slogan atarlar üstüme yapışır" da mazaret değil a dostlar, sessiz bir bekleyiş olacak sadece.

Hadi göreyim sizi gençler.

bu sefer "şahit yazarlar" korkusu değil, gururu lazım. gidip şahit yazılmak lazım. dede-torun binbir kuşak gitmek lazım. orda siyah bir hüzünden çok, beyaz bir umut olmak lazım. sessizce beklemek, "adalet" istemek lazım. daha niceleri için, nice kayıplar için gitmek lazım hepsinden öte. onlara "yeter", kendimize "bak hala adalete güveniyomuşuz" demek için. huzur için.

gerçekten, bir şey yapmamak ayıp.
siz mesela Uğur Mumcu cinayeti davasında orda olabilecekken olmayanları ayıplamıyor musunuz sahi?


küçüktük ufacıktık
bir susayıp bir acıktık
ve sıra bize geldi dostlar... büyüdük, duyurulur!

21 Haziran 2007 Perşembe

sabah sürprizi

turuncu'dan yorum geldi inanamadım, bi baktım... aaa!!!!


valla benim için jelatinin işi bu. onun maili yaptı. öyle olmasa bile öyle benim için. etkisi olmadıysa şaşarım. yürü be jelatinim :D milliyet de bakalım... kuluçkadadır umarım.

bir gitti kaldı bir. açıp açıp haberi okuyorum.

bu sürpriz umudunu yitirmek üzere olanlara gelsin: inatla devam!!!

20 Haziran 2007 Çarşamba

15

kardeşim Deffoş, hani şu benden büyük duran, benden uzun, benden güzel, benden geniş omuzlu, benden kuul kardeşim Defne 19 haziran itibariyle 15 yaşında oldu. 1992 doğumlu insanlar artık 15 yaşında, başımıza taş yağacak. ayrıca kendisi lise öğrencisi bu eylül ayında, dehşet içindeyim. ben lisedeyken "dağları deldiim tek başımaaa çölleri aştıımmm bir tek ben erlerii yendiiim" halindeydim(k) yahu. koskocaman idik, birilerinin köşeden beni izleyip "ay ay şuna bak genç kız oldu vallahi" dediğini duysam inme inerdi heralde o zaman.

hani zamanında telefonda

-deryik orda mı?
-ordaaa

gibi cevaplarıyla arkadaşlarıma eğlencelik olan (öhöm, burcuk okuyosun biliyorum, çocukta yaraları baki:P) bir adet VELET idi kendisi. utanır el sallardı arkadaşlarıma. onu da geçtim mesela, erkek fatmaydı yahu. incecik boncuklu bir kolyeyi boynuna zorla taktığım anları hatırlıyorum. son 5 yıl bayaa kritik bir dönem tamam, büyüyo yavrumuz (ve ben habire aynı şeyi yazıyorum, evet) ve lakin bu sene bi şi oldu: ipin ucu kaçtı, ben kontrol yetimi kaybettim. resmen kardeşimi tanıyamıyorum! büyümeyi geçtim, serpiliyo kız. Dişi oldu bi kere. o çocuk gitti. dişi bi şi oldu, "genç kız olmak" diye bir şey varsa ipekongunca dilinde, ondan oldu. defne'nin bi gün gelip "abla ben hür irademle, gönül rızasıyla etek, üstelik mini etek giyiyorum" dediğini düşünmek bile komikti eskiden; ama gerçek!

yine aynı kızın şu an bi avukatlık bürosunda 1 haftalık staj (evet var öyle bi şi) yapıyo oluşu, "adliyeye gittim, sahte para basan birinin davasına girdim, sonra da satırla adam yaralama davası vardı. pazar günü konserim var, şimdi çalışmaya gidicem" falan demesi...

yok yok en şok edici şuydu: "aman da kardeşim 15 olmuuuş!! çok meşgulsünüz efendim, bi konuşalım bari, msn'e girrr" kıvamı neşeli abla mesajıma, en (tabii ki) kuul, en sakin ve en yetişkin haliyle "aa çok iyi olur, ne zaman uyar sana?" demesi. sonra "ben 2-4 arası uygunum, ona göre gel, şimdi mail yollamam gerek görüşürüz" demesi. tarifi zor bi şi. kardeşiyle 2-3 yaş arası olanların anlaması zor, o minik çocuğun yetişkin cümleleriyle yetişkin randevusu istemesi sizden. "ben bilmiyorum anneme soriym bi" yaşının geçmesi. "of kuruyup gidicem ankarada bi tatil planı yapsam" dediği an mesela- ya da bi mağazada yanınızda kardeşinizi görünce bi an aynaya bakıyo gibi hissetmek.

büyüdü yavrucak. hep diyorum ya, bi 5 yıl sonra kendisi afet-i devran bi halde bar taburesinde otururken, yanıbaşında gözünden kıvılcımlar çıkan ve atmaca gibi kendisini koruyan vaşak ruhlu manyak ben olucam, sakının ey erkek milleti.

o meşhur tatilimize çıkmak için 3 yıl kaldı, şaka gibi.

19 Haziran 2007 Salı

gırrrr

efendim sabah "doğuran vatoz" haberine tahammül edemeyip üye oldum milliyete. an itibariyle milliyete yaptığım iki yorumun da yayınlanmadığını gördüm. merak edene özetle konu şu:

vatoz doğuramaz; çünkü o bi balık. köpekbalığı ailesinden olduğu için yumurtasını dışarı yumurtlamıyor, yavru yumurtadan çıktıktan sonra annenin vücudunu terk ederken doğum anıymış gibi dursa da, balıklar doğurmaz! haliyle "hamilelik süresi" de olamaz! yine aynı şekilde yunus ve fok da balık değil memelidir; çünkü doğururlar. ilkokul biyoloji bilgisi bu.

ayrıca "tesettüre tangalı taciz" haberinde (bir KADIN tarafından hazırlanan) tarafsızlık ihlali var, sanki tangayı giymiş tesettürlüleri kovalıyolarmış gibi hazırlanmış haber, oysa tangadan rahatsız olma durumu var sadece... zira o bir harem-selamlık uygulaması yapan otel. üstelik tangalıların iskeleden zorla uzaklaştırıldığı düşünülürse, taciz maciz yok ortada.

hmmm anlaşılan milliyete "bu haber yanlış, bunun başlığı taraflı ve habere uymuyo" dediğinizde yorum yayınlanmıyor, evet... denedik gördük. öte yandan "off o mirasyediler paralarını benimle yesinlerrr" gibi salyalı yorumlar yapmak isterseniz, buyrun.

siniiiirrrrrrrr oluyorrrrruuuuummmmmm!!!!!!!!!!!!

17 Haziran 2007 Pazar

bir temsil meselesi: Ayşe Tükrükçü

bilmem ki onu takip ediyor musunuz? Ayşe Tükrükçü, "siyaseten doğru" tabirle eski bir seks işçisi, kısaca hayat kadını. Seçimlerde bağımsız aday olmak için başvurduğunda sevgili Yüksek Seçim Kurulu "yüz kızartıcı suç" işlediğine karar verip itiraz etti.

Bu ülkede vergi rekortmeni Manukyan örneğinden de hatırlayacağımız üzere, genelevler vergi ödeyen ticarethane statüsündedir. Hepsi değil tabii, hatta çok azı; ama Ayşe Hanım'ın çalıştığı Karaköy bölgesi en devlet kontrolü altındaki yerlerden biri. Her ne kadar bu statü bir yandan kadın sömürüsüne resmi bir ad gibi dursa da, her koşulda ortaya çıkacağı belli olan bir "sektör"ün devlet tarafından düzenlenip, gerekirse sağlık, hijyen vs hizmetlerinin sağlanmasını, kadınların mağduriyetini azaltmayı amaçlar. kitapta öyle yani, teorisi bu. yani şimdiki haliyle zaten sorunlu, bi de devlet tanımasa, şu kadarcık bile düzen uygulama getirmese daha beter olurdu, teorisi. Ayşe hanım ilkini iddia ediyor: resmi bir maske bu, diyor. anlaşılan teorinin pratiğe geçişiyle ilgili haklı soruları var, ne de olsa o eski bir çalışan.

Amma ve lakin görüyoruz ki, yine aynı devlet pek bir "yüz kızartıcı" bulmuş bu işi. aa çok ayıp biz karaköy'ün sadece iskelesini biliriz! hop! Ayşe Tükrükçü "şaka yapoor zaar" kıvamı reddedildi. sonra itirazlar başladı tabii ki. Zira YSK'nin "yüz kızartıcı suç" kriteri çalıp çırpmaya dayalı bir tanıma sahip, zaten fuhuş da suç değil, vergilenen bir "sektör". Haliyle Ayşe Tükrükçü vakası izlenmeye değer bir hal aldı, hani genel anlamda yolsuzluktan kırılan bir meclise itiraz gelmezken, Ayşe Hanım nasıl çalıp çırpmış, merak içindeydik.

müjdemi isterim: YSK geri adım atıp Tükrükçü'nün adaylığında bir mesele olmadığını söylemiş. Yani şu an kendisi İstanbul 2. bölgeden bağımsız bir aday. Tükrükçü benim hayallerimde meclise girdi bile; ama bunu "9 yaşında tecavüze uğrayıp hayatın sillesini yemiş kadın" olduğu için değil, o kadar romantikleşmedik kuzum, kendini ifade şekliyle yaptı.

özellikle "bazı kadınlar namuslu kalacak diye bazı kadınların namusu zorla ellerinden alınamaz" dediği an. parti başkanlarına yaşadığı şartları göstermek için "karaköy genelevinde buluşalım" dediğinde hiçbiri gelmediği için. CHP ve AKP'nin nasılda "onaylanmış" kadınları aday gösterdiğini söylediği için. Namus namus diye tırmalandığımız günlerde, sonunda birisinin bu kavramı dan dun sorguladığını gösterdi diye... Namus bekçiliğinde bir numarayı kimseye kaptırmayan hemcinslerine inat, bu errrrrrkek halleri görebildi diye. ne bileyim, ahlayıp oflamak yerine bi şiler yaptı diye.

ah bi de transseksüelleri de temsil ediyorum dese, yemin ediyorum seçim kampanyasına katılıcam. buyrun burdan okuyun. okuyucu yorumlarına da dikkat lütfen, 3 yorumdan 2si erkek, bilin bakalım hangi ikisi?

Ayşe Tükrükçü'nün 550 milletvekilinden 1'i olma ihtimaline bile dayanamamak bir nedir ki? nasıl bir ayna fobisidir bu?

Ayşe Tükrükçü o meclise girse ciddiye alınır mı, ne değişecek vs gibi sorular da var tabii... On kaplan gücündeki dişi milletvekillerimiz çiğ çiğ yiyebilir onu mesela. Ama ben Baskın Oran'ın (eğer ki dediği gibi seçilme değil gerçekten temsil derdindeyse, amaç bir protestoysa) kendisine desteğini açıklamasını bekliyorum hala... yoksa samimiyet sorularım olacak bol miktarda.



ikisi de girse şu meclise, yan yana otursalar, ne güzel olur.
hatta fantastik ama,
ayşe hanım kadından sorumlu devlet bakanı olsa
baskın hocayı içişleri bakanı görsek...


benim hala umudum varsa, bir mfö bir de imagine yüzünden.


çok özel not: Ece Temelkuran mesela, The SECRET furyası hakkında yazmayı Milliyet'in websitesine dair yazmaktan daha lüzumlu görmüş bu hafta. Sayfalarca mektup yazdım oturup, 6 yazara (jelatinim de hürriyet'ten beklemede, malumunuz), tek bir cevap yok. ombudsman'dan bile. yani köşelerini geçtim, "hıı okuduk" bile mi denmez yahu? enteresan tabii, ne diyelim basın özgürlüğü evet. Belki mail kutusuna bakmıyordur. Belki internet bağlantısı yoktur. Belki üstüne alınmamıştır.
Belki ben saf ve boş umutlar... yoo yoo kujum, umut asla boş bir şey değil
.

16 Haziran 2007 Cumartesi

bu iş cidden zor be yonca.

güneş açtı. insanoğlu ne kadar da havaya endeksli di mi? herkesin favori bir meteorolojik durumu var misal... ama seratonin (ya da her ne ise adı) salgısı ve güneş kısmını atlamak olmaz. geçenlerde yağmur aktı gökten, şimdi en parlak güneş çıktı, perdeleri zorluyor ya en güzeli o.

türk popunda neşeli şarkı kıtlığı mı var benim mi müzik zevkim acıların çocuğu tadında? illa bi aşk acısı, hiç olmadı "sevimli bi aşk intikamı" var. oya bora öyle mi canım, deli saraylı insanlar. ehehe. neyse.


Filistin'i takip ediyor musunuz? ikiye bölündü fiilen.
Filistin artık iki adet: Hamasistan, Fetihistan.
neden, niye, kendiniz okursunuz di mi?


bi de aklıma beynelmilel geldi, film. baharı karşılama, kuşlar, çocuklar...

gecekondu çatılarında bombası bulunan emekli subaylar var bugünlerde. Kışla çöplüğünden toplanmış. kuşları bilemem, çocukların bir kısmı ÖSS olacak yarın. bir kocaman sınav olucaklar. bir diğer kısmı OKS oldu bile. baharı kimse karşılamıyor itinayla, ha karşılarken de mesele zaten nevruz mu newroz mu ne yaptınız ne ettiniz ne dediniz. zavallı bahar mevsimi karşılandığına bin pişman.

şimdi en mutlu anlarında sanki ülke; deli dolu bir gündem yükü, her gün bi önceki günü burun farkıyla falan değil, ezip geçmekte. En sevdiğimiz şey yine nolcakbumemleketinhali. ocak ayından beri artarak artan bir gündem yükü içinde, neyi neden hatırlayacağımızı unuttuk. dizi takip etme yeteneğimiz politik sürprizler karşısında çöküyor. bütün bunların ortasında sanat ya da çevre, o kadar minik, ufacık, gereksiz ve hatta lükstür ki yani.... ağzına alsan elitcim olursun. elitcim sen anlamamışsın yeenim bu ülkenin sorunlarını. savaşılacaaak savaş!

PKK'yla ölen 30 bin kişi sayısını ezberle, unutma tabii, düşün... kimse aksini söylemiyor. ama cuntalarca öldürülen insanları niye bir tek anneleri hatırlıyor artık? tek tek sayamadık ki paşam, gizli gizli gömdünüz. hatta kimini öldürmediniz, yarı ölü bıraktınız, rüyalarında ölüyolar artık. onları da saysak mı bi ara? üçbuçuktan dört ederler belki, ya da üç yanlış bir doğrunuzu alıp götürür? sahi kimin savaşını savaşıyoruz biz NATO'nun en büyük ikinci ordusu olup da? Bir şeyi düşünmeyi istemek, neden illa ki "diğerini önemsememek" olarak algılanıyor? konuşulması tercih edilen acıları bile konuşarak çözememişken, hiç konuşulmamış acıların üstündeki tozu üflemezsek nasıl olacak bütün bu işler, nerden başlanacak?


etiketten çok sevilen bir şey varsa o da şablon. zira şablona uymayanı etiketlemek biraz zahmetli. bu iş zor yonca, çok zor çook.... çünkü insanlar yıllar boyunca hiç soru sormadan uyur, ondan işte. biz mesela, cetvelinde profilden Atatürk figürü bulunan çocuklardık, her sayfa kenarına çizerdik, içini boyardık. şekil şekil Atatürkçü idik. merak edip okuduk mu Nutuk'u? oh dear, biz en çok avrupa basınının Atatürk hayranlığına dair haberleri sevdik. Biz çocuksu aşıklardık, hayran. birileri aşkımıza mani oldu, aşkımız yem oldu yutuldu. gün geldi darbe yaptılar, gün geldi Atatürk her şey oldu, herkesin bir cetveli var idi işte, hangi sayfanın köşesine koyarsan o figürü, sanki bir mühür gibi.... damga yaptılar cetvelden: "görülmüştür". onaylanmıştır. sahi, en çok kim kullandı o mührü onay için? içi boşaltılmış bir cetvel kalıbı haline getirdi çok sevdiği yetkili ismi? neyse yonca, boşver. uyu sen.


güneş açınca, bahar gelince, çocuklar kuşlar falan, hala neşelenelim biz yine de.
kış uykuları bahar zamanı biter ya, elbet bi bahar, bu da bitecek.
elbet biz bir bahar, sanattan korkmiycaz, müzikten, üretmekten, düşünmekten... biz bir bahar, "AOÇ'de evi inşaası sırasında kesmek istemediği ağacı taşıtan Atatürk" hikayesini mesela, sadece övünerek değil, anlayarak anlatıcaz. öyle bir anliycaz ki mesela, yolda yürürken elimize ilk gelen yaprağı koparmiycaz belki.

Kendimize ilahi bir örnek olarak seçtiğimiz adamı kendi yanlışlarımız uğruna modifiye etmeyi bırakıcaz: zira seçtiğin örnek zor ise zorlanacaksın. Biz mesela, hani tapılmasın diye peygamberinin resmini çizmeyen bir dine inanan bir ülke olarak, resmini her yere çizdiğimiz bu adamın bir "insan" olduğunu da hatırliycaz bir bahar günü belki. Hadismiş gibi başvurulan vecizeleri her ağızda başka bir anlam taşımayacak, "neyi ne zaman neden demiş" diyicez, belki de kim bilir, bir gün yeni vecizeler üretecek insanlar bile görücez.

biz mesela, yaşam damarlarımızdan birini, sanatı, çok sevicez, tutucaz bırakmiycaz. o sanat ki her şeyi söyleyebilecek, sadece bizim istediklerimizi değil. hani gazetede falan düşman arıyoruz iyi de, sanatta aramiycaz artık o zaman. tek dokunulmazımız olucak.

bir bahar, düşününce acımayacak canımız, ne düşünürsek düşünelim. güneş açınca, baharı karşılayacak düşünceler.

zira o profilden çizdiğimiz kafa çok düşündü çok.
korkmadan düşündü. korksa da düşündü belki de.
belki bi bahar vaktiydi yine, kim bilir?
aklıma geldi bi an.

15 Haziran 2007 Cuma

bay meraklı

youtube'a gidiyoruz, la linea yazıp aratıyoruz.. aaa bu da ne?? çok mutlu oluyoruz. üşenenler için, burda aranmışı var. özellikle #203.

14 Haziran 2007 Perşembe

mış gibi

mış gibi yapmak kalıbı ne güzel di mi? "her şey yolunday-mış gibi yapmak" mesela. "dinliyo-muş gibi" yapmak. keyifliy-miş gibi yapmak. zaten -dili ve -mişli geçmiş zaman ayrımına sahip pek dil yoktur sanırım, yani geçmişi "bizzat gördüklerim" ve "sonradan duyduklarım" şeklinde ayırmak bi ilginç. "miş" yani: ben onların yalancısıyım. şahit olma bazlı zaman ayrımı, kaynak belirtme kaygısı. hoş bi şi.

ÇOK SIKINTILIYIM BE ATAM.

%99 kakao içeren bir şeye hala çikolata denmesini ilginç buluyorum. o yüzde 1'lik kısımda ne var acaba? ayrıca %78, %67 gibi kakao oranları da var, hangi kuyumcu terazisi ölçmüş, nasıl belirlenmiş falan filan.

hollanda posta servisine karşı nötr bir haldeydim, bi duruşum olsun diye bi şiler yolladım efendim, bakalım ona göre belirliycem. heheyt, PTT ile yaşanan aşk, nefret, ihtiras dolu yoğun anları hayatta yakalayamayız sanırım. "peki kaybolursa nolucak?!" yusufluğuma "size geri göndeririiiiz" şeklinde cevap verdiler. ruhsuzlar. insan bi "olur mu olur, kader kısmet işi" muallaklığı bekliyo.

muallak ne kadar şaklayan bi kelime. mual-LAK. LAK: Laf Ağızda Kamçı.

bazen insan "artık beni şaşırtamaz" dediklerinden çok enteresan, neşe dolu, biraz şaka biraz abukluk tadında tepkiler alıyo. hani bi yandan iyi, "oh be, hala dengesiz" deyip rahatlıyo insan... bi yandan da havsalama olan inancım giderek azalmakta, hiçbi şi almıyo benimki. öte yandan "niye?" gibi bi soruya cevap verememek de doğal bazen. misal:

-yemek yer miyiz?

-yok ben tokum.
-niye?

gibi. ya da benzer. yani bariz durumlarda bile saçma bir ısrar olarak tanımlayabiliriz evet sanki.

börek istiyorum çılgınca. su böreği, talaş böreği, puf böreği kıymalı, ıspanaklı, dandik, ev yapımı, yağlı fark etmez. börek. bi de zeytinli açma. boğazıma bu kadar düşkün olduğumu bilmezdim. börrek. bör bör börek. tepsi tespi.

pina colada aromalı jelibon
diyor, susuyorum. her zamankinden olsun barmen. bi de patlayan şekerli lolipop fikrini bulan insan ne kadar eğlenceli biridir.

tek kişilik yatakta iki kişi yatmak ve iki kişi uyanmak ne güzel bi şidir di mi? sevgilin olsun, kardeşin ya da arkadaşın olsun, kıvrılır birlikte uyursun. uykunun arasında böyle iki tarafta bi özenlidir diğerine sanki, üstünü örtersin yapabilirsen. battaniye paylaşımı 101.

sevgilinle mesela, o sımsıkı sarılıp uyumalar zamanla gevşer; ama sevgisizlikten değil, birbirine alan tanımaktan, rahat etsin diye. en sevdiği yastığı, ne tarafta uyumayı sevdiğini hatta gece kaç civarı tuvalete gitmek için ayaklandığını bile bilirsin. hep bi temas kalır sanki "burdayım" diyen. kardeşinse mesela, izin verirsin seni itip kakmasına, uykusunda eliyle burnunu ve ağzını tıkamasına. küçükken gelip sokulması başkadır mesela, korkunca uykusunda bile bulup sarılması. Defne aniden uyanırdı, "hadi deffoş yat geri, bi şi yok" derdim, "hı hı evet yatiym geri" der, uyurdu misal.

uyku halleri fark edilir birlikte uyuyunca, o güzel işte. bi arkadaşım kalkar kalkmaz bi bardak su içer. biri hafif sayıklar. ben başımı yastığın altına sokarım, güzeldir o his. özgecimle sabah 5te aynı anda korkuyla fırlayıp, birbirimize bakıp "brownie evet evet" deyip uyumak mesela... bi şidir o da. tek kişilik yatak her durumda daha samimi sanki ya da daha öğrenci işidir belki. bilmem. horlanır, bi şi olmaz. "horladın" dersin, geçer.

h
ani ölümün kardeşiymiş ya uyku, öyle der yunan mitolojisi, uykuyu paylaşmak da güzel işte. arabesk bir hüzün yakıştırmıyorum hayır.

neyse ne diyor idim... unuttum. hah. marilyn'in kalbimde yeri ayrı olsa da, arıza kadın statüsünde marlene dietrich kalplerde bir numara. rita hayworth ve eldiven ne ise, türkan şoray ve göz ne ise, marlene dietrich ve kameraya dik dik; ama buğulu bakmak odur. o mudur? olsundur nolurdur. mesela bir marilyn ekolü olan (Sabuş tarafından sürdürülen) "ah fotoğraf makinası mı varmış burda ahahahah ben ufka dalıp gitmişim her zamanki çekici halimle" pozu yoktur.
dan dun bakar. güzel bakar. hayatı da bi hikayedir zaten.



onlar mı tanrıça kontenjanından buğulu, biz mi hiç tatmadığımız tarihlerin büyülü zerafetine nostaljik bir hasret duymaktayız? imrenme midir, nedir bu his?
neyse çok düşünmeden geçtim.


yaa evet evet...... bitse de gitsek dediğinizi duyar gibiyim. "duyar gibi" de "mış gibi" sanki biraz. neyse geç olsun güç olmasın bitti. ne berbat bi şi di mi ertelenmeler. bugün git yarın gel demeler. bi börek bile yok; ama dünya üzerinde hala zırhıyla önünde dikilen polise ufak baloncuklar üfleyen insanlar var.

SON:

Eduardo Galeano zamanında şık bir tespit yapmıştır, insanın içini açar bazen:

"Madrid'te bir otelin duvarında bir levhada şöyle yazıyor: şarkı söylemek yasaktır. Rio de Janeiro havaalanının duvarındaki bir levha şöyle diyor: bagaj arabalarıyla oynamak yasaktır.
yani: hala şarkı söyleyen insanlar var, hala oyun oynayan insanlar da."


"bi yerden tanıdık" diyen?


*piyale madra- radikal

13 Haziran 2007 Çarşamba

çöp

çöp mühim mesele. çöp hatta, toplumsal bir mesele. geri dönüşüm diye hayaller kurarken aslında nelere zarar gelebileceğini de düşünmeyi gerektiren bir mesele.. toplum için yapılacak bir şeyde en alttakini ezmeyecek bir sistemi bulmaya çalışmak: çevre konusunun biyoloji fakültelerinden çıkıp biraz sosyal bilimlerle kaynaşması gerektiğinin kanıtı.

çöp toplayıcılar mesela.
buyrun burda.

11 Haziran 2007 Pazartesi

yağ

yağmayan bi yağmur hakim havaya. sıkıntıyla çatlayacakmış gibi. içim sıkıntılı zaten, karşılıklı bakışıyoruz bulutlarla. bu hafta bir bitse... güzel bitse ama. can acıtmadan bitse. az acıtsa ya da.

odamdaki en canlı fotoğraf serhad'ın çektiği, elinde karpuz olan kız çocuğu fotoğrafı. bi de onun yayla çiçeği çok güzeldir; ama o basılı halde yok bende. bi de yine fotoğrafçılık kulübünün hediyesi (!) balonlu fotoğraf var odamda, o başka. zaten bu serhadla cem çeksin dursun, mis gibi. misal yani cem şöyle bi şi yapmış biri, bi de hele hele böyle bi şi, takdir. niyeyse reklamlar, evet...

bugün bolca müzeyyen senar günü, yağmayan yağmura inat.
anneyle konuşmak çok güzel bi his, di mi?

feyzi halıcı "günaydınım, nar çiçeğim, sevdiğim" gibi bir söz yazabilmiş. cinuçen tanrıkorur bestelemiş. ne iyi etmişler... melihat gülses söylüyor imiş genelde, ben bi erkek sesinden dinlemiştim. durup durup bu şarkıyı yazıyorsam, bi türlü bulamadığım için hala... şimdi öğreniyorum ki bu şarkı bi hint efsanesine dayanırmış, anarkali'ye.

bu hafta bitsin, çikolata alıcam kendisine. hele bi de yağmur yağsın, karamelli çikolata.

10 Haziran 2007 Pazar

şafıl

aynı şarkıyı defalarca dinlemek mesela, sıkça yapılan bi şi. insanoğlu bi ilginç. şarkı 3-4 dakikalık hazırlanmış, hayır, biz bi ömür sürsün istiyoruz. repeat track. rıpiit aftır mi.

ne zaman ingilizce cümleleri türkçe okunuşuyla yazsam ortaokuldaki sevgili matematikçimiz orhan hoca geliyo aklıma: kaptanın seyir defteri. "your itself". kuesçinınınıns. burayı okuyan iki kişinin şu an gülümsediğini biliyorum, geri kalanlar için de ne çare. ki aynı iki kişi yusuf bahri köstekçi'yi de, ki biz kendisini YBK diye anarız, hatırlayacaktır. YBK kıssanın tarifi ve mucizenin tanımını sorar. 8 kez. aptal eder adamı valla. ay evet, günlerden bi gün ben lisede idim. hüdaverdi'den lokumlu şey alır idim, güzeldi de valla.

oturma iznimi yenilemem lazım. aman tanrııım! fotoğraf çektir deryik, banka hesabınla ilgilen deryik. odam yine ve hala dağınık. galiba gizlice topluyo kendisi arada.

bu hafta biterse, yani istediğim gibi biterse ne güzel olucak.

bi düşündüm de, ki arada yapıyorum bunu evet, benim hayatımı olduğu gibi bilen, yani tamamını detaylarıyla bilen 2 kişi var. düşün yani. biiir, iki. 2. yani KGB ajanı ya da örümcek adam olsaydım da iki kişi bilirdi sanırım, varın siz düşünün. yeşil goblin ve meri ceyn. aynı hesap.

hobilerim arasında blog okumak, bloguma bi şiler yazmak, bloga yorum gelmiş mi diye e-mail kontrolü yapmak, blog blog blog var. bilgisayarımın internet bağlantısı 1 gün kesilince damardan piksel, ağızdan kablo verdiler anca sakinleştim.

şu hayatta ipek ongun okumamış milletler dolusu insan var, hala ortak paydada buluşabiliyoruz; ama ne sağ ne sol birleşemiyor.

kriket 7 saatlik maç süresine rağmen (ki şu an 5 günlük maç yapılan lig başladı, ama o konuya girmiym) güzel bi spor, hele "eski ingiliz kolonisi bi ülkeden gelmeyen, üstelik dişi ama kuralları az da olsa bilen kişi" olmak bi havalı, bi havalı. karavel saçlarım olsa savururdum. alis harikalar diyarında'da kraliçe kriket oynamıyordu, hayır: onun adı kroke. yani "croquet", ben "cricket"ten bahsediyorum, beyzbolun atası... ingiliz asaletini sömürgelerin bilek ve iman gücüyle harmanlıyosunuz, ingiltere dünya kupasından eleniyo. hohohoho. üstelik benim formam bile var. hohoyt. farkı size resimlerle izah etmeyen bi deryik nedir? hiç. buyrun :
solda kroke, sağda kriket... solda alis, sağda beyzbol. evet. normalde sağdaki arkadaşın elindeki o sopamsı şey havada, sizi yanıltmasın.. poz vermiş kendisi.



evveet ne diyodum...

paul simon- kodachrome
paul simon- 50 ways to leave your lover

hatırla sevgili dizisi şunu diyo: tayyip erdoğan'ı tanıyan çocuğun kız arkadaşının kuzeni deniz gezmiş'in hem adaşı hem de kankasıydı. ınınınının. 3 kişiyle bağladık birbirlerine resmen.

kopkoyu göz makyajıma bakıp "saçına bi şi mi yaptın" diyen arkadaşım evet erkek idi. umutsuzca göz deviren de evet, onun kız arkadaşı idi. iyi bi deneme olduğuna karar verdik.

ortaokul hazırlıkta okurken ingilizce seviyenizi nasıl ölçersiniz? örtmen artık "şarkı anlayacak" kıvama geldiğinize emindir, sealed with a kiss çalar size, ders kitabımız mavi WOW! öyle diyo.


şu hayatta, ki benimki anca 22,5 yıllık bi şi, "öss götümü ye" yaratıcılığında bi iş yapmak isterdim. başka alanlarda tabii. babalar gününde babalar gibi ÖSS. evet evet, yeni slogan bu olsun. radikal'i ariym, cesur bi kalem başlık olarak kullansın bari. hürriyet de mesela isterse taşfırın erkeğinin o kaşlar havada mimiğiyle meşhur "bababababa!"efektiyle "babalar gününde öss" haberi verebilir. hayır yani, BÜFK haberinden sonra, yakışır.

nadal federer'i yendi. toprak kort adaleti.federer'le oynarken sinirinden zıplayıp çıldıran, kıbrıs'tan çıkma baghdatis gelmiş geçmiş en sempatik oyuncudur efendim. kocaman durur ama 1985 doğumludur. yaa ya. neyse, nadal yendi.

milliyetin websitesindeki "büyük göğüsler dar kıyafetler" başlığına oha demek istiyorum. hatta milliyetin kadın çalışan sayısını da feci merak etmekteyim.

bi de okuyucu yorumları fetişim sürmekte. hobilerim arasında. "haklının yanında, haksızın karşısında; ama kendisi daima haklı" olan bi kitle var, hastasıyım.

işte böyle..
siz şimdi dilimlere ayırıp yiyin üstteki metni.
ben de işte börtü böcek.

mola

bilgisayarim ve ben teknik aksakliklar yasamaktayiz efendim... kendisi internete baglanamiyor, ben hayata... haliyle bi sure mola vericez. siz yazin yine de; yorum, mail, ben laf yetistirmeye calisirim :)


paul simon dinleyin, guzel bi si.

9 Haziran 2007 Cumartesi

bir sergi

Fotoğrafların hiçbirinde açıklayıcı bir resimaltı yok. Bu biraz bilinçli bir tercih, ama asıl olarak daha fazla gecikmemek adına verilmiş bir taviz bu. Zaten 1968-1972 arasında olan biteni anımsayanlar için pek sorun yok. Onlarda her fotoğraf karesi, bir başka duyguyu harekete geçirmeye yetiyor. Peki bu ülkenin yakın tarihinden habersiz olanlar?


istanbul il sınırları içinde olanlar, buyrun buraya efendim:

68'e dair 68 siyah beyaz fotoğraf.

8 Haziran 2007 Cuma

şaşkal şaşkın bakkal



renk ne tuhaf bi şi di mi?



hubble'ın çektiği fotoğrafta, mitoz bölünmede ve bi denizanasında aynı renkleri görmek mesela, bayaa tuhaf.

ayrıca mayoz bölünme esnasında denizin derinliklerinden fırlamış bi ufacık hayvancık gibi duran hücreler de komik. sonra gördüğü mikrobumsu her ne ise, onun üstüne atlamaya çalışan akyuvar da korkutucu derecede canlı.



bazen ya en ufağa ya en uzağa bakmak daha iyi geliyo. hani olduğumuz yere çakılıp kalmaktansa. insan hala saf saf büyülenebiliyo yahu.


seni seviyoruz biliiiimm....

7 Haziran 2007 Perşembe

bızt

içim sıkılıyo; ama pabucum sıkmıyo. mantıklı sebeplerim var aslında... olsun. bi komik portekizli çift tarafından portekiz mutfağına davet, anca paklar bugün beni.

bana ali muhiddin hacı bekir lokum getiren güzel arkadaşlarım var. galata köprüsünden gün batımı fotoğraflarına dalıp gitmemek, hayır direndim... istanbul'dan bi vapur dolusu martı, biraz sokak uğultusu ve ezan sesi, 1 adet midye dolma, bi simit-çay, bi gün batımı, birazcık da trafik getirebilselerdi, yaparlardı biliyorum. olmadı bi şişe efes bile yeterdi yahu.



güneş burda denize batıyor. deniz uzak. güneş burda aslında batmak bilmiyor. ben kızıllaşmış, bulutlanmış bi gökyüzü, bi alacakaranlık hali, yorgun, ışıkları yeni yanan bi şehir görüntüsü aradıkça... üstelik burda deniz kahverengi. laciverti özledim, griyi, turkuazı... deniz renklerini, kum değil. çiçekli denizi özledim. hayır yani bi bakın allah aşkına:



tamam biri erguvan zamanı boğazda rastlanan tuhaf derecede turkuaz bi gün, diğeri feci rüzgarlı bi kış günü den haag sahilleri... olsun, anladınız siz. ikisinin de renkleri belli işte... valla oynamadım. ufukta bi adalar bile yok. ööle boş boş bak. peh.

ve ben kafam bi şiye bozuldukça istanbul'u özlüyorum, hiç akıllıca değil.
terasa gidiym ben. tırıs tırıs teras.





not: hacı bekir ankara'ya da açılmış ben mi kaçırmışım nedir...

sefa

efendim dün zodiac'a gidildi, başarılı bulundu. neden? zira olay gerçek, senariste gerek kalmamış. evet bu aralar izlenen her senaryo berbat olunca tepkim budur.

online gazetenin faydaları 101: manşeti görüp daraldığınızda derhal "kültür sanat" kısmına tıklıyosunuz, venedik bienali, Ferit Edgü falan... güzel şeyler görüyo göz sabah sabah.

ben sabahları nemrut olurum efenim. 12den önce işlemem. kalkıp bilgisayar başına otururum, ayılma ritüelidir, bazen yazarım. evdeysem bütün gazeteleri okurum önce. Sim Hanım tabii ki "e hadi kahvaltı, seni bekliyoruz, soğudu cık cık cık" der. kendisi sabah 7de zıpçık dipçik gibi ayaktadır. her sabah, ben kalkıp gazetelere giderim, o bunu der. bi nevi yeni günü başlatan "açıl susam açıl" gibi bi şi. ha bi de tabii "e günün yarısını bitirdin harcadın bile" der, oof of panik yaratır insanda o laf.

yurttaysam, ki 5 yıldır yurttayım ben, gazete eve gelmemiştir, kahvaltılık illa ki ya yoktur ya azdır, gidilir. türkiye'deyken bi peynirli açma bi de koyu çay yetmektedir, kantinde güler yüzlü bi amca/teyze vardır günü başlatan. bazen omlet falan yapılır. burda ise binlerce defa düşünüp "hangi yağlı ürünle mideme işkence etsem" sorusunu cevaplamak gerekir. son zamanlarda el yapımı minik poğaça satan yere dadandıysam, bi ufak güler yüz, bi minik "yeni çeşit var, denemek ister misiniz?" samimiyeti için. keza, burda da bazen omlet yapılmakta.

tez konusuyla ilgili görüşmem, ki "kıyamet sonrası ilk yüzleşme" de diyebiliriz, iyi geçti. bu görüşmye kadar danışmanımla bi kez konuşmuştum, o da "termosta sıcak su var mı?" "hı hı" idi. yani resmen 1 hafta sonra yüzleştim. bu yeni halini beğendi, ara gaz ve biraz da yönlendirme ile tekrar faaliyete geçtim efendim. küstüm çiçeği olmanın anlamı yok. burdan bütün mimarlık öğrencilerine de allahtan sabır diliyorum.

deli bi güneş var şu an, perdeleri zorluyo.
insanın içinden parka gitmek, bütün minik ve sırıtkan bebeklerle oynamak, bütün büyük ve slayalı köpeklerle oynamak, çimlere yatmak (yuvarlanamıyoruz zira eğim yok ülkede), oturup kendi kendimi çevirebildiğim o çocuklar için eğlencelik şeyde genç irisi eğlenmek, yatıp ağaçları izlemek, o yeşil yaprakların arkasından güneşi izlemek falan geçiyo... ben güneşi severim. güneş ve 50 SPF ve bissürü ben, ona rağmen severim. yağmur da arada belki, şemsiyeli olsun, uslu yağsın. kar yağınca, "lapa lapa yağan karı penceresinden kitap okuyarak izleyen, siyah dik yakalı kazak giyen ve en sevdiği kupasından çay içen ipek ongun genci" imajı gelir hep gözümün önüne. elimde değil. vega.

G8 protestosuna giden bi grup genç oldu bizim okuldan. ben niye gitmedim? basiret bağlanmasının yanı sıra, tez yüzünden evet. yaşlanıyorum azizim. kafamı taşlara taşlara.

bi de bi gün sahip olmak istediğim t-shirt'ü sonunda buldum. siyah. üstünde beyaz harflerle şöyle yazmakta:

economists do models

nıhohahahahaha diye güldüm. hatta 72 milletten ekonomi mezunlarıyla güldük, pişman diiliz.


jethro tull der ki: skating away on the thin ice of the new day.
bi de...
thick as a brick:

My words but a whisper -- your deafness a SHOUT.
I may make you feel but I can't make you think.

6 Haziran 2007 Çarşamba

mesela

bi katil yargılanmamak için nereye kaçmalı, nereye sığınmalı?
meclise.

"ah ama o zanlı, suçu ispat edilene kadar her suçlu masumdur bik bik"
hadi len.
anahtar nerde suya düştü
su nerde inek içti,
inek nerde dağa kaçtı
dağ nerde aaa yandı bitti kül oldu mantığı.

5 yaş için harika bi tekerleme, 25 yaş içinse kerizlenmek.
ama şu "bana ne bana ne aday değilsem oynamıyorum" hallerinde de var bi çocuksu ruh, bi 23 nisan alınganlığı, aday olanlarda müsamere sevinci.... zaten pal sokağı yumruklaşmaları, laf sokuşları da tanıdık. yaş sınırı inmiş çoktan yahu...5-6 civarında geziniyor; ama biraz "sineklerin tanrısı" tadında çocuklar bunlar; korkulur.

5 Haziran 2007 Salı

tercih

ülkeleri ülkelere tercih etmekteyiz insanoğlu olarak. ABDseverler var mesela, "şurda boğulsa dönüp bakmam"cılar var. e yani. bi yerindeyiz o yelpazenin. bir sürü varsayım var mesela..

1) zengin ABD. pis sömürgen.... iyi ama hiç mi yoksulu yok, göçmeni, ezileni? var. felaket halde yaşıyolar. "somaliyle kıyasla gör" diyene, "yoksulluk görecelidir" diyorum efenim.

2) canımız latin amerika, solun tek kalesi, birlik beraberlik.... iyi ama hiç mi zengini yok, eski kolonicisi, ezeni? var. paşalar gibi var. darbeler, ülke batıran politikacılar, bıkmış bi halk, ne sağa ne sola güven... petrol anlaşmaları.

3) hindistan, çin bi güçlenicek ezecek geçecek.... güçleniyo zaten de, ezmiyo, eşlik ediyo. çin'in afrikaya yaptığı mali destek ve yatırım miktarını düşününce "geç gelen emperyalizm" diye düşünmeden edemiyo insan. ben yani, edemiyorum mesela.

falan feşmekan. daha gider bu. romantikleştirme bi yana, sunulan imajı hop diye kabullenmek de var... ya da şöyle diyelim: bir iyi bir de kötü olsa işler ne kolay olurdu! iyiyi sever kötüyü taşlar idik, biri rüyamız diğeri kabusumuz olurdu. hani şimdi yanlış anlaşılmasın, "bush da özünde iyi biri amaaağ" demiyorum ya da latin amerika için "o ne anasının gözü o bilmezsiniiizzz" tavrım yok... ama klişelere kapılayalım. daha önce de demiştim, "et yemeyen, uzun boylu ve durup dururken dans eden hintli", "kaburgaları sayılan, kıvırcık saçlı ve koca göbekli afrikalı çocuk" falan... deveye binen fesli türk imajına olduğu kadar olsun yakınlığınız bu imajlara.

zira emperyalizm dışardan değil içerden de gelmekte. dışardaki içeriye nasıl girer diye sormak lazım arada.. yaa yaa evet. "pis osmanlı padişahı sattı memleketi" de değil hayır. masallardaki iyi prens ve kötü ejderha, henüz gerçek olamadı. maalesef pek bi geçişken pek bi karışkan bu iyilik kötülük halleri.

***

neyse ne diyecektim ben... hah... master yapıp makale okumaktayız şu kadar, bi özet geçelim yahu..
"küresel ısınma" felaket senaryolarına temkinli yaklaşın derim efendim. gazetelerdeki "10 yıl sonra aç, 20 yıl sonra susuz, 25 yıl sonra da yok olucaz" haberleri fos. neyin nasıl dendiği mühim. şahsen tüketim alışkanlıklarında yapılacak değişiklikleri umutla beklesem de, meselenin "farklı tüketmek" değil "az tüketmek" olduğu görüşündeyim. küresel ısınıyo muyuz, o bile sorulabilir; ama ben üstteki cümleye döneyim. hemen bi örnek (sınıf arkadaşımın tez konusudur, içerden bilgi yani):

misal, biofuel. efendim kendisinin "bio" kısmı sadece %10, henüz araba çalıştıracak bitki bulamadık zira, geri kalanı gazolin. o bio kısmını oluşturan 2 bitki var, bize yabancı, her neyse işte... endonezyada yetişmekte. bi şi kökü; ama yenen bi bitki değil, kahve/pamuk gibi düşünün, satacaksınız neticede. endonezya hükümeti 90larda batıdaki "biofuel" talebini görmekte gecikmiyo. anında 200 bin hektarlık (kaç futbol sahası ettiğini biri hesaplasın) orman ya da tarım alanları kapatılıyor, bu iki bitkicik yetiştiriliyor. politika hep aynı: yeterince toprağımız var, açlıktan ölmeyiz. oysa aynı anda endonezya, pirincinin %80'ini ithal etmekte.

çiftlikler yabancı yatırıma açılıyor devlet teşviğiyle. "yoksulluktan çıkış" olarak pazarlanıyor bu yenmeyen bitki yetiştiriciliği, üstelik daha az küresel ısınıcaz! yıllar geçiyor, bölgede yaşam alt üst olmuş neredeyse. yoksulluk daha da artmış, ürünler 2-3 şirkete satılır olmuş, toprak tek tip ürün yetiştirmekten verimsizleşmiş, o devasa tarlalardan kopup da "ben vazgeçtim" demek imkansızlaşmış. bir ülke, topluca, "benzin tüketmekten vazgeçemiyorum, bari bio olsun" diyen kuzey ülkelerinin vicdanı rahatlasın diye bütün tarım, gıda güvencesi politikalarını, yaşamalanları ve sosyal yapıyı bi kalemde çizmiş.

kimse çıkıp sormamış mesela, "yahu iyi hoş da, madem biz yetiştiriyoruz, bari işleyip satalım, gelirse gelir, işse iş, niye biz sadece hammadde sağlayıcısı durumundayız" diye. avrupacık mesela, hele hollandacık, "ay bizde olsa yetiştiricez ama biliyosun iklim, yetişmiyo" demiş durmuş. 200 binlerce hektarlarca bitki. biofuel için. sahi kaç kişinin arabası var endonezyada? peki kaç kişi aç? ah ama daha az ısınacaksa küremiz, sefalet içindeki köylüyü takamiyciiz.. benzini içer gibi harcayan benim, sürünen sen. olsun. çevre bu, küresel ısınıyoruz, yerel dertlerden çooook büyük devasa dertler. of, anlamıyooosuuaan. benim küçük şehrimdeki egzoz oranı tabii ki orda yok edilen hayatlardan daha mühim!


yani demem o ki...
mesela... afrika çölleşmiyor desem ne hissedersiniz? hatta ağaçlanıyor desem?

ısınma, çölleşme.. kıyas gerektiren kelimeler. neye göre? önceki duruma göre. önceki durumun "esas durum" olduğu ne malum?

mesela çölleşme... neyle kıyaslıyolar? koloni döneminde zorla dikilen ağaçlarla. öncesinde yine çöl olan, o haliyle daha üretken olan (evet bu mümkün) yerlere zorla dikilen ağaçlar. sonra yok olan ağaçlar. "çölleşme raporları" ne diyor biliyor musunuz? "yerel halk ormanları yağmalıyor, korumamız lazım, anca devlet yapabilir, bunları burdan uzak tutmak lazım". bölgeyi insanından korumak. kim koruyacak? dışardan gelenler. binlerce yıldır mesela, ormanın bi kısmını yakarak bitki örtüsü dengesini sağlayan kabileler, o ormandan sürülüyor- "bilinçsiz köylü ormanı yakıyo" diye... koruyacaklar, çünkü avrupada orman yakılması gerekmiyo, orman yangını kötü, e demek ki burda da kötü, iyi bi şi olamaz yangın; çünkü biz avrupa ilim irfanından öyle gördük! durum daha vahimleşiyor. toprak yapısı bozuluyor. ormanın yağmur getirmediği, aksine yağış oranını düşürdüğünü anlıyorlar. afrika bu, avrupa ya da hindistan değil. yerel bilgi, avrupa ilmiyle yok ediliyor, sonra, yıllar sonra, kös kös "hatamız varsa affola abicim" diye dönüyor eski koloniciler. nereye? o tü kaka dedikleri kabilelere. sormak için. "nasıl yapmalıyız" diye. "fen fetişi"nin çöktüğü anlarda.

baraj yapımı sırasında atalarının mezarı su altında kalacak diye başkente yürüyen kabileler görüyorsunuz mesela afrikada. "o mezarlar bize geleceği söylüyor, o giderse biz de yok oluruz" diyor. adam ciddi, adam yaşlı. "bu toprak benim; çünkü nesillerdir buraya gömülüyoruz" diyor, elinde tapusu yok. o başkenttekilerin yüzünde "amca sen de iyica batıl olmuşsun yaau, elektrik diyorum fal bakıcam diyosun" bakışı, bi aşağılama. kimse iki gram elektrik için yerlebir edilen kültürleri düşünmüyor. o dişsiz yaşlı amca, debeleniyor, TV'ye çıkıyor, biraz destek için.

ha bana gelince, aynen böyle: iki ampul için kültürleri yok etmeye değmez diyorum, zira kimse barajların getirilerini savunamıyor şu an, kısa ömürlü, hantal yapılar ya da kimse "en iyi yatırım noktası işte bu mezarın üstü" diyemiyor. "damn the dam!" icabında. hazzetmiyorum.


yani sonsuz bi literatür yığını var bu konularda.

neyse.

diyeceğim o ki, çevre yanlısı söylemlerin iktidar sahiplerince kullanıldığı ve çarpıtıldığını gördük insan soyu olarak. aklımızda bulunsun. tercihen az tüketebilelim. tüketileni de kim tüketiyor, düşünelim. "pis amerika"ya kadar gitmeden. kendi mahalleniz bile yeter.

zira:

"balık verme, balık tutmayı öğret" diyolar ya hani, balığı kim yiyor, o da bi mesele.

daha yazmiym ben. yeter di mi.

4 Haziran 2007 Pazartesi

levrek fileto

elimde bi national geographic var, içinde bi fotoğraf. şöyle ki:

bi setin üstünde ayakta duran bi adam var, bacaklarını görüyoruz sadece. elinde başından tutup aşağıdakilere gösterdiği bi balık kılçığı; kocaman bi nil levreği. yanak-kafa etleri sağlam, bi de o büyük kılçığa tutanabilmiş etler duruyo. aşağıda bi 5-10 kişi var, bu balık kılçığını alıcı gözlerle incelemekte. ilk bakışta "balığa bi şi olmuş heralde, niye gösteriyo ki" izlenimi uyandırıyo. resimaltı diyor ki:

Victoria Gölü çevresinde yaşayan Tanzanyalılar için, Nil levreğinden geri kalanlar protein kaynağı oluşturacak. Kıyıdaki 35 işleme tesisinde çıkarılan levrek filetoları çoğunluğu Avrupa, bir bölümü İsrail olmak üzere kuzeydeki ülkelere gönderiliyor.

yani neymiş: efficiency arkadaş, atığını bile nakte çeviriceksin; ama kim neyi yemiş seni bağlamaz. ben gördüm, bi güzel paketlemiş satıyolar. üstünde "tanzanya" yazsa alıcısı olmaz diye sadece şirket adı var, paketi evirip çevirirseniz bi ufak kelimeler. oysa insan şu fotoğrafı paketine basacak kadar harbi bi firma hayali kurmasın da napsın? o yediği filetoyu biraz boğazına dizsek güzel, beyaz, al yanaklı, güvenli pıtırcıkların? bi irkilseler, azıcık?

aldığım istisnasız her ürün mis gibi paketlenmiş durumda. hepsinin üstünde "ithal" damgası gördükçe benzer felaket kareleri üstüme üstüme geliyo. pazardan aldığınız meyvenin kıymetini bilin. "refah içindeki avrupa"nın pakedini çevirip o ufak yazıları okumayı ihmal etmemek lazım. dünyadaki tüm ithal balıkların %40'ını tüketen bir "en ufak kıta". bitmeyen bi açlık. çikita muz da yemeyin rica edicem, geriliyorum.

bana arz-talep diyene kafa atmak yerine izahat verecek olgunluğa ulaşayım diye master yapıyorum; olmuyo anacım. içimde tutamadığım bi "poh yiyesiceler" çığlığı yükselmekte ki, anlatamam.

3 Haziran 2007 Pazar

22 derece, rüzgar altı şiddetinde,

efendim den haag bir enteresan şehir bazen. daha ziyade sokakları bi tuhaf. zira şu ana kadar geceyarısından sonra sokakta yürüdüğümde bulduklarımın listesi şöyle:

-maça onlusu iskambil kağıdı (ATM girişi)
-(iki hafta sonra, hayır aynı deste değil maalesef) joker
- sağ kolu kırık ahşap sallanan sandalye (3 ay sonra aynı yerde bambu koltuk)
-palyaço burnu (tramvay raylarına sıkışmış)

daha alışıldık olan toka vs ıvır zıvırları saymıyorum.
ben mi tuhaf yerlerde geziyorum diye düşündüm; ama ı-ıh. ana caddeden sapmıyorum valla. istanbul'da mı yere bakmıyodum acep...



güneş açtı. bahar ağaçları pıtırdamış mıdır meyve mi veriyo artık bilmiyorum, bi çiçeklendik sonra yağmur indi, öyle kaldı sanırım buralar. bu şehir kokmuyor. iyi değil bu. yani tamam pis kokmasın, kurbağalıdere hasretinde değilim; ama hiç bi şi kokmuyo yahu. steril resmen. hani bi iyot dalgası gelir burnunuza istanbulun en minik köşelerinde bile, "oh deniz koktu" dersiniz... ya da bi çiçekçi vardır, bi elma ağacı... ah dersiniz, bilmemne çiçeği çıkmış. çam kokar bazen mesela ankara ya da mor kokar boğaz. süt mısır kokar sokak, kestane kebap kokar, çağla kokar. bi şiler kokar yani. hastane gibi garibim bu şehir. insanlar kokuya gidiyo, koku insanlara gelmiyo. deniz mi koklamak istedin, 1 numaralı tramvay scheveningen durağı. çiçek mi kokliycan, buketi 3.5 euro.

salıya kadar zihni bi aydınlanma yaşamam lazım. hatta yarın olsa süper olur.

her zamanki stresle mücadele metodum olan "ölü gibi uyuma" kaçışı devrede. yeni doğmuş bebek/güneşte yatan kedi misali, saatlerce uyumaktayım. sürekli tebdil-i mekan halindeyim uyumamak için; fakat beyin bir kez "bi göz uyu kuzum, nolcak sanki, mis gibi açılıcak dimağın bak sonra" diye kendi kendini kandırmaya alışmış. resmen varoluş savaşı. spaydırmen siyah oldu, ben de yastık oldum. fırlatıp atıcam yakında.

çatıya azimle taş döşemiş olan zihniyeti anlamaya çalışıyorum. ya japon bahçe sanatlarına hasretler ya da yalıtım vs bi fonksiyonu var. yastık taşı, şal taşı, yerleş, oku. yerleşene kadar yoruluyorum zaten. ama çatımız çok güzel, bi nevi teras. hatta teras, evet. okunabilir bi yer, sessiz sakin. o kattaki öğrencilerle müzik zevkimiz uyuyor, bu da artısı.

2 aylık diploma programı için gelmiş hintli bi kız var, derdini daha çözemedim; ama deney faresiymişim gibi heyecanla beni izliyo. hani ben mi kendimi bi halt sanıyorum diye şüphelendim, "bu kız niye böyle şaşkın ve anlamsızca sana bakıyo" diyenler oldu. tanışıyoruz mesela, konuşmuyo da fazla, denedim. zorla selam alışverişi; ama sonra alakasız zamanlarda bi duygu fırtınası, bi şiler anlatmaca. bi kalıp peynirle ziyaretine gitmek, "buldum" demek istiyorum.
ben anlamoor.

bi de burda rüzgar adı yok yahu. bi lodos, bi poyraz, bi karayel falan. her daim rüzgarlı olan memleketi ben neyleyim, lodosum tuttu poyrazım soğuk diyemedikten sonra. peh.

bu ara ne mutlu: tanju okan, nilüfer... falan filan.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker