30 Nisan 2013 Salı

Keswick & Derwentwater: bir gölbaşı hikayesi

Efendiiim, başka başka kutlamalar sebebiyle bu hafta sonu +1 gün uzatıldı ve İngiltere'nin gözbebeği, Cumbria bölgesindeki Göller Bölgesi'ne (Lake District) gittik (bayılıyorum bu ilkokul kompozisyonu tadındaki postlarıma).

Lake District: Bir İngiliz klasiği.

Göller Bölgesi Milli Parkı, Liverpool'un kuzeyinde kalıyor, 19-20 tane irili ufaklı göl var. Göller arası mesafe otobüsle 1-1,5 saat civarı, yani yedigöller gibi düşünmemek lazım. Bir de göllere yakın, konaklama için tercih edilen belli başlı merkez kasabalar var; Carlisle, Penrith, Windermere, Ambleside gibi. Biz Londra'dan gideceğimiz için trenle ulaşıma göre karar verdik. Bu planlama işlerinde devreye güzelim websitesi giriyor. Zorluk derecesine göre ayrılmış yürüyüş rotalarının broşürlerinden, mesafe, konaklama, görülecek yerler vs listelerine kadar her şeyin olduğu bir websitesi. Hakikaten: adamlar yapmış. Sitenin oldukça sade tasarımına da ayrıca bayılıyorum, içimdeki iskandinav mutlu oluyor.

Biz Cumbria'nın çiçeği Keswick'i ve göllerin kraliçesi Derwentwater'ı seçtik (Hadrian's Wall yürüyüşünü bir başka sefer yapmak üzere). Buralara zamanında Vikingler yerleştiğinden bölge isimlerinde İskandinav etkileri var. Keswick güzel, sevimli bi köy. Zamanında peyniri meşhurmuş, sonra madenler açılmış ve dünyanın ilk kurşun kalem üretimi burada başlamış. Londra'dan Penrith'e 3 saat trenle gittikten sonra otobüsle Keswick'e ulaşmak 45 dakika sürüyor. Otel seçeneği bol, ayrıca isteyene apart evler de var. İlk gün öğleden sonra vardığımız için göl etrafındaki kısa yürüyüşlerden birine çıktık. Harita ve yürüyüş rotalarını önceden bastırmak iyi oldu, turist info'da bu kadar bilgi var mı, emin değilim.
 
Friar's Crag, milli parkın 100. yılı anısına göle konan taş anıt, yosun istilası ve Castle Head manzarası
2 saatlik yürüyüşümüz (friar's crag turu) boyunca dolu yağdı diyebilirim. tamam, arada kısa süreli durdu ve yağmura döndü. neyse, yine de güzeldi. friar's crag'den göl manzarası meşhurmuş. bana biraz dilburnu'nu hatırlattı, çam ağaçlarından olabilir. yer gök minik kuşlarla ve tabii ki koyunlarla kaplıydı. İngiltere'deki milli parkların çoğunda durum aynı: arazi aslında özel mülk ve buralar aynı zamanda otlak olarak da kullanılıyor. Tarih sevenler için geliyor: Enclosure işi buralarda biraz tersine dönmüş gibi. Neyse, haliyle her yer koyun ve bu mevsimin güzelliği: kuzu. Kuzuların hatrına, o doludan yılmayıp castle head'e de çıktık ve oradan da göl harika görünüyordu (evet fotoğraftaki kadar griydi ama olsun). ilk gün için yeterince ıslandıktan sonra dönüşte gökkuşağı çıktı. Keswick küçük; ama güzel bir yer (hele ki Penrith'e göre), akşam bir italyan restoranında pizza yedik ve gayet lezzetliydi.

2. gün erken kalkıp, haşmetli bir "english breakfast"la enerji topladık. onca doludan sonra şansımıza bütün gün güneş parladı. Önce keswick'teki onlarca outdoor dükkanından birine gidip hiking ayakkabıları aldık. Spor ayakkabıyla da oluyor; ama aynı olmuyor(muş. ben de deneyip gördüm). Yağmur çamur bir yana, hafif tırmanış için de gerekiyordu. 6-7 saat sürecek uzun yürüyüşe böylece başladık. Göl etrafındaki tüm rotayı yürüdük ve hatta arada ayakkabı mağazasındaki satıcıların lafını ettiği Catbells'e de tırmandık. 450 m yükseklikte bir tepe, çıkması inmesi 1,5 saatten biraz fazla sürdü. Edinburgh'taki Arthur's Seat gibi. Yürüyüş sırasında ufak bi şelale, sazlıklı bir kuş yuvalama alanı filan da vardı. Yani göl etrafında dümdüz bir rota değil, şair burada onu anlatmaya çalışıyor.

Göl manzarası x 2, Catbells'den manzara ve temsili koyun.
Yükseklik korkum ve ben her zamanki gibi inişte delirdik. Çakıl taşlarıyla kaplı yokuşlardan yuvarlanma ihtimali bile bana yetiyor. Korkunun mantıkla hiçbir ilgisi olmadığı için telkinler işe yaramıyor. Neyse, pıhhhlayıp kaskatı kesilmiş kedi gibi kalakalıyorum veya her adımda küfrediyorum; ama olsun. Çıkması ve manzarası güzel. Böyle de bir saçma huy işte, inişteki sinir stres halime rağmen bence çok keyifliydi. Hem yalnız asla çıkmazdım; ama şansıma biricik kavalyem hem iyi hem de sabırlı (evet, biraz delirtmiş olabilirim).

Tepeden indikten sonra yine koyunlar ve kuzular arasından geçip göl kenarına vardık, rotaya ordan devam ettik. bu arada suyumuz bitmiş, karnımız artık nihayet ufaktan acıkmaya başlamıştı. Tepeye çıkmadan önce büyükçe bi otele denk gelmiştik, oradan sandviç alıp tepede yeme hayalimiz de otel lobisindeki düğünle sonlandı. "Kır düğünü" denen şeyin "Bolu zımbırbey dinlenme tesisleri"yle buluştuğu yerel bir lezzet. Şampanya sarhoşu adamlar ve kendini barones zanneden, şapkalı ve sinirli kadınlar vardı. En paspal ve ayakkabısız (çamurlu botlarımızı otellere sokmuyoruz) halimle koşarak otele girdim ve tuvaletle aramda bu şekilde yaklaşık 150 kişi vardı. Onları aşamadım, tuvalete gidemedim. zaten tuvalete ayakkabısız girme fikrini de hiç anlamadım ya, neyse. O kokoşları kendi haline bırakıp sonra başka bi yerde bulduk; ama sandviç alamamış olduk. Dönüş yolunda da saat ve kilometre saymaya başladık haliyle (veya ben başladım). Derken, kuzeyliler, mavi ceketliler: MARİNA! Gölde kano, yelkenli filan kiralamak için minik bi marina var. kafesinde cips ve çikolata yedik ki son akşam yemeğim olsa gam yemezdim, öyle iyi geldi. bu yakıt ikmaliyle bi 3 km daha yürüyüp, akşam 7.30 gibi (nihayet) otele vardık. Akşam yemeği sonrası tüm o yorgunluğu hissederek uyku.

Castlerigg Stone Circle

3. gün ki dönüş günümüzdü. Trenimiz akşamüstü, Penrith'ten. Biz de bavulları otele emanet edip Castlerigg'e doğru yola çıktık. Castlerigg'de Stonehenge benzeri bir "stone circle" varmış. Bunlardan ülkede zaten 1300 tane varmış da biri de buradaymış işte. yaşı biraz muallak; ama tabelada 4500 yazıyordu. ana yoldan gitmeyelim diye "foot path" tabelasını takiben düştük yola. küçük bir korunun içinden geçiliyor, sonra da yine açık arazi, çamurlu otlaklardan. bu sefer şemsiyeliydik; ama boşa çamura battık galiba. taşları gördük, sevdik, fotoğrafını çektik ve bu kez kısa (ve asfaltlı) yolda keswick'e döndük. Bi kahve molasıyla kurulanıp penrith'e gittik.

Bu tür kasabalarda otobüs saatlerinin trene göre ayarlanmaması çok anlamsız. pazar günü olduğu için keswick- penrith otobüsü iki saatte birdi. 17:03 treni için 16:15 otobüsüne binsek, 2-3 dakikayla kaçırma ihtimalimiz olduğu için, 14:15 otobüsüne bindik; biraz da bir önceki treni yakalama umuduyla. normalde yakalardık; ama o tren rötardan iptal oldu. bize de penrith'te geçirilecek fazladan 2 saat çıktı. keswick'ten büyük olmasına rağmen daha düz, renksiz bir yer. biz de pazar günü açık 2-3 yerden biri olan, kasabanın lüküs otelinin çay salonunda oturup treni bekledik.

*

eveeaat göller bölgesine girişimiz de böyle oldu efem. Fotoğraflar aceleye geldi biraz.

Önümüzdeki pazartesi early may bank holiday olduğu için (adeta hıdırellez) tatil. istikamet Dorset. Jurassic coast konusunda  çok heyecanlıyım. İlgili websitesi şurada, bölge adını milyor yıllık jeolojisinden alıyor (Jurassic, it is). Adanın güney sahilleri; hatta ingiliz ayçiçekleri yazın denize filan da giriyor bu bölgede. Aslında şöyle 1 hafta boyunca tüm sahili gezsek harika olurdu; ama biz şimdilik Swanage'la başlıyoruz. yine kilometrelerce yürüyüş, bol manzara. tabii bu sefer mis gibi deniz kokusuyla - o kısım önemli blogcuğum, deniz her zaman önemli bir konudur.

25 Nisan 2013 Perşembe

2013-2006 = 7.

Yedi. bu blogun yaşı. Çok garip geliyor bazen, sahiden garip. Çocuk olsa, ilkokul yaşı; hatta şimdi iyice düşürdüler, yakında mezun yaşı bile olabilir. Birlikte büyümek mi diyeyim, salyangoz gibi arkada iz bırakmak mı diyeyim, öyle bir şey işte. Okuyanlar da var, o daha da garip geliyor bazen. Mesela nuh nebi'den kalma bi posta yorum gelince. "Ne demişim, bir bakayım" diye okuduğumda. Başkası yazmış o yazıyı sanki; sanki benim o zamanki yaşımda olan biri şimdi yazmış gibi, ben değilim; ama bir ben tam olarak anlıyorum gibi. garip işte.

Neyse, fark ettim ki blogun yaşı benim günlük tuttuğum yaşlara gelmiş. Ben ilkokul 1 öncesinde okuma yazma bilen çocuklardandım; ama sadece büyük harflerle. Sokakta tabela okumak filan harikaydı; ama okulda bir de küçük harfleri gösterdiklerinde çok bozulmuştum. Neyse, onları da öğrendim zamanla. Günlük tutmaya küçük harfleri henüz öğrenmemişken başladım; ama sahiden her gün. Defterim kırmızı- beyaz renkli, italyanca yazıları, kuşlu kenar süsleri olan bir defterdi; sanırım teyzemin eski defterlerinden. Evet, hatta defteri Ankara'da edinmiş olmalıyım ki ilk yazım da Ankara'yla ilgili: "ANKARAYA GELDİK. ANANEMİN KOLYELERİ GÜZEL. KIZARMIŞ EKMEK SEVMİYORUM." gibi edebi eserlerim var. Nasıl da istemezdim okunmasını. kilitli değildi. kilitli defterleri sevmedim hiç. kilit demek, annem açmaya çalışır demekti; ama benim annem açmayı denememeliydi zaten. denemedi de galiba veya ben okuldayken okuyup hiç belli etmemeyi başardı, bilmiyorum. neyse, mantığımın tutarsızlığı defteri köşe bucak saklayışımda yatıyor, o ayrı hikaye.

Sonra kendi hayatım yeterince heyecanlı gelmemiş olacak ki öykü yazmaya giriştim. O defteri de hatırlıyorum, Benetton çocukları vardı üstünde, bir de ufak logo. sert kapaklı olduğu için ciltli kitap gibi gelirdi, kendince bi havası, bi ağırlığı vardı yani. Günlüğün aksine buradakileri ev ahalisine okur, okutur ve hatta teatral bir şekilde sahnelerdim. İlkokul 1den itibaren "küçük kedi mimi", "yaramaz köpek raki", "çılgın tavşan momo" kıvamı, tamamı birbirine benzeyen, başrolünde hep hayvanların olduğu hikayeler yazdım; yardımcı oyuncular da onların insan arkadaşlarıydı filan. 1-2 sayfalık şeyler; ama olaylar hep çok hızlı gelişiyordu ve hep mutlu sonla bitiyordu: Mimi evden sıkılır, kaçar, parka gider, suya düşer, bi çocuk onu kurtarır, çocukla birlikte uçağa binip dünyayı gezerler; ama mimi evini özler, evine döner, ailesini alıp onlarla birlikte gezer (kıssadan hisseleri de unutmuyorum, görüyorsunuz). Bir zaman sonra (okuduğum kitapların da etkisiyle, tabii ki) bu maceralar öyle bi hale geldi ki hikayeleri bitirememeye başladım. Olasılıklar başımı döndürüyodu: Mimi eve gitmemiş? Mimi tam eve dönecekken başına bir şey gelmiş? Mimi döndüğünde ailesini bulamamış çünkü hırsızlar öldürmüş?! O kadar çok ihtimal vardı ki seçemiyordum ve ucu açık kalıyordu. Son satırlarında "Derken" veya "Ondan sonra" filan yazan bir sürü yarım hikaye var.

Bir ara bu defteri ilkokul öğretmenime göstermiş olmalıyım ki daha uzunca (ve çılgın) bir hikayenin altına "Çok güzel olmuş. Doğan Kardeş'e gönder" mi ne yazmış. Pek sevinmiştim; ama tabii ki göndermedim. Öyle şeyler için utangaç bir çocuktum ben, hatta defteri öğretmene göstermem bile mucize. Bu yazıyı sevinçle anneme göstermiş, muhteşem hikayemi birkaç kez daha okumuş, gizlice gururlanmış ve Doğan Kardeş'te yayımlanması ihtimalinin hayaliyle utanmıştım. Bir de tabii niyeyse, hep o öyküye benzer şeyler yazmayı denedim sonra, "onaylı" olduğu için sanırım. Yarım kalanların miktarı iyice arttı böylece (adeta bir yazarın sancıları).

Yer gibi kitap okumam da öyle başladı galiba; ben daha küçük kedi mimi'nin başına gelenlere karar veremiyordum ama insanlar iki yıl okul tatilini filan yazıyordu. nasıl oluyordu yani? Favori kitabım Gizli Ada'yı (Enid Blyton) kapağı parçalanana kadar defalarca okudum. Benim için edebiyatın zirvesiydi o zamanlar. yaşadıkları kasabanın gölündeki terkedilmiş, gizli bir adaya kaçan 4 çocuğun orada kurduğu yaşantıyı anlatıyordu. Kayıklarının arkasına bağladıkları ineği yüzdürürerek adaya götürmüşlerdi, sütünden tereyağı filan yapmışlardı. Rica ederim yani, bundan büyük macera mı olur?! Bir de tabii, ben anca 1-2 sayfa yazıyordum. Kitaplar kalındı, hatta bazısı kocamandı. Hababam Sınıfı, Bir Genç Kız Yetişiyor (A Tree Grows in Brooklyn) filan, okudukça ezildiğim kitaplardı.

Kardeşim büyüyünce ben de hikaye yazma girişimlerimi tamamen bıraktım. Bi kere çok iyi yazamadığımı anlamıştım (kabullenmiştim diyelim), ayrıca ona bir şeyler uydurarak anlatmak daha zevkliydi, illa ki hoşuna gidiyordu. Günlüğüm hep devam etti ama. Bir oturuşa 8-10 sayfa yazdığım ortaokul günlüğüm kara melek senaryosuyla yarışır, zirve yaptığı yıllar. Lise sona kadar seyrek de olsa yazdım, sonrası bölük pörçük.

Neyse  efendim, ne diyecektim? hah, blogun bunlarla hiç ilgisi yok aslında. Ben blogu günlük yerini alsın diye açmadım. Niye açtığım da meçhul aslında, ilk yazılardaki daldan dala halden anlaşılıyor. Sonra su yolunu buldu, ben "haber okuyup sinirini yazarak atan blogır" ekolüne yaklaştım. şehirler, insanlar, okullar, işler değişti. elbet ben de değiştim. tuhaf ama o zamandan beri blogu okuyan az öz çekirdek bir kadro var, onlar hep okudu. "Kafa dengi sanal insanlar" olmaktan çıkıp tanıdıklar, arkadaşlar oldular. Garip şey işte blog, dışında olanların veya sadece okuyucu olanların tam anlayabildiklerini sanmıyorum. Twitter, tumblr filan değil bu. Belki de biraz komün gibiyiz, ondan. Yine de garip bir şey. yazdığın yazı, okuduğun yazı, bunların ucundaki insanların buluşması.  Hayatına dair hiçbir şey bilmesen de / çok da merak etmesen de, fikirlerine dair çok şey bildiğin insanlar olması. Kimi zaman Enid Blyton'la tanışmış gibi mutlu hissetmek.

Laf yine uzadı. Velhasıl, kendi kendime konuşurken, yan odada güzel insanlar olduğunu bilmek büyük bir lüks. Bu da yan odaya selam ve teşekkür yazım olsun; bana o hikayemi Doğan Kardeş'e göndermişim de yayımlanmış gibi hissettirdikleri için.

11 Nisan 2013 Perşembe

sakın sen kuşlara uyma ft. bıngıldak

İstanbul'a yapılması planlanan 3. havaalanının ÇED raporu bakanlık sitesine konmuş. bundaki amaç "görüşe açmak"tır, malum. Şeffaflık, demokrasi ve diğer tüm gençlik rüyalarımızı gıdıklamak için yapıyorlar bunu. Neyse, ilgili haberin tamamı şurda. bence okuyun. üşenirseniz, buyrun:

Hızlıca notlars:
  • 2 milyar 900 milyon Avro harcanması öngörülüyormuş.
  • Yıllık yolcu kapasitesi 150 milyon kişiymiş (kaynak belirsizmiş).
  • ÇED Raporu’nun en önemli itiraflarından biri proje alanının orman göl ve mera alanlarından oluştuğunu söylemesiymiş. Şöyle: %80 orman (arnavutköy kuzey ormanları), %9 göl, yaklaşık %3 de mera.  
  • Yani proje başlangıcında yüzde 90’ı göl ve orman olan bu özel bölge proje gerçekleştiğinde yüzde 90’ı beton olan bir alana dönüşmüş olacak.
  • Bölgedeki madencilik faaliyetlerinin de etkisiyle ciddi bir heyelan ve toprak kayması riski var.
  • Terkos barajı ve Alibey barajı havzasını besleyen çok sayıda derenin kurutulması planlanıyor. 
  • Proje alanında yer alan 70 adet göl ve gölet ise hafriyat yaılarak doldurulacak. İstanbul ve su sıkıntısı konusuna burada girmiyorum; ama anladınız.
  • Tabii ki canım çevre bakanlığı "alanda korunması gereken tabiat varlığı ve sit alanı yoktur" diyerek yine görevini yapmış. iyi ki varlar ve iyi ki her gece huzurla uyuyabiliyorlar da kötü insanların varlığından tereddüt etmiyoruz.
 Ama. ama. esas ama. esas olan biten:

Bölgenin kuşların göç güzergahı olmasının ötesinde, proje alanının hemen yanında yeralan Terkos gölü kuşlar için her mevsim konaklama alanı.

Kuş var orada yani. Binlerce yıldır orada uçup kıta filan aşıyorlar. arada bi durup nefeslenip devam ediyorlar. Binlerce yıldır, milyonlarca kuş yapıyor bunu. Ne o sen kanatlı bi metalde insan uçuracaksın diye, kuşun yaşam alanına göz dikiyorsun.

Rapor kuş türlerinin geleceğini çok dert etmese de, uçuş güvenliği açısından oluşabilecek sorunlara değinmek zorunda kalıyor.

Uçuş güvenliği. İnsanlarınki tabii, kuşlarınki değil. Sizce de çok tatlı değil mi?

Aslında rapor, alınacak önlemlerle kuşları bertaraf etme sözü veriyor. Alınacak önlemler şöyle sıralanıyor; 1- kuşları cezbedecek ortamlar ortadan kaldırılacak, 2-havalimanı çevresine iğne yapraklı ağaçlar dikilecek.

bertaraf? pardon, BERTARAF?! KUŞLARI CEZBEDECEK ORTAMI ORTADAN KALDIRMAK?? Tabii kuş dediğimiz avuç içi kadar olduğu için, "sen kimi nerden bertaraf ediyosun len" diyemiyor. hoş, kuşlar filmini izlemiş biri onların garezinden korkmayı bilir; ama neyse. Bertaraf edecekmiş haspalar. Ona "katledeceğiz" desinler, razıyım. en azından dürüst olsunlar. Bir de "orman ve göl" yerine "kuşları cezbedecek ortam" demeyi başaran adam edebiyatın karanlık tarafına geçmiş bence.

kapanışı daha da güzel:

Rapor projenin sadece yapılacağı bölge için değil tüm kent, hatta tüm ülke için önemini vurgularken, “geniş katılımlı paydaş toplantıları” denilen etkinliklerin yalnızca Arnavutköy  ilçesine bağlı Tayakadın Köyü ilkokulunda yapılan halk katılımı toplantısı ile sınırlı kaldığı anlaşılıyor.

 ay lav çakma işler, ay lav göz boyamalar.  midem yanıyor.

*


Dicle Üniversitesi'ndeki olaylara karşı düzenli bir sessizlik var. Hizbullah niyeyse yeterince "terör" sayılmıyor bu ülkede, domuz bağı normalmiş gibi. Dicle Üniversitesi'nde biri ağır dört öğrenci yaralandı. Polis saldırıya uğrayanları gözaltına aldı; evet, saldıranları değil. Benden daha iyi anlatanlar var, esas onları okuyunuz bence. ODTÜ'yle kıyaslayacak değilim; çünkü burada yaşananlar polis şiddetinden daha derin, daha koyu ve daha pis bir şey.

Tüm bunlar olurken üniversite rektörünün "ama süreç?!" demesi de bir harika. süreç, adeta bıngıldağı kapanmamış bebek; parmak ucumuzla tutuyoruz. oysa parmak ucunla tutarsan düşme ihtimali daha fazla.

Kolombiya'da da var bu bizim süreçten. Üstelik onlar 60 yıldır bekliyordu bunu; 70 bin kişi öldü, milyonlarca insan yerinden edildi. Yılların FARC'ı hükümetle barış görüşmesine oturmuş. Gerçi onlar da işler biraz farklı yürüdü. Bizzat ordu silah bırakma çağrısı yaptı mesela, "noelde evinizde olun" dedi gerillalara. 331 tanesi bu kampanya sonucunda çıkmış yağmur ormanından. Az mı? iki ağaca ampul takmak 331 kişiyi ikna ediyorsa, değmez mi? tabii böyle popülist bir kampanyayla kalmamış konu, görüşmelerde de konuya damardan girmişler: toprak reformu. Haliyle ikna turuna çıkmaya da pek gerek kalmamış, görünen o. 5 madde belirlenmiş, oradan ilerliyorlar (ki çatışmanın durması 3. madde, ilk madde değil). Kolombiya'da bıngıldak o kadar da hassas bir şey değil sanırım.

9 Nisan 2013 Salı

cıvıl

Bazi satirlar, dizeler var kiskandigim. Onlari pes pese dizen ben olsaymisim, aralarindaki o kimyayi ben yakalasaymisim, dedigim. Herkes diyor tahminen. Kocaman bir kasanin sifre kombinasyonu gibi sihirli dizilimler bunlar; celik kasa acildigi an icinden en kiymetli duygularinizin dokuldugu. Her zaman birbirine teget gecen ama bu tegetlik fark edildigi anda aralarinda bir kivilcim cakan kelimeler. Sanki yazan kisi de o koca kitabi bu cumleye fon olsun diye yazmis gibi, o sihirli cumle 40 kat dosegin altindaki bezelye tanesiymis gibi. Sanki tek derdi o cumlecikmis de gerisi bahaneymis gibi.

"Kuslar gibi civildar / tattirdigin acilar" mesela. Okudugunuz an anladiginizi sandiginiz; ama bir saniye icinde asla boyle bir aci cekmediginizi; cunku cekseydiniz zaten bu cumleyi yazabileceginizi idrak ettiren cumle. Ben oyle bir aci cekmedim, beni can evimden vurma sebebi baska. Aci cekerken degil, kus civiltisi duyunca aklima gelen bi cumle bu: bir insanin, su koca dunyanin bir aninda 5 kelimeyle sihir yaptigina tanik olma hali. Abartmiyorum. Bes kelime secip bu cumleye erebilmek, beni sasirtiyor. Ben hala o ortaokuldaki "bunu nasil yazmis, nasil ama? Dusunmus mu, hissetmis mi, hesaplamis mi? Nasil yazar bir insan bunu?" halimle okuyorum boyle cumleleri, mesela az oncekini.

Boyle cok heyecanlandigim zamanlarda aklima edebiyattan nefret eden ve bizi de nefret ettirmek icin her seyi yapan o edebiyat hocam geliyor: sair burda aci gibi olumsuz bir duyguyu, kus civiltisi gibi neseli bir olaya benzeterek...... sizi ters koseye yatirmaya calismistir. tabii canim, ne sandin. bunlari asla kendi hissetmemistir, satis kaygisiyla sinsice hesaplamis, kallesce vurmustur. Sizin hayranlikla tekrar tekrar okumalariniz ona sadece "tuttu bu yontem" demektedir, sair bu sekilde kadin bile tavlamaktadir. Pis şair resmen.

Edebiyat hocam kuslarin sadece neseyle civildadigini sanacak kadar hayattan uzak, hicbir sey sevmeyen bir kadindi. Mutlak memnuniyetsizliginin baska bi sebebi oldugunu umardim; ama galiba yoktu. Yavrusu yuvadan dustukten sonra aciyla şakıyan serceyi filan anlamazdi o. Nasil bir curetse, o haliyle bi de siir okutur, siir anlatirdi. Cezai ehliyet gibi, poetik ehliyet de olsun. Siirden siiri alir, geriye formuller, sinav sorulari, hissiz harf yiginlari birakirdi. Bazilarimiz liseli olmanin o dayanilmaz gucuyle direnir, inadina siir sever, otopsiden hallice sorularina karsi inadina "hocam siirin temasini anlatamiyorum ama kalbim aciyor" filan derdik. O da bizi arabesk civikliklarla suclar, siirin temasiyla oykunun anafikri hakkinda vaaz verirdi.

Ders onemliydi, edebiyat sadece bir ders araciydi onun icin. Biz ÖSS'ye hazirlaniyoduk, o cok gencti. herkes kendini ispat etmeliydi. Ogrenmemiz gerekiyordu, hissetmek veya hele ki hayal kurmak, bir ogrenci icin mesaiden calmakti. Onun da ogretmesi gerekiyordu; turk dili ve edebiyati fakultesinde failatun failatun gunler gecirmisti yuzlerce, bosa gitmemeliydi. o fakulteden bahsederken o kadar nefretle konusurdu ki. ogrencileri ondan daha fazla kitabi, ondan daha fazla zevk alarak ve ondan daha erken yasta okudu diye bile nefret doluydu. sonucta hissetmeyi veya hayal kurmayi zaten evde de yapabilirdik; dersi kaynatmak icin bahane olamazdi.

Hayatimda hic iz birakmamis bi hocayi fazla anlattim. Aslında iz bıraktı: benden o yaşta, o senede edebiyatı zevkle anlatacak bir hocaya sahip olma şansını aldı, götürdü. Neyse, bir baska edebiyat hocasi daha vardi okulda. Ogrencileri aşkla kitap okuyan, kitap konusan, kitaba donusen bi adam. Hic ogrencisi olmadim. Keske universitede olsaydik da dersine gitseydim. Birkac kez sohbet etmistim. Mufredatin zorunlu kitabindan bile bahsederken oyle garip ayrıntıları oyle bir askla anlatiyordu ki. Ne bileyim, hayatinin bi asamasinda gunlerini bahcede gecirip kus civiltilari arasindaki farklari anlamaya calismis biri gibiydi. Bi kere, gulumseyerek anlatirdi. En uyduruk, en kitap sayilmayacak kitaptan bahsederken bile, gulumserdi. Edebiyat veya kitap veya kelimeler onu gulumsetiyordu. Ogretmen olmayi da o aski paylasmak icin secmisti sanki. Ona denk gelemedim ben işte. sonra dusundum, ben kitaplari veya edebiyatı veya şiiri zaten seviyordum. belki de boyle sinir testi gibi bir hocam oldugu için daha da cok sevdim. belki de gulumseyerek konusan hocalar bunlari sevmeyen ogrencilere denk gelmelidir, benden cok onlara lazimdir.

*

yazıyı bi ara telefondan yazıp kaydetmişim (bkz. türkçe karaktersizlik), demin buldum. sonunu getirmemişim; ama neyse, bu haliyle sizindir.

2 Nisan 2013 Salı

tatil baldan tatlı

Efendiiim: Amsterdam.
Yavru vatan Hollanda'nın bize sadece 5 günlük (beş. gün.) vize verişine takılmadan, uzun hafta sonu diye koşa koşa gittik. 2006'daki maceralarımla aynı zamanda oraya giden; ama benim aksime orada kalan arkadaşlarım var. düzenlerini kurdular, yakında vatandaşlık bile alıyorlar. Başka bi arkadaşım sorunca fark ettim ki ben Amsterdam'da hiç otel vs bilmiyorum; çünkü hiç kalmam gerekmedi. Bu da böyle harika bir lüks işte.

Amsterdam, haritasız gezebildiğim şehirlerden. Her yerini çok iyi hatırladığım için değil, tabela ve bilgilendirmede bir Londra olduğu için de değil; ama kaybolsam bile hep aynı şekilde kaybolduğum için. Ayrıca tramvay güzel şey, bir Tube değil, geze geze dolaş, her yol Centraal'e çıkıyor zaten.

 Ne yaptık ne ettik notları olsun bunlar, belki birinin işine yarar. Kilitsiz günlük gibi oldu blog zaten. Müzeler filan yok gerçi, onları yaptık bitti zamanında. Tek bildiğim, Van Gogh Müzesi bi süre tadilatta, oradaki eserler Hermitage'a taşınmış. Keukenhof filan peşindeyseniz, Nisan sonuna doğru en iyi zamanı. hatırladıklarım bunlar.

Neyse: Cuma günü kuşluk vakti uçağımıza binip şehre indik. Hava tabii ki ayazdı; ama güneşliydi, güneş ne güzel şeydi. Dam Meydanı'nda yine o minik lunapark kurulmuş. sonra sola kırıp voltaya başladık. Bi ara minik bi sokakta bi sahaf pasajı bulduk. kitaplar, fotoğraflar, baskılar filan satan 5-6 dükkan. pasajın sonundan Kloveniersburgwal denen (asla bi seferde okuyamadığım) sokağa çıktık (pasaj the book exchange'e yakın) ki kanal kenarı yürüyüş için güzel, kocamaaan bi cadde/sokak. Sonra, Cafe de Jaren'de mola verdik. Hava güneşliyse bahçesine masa çıkarıyolar, içi yüksek tavanlı, kahvesi çorbası güzel, kanal manzaralı bir yer. Masa çok, haliyle biraz bekleyince yer kapmak mümkün. Mola vermelik işte tam. Sonra Leidseplein'a doğru gittik ki zaten Taksim'e çıkmak gibi bir şey, merkez. Orada bir takım içkiler ve diğer şeyler sonrası eve dönüş, neşeli haller, bi ara üst üste çalan şarkılar, renkli videolar filan. Fade out.

Cumartesi ben "sabun alıcam, sabun sabun!" dediğim için (ve esas sabuncu Savonnerie tadilatta olduğu için) Nilsen'e doğru yola çıktık. Ben böyle "x dükkanına/ kafesine bakalım" hedefleri koymayı seviyorum; çünkü o zaman sahiden ara sokak, arka mahalle keşfediyor insan; tabii kastım XXL department store'lar değil. Amaçsız yürüyüşün aralarına mini amaç molaları serpiştirmek, gibi gibi. Neyse, canım Vondelpark'tan geçerek Nilsen'i bulduk, ben minik sabun alıp rahatladım. Harika bir çocuk mağazası aslında, kumaş ve ahşap oyuncaklar, giysiler vs. Oude Zuid denen, şehrin "eski güney" mahallesinde. Cumbalı evler vardı ki meğer Hollanda mimarisine çok yakışıyormuş cumba. Şehrin en pahalı emlak  bölgelerinden. Park manzaralı olan birkaç evi seçtik, "1 kilo sarın, alıyorum" deyip eğlendik

Ondan sonrası 9 streets. Ben pek severim bu bölgeyi. Özellikle Avrupa başkentlerindeki hızla birbirine benzeyen alışveriş caddelerine inat, burada genelde yerel mağazalar ve restoranlar oluyor. ayrıca kanallar zaten pek bi güzel, güneşli, iki adımda bir durup ısınmalık. Prinsengracht'la başlayıp S çizerek dolaşıp durduk. Siyatikle kıvranmaya başladığımda o değil bu değil deyip, screaming beans'e oturduk. Ufak bi kafe (sandviçleri tatlılarından daha iyi); ama esas bir kahve ekipmanı mağazası. Chemex, aeropress, syphon vs ne isterseniz (tabii istiyorsanız) mevcut. Çay da var ve hatta "bu çay tam 2,5 dakikada demleniyor, hepsini denedik, en muhteşem süre bu!" filan diyerek çayınıza dakik müdahaleler yapılıyor.

Biraz şarj olduktan sonra Jordaan'a devam ettik. Cumartesi demek Noordermarkt günü demek. Gittiğimizde pazar toplanıyordu, ucundan kaçırdık. Şehrin en büyük pazarlarından biri, güneşli günler için ideal. Aslında Jordaan demek Winkel demek; yani şehrin en iyi elmalı payı. Bence tam Dudok Cafe tarzı yapıyor; ama Dudok'un Amsterdam'da şubesi yok (Rotterdam, Den Haag ve Tilburg diye biliyorum). Biz Winkel'e selam çakıp pas geçtik, siz gidip yiyiniz. Bence Noordermarkt yakınlarındaki en iyi "güneşlenme spotu" , köşeyi tutmuş olan cafe Papeneiland; ama tabii ki bu muhteşem tespitte yalnız değilim. Ne zaman önünden geçsek kalabalıktı, biz de bi alt paraleldeki Fitch'e oturduk, çaylar biralar. Akşam yemeği öncesi hafif geçtik; çünkü  Amsterdam'da bizi misafir eden kişi, tanıdığım en güzel yemek yapan insanlardan biri. Rakı- balıkta harikalar yarattı ve sabahtan Noordermarkt'a da uğramıştı. Bence yeterince açıklayıcı oldu.

Pazar günü geç bi kahvaltı için toplaşıp Westerkerk'e doğru gittik; bir diğer arkadaş evinde ağırlanmaya. Optimizasyonda bir dünya markası olan arkadaşımın evinin de tabii ki hem kanal, hem kilise hem de Anne Frank'ın evini gören bir köşe daire olması icap ederdi, öyle de olmuş. Geçen turistlerin kafasına fındık fıstık atabilecek kadar merkezi bi yerde. "Amsterdam güneşliyken kim, niye Anne Frank'ın evine gider ki?" diye konuştuk milyonuncu kez. Çok saçma bir kuyruk oluyor önünde. Şunca zaman, bi kere bile girmiş değilim. Evet o kadarı da ayıp belki; ama içerde sadece bir oda var, döneme ait bir dekorasyon vs değil. Ayrıca kitap > oda. Keza Madame Tussauds müzesi. Kim niye saatlerce sıra olur önünde, hele bi de güneş varken? Neyse.

3 evli çift olarak buluşmak çok garipti bu arada. "biz evlendik, aa siz de evlendiniz, e onlar da?!" diye birbirimize baktık. Tam bi evligadın refleksiyle "beyler evde maç izlesin, fiski içsin" dedik, sokaklara attık kendimizi. Birlikte olduğunuz insan ıvır zıvır alışverişi, parça pinçik dükkan eşelemeyi sevmiyorsa (ki ben de 3-5 sonra yoruluyorum), onu sürüklemenin bi anlamı yok; sonuçta o da tatil yapıyor. O yüzden 3 kadın olmak çok işime geldi, doğru Haarlemerdijk. ikinci el mağazalarında en birinci el fiyatı çeken Londra'nın aksine Amsterdam fiyatları gayet makul. Sonra hain kadın Nergiz bize civardaki en iyi çikolatacıyı, çaycıyı, peynirciyi filan gösterdi; ama Paskalya sebebiyle kapalıydı hepsi. Ben de pazartesi günü bir daha gelip çok elzem ihtiyaçlarımı karşıladım. fikir vermesi için: the chocolate company ile günaha davet ve Simon Levelt ile çay saati.

Kaldığınız yer nerde olursa olsun, son gün bavulunuzu Centraal Station'a getirip kitleyin, mis gibi gezin. Her şehirde yapılabilir bu zaten; ama Amsterdam bence iyice bir uygun bunu yapmaya. Bu sayede araya Rembrandtplein, Nieuwmarkt filan sıkıştı. Sonra da uç, kon ve evcağızım, cancağızım. Amsterdam hep bekleneni veren bir şehir; hatta hava güneşliyse siz istemeden beklentinizin üstüne bile çıkabiliyor. Yine pek iyi baktı bize.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker