31 Mayıs 2007 Perşembe

62

hatırla sevgili'yi arada bi youtube'dan izlemenin en güzel yanı okuyucu yorumları arasında bolca

"afedersiniz bu sağcılarla solcuların derdi neymiş ben hiç bilmiyorum, nasıl öğrenebilirim?" diyenleri, "kardeşi kardeşe kırdıran o deniz gezmiş denen çocuk değil miydi?" cümlesini, "vatan haini komünist piçler bu ülke bu vatan şehitlerin kanıylaa..." laflarını, "sen , kime vatan haini diyon len a..cık yaşasın devrim topunuzu sikerim" diyen dilleri görmek.

hani mizah diye bi şi var ise, pıtır pıtır her bi yerden patlamakta.

yakın tarihimi diziden öğrenmekte bi beis görmüyorum, 101.
tarih kitaplarında bi beren saat bulmak istiyorum 102.
dizide arada bi gösterilen gazete başlıkları için çevirmen arıyorum 201.

bilmemek mi ayıp bilememek mi.
bir ülke ki tarih derslerinde kendi tarihini değil, "yıktık modernini kurduk" diye övündüğü osmanlı'nın tarihini anlatmakta. o tarihle ilişkisi de bayağı seçici, yeri gelince 600 yıllık şanlı geçmiş; ama hayır Atatürk hiçbi zaman İttihat Terakkici olmadı, 1915'te bi şi olduysa da o Osmanlı'ydı biz değil.

halka değil fil.

inkılap tarihi dersimiz var bizim, cumhuriyet tarihi değil. zira inkılaplar bitiyor efendim, atatürk ölüyor, boğazlar montrö, hatay, ikinci dünya savaşı'ndan yırtıyoruz vee
alabim alabam kazaam şubudap

tarihler 2007'yi göstermekte, hatırla sevgili o mesut geceyyiii çamların altındaaa-aa verdiğin buseyiii.

sonra işte yabancı bi kaynakta "türkiye'nin 4. cumhuriyet dönemi" lafını okuyosunuz."hö?" di mi. efendim darbeleri cumhuriyet rejiminde kopukluk olarak tanımlayan bazı kendini bilmezler var, ha keza Fransa da bilmemkaçıncı cumhuriyetini yaşamakta ya hani, o hesap.


annem omzumun üstünden bakıp "aa kitaplar 1945 yılına kadar gelmiş, vay be" demişti.

2007-1945= 62.
62 yıllık bi hafıza boşluğumuz var, isteyenler tavşan yapıp boşluğu doldurabilir.

30 Mayıs 2007 Çarşamba

oh be.

2 saat tavanı izle. elindeki makaleyi okuyama, habire cümleler parçalar beyninde dönsün. bi de dibe vuruş, yüzeye çıkamayış hali. son 34 saattir yaşanan.
yılların gevezesi ben, "söyleyemiyorum çatliycam" krizi yaşayayım.
2 saat boyunca tavandaki noktalar, elimdeki kırmızı ispirtolu kalem ve kenarı inatla dallanıp budaklanan ağaç şekilleriyle kaplanmış "Etiyopya'da çevre diskurları değişimi" adlı makale ve yarısı yenmiş dondurma, hep beraber benim beyin-dil senkronizasyonumu beklesin. düşün düşün boktur işin. söyleyememe kabızlığı. akademik kabız. bi türlü doğmayan bebek gibi. fonda sürekli bi "ee yani?" deme hali, fransız aksanıyla. evet evet, aynen o hocacım gibi. gözler baygın, surat bezgin, "ee yani, so vat". defalarca. so vat lan, so vat.

derken bi anda

blööööööööeeeeeğğğğhhhhhhhhh

şöyle bir iki kelime şeklinde dökülsün. pıt pıt.
bakalım. bi cümle kurdum sanki. hatta minik bi paragraf.
speşıl tenks tu turuncu.

aay ay koca deryik, 2,5 yaşında konuştun. 20 yıl sonra o gün, ilk kez düşündüğünü cümle haline getiremedin. çatlayana kadar düşündün, son 34 saattir. cümlenin çıkması 2 saat sürdü. vay be. acaba ilk cümlem neymiş? onda bu kadar zorlandığımı sanmıyorum. ebele gübele, gev gev bi şiler demişimdir. anneler anlar zaten hemen. oh mis.


reklamlar devam ediyor, yayına geçmedik.
bu bi hafta sonraki bölümün fragmanı.



yüksük makarnadan kolye yapan çocuklar var mı acaba hala? suluboyayla boyarsın, kurumasını bekleyemeden boynuna asarsın bi heves, giysin boyanır ama sana ne. mis gibi yahu. örtmenin önlük giydirmişse artı puan, önlük parası topladıysa eksi puan. artı eksi nötr. ööle işte.

29 Mayıs 2007 Salı

dank

dibe indim boy verdim.
yerin dibine ama, böyle 77 kat falan.
"burası boy" dedim, onu bile duyuramadım.
hayır beklenen bi şi idi de, yüzeye çıkmiym diye başıma basılması zor oldu biraz.
ha suratımdaki ifade daha ziyade "madem dibe indikçe iniyorum bari burnumu tıkiym" şeklindeymiş, görenler söyledi. şık ama di mi?

blog reklam arası veriyo.
özeti budur.

arada bi ölmedim derim işte. bi haftalık tıp.
iş resmen kendimi ispat inadına dayandı. kendimi kendime ispat.
sancılı olsun, bizim olsun. son dakikacılık bu. yıkıp yeniden inşa. dank ediş.
dannnnnkkk. idrak.
seviyorum aslında bu halleri, neyse...

arşiv sizlerle... eski bölümleri yeniden yayınlanan diziler gibi.

28 Mayıs 2007 Pazartesi

sen anla

pıst QM, reçel. mardin'den yolla diye tuttururum görürsün.

bi nergiz bi ben bi hulusi bi de penguen. gurbetçiliğin son aşaması: elinde penguen görünce gözü dönen, bi anda gülümseyen insanlar evet. huşu içinde okumalar. ehehe evet, sırf o halinizi görmek için yaptım iğrencim. yok yok maksat paylaşım. aa tori amos bileti evet.

emir bey gezip gezip anlatmakta ben açıp açıp okumaktayım. mazoşizm 101.

evren beni çimlere götürücek, çünkü ben sunumu hazırladım, yarın da yapıcam kendisini, biticek.

bizim için ayran neyse endonezya için soğuk yasemin çayı o: en baba marka Tehbotol. adı güzel, tadı biraz yoğun; ama sevene muhteşem. ben tehbotol gördüm. odamın tehbotolü var. ayrıca kendisinin üstünde ASLI yazıyo, "aslı gibidir" demekmiş hatta. yaa yaa bi dünya dili olarak türkçe.

bugün süpermarkette şu jetonlu oyuncak arabalardan vardı, hani çocuğumuz mızmızlanınca oturtuyoruz, gerzek yerine koyuyoruz kendisini "vvıınnn vınnn gidiyosun baak vııınnn iihihihi" sesleriyle. işte 4-5 yaşında bi çocuk o şeye oturdu, çalıştırdı ve beni kesti. "atla gidelim" diye baktı yemin ederim. utanınca da yüzünü oturma yerine gömdü, burnunu çarptı çünkü o bi yastık değil plastik. acıdı; ama çaktırmadı, ben de bu "çarpmadım, kokladım kendisini, hımmm halis deri evveaat" mimiğini takdir ettim, gülümsedim, kalktım gittim. halbuki o bankta otursam o dutch ben turkse, anlaşırdık belki. ama yok, illa ki bi yetişkinlik yapıcam çocuğu orda öyle bırakıcam. bok var.

burda bisikletlerin üstü her boy ve ebatta çocuk için oturma yeri dolu. işte o çocuklara gülümsüyosunuz, bi kısmı dil çıkarıyo, bi kısmı el sallıyo, bi kısmı da anlamayıp boş boş bakıyo. çok eğlenceli. havalar ısınsın yol kenarında istatistiki veri toplama hayalim var.

zaten tek hayalim eskisi gibi lüzumsuz işler müdürü olmak.
kalk gidelim de saraylı
bak dikiz aynam kalaylı
gel bigel bigel bigel koynuma

ne demiş Direc-t zamanında?
deryaaaa deryaaaaa deryaaaa anlasanaaaaaaaa...
evet. tavuklarla, hımm.

imdat

şimdi efendim, ben aşağıda metodoloji diye kipling şiiri koyduğumda şaka sananlar olduysa, ciddiydim. yarınki sunumda göğsümü gere gere "ne makale var ne kaynak, bi kipling var ki tek geçerim" diycem. onlar da "kızım sen master'ı bırak, git 5N 1K ekibine katıl" diycek. the end.

yok hayır ben ufak bi çökme yaşamıyorum. 5 sayfanın yarısını "case study" açıklamasına harcamış, yarım paragraflık metodoloji kısmında "allaha emanetim" mesajı vermiş; ama yine de "ofofofofof dizayna gel beea hey yavrum sen akademik mi doğmuşun nedir yaaau" diye yollamışken, iki ayrı kişinin nerden geldiğini bilmediğim bi dizaynı kullanarak 11 sayfa yazdığını ve case kısmına sadece 1 sayfa ayırıp geri kalanını metodolojiye adadıklarını gördüm. ha benim metodoloji kısmıyla "muhtemel sorunlar" kısmı eşit uzunlukta. yani olan metodlarımı da yarı yolda çürütüyoruz, vaays.

tez yazıyoruz. amaç analiz. di mi?
bende metodoloji 10:1 oranında var, arkadaşlarda 11:10.
gülmeyin, çok pis dalarım.
zira, arkadaşlar yatıp kalkıp bi 22 sayfa daha yazarlarsa tezleri bitiyo. ben anlamoor.



şu an sunum slaytlarını hazırlıyorum. mevcut dizaynı kullanmayan, kalıpları sarsan aykırı kız imajına yatırım yapıyorum. hocam eğer bi şekilde google'dan bu sayfaya geldiyseniz nolur gidin, açık seçik söylenmek, sinir krizi yaşamak istiyorum. ayrıca yarınki tartışma grubumu azra akınlı bi bodrum afişinin altında kollarımı açmış "türkiyeye hoşgeldiniz!" diye sırıtarak tavlama fantezim var. evet evet, hatta lokum falan da dağıtabilirim. mehter.

bi yandan da 5 yıldır sırtımı dayadığım akademisyen psikolojisine yatırım stratejim tutarsa 11er sayfadan aynı dizaynı okuyan ve beyni süngere dönmüş insanlara "az olsun öz olsun bizim olsun" sevinci yaşatıp artı puan toplayabilirim. türküm kolaycıyım çok pis yırtarım, 7 düvelin aklı şaşar.

zaten şekilciliğimi seveyim, içerik %50 kısılmış durumda ya, başlık göz alıyo, reklamcı olacam sanki: Torba Koyu ve Salih Adası Vakası: Türkiye'nin Çevre Politikalarındaki Balıkçı Düğümünün Tezahürü* . biliyorum, türkçesi gemici düğümü; lakin ingilizcesi balıkçı düğümü, konumuz balık çiftliği, anladın sen. geçici mi kalıcı mı belli olmayan bi başlıkcağız.

şu iş yarın 1 itibariyle bitsin, ne kadar mail varsa cevap yazıcam söz. pıst bap, evet sana :)

türk pop kitlesinden de şöyle dım tıslı, "aslansıııın kaplansıııın, gönülleriiiiin sultanısııııın" sözlü bi şarkı istiyorum, döne döne çalsın gaza geliym, derhal üretile. böyle futbol marşı falan da olabilir. ceddin deden ya da eye of the tiger işe yaramıyo maalesef. oya bora dinlemekteyim ısrarla, bi nevi ana rahmine dönüş sendromu galiba. bu bitsin "kimseye etmem şikayet" başliycak. ağlarım kendi halime.
ara gaz vermek isteyen varsa, hemen derhal.

not: bugün yağmur yağdı, güzel ve ince. benim bi tane şeffaf, kubbe şeklinde şemsiyem var, dolaştık azıcık kendisiyle. mutlu bi şi.




*Torba Bay & Salih Island Case:
Manifestation of the Fisherman’s Bend on Environmental Policies of Turkey

27 Mayıs 2007 Pazar

metodoloji

26 Mayıs 2007 Cumartesi

tıkanç

içim dışım balık bö. evet. iki gün daha... gugıl benim için bi nevi sharlock holmes oldun artık. meclis tutanağıymış, üretici şirketin ÇED raporuymuş, fish farming international dergisiymiş, heheyt. hadi okuyun sıkılın.

uzun uzun anlatılacak bi konu aslında. dışardan bakınca kafayı balıklara ve balık çiftliklerine takmış biri olarak çok ot görünüyorum galiba. hatta sıkıcı mıyım yoksa takıntılı mıyım diye de düşündüm, neticede kültür balıkçılığı dergilerine abone oldum, yatırım kararlarını ve devlet teşviğini günü gününe takipteyim. galiba giderek takıntı oluyo.

özellikle danıştay kararıyla çiftliklerin taşınmasına dair tebliğ iptal edilince.

yan sektörleriyle 25,000 kişiye istihdam sağlayan, tek koydaki 24 çiftlikle nerdeyse bodrum'un bi yıllık turizm gelirini getiren bi sektör; AB'ye satabildiğimiz tek hayvani ürün olan balık. bu ihracatın %50'sinin haritada zor görünen bi adadan yapılması.

turizm yatırımları desen, onlar da bissürü bissürü. yat kalk parselle. fantastik "flamingo yetiştirelim turist gelsin" sayıklamaları falan, şaka gibi... betonlaşmadan tatil yapamıyoruz ishali.

bunların ortasında tarafların "yok en çevreci ben, bak otelime gelen adam pis denizde yüzsün ister miyim, aptal mıyım" ile "ı-ıh en mis kokulu ben, deniz pis olursa balığım ölür bi kere" savunmaları... "çevre"nin rant kavgasında meşruiyet sağlama aracı olması. politikalarda önce "turizm ve döviz" daha sonra "ve tabii çevre ot böcek bok püsür" denmesi. herkesin ama herkesin çevreyi ikincil görmesi. birinin de çıkıp "kardeşim sen betonla ben yemle sıçtık bitirdik şu koyları, basıp gidelim yahu" dememesi. yes, i do imagine. mucuk.

iyiye alamet olan şeylerin fantastik girişimler, popülist politikalar olduğunu acıyla anlamak. gerçekleşmesi imkansız hayallerin ortasında "kıyı yönetim planı" yapmayan tek ülke olduğumuz için sürekli sektörler arası çatışma yaşamak. kaçak çiftlikler, ihracat, köydeki balıkçılar ve bi zamanlar temiz deniz. 4 bakanlık, bolca iyi niyet; ama sıfır icraat. Boğaziçi köyü (resmen kan çekiyo ben napiym),eski adıyla Bargylia (kazılar varmış bu arada, pışşt)... protesto için yol kapatan köylülerden deniz ulaşımıyla kaçan bi tarım bakanı. şaka gibi di mi.

bi yerde hep bi tıkanıklık.
lavabo aç. lazım işte. föööş diye dökücen, oh mis.

bu yaz boyu tek tek "nereniz tıkandı şeker" ropörtajları. nen var kujum. onun öncesinde (heheyt 2 gün sonra) bi sunum ki şu an sadece incelenecek vaka var, metodoloji, teori yok. fos. oku deryik, oku. yunanistan vakası benzerdir diyodum onlar iyice vahim, kültür balıkçılığı yaptıkları halde yasa tanımıyo böyle bi faaliyeti. tonlarca kaçak üretim. şaka gibi.



bi de böyle minik yavru balıklar, mikroskobik şeker şeyler.
neden bilmem, piri reis haritasına benzettim.

ta taaaa.... hala sıkılmadan buraya kadar okuyan varsa, brafoo brafoo..
sizi denedim gençler, mil mersi.
önümde açık 13 pencere var, içindekileri hala okumak istediğimi dehşet içinde fark ediyorum. fena sardım. özge duy sesimi, afrikalı çocuklar olmasa da muğlalı balıklar şimdilik. kıyın kıyın, bi yerden başlamalı, di mi ama.

25 Mayıs 2007 Cuma

kalabalıklariçindeyapayalnız hissiyatını (bkz. şekil 1-A) aştım galiba ben. bissürü yalnız oturuyoruz işte, kalabalık diye bi şi yok... olduğunu söyleyene gülüyorum. ha angut olanımız var, dahi olanımız var, hayal aleminde yaşayan, havadan nem kapan, yüzüne tükürsen "yarabbi şükür" diyenimiz... var. ama kalabalık yok. yalnız yalnız sıkılınca birlikte içip bi gülüşüyoruz, sonra nokta.

yaşla geçiyo galiba.

"şehir insanının modern buhranları" da ayrı bi gülme konum, ha keza şehir insanıyım evet, buhranlarım da var; ama ne biliym işte... yok yok "rahat batması" olarak görmüyorum pek... ama niyeyse böyle bi "benimki en bi buhran, şimdi dolabıma saklanıcam, hadi yokluğumu fark edin ve tam ben gözyaşımı silerken beni bulun, ben kırmızı gözlerimle size bakıp 'biir kedim bileeğ yoğğk' diym" hali.
ben de yapıyorum ve komik. napiym öyle. komiğiz işte.

şu an aşağıda "african union" partisi var, niyeyse latin çalıyolar. ortada da zılgıt çeken bi balkan kızı var. ben bunaldım. terasa çıktım. terasımızdan tipik bi avrupa şehri görülmekte: en yüksek bina şehrin merkez kilisesi. ben ufukta bi kızıllık, bi adalar görmek istedim. bi kez daha zılgıt çekerlerse gırtlaklarına basmak üzereyim, beynim yoruldu. oysa orda olsam gülecektim. komik. captain black var, iyi ki. okuldan 13 kişi istanbula gidiyo yarın. ne komik... istanbul'a "gidiyo". gelmiyolar, gidiyolar. zira ben istanbulda değilim. eskiden insanlar istanbula "gel"irdi. şimdi gidiyolar. ben? teras.

bugün ekşili köfte, patlıcan kızartma (tabii ki sarımsaklı yoğurt ve salça ile) ve domatesli pilav menümüz vardı efendim. afiyet olsun.

çeviri yaptım diye verilen hediye kuponuyla ya şampuan ya da ipod alabiliyorum. galiba ipod daha iyi bi seçenek. sonuçta saç çok ama yıka yıka nereye kadar, di mi.

bugün en çok güldüğüm şeyi sizlerle paylaşiym efendim:



hı hı evet benim, hı hı evet evet, oldu öptüm baaay.

bi de aklıma geldi, manhattan transfer- operator. güzel şarkı, arayıp bulun. "operator, give me jesus on the line" diye gider. komik. manhattan transfer güzeldir zaten.

yok ben bugün en çok "hamamda yüz masajı da var mığ" diyene güldüm, çaktırmadan.

şimdi ben teras boşalsın diye bekliycem. kat kat giyinicem; çünkü rüzgarlı. ufukta ışıklandırılmış gotik bozması bi kilise olucak, aşağıda dım tıs bira sarhoşları. ben kendi kendime söyleyecek şarkılar listemle terasımda...
evet evet, ipod iyi fikir. tamamen izole olalım anasını satiym. kent taç dis.

24 Mayıs 2007 Perşembe

muğla

valla çok memnunum halimden. söyleniyodum falan; ama e-devlet oluyoruz sanki. yok hayır muhtıracıktan bahsetmiyorum, bu başka...
oturduğum yerden "çevre ve orman bakanlığı muğla il müdürlüğü il çevre durum raporu 2003" belgesine ulaştım... kocaman valla, tam 7 MB. döne döne okuyorum. sonra tebliğler buldum, tebliğlere tebliğler buldum. ne güzel yahu. il müdürlüğünün sitesine üye oluyosunuz, "meraba deryik" falan diyo. heyecan bastı. çılgınca evrak. aslında sahiden, belediyelerimizden habersiz yaşamakta bi beis görmüyoruz; ama bi tuhaf bu. kaçımız muhtarını tanıyo ki gençler? politikseniz en minikten buyrun böyle.

sonra efendim.... Muğla il sınırları içinde Türkiye Çevre Koruma Bölgeleri'nin %30'u, 141 arkeolojik sit alanı ve 45 doğal sit alanı varmış, evet. misal, balık çiftliklerine ev sahipliği yapan güvercinlik ve salih adası. evet evet, 3. derece arkeolojik sit alanı olması bi şi ifade etmemiş... Benim ufacık Torbamdaki Gebe Kilise Tümülüsü'nü biliyorum diye sevindim. harabeden bozmadır; ama çok zariftir kendisi. yavru kedilere ev sahipliği yapar bolca.

sonra sadece Bodrum merkez sınırları içinde 'dünya kültür ve tabiat mirasının korunması sözleşmesinde yer alan "Kültürel Miras" ve "Doğal Miras" statüsü verilen kültürel, tarihi ve doğal alanlar'dan tam 15 tane var. ne halde olduklarından bahsetmek istemiyorum şimdi; ama var işte. Datça 9, Fethiye 16, Marmaris 12 tanesine ev sahipliği yapıyor. hani her şeyi bırakıp muğla iline adasak kendimizi, şu hayatta bi şi yapmış oluruz sanki.

İçinizi acıtabilir miyim?
Gölköy- Türkbükü, yeni adıyla Göltürkbükü (ki ben asla göltürkbükü demiycem oraya, kazulet bi isim), 1. derece Arkeolojik Sit Alanı. statüsü kısmında "yerleşim içinde" yazıyor-- işgal altında yazamamışlar. eskiden ufak kibar iki koydu bunlar... şimdi denizi sintine basılmaktan girilmez halde. o koylar öldü. beyaz, parlak, eller havaya,buzlu mojito, happy hour oldu hepsi. çiçek dolması yapan yer kalmadı. öyle işte. ne gerek vardı ki? torba'da tutunamayıp gittiklerinde gölköy'e saracaklarını nerden bilirdim? atilla atalay geliyo aklıma, civciv kutusu. öyle işte yine... bissürü beton site. üst üste, yan yana.

türkbükü eskiden turkuazdı, manasız bi bok kokusu ve petrol tabakası yoktu denizinde. kim fark etti ki? zaten gelenlerin çoğu "göltürkbükü"ne gelmekte, biiçte bol makyajlı ve fönlü oturmakta, hepsinde bi "azıcık yırtsam sosyeteyim şerefsizim" süzülmesi. yüzme bildikleri bile şüpheli.;sıcak basarsa duş altında mayo düzeltmece oynuyolar. bu adamlar mı fark edecek denizin gidişini? hırrr... diş gıcırdatırcasına, evet. "türkbükü" diye gelen 3-5 kişi de valla arada kaynıyo, üzgünüm.

nedir yani, içine etmeden adam gibi eğlenmek çok mu zor? bende sinir yapıyo. ilk başlarda bi dereceydi de artık iyice suyu çıktı. "15 gün tatilim var hiç takamam"cılıktan da bıktım. köyün yegane iş yapan "köylü" işletmesi Hacı'nın Yeri, otlu börek yapıyo diye niyeyse "otantik anadolu mutfağı" muamelesi görmekte, nefesim kesiliyo... gözüm gibi kıskandığım koylara elleri değmedikçe seviniyorum her yıl. 22 yaşımda yazdan yaza yok olan koylar izlemekten bıktım. bi zahmet istanbuldan yatırım gelmesin. zira eylül dedi mi fırr tüyüyolar, seneye el değiştirip yine kar derdindeler. turizm yatırımı falan da değil yani. bi de o küçücük limanda haftalarca, aylarca teknelerinde kalan züppeciklerimin üniversite diplomalarından konfeti yapıcam. "sintine basmadan gemiden atık boşaltmanın 1001 yolu" isimli eserlerini de ilgiyle bekliyorum.

***

balık çiftlikleri taşınıyo. Haberlerde hesap hatası var, Türkiye genelinde 166, muğla'da 83 çiftlik taşınacak. muğladakilerden 70i başvurmuş bile, tek sorun yer göstermek. sevindim. mutlu bi tez yazmak üzereyim galiba. artık "burası özel mülk hööyt" diye elinde silah, koy ağzında beliren yarmacıklar, yağ kaplı, pislikten yoğunlaşmış o denizde üremeye çalışan balıklar olmayacak.


manyak oldum kuzum. www.yesiller.org
yesiller partimiz var imiş. buyrun burdan.

yol

ankara ulus...
aramda yaklaşık 3000 km mi ne var.
ailemle.
düzenli aralıklarla bomba ihtimalleri, medyada yer almayan ses bombaları, sahte ihbarlar falan duyarak büyüdük... büyüdük neticede, çok şükür di mi ey kuşağım? ankara'da ana caddelerde "ya bomba konursa" diye çöp kutusu yoktur kuzum.

bazen de patladı işte, yakınlarda yanı başlarda, istanbullarda.

"insan bi arar 'iyiyiz bi şi olmadı' der" diye sitem ettim ben. bizim için ne normal di mi?
"kızım hayattayız, iyiyiz hepimiz" desinler istedim, demediler diye kızdım. annemin panikle beni aradığı, "şişli diyolar derya" diye telefonda ağladığı anı hatırladım. sonra yaralı listeleri... 90'dı şimdi 121 diyolar. yaralı listelerini okumak... biraz mazoşistçe belki ama o insanlara birer isim vermek gerek her defasında. bunca zaman istatistikten nefret ettiysem isimleri alıp insanları sayıya çeviriyo diyedir.

bombanın analizini yapsak yaparız elbet...de... istemiyorum ben. düşünmek istemiyorum. düşünsem neler bulucam biliyorum; o yüzden şimdi değil. biraz köşeme çekilip nefret etmek istiyorum bütün yetişkinlerden, sürmanşet haberlerden, fotoğraflardan.

***
Dün kitapçıdaki gez kitapları rafına takıldım. 2 saat falan kalmış olabilirim orda... her zamanki görev bilinciyle "türkiyeyi nereye koymuşlar" diye baktım, bu sefer akdeniz ülkesiymişiz. sonra raflar boyu, kıtalar boyu tek tek baktım. ne çok gezilecek yer var, yenecek yemek, dinlenecek müzik... viyana var, sonra mesela nairobi var, lima var bi de. sonra bi hüzün çöktü, bi ömür yetmeyecek ben ona yanıyorum. bi yandan da işte, yasaklanmadan önce sedir plajı'nda güneşlenmişliğim var, bu da bi şi di mi.

bugün hava güneşli ama sanki siyah bi güneş.

23 Mayıs 2007 Çarşamba

kırmızım mor

hani bi zamanlar bahsetmiş miydim sanki, kırmızı şapkalı, mor elbiseli kadınlardan... "when i am an old woman, i shall wear purple". şiirin adı warning. buyrun burdan okuyun. "yaşlı hakları" literatürü var ya, en şirin kısmı bu.

kabaca soldaki gibi görünüyolar. aynen budur görüntü, bazen bi de kırmızı ötriş oluyo boyunlarında. zaten bu bebeği bulsam alıcam.

bi masa dolusu tonton teyze, mor bluz ve kocaman kırmızı şapkayla pizza hut'ta sınırsız pizza yiyordu, az önce gördüm.
camdan el sallamakla içeri girip "böyle yaşlanıcam ben deeeee" demek arasında kaldım, elim kolum doluydu zaten, biriyle göz göze gelince gülümseyip başımla selam verdim.

oysa


"ben size gülmüyorum. ben böyle olmak istiyorum, ben sizi biliyorum, niye böyle köyün delisi gibi oturduğunuzu da" demek istedim. bilmem, belki anlamışlardır. Hem benim Sabuş'um var. şapka sevmez ama yani eşiktedir, bilen bilir. moru sever, kırmızıyı da.

boşuna tante rosa'yı okuyun demiyoruz heralde.
ne demişti sevgi soysal tante rosa için?
"bütün kadınca bilmeyişlerin tek adı". ah rosa canım rosa.

neyse işte....
Ben demin çok mutlu oldum da. ondan...

22 Mayıs 2007 Salı

ing

ingilizce bi kelime seçmem gerekse, hani defalarca söyleyceksin, bi tane kelimen olacak, bi nevi ekho laneti deseler...

oblivion.

oblivion'ı seçerdim. hatta tek geçerdim. bi kere anlamı güzel.
hem şarkısı var da macygraysöylüyor: oblivion.kasedi vardı bende, kasetli zamanlarda.

oblivionoblivionoblivionoblivionoblivion...
böyle eriyen tereyağ yumuşaklığında biraz şeker tadında... sanki son damlası da eriyince "oblivion" diyen kişi hakikaten unutacak. bi de şiiri vardı.. adı ispanyolcasından: Olvido . ahmet muhip dıranas. hoyrattır bu akşam üstüler daima. uzun bi şiir ki arada şöyle der:

Dalga dalga hücum edip pişmanlıklar
Unutuşun o tunç kapısını zorlar
Ve ruh atılan oklarla delik deşik
(...)
İnsan, yağmur kokan bir sabaha karşı
hatırlar bir gün bir camı açtığını,
duran bir bulutu, bir kuş uçtuğunu

ve şöyle biter şiir:

Amansız gecenle yayıl dört yanıma

Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.

sahi, yayılgan bi kelime oblivion.
kendisini seviyorum.
oblivion isimli bi fotoğraf olsa da seyretsem.



unutacak bir şeyim de yok oysa.

okuyacak bir şeyler arayanlar için

Sonradan onunla birlikte tahliye olan gençten öğrendik ki, onları Siirt'teki sivil cezaevine götürmüşler. 'Eğer beni hanımımla, çocuklarımla konuşturursan ölmediğime inanırım' demiş. Cezaevi müdürü de telefon etmelerine izin vermiş. Genç, Salih Amca'nın evini aramış, karşısına hanımı çıkmış. Telefonu Salih Amca'ya vermiş. Salih Amca, hanımına 'Ben sağ mıyım, ölmedim mi?' diye sormuş. Ve ahize yere düşmüş. Salih Amca, içerideki vahşeti görünce, oradan sağ kurtulacağına inanamadı. Sağ kurtulduğuna inandığında ise buna kalbi dayanmadı.

ikinehir size linkleri sunmuş, benden de ona link.

21 Mayıs 2007 Pazartesi

kısa

yıldırım türker bir tür "bugün hangi hissiyatı özetlemiş" kalemi diil midir? öyledir. bi de zaten muzur gamzeli bi fotoğrafı vardır köşesinde, hafif şaşı mıdır ufka baktığından mıdır bilinmez, ayrıca bi severim.
Diyarbakır Cezaevi nedir, orda ne olmuştur bilmeyen özet okusun yine: 101 tadında. bizim bilmemizi istemeyenlere inat, görmek duymak ve konuşmak için. okuyacaksınız ama sonuna kadar di mi? aceleniz yok. 5 dakika sürüyor. hız fetişine gerek yok. dünya bekler.

geçmişin geçmediğine en basit kanıt ne biliyor musunuz? bütün dünya 68lilerle yetinirken biz bi de 78liler tanıdık. ah hatta monşer, 2008liler'in eşiğinden döndük falan fülün. yüzleşmeyince geçmiyor.

ha bi de balık çiftlikleri son haber: çiftlik sahipleri eylemde. adama derler, "italya'nın neresi, kaç km açığı, turizm bölgesi mi, AB düzenlemelerinden naber, size verilen 1.5 yıllık süre neye yetmiyo, bakanlık 1100 m açığa gidin dedi, nesi anlaşılmıyo" vs vs... tezimde mesele "balık çiftliklerinin son hali nedir" değil tabii, devlet politikası kısmı. ve inanın, başarılı bi politika görmek istiyorum ben. umudum var. Pepe'den yana.

zaten nolduysa MFÖ yüzünden.
bi kısmımızın hala umudu var, isyan etsek de istediğimiz kadar.


not: bi de Aloş'u (ali teoman germaner) bilmeyenler; ama çağdaş türk heykel sanatını merak edenler için duyuru: iş sanat kibele galerisi'nde sergisi varmış.

20 Mayıs 2007 Pazar

huşu

efendim huşu içinde izleyin, bilmeyenler öğrensin, bu zatları canlı kanlı izlemişliğim var, evren bizi çimlere götür.... ben okulu özledim.
tatatataaaa furkan ve metehan :

19 Mayıs 2007 Cumartesi

öcü böcü

BÜFK haberleri dolmuş yine ortalık, burdan bööle ağzım açık mana veremeden izliyorum, hatta komik bazen. ikinehir bolca yazdı, bi link de benden. hepsini okuyun ama. hepsini okuyun ki medyanın ana arterlerinin tıkanıklığını görün. bir canavar yaratmak 101.

sanattan korkmak ve sanatla korkutmak çok komik bir şey. gerçi aynı zihniyet karagöz'le hacivat'ın başını vurdurunca filmde ağladık kardeş kardeş. Nedir korkutan? bunların düşünülüyo olması mı, açıkça sahneye konması mı? bir sürü itiraz gelebilir. takdir de gelebilir. küfür de edilebilir bünyeye göre... ama daha kabuklaşmış bi sorun var, mesele itiraz değil, onun yöntemi. neticede bunların hepsinin temelinde şunu görüyoruz: üniversiteler hala özerk değil evet; ama olmasını isteyen de azınlık. halk "polis nerde önlem alınsın, kafa göz dalınsın" diyebiliyor hala. yani biz hala üniversite özerkliğini beklemekteyiz, bekleyelim de gelsin. YÖK biz seni sevemedik, yalancı aşık ayağına yatma.

BÜFK alancı bi kulüp, bilmeyen öğrensin. neye şaşıyolar anlamıyorum. alancı kulüplerin başının ezilmemesine mi? oh la la, evet biz nedense kafa göz oyan bi üniversite olamadık, gönül isterdi ki bi güzel sanatlar fakültemiz olsun, sanattan iyice korkalım, nü modellik yapanları tenhada bıçaklayalım. yok işte. ya da küpeli kulakları yırtalım mesela, ı-ıh o da yok.

ama hiç üzülmesinler yeğenim, ülkü ocakları boğaziçi şubesi benim kulübümün altında faaliyet gösterirken aynı kulübün "küba dostluk komisyonu"na bıçakla saldırabildi zamanında. ve nedir, suç teşkil eden bu vaka da uzadı uzadı sündürüldü, bi şi çıkmadı. alt komisyonu kapadık diye alkışlandık evet; ama kulüp içinden akıl almaz itirazlar geldi, uzun hikaye. ha o bıçaklı arkadaşa noldu derseniz... iyi işte nolsun, sağlığınıza duacı. ah ama medyacım atladı bu hikayeyi, üstelik kampüs inim inim inlerken protestodan. aynı zat dergilerde "boğaziçi'ni de fethedicez" ropörtajları verip matrix gözlüklerle sırıtırken. ah 3 maymun gazetecikler, siz anca çimlere otururken yastık yapılmak için alınan 30 sayfalık yığınlarsınız, üzgünüm.

ha bütün bu olayların ortasında sakince "e ne olmuş ki anlamadım ben" diyen bi grup manyak mıyız bilmiyorum; belki de sinirleri alınmış lapa ete döndük biz. niye her şeye ciyaklamıyoruz? "hiiiii biji dediii küürrrtt!!!!!" diyemiyoruz yahu! ay niye kıyamet kopamıyo bu okulda??? ay nasıl olur, insanlar "üniversitede faşo istemiyoruz!" mu dedi??? valla ilkesiz kemiksiz olmuşuz şeker, bu kadar yüz verirsen tepene çıkarlar monşer, niye kan kusmuyoruz bunlara?

***

asıl şok yaratan bunun boğaziçi olması mı? güvenli liberal kalecik mi yıkılıyo? saatli binanın "munzur özgür akacak" dediğini görmemiş gözler var hala, kantin baskınını. korkmayın dostlar, çimler hala tepkisiz çoğunluğa ev sahipliği yapıyor; o çoğunluk ki yurtlarla/yemekhaneyle ilgili imza kampanyasına bile imza atmaz "annem başına iş alma dedi" temkinli korkaklığıyla.... 2 sene sonra yumuşar biraz. hep anlatmaya çalıştığım "şahit yazarlar fobisi"ni biraz aşar belki o çimler.

Ama okuluna polis sokmak istemeyen bi rektör vardı bi zamanlar, şimdikini bilemiyorum. hoş şimdi de öğrenciler sokmuyor. bu ünversite özerkliğinin onurudur, çiğnetecek değiliz. her rahatsız olan "ahanda polis ezse başlarını" diyemez üniversitelere. havadan nem kapmaya gerek yok.

ha aynı şekilde kampüsteki başörtülü öğrencileri her eylül ayında "ne hissediyosunuz aceba" diye kıstıran medyacım enteresan öyküler çıkmıyo bizim kampüsten maalesef, kimse onlara saldırmıyor. ve işte aynı üniversite özerkliği yine bu. kürtlerle örtülüler yuvası boğaziçi görmek isteyen buyursun görsün; ama en azından kimse birbirinin gözünü oymuyor, manasız diş bilemeler yok. nefret edemedik.
ha herkes aynı fikirde değil tabii, kutuplaşmalar çok. tercihen yani: koyun sürüsü bi kafa sallamaca istemiyorum ben kampüste. türkçülerin faaliyetlerini öğrenci dekanına karşı savunmamı başka türlü açıklayamıyorum zira; herkes konuşsun. konuşabilsin.

Sanat bayramı yapan okullar sanattan korkmaz. iyi ki de korkmaz. sanatla başa çıkamayıp silaha sarılana inat, boğaziçi böyle manyaklar kalesi olarak dirense keşke, yeterince manyak olabilse... daha değil. ha BÜFK'ün kulüpçülük anlayışına dair itirazlarım olsa da, faaliyetleri için tam destek. sanattan korkmamak ne peki? saldırmamak işte. adam gibi oturup konuşabilmek. boğaziçili kurtlarla kürtlerin aynı masada kafa göz yarmadan tartışabildiğini gördüm ben; küfürleşmediler bile. kimse de bu işte bi terslik görmedi. romantizm değil bu, oluyor kardeş. her dakika olmuyor, her zaman işler mükemmel gitmiyor; ama neticede pal sokağı düşmanlığını aşıyoruz. sanki daha bi iletişiyoruz. sonra mesela insanlar özür dilemeyi, tebrik etmeyi, teşekkür etmeyi, destek olmayı öğreniyor. Az şey değil bunlar.


atıl kurt, boğaziçi sanat üretti.


konuşmayı öğreniyosunuz önce. sonra bi bakıyosunuz, tek ortak dil sanat.
ondan yani, korkmuyoruz biz sanattan.
sanattan korkanı sevmeyiz pek... bi de sanatla korkutanı.
anlayamıyoruz da, ondan.
saygılar.

ps:ha tabii bunların en komiği, "misyoner boğaziçi", "amerikan uşağı" yorumları. evet kardeşim bangır bangır 10 bin tane misyoner yetiştiriyoruz. yarın öbür gün paranı emanet ettiğin bankacı, evini yaptırdığın mühendis, hepsi misyoner. biri dolar ABD bonosu alacak senin paranla, diğeri kilise inşa edecek. başörtülü öğrencilerine itiraz etmiyo diye YÖK'le çatışan rektörlük, savaş karşıtı yürüyüşler, kutlu doğum haftasında dağıtılan güller de tuhaf detaylar olarak kalacak yazdığın tarihte. ooy oy yeter... etiket sevdalısıyız fazlaca. ben hala "zaten yunan hocaları var şerefsizlerin" yorumunu bekliyorum, daha gelemedi.

17 Mayıs 2007 Perşembe

okuma fişi

ben spyro gyra gördüm. annemin spyro gyra'sı var.

annemin spyro gyra'sı tuttu den haag denen şehrin 2 günlük jazz festivali kapsamında sokak konseri verdi. benim kulaklarım çok mutlu oldu. gözlüğümü getirmişim.bi bankın tepesindeydim. yağmur altında dinledim. adamlar yaşlanmamış zahir. annem dinlesin çok istedim, meğer bu adamlar bi hafta içinde ankara'da konser vericekmiş (gugıllayın monşer, yorgunum). 25 yıldır taş gibi müzik yapan spyro gyra. seni sevmeyeni ben naapam spyro gyra. orgda göbek zıplatan, saksafonla seken amcalar. bi sizin şekerliğiniz bi de ian anderson flüdü zaten. jethro tull da gelsin. on yüz kere türkiye'ye geldiler. gerçi onlar hafif arızalı, 65'inde "cinsiyet değiştiricem, 3 yaşımdan beri kendimi kadın hissediyorum" diyen elemanları var. olsun. jethro tull. ian amca sen yine pan ol, flüdünle sek. nolur.

sonra bi de r&b söylüyorum, yo yo bi kız vardı, sesi çok güzeldi. tam "üşümüyo mu yahu" dediğimde hırka giydi. ve lakin genetik, o ten rengi varken sesi çatlasa esas o zaman ilginç olurdu. vokalistiyle arasında 5 fark bile bulamadık, kilise korosundan heralde kızımız dedik. bok attık bıraktık yani. hıh :P


bi de şşş... ben tori amos görücem.
nergiz'in tori amos'u var.
amsterdam'a geliyo. şşşş...

16 Mayıs 2007 Çarşamba

dün

bugüne en uzak gün de geçtiğine göre bi bakalım. mesele zaten yetişememek di mi.

vicdani retçiler günü idi. 15 mayıs. öldürmeme hakkı diyorlar ya, "öldürmeyi öğrenmeme hakkı" derdim ben. Reddet diren hayır de! şeklinde destek veriyoruz. ben veriyorum yani. daha da okiycam yetmedi diyene varsa buraya.

bi de bugün çok geç olmadan: kukla tiyatrosu, konu ipek yolu. işsiz güçsüz istanbullu varsa, buyursun benim yerime gezsin. 10. kukla festivalinin kapanış gösterisi. açılışı haber vermeyenler utansın kuzum.

bi de istanbullara Louvre geliyomuş efendim, sabancı imzayı atmış, louvre'daki islam eserleri koleksiyonu 2008'de istanbul'da. fiyu.
~gün bugün~

Radikal her gün websitesinde "türkiye" başlığı altında bi çevre raporu yayınlıyo. bu da bi şi. ha deryik'in balık çiftliklerine noldu derseniz.... benim tez giderek ilginçleşiyor diyebilirim. yaşasın okulumuz. sıra otel istilasında mı diye sormuşlar pek tuhaf buldum. zira o koylardaki kirlilik balık çiftliğinin yanısıra altyapı eksikliğinden. nerdeyse 1000 haneli bi köyün nüfusunu 2 aylığına 10a katlayıp sonra "aa niye pis bu deniz şimdiii" demek bi tuhaf bi şi. körlük. doğayı korumak için illa ki "turizm" demek zorunda olmamız da acı di mi? zaten doğanın bizden bağımsız korunacak bi fanusiçigülü olması da tuhaf. "doğa"nın ortasına şehirler kurup sonra geri kalanı telle çevirip adını "milli park" koymak kadar tuhaf.


ha bi de tecavüz olayı okuyup "hak etmiş" diye yorum bırakanları okumak isterseniz, burda. bu insanların bir-iki tıka üşenmeyip milliyet'in websitesine üye olduğunu, özenle her haberi okuduğunu, üşenmeyip yorum bırakmaya karar verdiğini ve anca bu yorumu bırakabildiğini hatırlatırım. milliyetin her gün özenle "ünlülerin gafları", "bulimik güzeller" gibi başlıklar altında et pazarı yayınladığını da hatırlatırım. ya da yani hadi arka sayfa güzeli klasiğini gazetede anladım da( ya da kabullendim diyelim), sanal ortamda galeriye çevirmek bi nedir? bu insana gazeteci mi denir? ooyoy. hürriyet ve sabah'ın sitelerini bilmemekten mutluyum.

online gazete en güzeli demiştim. zira gerçek haber gazetecilerin yazdığında değil, yorumlarda. ah bi de tabii, gazetecilerin galerilerinde.

ha bi de rica edicem şöyle haberlere itibar etmeyin. durum o kadar vahim değil. 5 yıl falan değil mesele, sırf siz gaza gelin tepki verin diye bunlar, iyi bi şi bi yerde; ama mesele karbon gazıyla bitseydi yarına kurtarmıştık dünyayı. WWF'nin politikası bu, "bir bilinç yaratalım adını panik koyalım". ha tabii, benim dediğim gaz gaz yayılalım demek de değil yani... hani yalancı çoban misali, gerçekten 5 yıl kaldığında kimse inanmayacak, ondan korkuyorum.

link verme dürtüm tatmin oldu bi süreliğine.
miki, saat iki. artık kıpraş hadi.

15 Mayıs 2007 Salı

yetiş

yetişememe telaşını ataletle birleştirme sanatı 101:

okunması gereken kitaplar, izlenmesi gereken filmler, dinlenmesi gereken şarkılar, öğrenilmesi gereken danslar, tadılması gereken yemekler ve gezilmesi gereken diyarlar dünyasında yaşıyoruz, hoşgeldiniz. hani bunlardan birini bile takmayan varsa o kişinin hayatına müthiş imrenmekteyim, biline.

haliyle yetişemiyoruz di mi çocuklar? e- veeeet.
yetişemeyceğimizi kabul ettik mi? eee-veeet.


hah işte yol ayrımı burda: "ne kadarı olsa yanımıza kar" mantığı "ya hep ya hiç"le söndürülebilir. yetişemiyosak niye koşuyoruz di mi yani?

24 saat yetmeyen insana ortalama 70 yıllık bi ömür de yetmez neticede. bi bakmışız 2 ay geçivermiş, hayat bi tuhaf. hoş mesela başka takvimler mümkün, bengal takvimine göre 6 mevsim var. yeni yıl nisanda. belki farklıdır tempoları.

bu telaşlarla uyumak ve uyanmak bi tuhaf. ilerde başvuru yapabileceğim yerleri düşünmek, kabul edilme kısmı değil hayır; sadece onlara başvurmak bile bi şi bazen. uzaklara gitmek. marisol'ün anlatıp durduğu şu tatlı-ekşi portakal gibi yumuşak şeftalimsi şey'den yemek mesela. yetişememek çok acıtıyor bazen. hani yeni bi kitap/film/ şarkı yapılmasa, belki... yok ama. yığılıyor. ve bunların ortasında mesela ben bi bahçe sahibi olmak isterdim. ah hele seramik fırınlarına geri dönmeyi de çok isterim. bu da var yani. cam işçiliği öğrenmek de ilginç olmaz mı? böyle bi "yetişemiyceksek maymun iştahlı olalım" prensibi hakim; bi müzik aleti çalalım gençler ve futbol/basketbol dışında takip ettiğimiz bi spor olsun. falan fülün.

derken.

koli geldi hoş geldi:

1 PENGUEN
1 NOKTA (SON SAYI!!!!)
1 NATIONAL GEOGRAPHIC: "deniz bitti" sayısı. yanında balık çiftlikleriyle ilgili yazılar.

YEŞİL ERRRİK!

Sonuçta nedir, bi şekilde yakalıyoruz işte ucundan. mutlu bi şi. yaşasın anne kolisi.

ve nedir yani, ben hala çok uykuluyum. uyumak kadar anında yapılacak bi şi yok. uyuyamama nedir bilmiyorum şu hayatta. çok kolay bi şekilde kendimi yatağa kitleyip saatlerce uyuyabilirim. sonra işte burdan biri çıkıp "ölünce dinlenicem bol bol, bu hayatta 4 saat uyku yetiyo bana" deyince --



ben niye yetişemiyorum, biraz daha anlaşılıyor sanki.

ankara'dan elimde ne var? Atalet. bitmeyen bi atalet hissi kapmışım ankara'dan, ilk fırsatta fırlıyor. Gerçi ankara mı bana verdi o hissi yoksa ben mi ankara'ya bok atıyorum belirsiz.

neyse işte. gözlerim kapanıyo. yetişemiyosak yastığımızın yumuşaklığından, rüyaların güzelliğinden monşer.

13 Mayıs 2007 Pazar

fayton

bazen tuhaf bi şekilde dış kapının mandallarıyla kavga edesim oluyo. sonra geçiyo. kavga kendimle aslında ama o daha zor. şu hayatta ne öğrendin deseler, mesafenin gücüne saygı duymayı derim. bi de insanların 5 duyuyla olan kısıtlanışını. "görmüyosam yoktur" gibi basitliklerimizi, "duymuyosam dokunmuyosam olmuyodur" halimizi. mesafe bu anlamda bi tanrı gibidir, 5 duyuyu körelten tanrı. "bu tanrının tapınağında baş rahibe olma" kabusuyla fantezisi arasında gidip gelen bi insanım. 5 duyudan arınmak mümkün ya da bunu aşmak. hoş, iğne oyası gibi işlenmiş güvensizliklerim sağolsun, hayalleri sevemiyorum bazen. onun için mi masallara kaçıyoruz be bap? belki de. yani 5 duyudan kaçıcaz diye.. aman. yazıyorum şimdi ama umarım silmem sonra.

bi de ben mesela "ihihihihi ay ben onu çok seviyoorraaam, en çok beeenn" kısmını ortaokulda bırakmış bir insanım. hani "poster yapıp duvarıma, iğne yapıp yakama asıcam aşkımdan, hayranıyım" kısmını geçmiş olması gerek insanların, nayır nayır. komik. groupie fantezisi gibi.




hayat dediğin teğetlikten ibaret. sen bana teğet ben sana teğet. gerçi teğet geçilirken nasıl geçildiği bi meçhul. o kişi bi bok hissetmeyebilir de mesela ya da morarıverir bi anda kolu... bazen bi anlığına sarılmış da insan, iyi bi teğetlikmiş o, geçmiş gitmiş sanki.

bazen bazı şarkılar ulu orta çalmamalı. insanın kafatasında yankılanmalı. çalmıyosa o şarkı teğetlikten kaynaklı bi sebebi vardır belki. ikiboyutlulukla ilgili bi karmaşa da yaratıyo yabii teğetlik, zira 3 boyutlu olmakla kalmayıp zaman adlı 4. boyuta da sahibiz. evet işte o 4. boyut yüzünden bazen. teğetlik anlaşılmaz hale bile gelebilir, insanlık hali tabii.
sen teğet geçtim sanırsın, öylece ıskalanmışsın. ya da "teğet meğet, geçebildim ya" dersin, yok valla teğet değil o saplanıp kalmışsın. 4. boyut bu boru diil.

bir ada sahilleri benimle yaşadıysa hollanda'da, her gece, bilmem ki bi sebebi vardır elbet. insan bazen tek başına olunca çok güzel uzaklaşıyor. atilla atalay bilgisayara "yalnızlık aleti" derken yine benimle konuşuyodu aslında. manyak atilla. 12imden beri beynimi yıkadın.

neyse. sizler için okunsun madem... Karanfil elden ele. hatta siz arada "yorgun muyum gerçekten yoksa korkaklık mı benim bahanem" demiyoken; ben derim sizin için de. nostalji değil bu geldi içimden: ipek ongun "şimdi 25ine merdiven dayamış olanlar için yaşam klavuzu" yazsın lütfen. anca o paklar.



sonra? sonrası değişmedi ki. aynı.
yavruaz bi yuvarlak var ortada di mi. vardır di mi.


olsa nolur ki deryik be. olsa sana kaç yazar.
o şarkıda sen tirşe bi telaşsın sadece. o kadarı senin.
sözcüklerini özenle de seçmezsin hem.
sen hep rötar.peh. üstelik bundan etkilenmiyosun da.
ne üzüyo seni, ne bozuyo. sen devamsın; ama devamlılık değil.
yaşamak zor..

bi de arsızsın ki be deryik bazen. sorma.

canboğsum ak

ben mantı yedim, kayseri mantısı. bi avuçta 40 tane.
ben krem karamel yedim.
sucuklu yumurta yedim.
evde, ev tavasında tenceresinde.

vişneli eti brownie geldi. onu da yedim. can boğazdan geliyomuş gördüm.
sonra bir sürü şarabımız oldu kız kıza. ben çok özlemişim. SÜTLAAÇ! yok yemedik. pek sevmem zaten. sonra ben çok özlemişim arkadaşlarımı evet. türkçe konuşmayı da. beni bilen birilerini özlemişim. nergiz "ekonomi bölümü bitti, masterı bitiyo, ööeeh yeter artık istediğim işi yapıcam ben: part-time çalışıp sanat tarihi mi okusam" dedi ya hani... kır zincirlerini gülsarı olduk bi anda, ben gitmek-gitmemek-gidememek-gönderilmemek hallerimi anlattım bolca, türk aile yapısı ve yapışıp kalmasını konuştuk biraz, sigorta ve emeklilik sistemleri üzerinden nergiz'in tezine bağlandık yine. sonuç: nergiz tezini bitirdiğinde benim mesleki hayatımı da aydınlatmış olacak. umudum var. "anne filipinlere gidebilirim" "gülmüyorum kızım". hazır yurtdışına çıkmışken bikaç yıl burda kalmak mı gerek ne. ama avrupa değil böyle gitmek... gitmek... ispanyolcayı 101 seviyesinde bilseydim şimdi 202 olmuştum burda.

dünya ne kadar gezilesi bi gezegen di mi?




bi de alışveriş çantası, ilişikteki. eski bi kırkpınar güreşçisi tadındaki amcaya tav oldum, çiçekli böceklileri bi kenara bırakıp aldım. plastik torbalara tamamen son artık. amca var yanımda. bi nevi ağa. parladı foto ama anladın sen.
yıllardır aranıp bulunamayan şeffaf ve kubbe şeklindeki (burası mühim, kubbe olucak) şemsiye çok komik bi fiyata. tüketim günleri oldu resmen. amsterdam'ın minik küçük renkli kitsch sınırındaki zerzevatçılarını seviyorum. rotterdam'ın daha bi şehir olmasını, hani utanmasa istanbul hasretine iyi gelmeye kalkmasını seviyorum. rotterdam'daki sihirbazı da sevdim galiba. dudok amcanın elmalı tartı. şehir ışıkları.


bugün bi park daha keşfettim. mini bi konser vardı da... gündüz konserleri ne güzel, hele yani sakin sakin bi haldeyse. gizli bank fetişimi giderecek bir sürü bank vardı yolda. aslında bu parkı keşfetmemiş olmam insanı tokatlayan ve hayattan bezdiren rüzgardan değil benim anlaşılmaz meraksızlığımdan kaynaklanıyor. niye merak etmiyorum ben bu şehri yahu? bisikletimin frenini tamir etsem keşke.

ay her şey çoğul: gönderilmemiş mailLER, okunmamış makaleLER, temizlenmemiş çekmeceLER.
ley ley ley.

bi de familya dişi-dominant bi halde olunca anneler günü tebrik hiyerarşisi falan doğuyo. bu kadar kadını arıyosam annemi aramamın ne anlamı kaldı henüz anlamış değilim. gerçi Sabuş'um her zamanki şen şakrak haliyle "gün bugün, en büyük anne benim, benim sayemde sen oldun, 10 kolye 20 yüzük takıp kutliycam nıhohaohoaoha" dedi. 80imde öyle gülebileyim, yeter bana.

sos fetişi olan insanlar bir, sabun krem meraklıları iki... burun ne güzel bi uzuv, ne güzel şımartıyo bizi yahu. bi de mantıyı ne kadar özlemişim. sumak vardı. sumak.

11 Mayıs 2007 Cuma

GIBIŞŞ!!!


şimdiii... gıbış bi hayat felsefesidir. 3 yaşındaki bi velet tarafından üretilmiştir(solda 2 yaş halini görüyosunuz). başarılıdır. arada fintasfenkinör gibi joker kelime görevi görür. anlatıciim anlatıciim. bilen bilir, ikinci baskı olsun.

efendim benim kardeşim defne 3 mü ne idi, evet evet 3tü, böyle gıbışşş gıııbışşş der oldu. anlamadık tabii. çocukluğuna verdim ben hatta. sonra bi gün aklımıza geldi, "gıbış ne çooocuum" diye soralım dedik. şöyle açıkladı efendim:



gıbış dediğinde sevdiğin renk içine dolar, mutlu eder.


hmmm dedik tabii, ben "hayali arkadaşım pırtık öyle diyo" demesini bekledim hatta. demedi. böyle en ciddi haliyle anlatmaya başladı:


mesela ben gıbııış gıbış diyorum, pembe oluyorum, bazen de mavi oluyorum. sen ne renk oluyosun?

hmmm dedik yine. geçsin diye 10a kadar da saymış olabiliriz ve lakin geçmedi, kendisi düzenli aralıklarla gıbışladı belli bi yaşa kadar. gıbış bi nevi "çok mutluyum yahu, allah bozmasın" nidası oldu, "ay niye böyle neşelendim ne güzel" şaşırması oldu, bazen "defneeeaaa seni özlediiimm" oldu. hatta arada "hadi ama renkler dolsun içime noluur" son çaresi bile oldu.

falan filan. bi gıbış çekin derim ama arada. ikinci ı'sı uzun olucak. şöyle:

gıbııııııııııııııııııııııııııış gıbış!

10 Mayıs 2007 Perşembe

aldıırrmaaa deliii gönlüüm

simge geldi hoş geldi. dün "deryik yaşıyo musun?? havaalanındayım ben geliyorum bak!!" konulu bi mesaj alınca ını nın ını nın ınını nııın (ali desidero) çekip "fiyuu bugün ayın kaçı kaçı" paniğiyle aradım kendisini, bi 3 saat içinde simgeciğimin kollarında oluciim, amsterdam bekle beni.

peki rüyamda "hollandanın almanları denize döküşü canlandırması" görmem bi nedir? tamam geçen cumartesi bağımsızlık günüydü, içlenip ağladılar ama..

sertab erener bi tek lal albümünü yapsa yeterdi bize aslında. kızıl kıvırcık, operadan yeni fırlamış ve dişlek sevdik biz onu. turuncu hali de fena diildi. şimdi sarı oldu di mi?

Efendim burdaki uluslararası ceza mahkemesi'nde 1 haftadan uzun süreyle (ne kadar bilmiyorum ama hepsi "1 hafta yeterdi" diyo) eğitime tabii tutulmuş 18 hukuk adamının değerlendirme formunu çevirdim. Formlardan grubun haylazını falan saptamak mümkün. zira formun sonunda "eleştirileriniz" kısmına sadece 4ü "konferanslar kısa tutulsun, öğlen 3te falan bitsin sonra hollandayı gezdirin bize, hani haftasonu programları, kaynaşamadık" demiş. böyle değil tabii, hukuk diliyle demişler. çok sevdim kendilerini. ahaha bi tane "katılımcılar da sunum yapsın" diyen vardı, bu dörtlüye versek döverler heralde. bu da grubun ineği zannımca. neyse koca koca amcalar gugıllarlar falan :)

bu bağlamdaaaağ annemin "biraz büyük oldu kutuya koydular öhöm" diye kibarca uyardığı meşhur koliyi bekliyorum. dikkat dansöz çıkabilir. bi de postacı bu hostelin yan binaya ait bi yurt olduğunu bilmiyosa teeeee postaneye gitmek gerekicek, hoşlaşmadığım bi yer kendisi. hollanda ve 7 düvel azabı: tek sıra olalım, elimizdeki numarayı bekleyelim. bu ülke bu hızda nasıl bi verimliliğe erişiyo cidden bi soru. iktisadi olarak imkansız belki başka ilimler biliyodur cevabını.

mutfağı artık kullansam diyorum. hazır gıdalar, artık hayatımdan çıksanız diyorum, bu ikili delilik sona erse. gece yarısı fast food diye tırım tırım aranmak da hoş değil.

duvarımda 17 ayrı biranın bardak altlığı asılı, hepsini tattım. hehe efes bile var icabında. tekel birası altlığı bulup da göndermeyen hayatını bira fıçısı olarak geçirsin.
hava parçalı bulutlu, çok sıkışınca yağıyo.


sen şarkılar söyle içinden boşver.
sonra sezen kıskanıp benzer bi şarkı da kendine yaptı:
o zaman şarkı söylemek lazım avaz avaz.

hani saygıda kusur yok ama biz biliyoruz ki the beatles'tan sonra yeni bir şey söylenmedi henüz. sezencim de türk versiyonu olsun madem bu ekolün. gerçi o şiirsel gider iken beatles ilkokul cümleleriyle tavlamakta "its a fool who plays it cool". ve yine rolling stones tatmin olamıyoken elini tutmaktan bahseden böcük saflığı var tabii bu gençlerde.

çalsın madem john lennon: woman. bi de jealous guy.
ha john'u da beatle severiz, o ayrı.

9 Mayıs 2007 Çarşamba

buldum!

"hani roller coaster'dan kaybolan adamlar vardı, HBB gösteriyodu, oz büyücüsü kılıklı insanların olduğu bi yere gidiyolardı"....

işte aradığım çizgi film. meğer dungeons and dragons kadar kolay bir cevapmış! neşemi sevincimi anlatamam. cidden. 11 yılımı verdim hatırlamak için. fiyuu

8 Mayıs 2007 Salı

liste

Andorra, Arjantin, Arnavutluk, Bahama, Barbados, Batı Samoa, Belize, Bolivya, Bosna-Hersek, Dominika, Ekvator,El Salvador, Endonezya, Fas, Fiji, Filipinler, Gambia, Grenada, Güney Afrika Cumhuriyeti, Güney Kore, Hırvatistan, Hong Kong Özel İdare Bölgesi , İran, Jamaika, Japonya, Kazakistan, Kenya, Kırgızistan, Kolombiya, K.K.T.C.,Kosta Rika, Makedonya, Maldivler, Malezya, Mauritius, Monako, Romanya, Santa Lucia, San Marino, Seyşeller, Singapur, Solomon Adaları, Şili, Swaziland, Tayland, Trinidad-Tobago, Tunus, Tuvalu, Uruguay, Vatikan.

Türkiye'ye vize uygulamayan ülkeler listesi efendim.
görece yakınımızda olanları sizin için koyulttum. nasıl gidicez derseniz, narsis7ekho yazmıştı zamanında, TCDD güzel bi kurumumuz. Bükreş'e ikinci sınıf tren bileti 35 euro, 2 kişilik yataklı 23 euro mesela, neden olmasın. Hem Balkan Flexipass kartı da ayrı bü güzellikmiş, "daha detay ver" diyene buyrun. sınır kapısından turist vizesi veren ülkeler de var ama tek tek bakmak lazım, misal sırbistan. 30 güne kadar vize alımı daha kolay.

Interrail konusunu da bizzat gugıllayın derim, uzun hikaye. başka bahaneniz varsa dinlerim tabii. şahsen latin amerika fantezimi geliştirmekle meşgulüm, yol üstünde bi perucum vize istiyo, olsun varsın.

yeşilli kırmızılı pasaportlar için olan liste burda, buyrun.

falan fülün.

7 Mayıs 2007 Pazartesi

hanimiş

bilmem ki kendi bebeklik fotoğrafına bakıp mutlu olmak diye bi şi var mıdır? "baaak ne şeker bebektim ben" vardır gerçi. herkes bi güzeldir yahu bebekken zaten. ben çok severim bebeklik fotoğraflarını, böyle zaman ötesi bi yerden geliyolar gibi sanki. o fotoğrafların ışığı da bi başka parlak, içten içe sepya bi şidir.



ama bu fotoğraf, iyi ki çekilmiş bi fotoğraf... bundan 21 yıl önce falan.
sanki ben değilmişim gibi geliyo, defne sanki. bak bak mutlu ol.
öyle işte. bebeklik fotoğraflarına kaldıysa halimiz breh breh.

ben şili tiyatrosu izleyip şili şarabı içtim. yaşasın ispanyolca konuşan ahalinin çevirmenlik hevesi. şimdi de kaçıcam gidicem.
tez konum alt üst oldu: çevre bakanlığı balık çiftliklerini kapatma kararı almış. 13 mayısta!!! kalkınma masterı yapmanın yan etkisi: "bi 6 ay bekleyemediniz mi laaaan! beceremeyin de tezimi yazabiliym inşaaalllaaahhh" çekmek. "bürokrasiniz rüşvetiniz eksik olmaz, bilirimm biliriimmm yazılacak bu tezzzz" duaları..

kendimden korktum.
bi balkonum da yok ki şöyle arsızca dil çıkarayım.

6 Mayıs 2007 Pazar

fırtın

haftasonu itibariyle elimde ne var?

hücrelerime işlemiş kum. dutch yağmurları olmasa da dutch rüzgarları tam gaz görevde. bi sahile gidelim dedik, şamar oğlanına döndük. adamlar rüzgarlık yapmış şeker, oh mis gibi rüzgarı kesiyo ama kum tuhaf bi meret, delikten kovuktan giriyo.

bissürü güzel mail. fiyuu. teknoloji bağımlılığının iyi yanı.

bir masa ki yani şu an turuncu bi tef, bitmiş iki bira tenekesi, yumurta kabukları, 3 kolye, haribo kolalı jelibon, bitmiş sigara ve yoğurt kapları, kulaklık, tabağı kırık türk kahvesi fincanı, makyaj temizleme pamukları, fındık-fıstık kabuğu, kablo kablo kablo, kitap makale zarf.... yemin ediyorum boş yer yok. hani bi şi okumam falan, imkansız. böyle canlı bi şi bu masa, birlikte yaşıyoruz. alıştım bu fikre. valla şikayet etmiyorum artık, içimden gelince toplarım. dert ettiğime değmez.

Tenten ve asterix'in bütün sayılarını bilgisayarına indirmiş bi kahraman arkadaşım var. bilgisayarına el koymak üzereyim. "tenten batman'e karşı" desem, parmaklarınızı yer misiniz?

benim 3 çatlak kız grubu bugün lunaparka gidip çocuklar gibi şen eğlenmişler, ellerinde oyuncak ayılarla döndüler. bense o sırada her yanım kesik içinde, ölümüne kanadığımı görüyodum rüyamda. bu ara böyle. stres falan da yok hayatımda ya da çaktırmıyorum. geçen gece 3 farklı şekilde öldüm mesela, böyle önce bıçaklandım, başa sardım, sonra birisi beni boğdu, başa sardım, ateş açtılar üstüme. hastalıklı geliyo yazınca, korktum. o kadar beter değildi.



deryik bi bok okumadı anacım. yine çar çur. 3. kez saçlarını yıkiycak zira hala kumluymuş gibi hissediyo. kendisinden 3. kişi olarak bahsetmeyi de sevmiyo. annemi arasam koliye bi de ROLL koysa tam olsa.

Marx'ın gençliğinin filmi çekiliyomuş. kraliçe elizabet bir marx iki zaten. ah bi de örümcek adam.

ilerde bi gün anket defteri doldurmam icap ederse "kim olmak isterdin" sorusuna piyale madra cevabı vereceğimi biliyorum artık. atilla atalay demeyi de düşündüm; ama espri yeteneği uğruna erkek olmanın alemi yok. hem ben atilla olsam bi 3-5 seferde dersimi alır daha fazla kalp kırmazdım, 11 kitaplık malzeme çıkmazdı falan fülün.

sevgilim istanbul diye bi film yapmışlar. istanbul sevgilim olsaydı keşke adı. zaten ortalama bir şeymiş. falan folon.
cemal süreya'mız ne der?

Evet, gün geliyor bıkıyorum senden
Ama İstanbul'dan bıkmak gibi bir şey bu*

ah sahi, kaç çift ödünç aldı bu satırları? ve kaç çift "istanbul sevgilim" dedi ki? hani demiştim ya, "artık kimse birbirine 'günaydınım' demiyor" diye tarihlerden bi gün... onun gibi. ve kaçak gelin miydi, julia roberts bir sürü yumurta pişiriyodu hani. işte biz de arada yapmalıyız sanki, gerçekten ne olduğumuzu, ne sevdiğimizi bir gün hatırlamak için.

bi de patates kızartmasının en biricik hali makinadan alınmış plastik sundae dondurmayla yenen halidir. evet vanilyalı dondurma ve tuzlu patates kızartması.

iki yastıkla yatıp birine sımsıkı sarılmadan uyuyamayanlar. çatal-bıçak-kaşık bölmesindeki düzenden bıkanlar. zamanın geçtiğini uzayan tırnaklar ve biriken tabaklardan anlayanlar. birleşin ve "şehiriçi yalnızları" melankolinize sıçtırmadan silkinip kendinize gelin. aaaaaa....


*Süreya- Banko.

birleşememek

türk solu neden birleşemez literatürümüz ben doğduğumda fezaya ermişti zaten. hani "ah ama SHP'ye noldu gördün monşer" de denebilir, " bi kemal derviş vardı, noldu ona" denebilir, "kapatılacak parti niye DSP oluyo da CHP'nin adı geçmiyo" denebilir, cevaben "Atatürk'ten hatıra romantizmi" yapılabilir, duygusal içsel politikalaşılabilir tabii. ha ben olsam, "hani nerde, ben sol görmüyorum" derim, konu uzar falan filan. yani dallan budaklan bana, ben çarpıldım ben sana.

ya da mesela şak diye bi deja vu hissiyle "demokrat parti" oluvermiş DYP-ANAP ikilisine de şaşılabilir. fiyuuu yani, tam da beren saat'le karavel saçlı post-darbe dönemi hezeyanları yaşarken milletimize "şekil 1-A'daki parti olduk" demek. enteresan tabii, popülist olmasa şaşar idik di mi, "e-muhtıra sonrası 1960 hatırası fotoğrafı, alt başlık: DP dönüyor".

bundan hareketle "aman tanrıııım solun oyları yine bölünüceeek" demek de abes. yani tabii bölünüyo, "locikman". ama bi sonraki seçimde "soft orta sağ" bi koalisyon beklenirken, bu gidişle yürü ya kulum ikinci el demokrat parti MHP'den AKP'den oy çalacakken, soldan soldan kim gelir? CHP gelir mesela. baykalımız yine engin denizlerde muhalefetçilik oynar. hükümet olma fobisi iyileştirilemeyen bi zat kendisi. Baykalcım gel başa geç dendiğinde (çiller mi demişti, der o valla) ı-ıh asla ve nasla. yani CHP dediğiniz nedir? şu an hiç. hükümet olmaktan korktuğu sürece hiç. en fazla yapacağı koalisyon kurup koalisyon içi muhalefeti olmak. inancım sıfır monşer.

ben "creative destruction" taraftarı olduğumu ve hatta bunun eşiğine geldiğimize ikna olduğumu fark ettim. yıkılsın anacım. "yenisini yapamayız ki" diye bi şi yok. yaparız. boktan olur; ama bizim olur. 1982'de postal bağcıklarıyla imzalanmış bi anayasadan iyi olur. ha baktık olmuyo, yine yıkılmakta, malzemeden çalmamayı öğreniriz işte böylece. deneme-yanılma metodunun gözünü seveyim. yanılmamak için denemiyoruz şu anda.

annemizin babamızın yapamadığı devrimleri (ya da "yapmış gibi bile yapamadığı" diyelim) hedeflemekteyiz biz. Devrim gündemimiz 1970-80 arasına sabitlenmiş işte. yürüyüşlerde hezeyanlarda aynı şarkıları saçlarına ak düşmüş aynı ex-gençler söylüyo. her şey aynı. hala "gomünist misin anarşik misin" denebiliyo yahu. hani ikinci dünya savaşı'nın bittiğini duymadığından 1990larda bile kore ormanlarında saklanan japon askerler gibiyiz.uzaklarda bi yerlerde kadın, çevre, çocuk işçiler, yaşlı hakları falan dert ediliyo; duymuyoruz bilmiyoruz.

türk solu birleşmiş, ayrışmış, atomlarına ayrılmış... nolacak ki? nazım hikmetin mezarı gelmiyoken hala, bana ne ki. türk siyasi yelpazesi en ortasına bi mıknatıs yapışmış gibi sağı da solu da kendisine çekiyoken, amaaaan.


bugün 6 mayıs gençler.. HIDIRELLEZ.
gül fidanlarına çaput zamanı. resmi iyi olanlar birleşen türk solu da çizsin madem. geri kalan gelinlik, araba, ev falan takılabilir yine. ekonomi eğitiminin günlük hayata etkisi: mikro-makro sıçramalar fazla. makro makro türk solu, mikro mikro saçım yağlandı dertleri. ben kocaman bi bavul çizicem galiba, çok gezmek için.

siz yine her bahar aşık olun, renklere bürünün, coşun coşturun. etrafta salkım söğüt ne varsa bi koklayın. fondaki dertler içinize işlediğinde bileğinizi 270 derece çevirip bi AMAAAN çekin, benim için bi tavşan kanı için. biz oyverenin ruh sağlığı yerinde olanını severiz.

ha çok dertlendiyseniz, bakınız TEKEL "cool black" isimli yeni tütünlemesini piyasaya sürmek üzereymiş, az bekleyin.

5 Mayıs 2007 Cumartesi

süp

ve benim bu blogun satır aralarında gizlice özlediğim, yaşımın yarısı zamandır algımın yarısı olmuş insan bi sürpriz yaptı ki... ikimize de çok iyi geldi sanırım. benim aklımdan geçeni o hayata geçirdi. kısa bi cümleyle, en içten en diyemediklerim biriktiğinde... insan heralde yaşlandıkça çocukken gerçekten arkadaş olabildiği insanların değerini anlıyor galiba.

hani atmak istediğiniz adımlar varsa aklınızda falan, buyrun burdan. şimdi ben tekrar nick carter'a övgüler düzüyo gibi yapıcam her şey çok güzel olsun diye.


fonda suede- beautiful ones.

not: deryik bi anda bakkalda ne buldu? eti browni!!! fiyuu...
not 2: deryik niye az yazıyo, çünkü çok okuyo.

4 Mayıs 2007 Cuma

bayilerden isteyiniz, bana boş bahanelerle gelmeyiniz



biliyoruz da konuşuyoruz... manevi menacerlik.
cümbüş cemaat eğlenin diye buralardan el ilanı.
8 ve 12 mayıs... güney meydan.
yandan yandan.
anlayan anlamayana nanik yapsın.
cemaat cümbüş çoktan, yoksa siz hala...?

3 Mayıs 2007 Perşembe

şırıl

şaka değil bu yaz kuruycaz.

sussuz yaz olacak cidden. belediye ve muhtarın el ilanı dağıtmasını beklemeyin, musluklarınızı kapayın. makine varken elde bulaşık yıkamayın, ziyan. suriye'ye akacak suyu barajlara hapsedip yine manasız su krizleri yaşamamız muhtemel. ha tabii israil'e su ihracatı yapıyo olmamız garip, biliyorum ama...

neyse işte. suyunuza dikkat. uzmanlar ve ben bilmiş bilmiş uyarıyoruz. gözünü sevdiğimin dutch yağmurları bile yağmadı. burası da kurak yani anlayacağınız. musluğu sonuna kadar da açmayın rica edicem. tazzikli su daha bi su değil, ziyan sadece.

bi de...foşur foşur arabasını yıkayan komşunuza çemkirebilirsiniz. benden izin.

daha mutlu olamam

ben bi gece bu şarkıyla deli gibi zıplıyodum; ama deli gibi. hiç zıplamadığım kadar. mutluydum da hakikaten, cidden daha mutlu olamazdım. yepyeni ve mutluydum. 32 diş tekmili birden ortada, zıplamaktan öte bir şeyler yapabilsem yapardım. konser miydi konserdi valla. bir tek bu şarkıda tek başıma; ama iki başıma zıplıyodum. nil karaibrahimgil'in ilk konserindeki hali gibiydim hatta; kollar iki yanda sallanıyo sek sek sek. zıpzıpla zıpır arası bi yerde. sanki yer hem çekiyo hem itiyo.

şimdi geriye dönüp baktığımda hikayenin devamı için...


bakmıyorum. yani o öyle dondurulmuş bir an, parlak gözler, bağırmaktan çatlayan akciğerler ve sanki cidden, daha mutlu olunamaz; teknik olarak mümkün değil. zaman ve mekandan bağımsız bir mut ki bir tek kendim içindi. yıllar geçti üstünden, ne komik. ve bu şarkıyı sonraları dinlediğimde fark ettim ki eşlik etmiyorum şarkıya artık. o şarkı o gecenin şarkısı olmuş, dedim ya daha mutlu olunamazdı o gece, beklediği çizgifilmin jenerik müziğini duyan çocuğun içinin gıcıklaması diye kabaca tarif edebileceğim bi his. bir kez daha söylersem sanki bozucam o geceyi. böyle unufak olucak, zıplayan deryik zınk diye durucak falan.


komik işte insanoğlu. şarkı tutmaca. bir tutam 365 günler geçse dahi, aslında o şarkı çoktan bitmiş olsa dahi, ı-ıh inatla sadece dinlemek. bilmem ki belki de bi nevi naftalinleyip rafa kaldırma yöntemidir, iyi geleninden. en huzurlusundan ablası. bakınız ben kameraya bakmayı sevmem, gazete okur gibi yaparım, o sahne donar. "aa saçlarım kısaydı hakikaten, ne komik..." derim. geçer.


bir sürü 365ler öncesi.

2 Mayıs 2007 Çarşamba

defne'ye

pişt,

bi 30 yıl sonra bugün deffoş, sen tam 45 yaşında olacaksın. acaba o gün taksim meydanı'nda "1977 ve 2007 olayları anısına" toplanabilecek misiniz?
ne kadar?
bu kadar.

meee-ee

700 (ya da 900) gözaltı, durmuş bir şehir hayatı.
cidden anma oldu yahu.
hatta denebilir ki valimiz 1977 1 mayısı canlandırması için elinden geleni yapmış. ne de olsa bizler bir kurtuluş savaşı olsun, bir istanbul'un fethi olsun canlandırmalarla anmaktayız. icabında fatih at üstünde girer şehre... tamamen samimiyetinden yapmış. hatta nostalji olsun diye havaya ateş bile açıldı.

ne tuhaf di mi... "niye sanatçılar var orda" diyenler çıktı. gülmeyin.
halbuki bu gezegenin bazı yerlerinde bazıları topluca yürüyor bebeğiyle dedesiyle. üstelik 30 yıl önceki vahşeti anmak gibi ulvi bi amaçları da yok. 30 yıl öncesinin hatrına el pençe divan durması gereken devlet, yok hayuur, bizzati 1977 tadında bir 1 mayıs hizmeti derdinde. geçen sene barselona'da 1 mayıs resmi tatil idi. bir sürü yaşlı amca ve teyze el ele dans ediyor idi... ha "orası ispanya" diyene de biraz tarih öneriyorum; pek huzurlu bi geçmişleri yok malum.

bu arada, Kısıklı tüneli'nde trafik kitlenince egzoz dumanından zehirlenen vatandaşlar var, gülmeyin şaka değil. basılan makine mühendisleri odası falan... sine-sen afişi panzerlere kurban. meydanda "dağılın" deyip ara sokakta bekleyen, sonrada tenhada girişen bir polis. onu da geç, polisten nefret ettiren politikalar. ben polisten nefret etmek zorunda değilim ki. güvenebilmeyi istemez miydiniz polise?

çatışma çıkmış. e çıkacak, ne bekliyodunuz ki? molotof kokteyli ya da sapan. o an orda dünyayı kurtaracak savaşı veriyo insanlar; toplu histeriler yaratılıyor. o meydanda var olmak ölüm kalım meselesi haline geldiğinde, sebep her şeyden öte insan olmakta: çok temek şeylere kol kanat geriyor insanlar: bir 30 yıl önceki acıları hissetmeye, kızmaya, yeter demeye; hepsinden öte "HALA MI" demeye... bunu deme şekli farklı olabilir, siz bunu deme şekillerinde anarşik komünist devlet hainliği de görebilirsiniz; ama bazen nasıl dendiği mesele değil; zira orda "dandini dandini dastana" deseniz de belinize cop inecek. artık siz "dağıtılması gereken"siniz ve dağılmamaya and içtiniz. bu kadar basit.

ve polis saçından sürüyüp yüzünü dağıttığı göstericide insan görmüyor artık; onun histerisi de "atıl kurt!!" olmuş. toplu histeriler, hezeyanlar sadece insanları birbirine kırdırıyor. eli pankartlı, cop ve gaz maskesi görüyor sadece; içinde insan yok. eli coplu, pankart ve kızıl bayrak görüyor sadece; içinde yine insan yok. birileri bir yerde içimizdeki insanı öldürüp yerine imajlar yaratıyor. bu işte en fecisi. biraz kenara çekilip resme uzaktan bakınca, daha da kıyılıyor içimiz.

ulaşım özgürlüğü baltalanmış.
iletişim özgürlüğü canlı yayın yasağıyla doğranmış.
gösteri hakkı unufak.

bunun ötesi yok, savunulacak bir yanı yok. "ama"sı yok yani; anlatabildim mi? "hayatı durdurursak toplaşamaz şerefsizler" mantığıyla savaş ilan edilmiş, hani yunanı denize dökmek için gece vakti organize olan kuvay-ı millye misali, sabah 5ten beri hazır bekliyormuş valimiz. kaos büyücüsü bi politikalar öbeği; "kaos yaratmamak için" okulları tatil etmemek mesela-- onun yerine liselilere biber gazı. bi sonraki hedef nedir, gece uykuda sokak kapılarının kilidini değiştirip herkesi eve kitlemek mi? düşüncenin pek de böyle kontrol edilemediğini anlatamadık mı?

biz bunca yıldır "anneeee bak ne dedi ne dediiii!!!" kıvamı tartışmalardayız. "niye dedi" diyemedik hala. diyemiyoruz; ya da kısıtlı niyelerdeyiz. "çünkü o tü kaka" cevabından öteye geçemedik bir sürü konuda. ha en fazla "dış mihraklar" borusu ötüyo, budur.

her türlü eylemi rahat batması olarak görmek. "güdülmek istemiyorum" diyen kuzuya tuhaf gözlerle bakan çoban psikolojisi. "sürüden ayrılanı kurt kapar" yavrum... atalarımız öyle diyo. sükunet çağrısı yapanların elinde biber gazı olması hafif bi güven sorunu yaratsa da, istanbul valisi'nin o meydanda 1977 olaylarını lanetleyeceği günleri düşünmek istiyorum hala. tabii buna fantezi dünyası da denebilir; ama bir gün acılarımız ortak acılar olabilecek. inanmak istiyorum. zor değil. konuşsak olur sanki.

çünkü bunlar atla deve değil.

ama vatandaşlar arası hiyerarşi yaratılması böyle oluyor işte.
"orta yaşlı, sunni, merkez sağa oy veren, türk ya da kökeni belirsiz derecede karışık, şehir merkezinde yaşayan, işveren, askerliğini tamamlamış, vergisini ödeyen ve herhangi bir sakatlığı/hastalığı bulunmayan heteroseksüel bir aile babası" bu hiyerarşinin en üstünde oturuyor.

bu maddelerden birinde bir sapma olursa vatandaşlık sıfatınız teoride değil ama pratikte kayba uğruyor. bazen elinizden bi şi gelmez; kadınsanız ve mecliste %4 gibi komik bi oranda temsil ediliyorsanız, cinsiyetinizi mi değiştirmelisiniz? ya da en uç sağda bir kadınsınız diyelim, dini tercihleriniz kılık kıyafetinizden anlaşılıyor diye topa tutulduğunuz anlarda, kocanızın o dini görünmezliğini kıskandığınızda hiç mi hak ihlali yok mesela? aleviyseniz cemevinden mi vazgeçmelisiniz? kürtseniz mesela, kızınızın adını koyarken iki kere düşündüğünüz anda anayasanın size tanıdığı vatandaşlık haklarınız çiğnenmiş olmuyor mu? Eşcinselsiniz diye öğretmenlik yapamamak mesela (askerlikten muafiyet kısmını tonlarca yazdım), bu sapık muamelesi bir hak ihlali değil mi (ha tabii burda "e peki lezbiyen öğretmenler" demek var; ama onlar iyice yok sayılıyor)? hatta ben size "bekara ev vermezler" bile derim yani. sapma oluyo işte o haklarınızda, algılanışınızda. bi tek türkiye'de oluyor demiyorum; hemen vatan haini ilan edilmeyeyim. dediğim şu: OLUYOR.. ve gayet şiddetli oluyor.

bilmem ki ben kaç defa canım acıyor dedim bu blogda.
kızan oldu, "benim de acıyor" diyen oldu. "hala acıyabiliyo mu" diyen oldu.

ha benim saf salak umudum yıllardır malum, var. olacak. umut fakirin ekmeği, düşünenin bindiği dal. kesemem. umut binyıllardır o kutuda saklanıyosa bi bildiği vardır. yunan mitolojisine saygımız sonsuz icabında.

ama umut tavana bakıp hayal kurmak değil, asla; rahatsız olabilmek bence umut.
rahatsız olduklarını değiştirebilme umudu. dürtük. dürt dürt.
ve bir şey diyeyim mi? hani bütün bunlar... dünyanın sonu değil. iki gün sonra unutucaz. bu umutsuzluk değil, gündemin ağırlığı. bir hafta içinde "krize yol açası olaylar kotamız"ı doldurduk resmen. bakın hop erken seçimcilik oyunu başlamadı mı şimdi?

bizim derdimiz cop, biber gazı değil.
1 mayıs 1977 değil.
istanbulun felç oluşu ve başı yarılan insanlar da değil.
seçim veya abdullah gülün ıslak bıyıkları da değil.
bizim derdimiz çok açık: konuşmadıklarımız. konuşamadıklarımız.
her seferinde başka bi şekilde kendini gösteren; ama özünde hep aynı olan şeyler.


bi de güven sorunumuz var ki... bilmem, belki de en temelidir.

1 Mayıs 2007 Salı

turunçgiller

efendim şenliklerle bir Queen's Day kutlamasını daha geride bıraktı ev sahibim hollanda. 29 nisan La hey, 30 nisan amsterdam olmak üzere vurpatçaloy. konuyla ilgili "ordaydım" belgeseli kısaca... bugünün 1 mayıs haberlerini almadan yazıyorum.

29 nisan'da la heyde her yer pek bir trafiğe kapalı, pek bir turuncu, pek bir balonlu idi. hollanda dilinde konser dinleme fobisi olan bendeniz bile "açık hava konseri" lafına aldanıp 11 civarı yola çıktım. ilk kez ilk kez sanki bi an için beyoğlu oldu ortalık... konseri kaçırdım ama küçük barların sokaktaki canlı müzik faslı daha eğlenceliydi. süpermarket değil bakkal severiz mantığıyla, belediye konseri değil kübalı biraderler dedik, biraz dinleyip dağıldık. zaten bu çılgın(!) gece sabah 1de bitiyomuş, ben bu hollandalıların erken yatarız erken kalkarız ritmini sevmiyorum.

30 nisan'da görev aşkıyla amsterdama gidilecekti ki-- tabii ki rötar... turunçgiller denizi bi şehir işte. Herkes turuncu herkes...ben mavi giyerek kalabalıkta göze çarptım, evet öylesine ilgi delisiyim. tamam itiraf ediyorum, turuncu hiçbir şeyim yok, berbat görünüyorum zaten o renkle, taktik yaptım. ha bu arada, doğan da kraliçe Beatrix değil, onun annesi. Beatrix ocak sonunda sokak partisi yapılamayacağı gerçeğiyle yüzleşince razı olmuş eski tarihi devam ettirmeye.



genel intiba nedir derseniz.... eğlenmeyi çok isteyip de yapamayan bi güruh var tabii; ama onun dışında herkes halinden memnun, şen şakrak, müzik genelde güzel, insanlar gevşemiş azıcık, kanallar (yukarda görüldüğü üzere) tekneler dolusu dans edip dağıtan insan tarafından işgal edilmiş. ortalığı çöp denizi ve sidik kaplamış olsa dahi... güzeldi.

bi güzel yanı, bütün şehrin semt pazarı tadında tezgahlarla kaplı olması, arsızca yemek, her şehre lunapark kurulması, PAMUK ŞEKKERRRR tüketimi falan fülün. hani hollandaya gelicekseniz, 29-30 nisan gibi gelin, amsterdam'ın nasıl bi festival yeri olduğunu görün. gerçeği bu kadar deli değil... ilk kez dedim ya, şehir gibi bi şehirdi. insanlar sokaktaydı yahu. kalabalıkları ne kadar özlediğimi anladım. ha bi de, cidden biz daha temiz milletiz. ha tabii insan bi an düşünmeden edemiyo, bu mudur yani kraliçenin doğumgünü??? biz osmanlı çocuğu olarak 40 gün 40 geceden aşağısına alışkın değiliz kuzum. insan bi halkı falan selamlar doyasıya.

en şık fotoyla veda... tıklayıp büyütmek falan, sizin işiniz.




not: bu arada, dönüş treninde ve tramvayında bizimle olan turuncu tulumlu genç... kablosundan çekerek bir köpek gibi gezdirdiğin ütü, soranlara " insanlar bir ütüyle nasıl eğlenileceğini unuttu artık" deyişin ve sonra üşenmeden "bakınız bir köpek gibi zıplamakta, etrafında dönmekte, söz dinliyor ve yemek yemiyor" açıklaman...
kahramanımızsın. biraz pippi uzunçorap sınırında bi rüya gibiydi hatta. Alstublieft!

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker