31 Mayıs 2008 Cumartesi

haftasonu light konular

ankara sokaklarında 32 diş tekmili birden sergileyerek gezen kız bendim, benim.
amy winehouse sabah kahvaltıda dinlenince nedense neşeli bi şi oluyo.
herkesin kendine ait bir odaya ihtiyacı var ama bazen ille de sokak.
kapısı olan 4 duvar.

ankarada saklanan erguvanlar olduğunu biliyorum. botanik parkında özellikle. ama birey birey erguvanlar maalesef erguvanLAR olamıyorLAR. sayılmaz. fasulyeden mor onlar. evet ortada erguvan kalmadı biliyorum, aklıma geldi.

kardeşimle aynı beden olmayı seviyorum. "büyüyünce eşyalarıma dadanıcak" hayalim vardı, yaş farkı biraz fazla olduğu için yeni yeni oluyo anca. adet yerini bulsun diye şikayet bile ediyorum.

fena sevgi pıtırıyım. makyajdan tek göz şiş halde, saçım chow-chow ve elektrik verilmiş ahtopot arası bi yerde duruyo. ayak parmağımın çatlak olduğuna ve buz koyunca kaynadığına dair bi hikayem var, ona inanıyorum. patronum da beklediğim bilgiyi bugün verdi, her şey tamam.

rezzan kiraz dün yine akrep kadınlarını zodyak aleminin en fettan, en içten hesaplı, her daim PMSli manyakları olarak sunarken, bolca akrep metaforuna abandı. gözlerini hem açıp hem de devirerek "akrepp?? ve kadın??? ammman diyoruuğğm" dedi. bu sırada kabuksuz bi akrebin çirkinlik derecesinde savunmasız olduğunu bilmediğini fark ettim... ya da niye o kadar kalın kabukları olduğunu. konu yengeçler olunca "kabuğunun içinde altın gibi bi kalbi var" filan diyen bu ikiyüzlü astrolog aleminin "bi sonraki hayatımda ya bi akrep kadını olucam ya da bi akrep kadınıyla olucam" diye yeminler ettiğine eminim. bu nasıl bi tavır almaktır yahu. evet en kötü biziz geri kalan melaike. peh. 12 burç var diye şirinlere çevirmek neden? bu fettan şirin, bu evcimen şirin, bu romantik şirin, bu titiz şirin... sustum tamam, yazdığım konuya bak.

taksi çağırırken ".... sokağa bi lütfü" dedim. sustuk. sonra da "... sokağa bi araba, LÜTFEN" dedim. "geliyo abla" dedi. fonda annemin kahkahası çalıyodu.

değişmeyen gerçek:
ankaranın tek güzel yanı istanbula dönüş yolu.
daha da önemlisi: dönebiliyo olmak.

29 Mayıs 2008 Perşembe

açık yeşildii göööğğzüüüü güneş gibiydi yüzüüüü

o çok güzeldii amma yalancının biriydiiğğğ... (ofis şarkısı. yoksa açık yeşil gözlü yalancılarla hiiiiiç işim olmaz şeker.) biz heybelideeee her geceeee.... arım balım peteğim gülüm dalım çiçeğğiiimm... bülbül sesi var şarkılarııın naağğğğmmeelerindeeeee-eeeğ-eeeğğ.... günaydınım nar çiçeğim sevdiğim.... beniim güzeeel manollyaaaaammmm.... aşiyan yollarındaaan ses versem duyaarr mısıın...

bitti proje monşer bitti.. hohohoyt bitti. projenin yanında her gün bi kavanoz rulokat yemiş olmak "mabadımın yegane temeli budur" diye yansiycak aynalara. ay ama BİTTİ. ufak tefek tamiratı kaldı, onu da yapıveriveri veri gud. şlafgud hatta. bi hafif, bi kuştüyü, bi sonbahar yaprağı haller. bi hafta kadar filan ama anca. olsun varsın.

24 saat sonra ben bi mut bi mut. parmaklarınızı yirsiniz.
adeta hiperaktifim şu an ben. zıpzıpzıpzıpzıp zıpırım.

hanımeli mevsimimiz çoktan açıldı. çocuklar gibi şen, dibini koparıp emiyoruz. bu hanımeli özüyle yapılmış bi hediye almıştım lisedeyken, düşününce korkutucu aslında. burjujumla andık geçen gün da ordan hatırladım evet...

güneş yanığı zor iş monşer hala soyuluyorum, a-ha-ha-ha-ha.

"limewire pro'ya geçmek ister misiniz?"
"later/why/yes". gizli bi ısrar seziyorum.

az1az

başlıktaki alengir modern zamanlarda bir sergi ismi olabilirdi.

birazdan azar işiticem tahminen patronumdan. elimden gerçekten daha fazlası gelmiyo ki. sitem edicek biraz, sonra biraz da hayal kırıklığı filan, biraz hak vermece.. sonra hop deryik terk-i mekan. umarım iş uzamiycak. içim rahat değil ama bu işle uğraşmayı da cidden istemiyorum. umarımumarımumarım biticek.azıcık sızı azıcık telafi kurumuna inanç. telafi iyi ki var, ihya gibi bi şi. özür dilerim ama işte puuf. istemoorum.

sonra cuma olucak. ankara şu an çok bulutlu ya, hop aydınlanıcak.

hariçten gazel 3 çok yakında bayiilerde. 3üncü sayı 3 aylık, sindire sindire okuyun.
süper oldu süper. kapağımız yeter adamım.

günler güzel aslında be blog. valla. gülümsetsin sizi herkes.

28 Mayıs 2008 Çarşamba

kır perisi ve kır pidesi

piskolocik bi durum mu acebağ, bi insanın ayağının işaret parmağı (aynı isimlendirme sistemi geçerli diye umuyorum) nasıl ağrır? vursam vuramam, öyle gizli bi parmak. ağrıyo işte 2 gündür. bugün patronumun vertigosu ve benim baş dönmesi seansım sonucu iş verimi sıfır. karşılıklı bayılıyoduk ki ben evde bayılmayı seçtim. aaaaay bu geceeeğ benim geceeeğğmm... bitmeli bu iş. hadi olsun olsun, yarın sabah kuşluk vakti. patron bile acıdı, yazık bana yahu. bühüm. yine bi sevgili günlük anı yaşadım galiba.

assos'tan "turistik eşya": 5 YTL'lik papatya taçları. gözün çıksın kapitalizm.
bugün çarşamba, günün şarkısı: got my mojo workin'.

yüzsüzlükte sınır yok, ankaralı bilir: "hepimize afiyet olsun." enteresan, enteresan.

türk blog okuyucuları çok eğlenceli (siz değil canlarım, diğerleri). allahın unuttuğu bir isveçli kız güzide duran'ın bi fotoğrafını koymuş, hop bi türk "is this güzide duran from turkey?". yes canım yes, sesimizi yer gök su dinlesin icabında. blogcu kız da "is it" demiş anca. peki ben nerden biliyorum? görünce "ahah kesin bi türk yorum bırakmıştır 'bu türk' diye" dedim ve netekim dostlar, netekim. itiraf ediyorum benim de yapmışlığım var. . "türk doktor amerikayı fethetti", "ingilizler bizi haritada bulabiliyo", "japonlar ilhan mansız hastası", "nadya 'türk erkekleri gibi aşık yok' dedi" gibi bi şi. böyle ezik büyüdük biz ama yeri gelince 2 çağ kapamış milletin torunlarıyız breh breh.

cumagelsincumagelsincumagelsin. bi daha: cumagelsincumagelsincumagelsin.

aaa esas haberim şu: pigmelerle dans şehrinize geliyor. bu cumartesi.

bu son: futbolla alakam yok ama, çarşı kalsaydı yahu.

27 Mayıs 2008 Salı

aradabi



arada bi ankara bana yaranabiliyo evet. tozlu yerlerde günbatımı nemli yerlere göre daha güzeldir, buna da evet (bkz. gobi çölü VS ibiza, ahaha).

ankaradan tek özlediğim görüntü bu oldu benim hep.. mor, pembe versiyonları da oluyo. öyle işte. söyliym dedim, arada bi olabiliyo.

aslında zor değil falan filan, siz bağlayın konuyu.

CANIM CİĞERİM, SENİN İYİLİĞİN İÇİN BUNLAR

1. Net ol, ciğerimi ye.
2. Dürüst ol, ciğerimi ye.
3. Kılıçlar çekilirse kimsenin galip olmayacağını bil, ciğerimi ye.
4. Bir ilişki doğası gereği üçüncü kişileri dışarıda bırakmıyorsa bunu kabul et, ciğerimi ye.
5. "Ağır ol, mesafeli dur, derin bak"larını arkanda bırak, ciğerimi ye.
6. Beklentiyi yükseltme, ciğerimi ye.
7. Madem beklentiyi yükselttin, altına inme, ciğerimi ye.
8. Ne istediğini bil, ciğerimi ye.
9. Daha önemlisi ne istemediğini bil, ciğerimi ye.
10. On tane parmağımız var diye böyle bir listenin on maddeden oluşmak zorunda olmadığını bil, ciğerimi ye.

uzun uzun demleyip özene bezene hazırladığımız (entel)divadeiwob - (dantel)deryik ortak manifestosu işte budur. ortak yazınca hangisi kimden çıkmış bilinmiyo ya, işte bunu seviyoruz. manifestoyu gönül ilişkilerinizden tutun bakkal amcayla olan alışverişinze kadar bir sürü yerde itinayla kullanabilirsiniz. biz romantik insanlarız, ilkini seçiyoruz.

müessesemiz sorumluluk kabul etmemektedir.Lütfen kendi kişisel kullanımınız için başvurun.
ya da: biz yaptık oldu.

dolmabahçe'den eser getirile

rüyamı unutmadan anlatmam lazım (hayır yeni uyanmadım):

televizyon karşısındayım. -yız hatta, ailecek. izliyoruz. devlet erkanı yine büyük bi törende. eşli davet. şık şıkırdım bi masa, altın rengi takımlar filan sanki, mis yemekler vs. tayyip erdoğan masanın başında, ayakta birisini alkışlıyolar, gelen konuk olabilir. önlerinde de "kural gereği" rakı bardağı var yani sofra düzeni öyleymiş, içmiycekler de durması gerekiyomuş (önemli konuk atatürkmüş ho ho). derken tayyip erdoğan herkes aksi tarafa bakıyo diye bi hamleyle rakı bardağını fondipliyo, emine erdoğan "aaa tayyip bi dur çocuk gibisin bi dur yahu" diye gülüyo, hayrünnisa gül de gıdısıyla "ay bi gören olucak napıyosuuğn" diyo, gülüşüyolar, ama bi yandan alkışlamaya devam ediyolar. kameralar da bunu gül'ün omzunun üstünden yakalamış, yavaş çekimle filan gösteriyolar defalarca... üstelik rüya o kadar gerçekçi ki tayyip erdoğanın uzun boyu ve rakıyla ıslanan bıyığı gibi detayları filan da ekledim. böyle ikiye katlanıp içiyodu, emine erdoğanın arkasına gizlenebilmek için. hemen peçeteyle ağzını siliyodu ve "ehi ehi naptım bak" diye gülümsüyodu. sonra işte başbakanlık açıklama yapmış "bardağı dudağına götürüp şaka yaptı, içmedi" diye... biz de hangi kanalı izliyosak artık, bardağı kırmızı bi daire içine almışlar "içiyor evet gördünüz, bakın yutkunduuu" filan diyo fondaki ses, dudaklarına zoom zoom.

uyku kardeşim çek elini resmen. bu ne be.

26 Mayıs 2008 Pazartesi

çok da fifi.

-bu bu nedir bu?
-tereyağ komutanım
-napıyoruz bununla?
-sırtımıza sürüyoruz komutanım
gerçeküstü reklamcılık budur.

şu an işimden o derece nefret ediyorum, o derece yorgun ve ağlamaklıyım ki arada gülümseten şeylerin olması "mutteşeeem" bi şi. hop düşünüyosun, hop gülümsüyosun. geçicek yakında allahtan. bitmeyen bi çan eğrisi gibiyim, çıkıyoooruuuz stresin doruklarına, son hız iniyoruuuz indiğimizi anlamadan ve hop yine çıkıyoruuuuzz.... ankara da bi sevimli, sürekli sağanak. kırmızı koltuk diye bi televizyon programı vardı di mi? ondan istiyorum ben. bi tane kırmızı koltuk. her iki yanından güneş alan ama. güneşli bi kırmızı koltuk evet. bunu istiyorum bi tek.


güney afrika'da kıyamet kopuyo bu arada. bi bakın haberlere derim. türkiye ve mülteciler konusunda ise bu yazı benim daha önce çarpık çurpuk anlatmaya çalıştığım şeyi güzelce anlatıyo: madagaskar, vatikan ve türkiye.



bugün yıldırımcım için naptın deryik? link verdim her zamankinden: LBGTT raporu . bu yazının yanında okunması gereken şey şerif mardin'in mahalle baskısı konusunda yaptığı daha detaylı açıklama. bu ara bolca düşündüğüm konu şu: iyi nedir pek düşünmüyoruz. bi cevabımız yok cidden. iyi "faydalı" olan değil, "hayırlı" olan da değil. "kötü olmayan" da değil.. neyse işte şerif bey daha iyi anlatıyo haliyle, ben sadece öööölece düşündüm. kötüyü düşünmekten iyiye sıra gelmemiş gibi sanki..

blogda yazdıklarımı otobüste ya da bi kıraathanede söylesem 301'den dava açılırmış hakkımda, bunu da bugün fark ettim. hatta ailecek davalıydık tahminen, en başta da Sabuş girerdi içeri, kendisi köşke komşu oturur da... haliyle "hedefe küfür" lüksü var. neyse, sivil polis manyaklığı işte.. jurnalci mi olduk polis devleti mi, onu seçelim bari. "örtmenim sigara içti!!! örtmenim polis kelimesini cümle içinde kullandı!!!".

bu iş çok zor be yonca bazen cidden.

mimi

bildiğiniz üzere divad enteldir. sobelemez, mimler. uluslararası takılır. böyle pata pata koşup ebe sobeee filan yapmaz ensenize. çanak çömlek filan da patlamaz. fonda vivaldi filan, gelip mimler kibarca. neyse, mimledi beni. bu beyaz ve hatta kızıl türk, ingilizce yazıcam sanıyo; ama çok yanılıyo zira kitabı türkçe seçerek hemen kendimi düze çıkarttım.

kitap kitap dediğim: tante rosa-sevgi soysal. tabii ki.

bir sürü başka şey de olabilirdi, örneğin "pippi uzunçorap cincin adası'nda" bir diğer iddialı adaydı; ama tante rosa'yı seçiyorum. hem büyüdüm, hem de mimim çok entel. ayrıca bu kitap hollanda'ya giderken yanımda götürdüğüm iki kitaptan biriydi.

sevgi soysal'ın yazdığı zaman "olay yaratan" bu 14 öyküsü, tante rosa'nın hayatını anlatıyor. 68'de basılmış ilk kez. 68'de bavyeralı rosa'yı anlatan bi kadın. kitabın, bu bloga "kadınları ne mutlu eder" veya "kız arkadaşıma ne hediye alabilirim" diye gelenlere kaynak niteliği taşıdığını arka kapağındaki can alıcı cümle kanıtlıyor:
"Tante Rosa bütün kadınca bilmeyişlerin tek adıdır".

Tante Rosa'nın Sizlerle Başbaşa dergisiyle olan ilişkisi, Rosa'nın hayvanları ve Hans, ve keman çalan kocası, ve evladiyelik şişme sandalı, ve yaşamakta ısrar edişi, her şeyi, her şeyi güzeldir. daha da önemlisi, suluboya kır çiçeklerinin ölebilen şeyler olduğunu, sokağın geçmek için olduğunu, kanaryasız satılan kafesleri, tante rosa'nın "evde kalmış bir kaltak" oluşunu, "tante rosa i love you" demeyi, sahte düşesliği, bir papağanı üşütmemeyi anlatır bu kitap. 104 sayfanın her satırında ince ince anlatır sevgi soysal. içindeki çizimlerle "az kalsın çocuk kitabı" tadı veren; ama bazen çok, çok ağır olan bir kitap. "kadınları anlamıyorum azizim" beylerine de anayasa fırlatırcasına uzatılabilir.

çocukluğu ve gençlik yıllarını (özellikle afarozunu) anlatan kısımları ayrı bi severim, belki sadece o kadarını gördüğüm için henüz. bir de alıntı yapıcaktık, doğru. Tante Rosa Rahibeler Okulunda adlı bölümden:

"'ben içimi öldüremem' dedi Rosa, "çünkü içim prensestir. Prenses prensindir ve prensin olan bir şeyi öldürmeye sizin bile yetkiniz yoktur.' Scwester Maria kızdı, çok kızdı. Tante Rosa'yı mahzene kapattılar. Tante Rosa mahzende ağladı. Meryem Ana'ya dua etti. Düşündü. Düşündü ki bütün Katolikler pis, kötü şeylerdir; Meryem Ana o kadar iyi ki o herhalde İsa'yı doğururken Katolik değilmiş. Peki neymiş? Prensesmiş-prensesmiş."


hmm süreklilik adına, bi kitap bi alıntı seçiveecek anlatıveecek olan isimler:

alx ve peanutbutterandblackcoffee.

25 Mayıs 2008 Pazar

sinkarekoskare

benim bi arkadaşım var, seda. seda'da deli enerjisi var. yelkenci seda, kedici seda, sinemacı seda. seda hep koşturur, bi de yetişir üstelik. seda 299 kadınla bisiklete atladı, pippa bacca'nın gelinliğinden parçaları kasklarına taktılar ve... ortadoğuya. Filistin Üniversitesi'ne bir gelinlik götürdüler. 300 km, 300 kadın. 300 spartalı gibi bi şi. seda'nın gözleri içi parlayarak "bu yaz geri gitmek istiyorum" demesi... yelkenle gitse seda mesela, yapar onu da kesin. yapabilir. seda'nın yapabilirliğini seviyorum ben en çok galiba. neyse işte, radikal cumartesi ekini kapıp "annee bu kız var yaa benim arkadaşım, yaaa" demek zevkli.

Hariçten Gazel 3. sayısı çıktı çıkacak. ay başında en yakın bayiiden istemeniz gerekiyo, zira süper, yine kalmiycak. yine hatırlatıcam ben size tabii... yaz sayısı bu, 3 aylık.

cannes film festivali'nden yine ödüllü isim nuri bilge ceylan, en iyi yönetmen. velakin böyle bi organizasyonda BİLE isim telaffuzu niye kötü? niye "Nuri Biljö Seylon" yani sean penn? niye? herkes mi fransız?adam ikinci kez orda üstelik... o kağıda düzgün bi telaffuzunu yazsanız nolur ki? Vietnamlı adama belki küfür bile ettiniz yani. cık cık.

çok düz çizgi günler yaşıyorum. yavuz bingöl'ün "nuri hocam güzel montaj yapmış masada renkler filan" ve "gecekondudaki kadın seks düşünmez" cümleleri bile beni harekete geçirmiyo, o derece yorgunum. son 2 saatimde de trigonometri çalıştım, eksenler çizdim filan... yeter yani.

gökhan özgün ve murat belge radikal'den ayrıldılar. tek kalem kalan yıldırımcım türkercim istese de gidemez, perihan mağden yir onu ya da ondan önce davranıp gidebilir.

ama bakın bu arada: kyoto filan demişken..

22 Mayıs 2008 Perşembe

özlü sözler

"bu haftasonu bi program yapma, çalışalım sürekli ofiste".

21 Mayıs 2008 Çarşamba

not:

ah söylemeyi unutuyodum...
mor rujumu özledim iş çıkışı sürücem. bordo da olur. yazın pastel tonlar-mış. peh.
biri seğmenler parkı'ndaki bi banka tırtıl çizmiş, sırt kısmında bata çıka gezen. yarına artık.

mübeccel izmirli

damardan tapu kadastro, 1 hafta içinde evla mevla olucam ben. çok yüklü be blog. bunaldım. bakalım kısmet. şimdiden gerildim ve tatsız haldeyim o sebeple biraz. kameraya gülümse deryik: eheh evet bu önümdeki yığından bi mucize çıkarmakla sorumlu kendini bilmez benim.

ofise üçüncü alıyoruz ve bu sefer bir çaydanlık değil, insan. ay doğru çaydanlık da var, dört o zaman. arada gelicekmiş. artık fal kapar dedikodu yaparız gibi bi fikre kapılmayın zira kendisi fransız. vule vu no no ooo biyen biyen. türkçe öğreniyomuş. ofisdemederyikdaraldım.

beni bilen birisiyle konuştum. sizi bilen birisiyle konuşmak güzeldir hep. bildiğini bilmese de ya da çok konuşmasa da iyidir arada. zorla filan. noloorum ben dedim, bi bok olduğu yok işte sensin yine aaaa düşünme bi of dedi. ya da öyle bi şi işte, neyse. oh dedim ortaçgil gibi: her şey gayet normal.

hava sıcak diye galiba. ya da bu iş yükünden. bi of çekesim var. bikaç bi şi daha var ama onları ingilizce ifade ediciim kendi kendime. evet kararım bu. diyır deryik yes yes ooo veri nays.

elimde kitaplar var. açıp hooop bi sayfayı, içinden bi cümlecik bi mısracık seçiyorum. okumak bile değil. bütün gün bunu yapabilirim galiba. cemal süreya'nın "birinin grönland'ı olmaya hazırlanıyordu"sunu o kitapta nasıl kaçırmışım ben mesela, oturup düşünebilirim sanki. manalar arama blog, öylesine. yoksa ekvator kuşağı gibiyim vesselam.

siz mesela 2. kadastro kongresinin şu günlerde yapıldığını biliyo muydunuz? haha şaşarım nerden bileceksiniz, bu zevkli "event" yalnızca şanslı bir azınlığa muştulandı. hıh.

20 Mayıs 2008 Salı

hayat güzel be blog.

hop istanbul. hop kampüs. tesadüfler artı karşılaşma ve telefonlar: bissürü insan. bu istanbul kısmı. sports fest filan.
derken: çanakkale üzerinden assos. özet geçmek iyi olacağından, maddeliyorum. hiyerarşik değil, kronolojik-imtrak:

1) saat 5.20 filan, eceabat-çanakkale liman arası feribotta gün doğuşu. kırmızı gök mavi deniz.
2) asla gülpınar minibüsüyle gitmeyin assos'a. doğrusu ayvacık. 1 saat kazanırsınız. dip not.
3) emily. eris otel. nane-defne-papatya kurusu.
4) assos meydandaki yokuş... günler sonra yanan lamba: yıl 1987-88 filan, baar var minicik, ben de ziyadesiyle minicik, baar o yokuştan yukarı koşmuş ben onu "kurtarmak için", pıtır pıtır peşinden. yemin ederim o yokuş bu. kenardaki teyzeler bile aynı. eve gelip kontrol, yes o bu.
5) damla sakızlı türk kahvesi. başta eh, sonra mis.
6) patikalar patikalar. patikalardan limana doğru.
7) liman. gizlice gümüşlük hissi. karadut-bal badem-damla sakızı.
8) 17 mayıs 2008. yemek.
9) emily tavsiyesi: athena tapınağı. assos'un en uç noktası. 270 derece deniz, midilli adası. kocaman, devasa bir mehtap. gümüş top gibi. şaraplı bi sessizlik.
10) kadırga yolu- 3 km. pıtır pıtır yürü. ve deniz. deniz deniz yüz yüz. çivi gibi su, güzel su.
11) güneş yanığı: karpuz peynir. hop karpuz, hop peynir.
12) aahh agora. yine gün batımından mehtaba dönüş. aristocum sefa pezevengiymiş, gördük. manzara arsızlığı. fikir versin diye gece vakti anca bu kadar çekilebilmiş kare:




13)barbunya, beyaz şarap.
14) yine athena tapınağı, yine arsızca denizle mehtap, bolca gülüşme.
15)emily gud bay.
16) çanakkale: domates reçeli ve o han içindeki seramik atölyesi.
17) yol boyu, arada kucağımda uyuyan bi mutluluk. bakıp bakıp şaşırıp mutlu mutlu gülümseyip dalıp gitmek... ve tepemizde dikilen muavine bile sinir olmamak bi noktadan sonra.

diye özetlenebilir heralde.

bonus: ankaraya dönerken bolu dağında şahin gördüm, kartal /atmaca filan da olabilir şehir kızıyım ben. yani neyse, martıdan büyük olduğu kesin. kahverengi ve kocaman, otobüsün yanından havalandı.

şimdi ev. güneş yanığına biraz krem. bolca "iyi ki", birazcık "umarım".
güzel şeylerden ürkmek, eşyanın doğası gereği galiba.
bu kez kendime bi hoşluk yapıp fişimi çekebilirim. umarım galiba sanki neden olmasın.

bi süre, tek bacağı, kollarının yarısı, alnı-burnu-yanakları yanık, ve yine de ağzı kulaklarında bi kız çocuğu. hayat cidden güzel. assos'a gitmeyeni de.. .döverler. gidin tıpış tıpış. ay takvimine bakın, dolunay hedefiyle yola çıkın. hazirandan sonra cunda adası'na seferler de başlıyo. gidin. emily'e de benden selam.

15 Mayıs 2008 Perşembe

bissüre

sizi arşivimle baş başa bırakıyorum. manifesto hazırlamak kolay iş diil. bugün bakınız toplam 4 dakika 37 saniye filan sokakta kaldım, o arada da dolu yağdı. bereketliyim vesselam. her durumdan kendime paye bi egom bile var.
elbet okumadığınız yazı vardır, gypsy kings fon müziğiyle mekanı terk ediyorum..
burcucum sen de artık... tekrar edersin :P

14 Mayıs 2008 Çarşamba

paylaştıkça artan tat

evet efendim ben son ürünü sunarız diye düşünüyodum ama divadeiwob çoktan duyuruyu yapmış, ben de ilan edeyim bari.

bi manifesto hazırlıyoruz. hatta yine divad çok güzel açıklamış: farklı sebepler ama aynı amaçtan dolayı. araya 1 haftalık kesinti girdikten sonra, taze taze, dumanı üstünde sizlerle paylaşıciiz. "benim aklıma gelmişti şerefsizim" diyeceğinizi şimdiden biliyoruz.

paylaştıkça artan tat cephesi adına Deryik.

haksız tahrik.

böyle bi şi var. yani biri sizi öldürdüğünde diyelim, onu tahrik etmiş olabilirsiniz. bu da ikiye ayrılıyo: haklı ve haksız. anlaşılan. gerçi tahrik doğası gereği olumsuz anlam taşır, haklı tahrik nasıl oluyo bilemem. konumuz haksız olan. bi nevi "kaşınanı kaşırlar"ın hukuki versiyonu.

hem haksızsın hem tahrik etmişsin. kahrol düşman al sana bomba.

biliyoruz ki bu güzide maddemiz en çok kadın cinayetlerinde devreye giriyo. "şaşı bakıp şaşırmadı hakim bey, tahrik oldum" filan diyebilirsiniz. "ayakta işe dedim yapamadı" da denebilir. tutar kesin. Radikal ufacık listelemiş. Mesela makarna yaptınız, haksız tahrik. saat sordunuz, haksız tahrik. kocanızla sevişmediniz, en haksız-en tahrik. hatta: varlığınız haksız tahrik. müebbetten 15 yıla trink! indiriliyo tahrik kurbanının cezası. tahrik tahrik. kadın dediğin zaten, tahrik için var. günaha, suça, her şeye bi kadın. eldeki kan lekesini en iyi temizleyen şey.

ben derim ki başa saralım. kız çocukları diri diri gömdükleri günlere... çözüm budur. arap kavimlerinden iyi mi bilicez? hem erken teşhis hayat kurtarır, kimse haksız tahrikten hapse düşmez. a-a ölen kadınlar mı? hadi gülüm yandan yandan. yoksa siz hala annenizi mi dert ediyosunuz?

Tayyip Erdoğan (ki kendisi smokin bile değil, belediyeci tipi takım elbise giymiş dün) HALA çocuk doğurun diyo. inatla. ben de kendisinden teşvik kredisi istiyorum çocuk doğurmak için, süt iznini istiyorum. hem kendime hem babaya. okul öncesi eğitim olanağı istiyorum. mümkün müdür acaba, parasız eğitim istiyorum. "öss'yi toefl gibi yapacaz 120 doları veren istediği kadar girecek" diyen aslan cinotri bakanlardan kurtulmasını istiyorum. bu öss plancığını "sınav tek elden ankarada olsun, hem ankara esnafını ihya ederiz" diye savunan esnaf cini gerzeklerin benim çocuğumun geleceğini köreltmemesini istiyorum. gördüğünüz gibi uzlaşmacı tavrımla varım. yoksa bi daha "doğurun ya dişiler!" dediğini duyarsam cinnet geçirmek istiyorum aslında; ama tutuyorum kendimi. adam demografi ilminin ağzından girdi, "hamdolsun mutluyuz, löp löp et, top top yağ olsun doyuyoruz" diye burnundan çıktı.

"aileyiz diyebilmek mühim"miş. aslında tayyipçim, "özgürüz" ya da "ülkeyiz" diyebilmek de, bi o kadar, kendince mühimdir yahu. aile kurmak için bile. kolaya kaçtığını bilmesek samimi olduğunu düşünücez. velakin, kendi milletvekilin aile içi şiddetten ceza alan ilk siyasi oldu mu? olduuu.

paralel evrende: 1 mayıs konusunda kıvançla dolu bakan konuşuyo: kimse ölmedi... hesabın, sayacın nerden açıldığını bilin diye yazıyorum. ölmediniz, hadi yine iyisiniz. demokratik yürüyüş ve gösteri hakkı mı? ölmediğiniz için gururluyuz. yalnız, atalay "kimsenin burnu kanamadı" derken deyim olarak kullanmış heralde. yoksa polisin uçan tekmeyi yüzüne gömdüğü kızın, burnu olmasın ama beynindeki bikaç kılcal damar elbet kanamıştır. "büyük yaralanma olmadı" derken de "kimsenin bağırsağı deşilmedi" filan demek istiyo heralde. alis harikalar diyarında. DİSK ve ÖDP konusunda soruşturma yok-muş.

ve yani düşünün, bu laflar haksız tahrik sayılmıyo da makarna sayılıyo. ah güzide hukuk. bıraksalar, cinnetim kendinden belli.


o değil de: 8 haziran'da Hacettepe'ye jethro tull geliyo. ankarada aqualung. vuhuhu.

dip not: bu yeni öss sistemi için bakanın tutarsız cümleleri: efendim ortaokul öğretim başarı puanı yüzünden öğrencisine peşkeş çeken öğretmen/okul olabilirmiş. peki yes da ja. anlaştık. sonra diyo ki: öss sorularının bi kısmı test değil yorum sorusu olsun! ööeeh yani. ben anlamoor kuzum seni. adı öss olunca mı bitecek peşkeş? tamam sistem boktan; ama tek cingöz de sen değilsin ki. diiğ mı diiiğ mıı.

13 Mayıs 2008 Salı

macestelerii... leri leri.

kraliçe ankara'da. konvoyu yanımdan geçerken durup izlemeyen bi tek bendim, bu tavrımı fark etmiştir elbet. evet o cool kadın bendim liz. bi ben, bi ajda. charles da camilla'dan ayrılıyomuş. annemle andropoz dedikodusu yaptık, türküz mutluyuz.

şu an o beklediğim yemek sürüyo. hayrünnisa hanımın saçında daha önce hiç görmediğimiz bi şi var. baştan söyleyeyim, ben türban tasarımı fikrine hiç sıcak bakmıyorum. yok fiyonk atalım, yok çiçek yapalım, ı-ıh. aynı şekilde belli bi yaşı geçen (belli bi yaş neyse artık) kadınların uzuuun at kuyruğu sahibi olmasına da (annemden geçti bu) gıcık olurum. özetle, bağlasınlar her zamanki gibi, neyse ne yani. fularını taşlı süslü seçsin. işlemeli. gerekirse kristalli. aa ruslar kendisine on kaplan gücünde bi gerdanlık hediye etmişti, gün bugündür, onu taksın... bu ne yahu. resmen türbandan bir at kuyruğu, omuzlarına uzanıyo, eflatun-pembe ingiliz gülü. hem biz onu saç sandık cidden, sayılmaz.. yandın hayrünnisa çık oyundan. tamam peki uzatmıyorum. ama bence bi heves mahallemizin tasarımcısına türban taratmaktansa şık bi fular seçseymiş, evlaymış.. ayrıca defnenin de tespit ettiği üzere: gıdısı taşmış. evet. içine soksun gıdısını ya da ona göre bağlasın. ama makyajı fena olmamış evet, hakkını veriyoruz. şık rüküş geyiğimiz burada bitiyo.

onun dışında elizabeth çok şaşkın çok. etrafı seyrediyo gibi. belki camilla derdindedir, yeni gelecek körpeyi eğit bu saatten sonra filan... sanki 36 yıl öncesinden kareler hatırlayıp mahsunlaşmış. yol yorgunu tabii.

abdullah gül çakma bir george clooney, tayyip erdoğan çakma bir nejat işler.
çakar çakmaz çakamıyor çakmak.

abdullah gül müsamere çocuğu gibi. "maceste" dedi. "mıstafa" dedi. "müşşekkr" dedi ki, müteşekkir demek. hayatının diksiyon sınavından çaktı. maceste nedir yahu. sevgili hocamın 2,5 gün boyunca büyük bi özgüvenle vaaaaroş demesi gibi. macesteymiş. yok, macenta. bi de böyle sayfa çevirirken es vermeler filan. nefesini tutmalar. "-lardaaağ yüzen al sancak" gibi. çok heyecanlı. kadeh kaldırdılar, tam içecekti ki baktı ki elizabeth koydu bardağı yerine, hemen bi manevra yaptı gül. çaktırmadı yanındaki edward'a.

ve tayyip aman allahım, ölümüne sıkılıyo. zorla misafir ziyaretine gitmiş çocuk gibi. masa altından bacaklarını sallıyodur kesin. bardakla çatalla filan oynuyo. yemek gelicek, önünde 5 çatal. şimdiden daralmış durumda. biraz da ego meselesi heralde, elizabeth'in yanında o yok. küstü oynamıyo. annee ben de babamlarla oturiym miiii hayır tayyip çocukların masası belli. şirin bile olabilirdi eğer kendisini tanımasaydık.

frak giymeyişlerini de... ben anlamoorum. yanınızda elizabeth 80 yaşında, aç açına bilmemkaç karatlık taç taşısın başında, sen bi frağı çok gör. ayıp.

ay ne yiycekler acaba. ankara armudu. hahahaha. hediyemiz: alçı kalıp zıplayan tiftik keçisi heykeli-- by imelih. ahahah. ay sinirim bozuldu. riçırd bu soyut kuğular yerel bi motif mi. bursa'da kestane şekerini dayayalım, şekeri fırlar. yazık yahu. iskenderciler üşüşür başına. besleriz en yüce turistimizi. ooh. her 100 ingilizden 60'ı mı ne kebabı ingiliz mutfağından sanıyomuş. allah hepimize ingiliz egosu ve benmerkezciliği versin.

diğer bi eğlence: ahmet hakan VS hasan cemal. hasan bey susmuyor, lafını kestirmiyor, söz hakkı verildiğindeyse sessiz... tam sürenin sonunda cümleye başlıyo, ahmet bey "yani ama şimdi" diyecekken sesini yükseltip sözü tekrar kapıyo ve bi sonraki hamleye kadar tıp. çok komikler: "deniizz... gezz..mişş yani... bizimm......mm... dönemimiiZDE HERKES.. in.... evet... biz.... BİRLİKTEHAREKET... edişimi.. ziin..." gibi.

gözlemlerim devam edicek. zira bu anı bekliyodum, biliyosunuz.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

bugün sana kendimden bahsediciim blog.


bu fotoğraf benim için çok özel. tarif edemeyeceğim bi huzur veriyo. bi kere kendisi yaşça benden büyük. annemle babam çekmiş, bi vapurun yan tarafı. niyeyse orda ahşap bi sandalye var. hava yağmurlu ya da dalga yemiş, ıslak. burda biraz sepya duruyo ama aslında değil, gayet siyah beyaz. neyse, o sandalyenin orda oluşunu seviyorum. dalga ya da yağmur, ahşabı kabarıcak ama o orda işte. acaba vapur değil de motor mu? hatırlamıyorum. neyse. tahminen 28-30 yaşında filan var heralde bu fotoğraf.

o sandalye orda yolu tıkamamış da sanki az önce iki kişi sohbet etmiş (biri ayakta biri sandalyede), yağmur başlayınca/dalga gelince içeri kaçmışlar, bu zavallım da böyle kalmış gibi..



bu kadar.

protok

ingiliz kraliçesi gelicekmiş efendim, ankara, istanbul ve bursaya. kendisi politik ziyaretlerden çok mesaj kaygısı ziyaretlerinden bulunur, bu çalışmasında da "bakın biz bu genci severiz, anasını babasını çok sayarız. alın AB'ye, bişcik olmaz, çalışkan çocuktur, bileğinin hakkıyla yüzünüzü kara çıkarmaz valla" mesajı vericek-miş. diyolar.

ammaa.... ingiliz kraliçeliği etrafına zor bi kurum. geçen aylarda sarkozy ve çok sevgili carla bruni'nin ingiltere ziyareti manşetlerdeydi. malum protokol kuralları sayfalarca, detaylı, işkence gibi bi şi. du bakali carla baş edebilecek mi? etti, hatta sarkozy'i de yonttu, baş tacı oldu fransa ve ingiltere basınında, yol yordam first lady'si seçildi filan falaan... bizim kadro belli, hayrünnisa ve abdullah gül çifti. "kraliçeye dokunmayın" sorunu olacağını sanmıyorum. ama yine de merakla beklemekteyim. hatta bazı ingiliz kanalları bu "temas"ları canlı yayınlıyomuş. çekirdeğim elimde bekliyorum. mesela kraliçenin yanında şapka takma kuralı var, böyle kocaman 5 çayı şapkaları. bekliyorum. bilmem belki dış temaslarda filan daha gevşektir, kraliçenin makamı değil neticede.


ankaraya geldiğimden beri en büyük eğlencem artİst almak, sonra ordaki ressamların işlerini gugıllamak. kimi biraz tanıdık, kimi yepyeni. bu ay: artemisia gentileschi ve otto dix. rafine zevkler meselesi değil, güzel bi giriş bilgisi veriyo dergi, onun devamı olsun diye birazcık. hem caravaggio'yu seviyorum, napiym.

türk medyasında cinsiyet gibi bi araştırma yapıldı. %100'ü erkek olan genel yayın yönetmenleri gazete balyalarının üstünde gülümsüyolar. haber kaynaklarından, köşe yazarlarına, errrrkek haberler okuyoruz. Radikal'in bu arada, değişen sayfasını hiç sevmedim. soft milliyet olmuş. çirkin. ordan bi haber geçiyo burdan bi foto galeri... gözümü yoruyo.

bodrum'da yeni imar planı düzenlemesi yapıldı. fıkra gibi. aynen şöyle: "her cepheden görülebilecek şekilde, 2 kata kadar bodrum kat inşa edilebilir". hmmm... her cepheden görülüyosa o nasıl bi bodrum kat? biz mi salağız siz mi uyanıksınız? 5 kata kadar izin veriyolar ufaktan yani.
günün esprisi: Demirel'in idolü Lenin'miş.

11 Mayıs 2008 Pazar

mutatis mutandis

ateba diye bi şi var. yazlık yerlerde 10-12 yaşında kızların saçına iplikten renkli renkli alengirli şeyler yapan teyzeler buna "renkli seç örgüsü- 7 miyon" der. elin fransızları ateba diyo. işte bende yine ondan var. defne yaptı. bu sefer ense köküme. alışkanlık yapıyo galiba, bu dördüncü. sırayla. renk güzeldir, renk candır. saçımız renk renk olsun. daha bissürü yapıcam ama hem yaş ilerliyo, hem iş güç başlıyo filan. imaj zaten 16 yaş seviyesinde, cilalamanın anlamı yok yani. ya da gizlice cila. neyse, renkleri tabii ki belli olmuyo: eflatun, bej, petrol rengi gibi bi şi, bi de koyu fuşya gibi bi şi. öyle işte.

ceniscaplinseslikız'ı dinleyemedim. ankara baştan kara zira.

bu ara gülümsüyorum. bu ara bir sürü sıfatım var. isim sıfat. tamlamalar. tamamlanıyorum.
telafi ve tesadüf kayıp kardeşler. manyak gibi iş var üstümde. biticek elbet. biter.

kendi kendisine film kareleri düşleyen bi kızım zaman zaman.
atebam varsa hele, iyice ergen düşleri.
hayat güzel be blog. şehirde hala kırlangıç var ve hala evi basan karıncalarla başa çıkamıyoruz. daha da önemlisi, hala ortaköy camii tellerinde "lütfen avluda balık tutmayınız" uyarısı var ve hala birileri inatla orda balık tutuyo. öyle bi inat lazım hayatta insana.

bazı şeylerin değişmediğini bilmek güzel. eğer ben bi cümleyi dövme yaptırsaydım, başlıktaki olurdu. cümle de değil, söz öbeği. işte bunların içinde, özünde ya da kenarında, değişmeyen güzel şeyler de var be blog. ve telafisel tesadüfler size film kareleri düşündürebilir. atebanız varsa hele.

eveeeeettt

bir karahindiba poleni üfleme sezonunun daha çaktırmadan sonuna geldik. hindiba nedir bilemiycem ama o çiçek kara değil, sarı. neyse. sonuna geldiğimiz diğer şeyler: frezya ve ufaktan hüsnüyusuf.

9 Mayıs 2008 Cuma

çeliş

çelişiyoruz muntazaman. yeni bir şey değil.

hani aşağılarda bi yerde bahsetmiştim, benden önce radikal bahsetmişti... van'da 33 kişiyi öylesine (hatta bence, zevkine) öldüren bi askerin adı kışlaya verilmiş. gelen eleştirilere de cevap "merhum cezasını çekmişti, hem 60 yıl önceydi, önümüze bakalım" tadında olmuş. "hala ona mı takılıyosunuz yaaauu" hali. yoksa siz hala..

hemen ardından: Deniz Gezmiş'i anma töreni yasaklanıyor. "suçu ve suçluyu övmek"ten. her zamankinden olsun garson.

hmmm... Sanırım bu "merhum" da "suç"unun cezasını ziyadesiyle çekmişti. yani 33 kişiyi öldürüp hapis yatmak ne kelime, adam asıldı yahu. siyasi suçtan hem de. 60 olmasın hadi şeker, 36 yıl olmuş.... yetmez mi?

cık o sayılmaz. fasulyedendi denizler.

8 Mayıs 2008 Perşembe

pıt legosu.

pıt pıt halının üstüne dökülmek fark ettirmeden. kendim bile fark etmiyorum bazen. hani şey klişesi vardır ya, "kırılan cam yapışır ama izi kalır" bik bik bik... sevmem. lego olucan hayatım. bol parçalı, tak çıkar, monte edilebilir, plastik, parça başına zarar görmeyen, bütünü zarar görünce anında yine pıt pıt takılabilen. lego kadın. olmuşum ben galiba fark etmeden... hissizlik, takmamak değil bu yahu, "yaşla gelen olgunluk" da değil. arası deresi bi şi... neyse işte, güzelmiş. daha sakin ve dinginmiş. ama ne zaman böyle pıt pıt halının üstüne hissi olsa, düşen parçaları eteğine süpüren bi kadın geliyo gözümün önüne. hamarat. hemencecik ortalıktan kaldıran, daha parçanın ne olduğunu bile anlamadan. maksat süpürülsün gitsin yok olsun.
emo ev hanımı deryik. ahaha.

düşünooruz pıtpıtlık bi durum mu var? yoo. pırpır haller var daha ziyade.

bugün bi an "boşver ya, anlattıkların güzel anılar olsun" derken buldum kendimi. cidden öyle olsun. benim içimi acıtan bikaç anım var... amaaan kimin yok kuzum. işte onlar gelmesin akla. gelince pıt pıt işte bazen. geloor gidoor. hop süpürüyoruz.


bu bi "bu ne şimdi" yazısıdır.

höşül

geçen sene yaban ellerde mahrum kaldığım sevgili papaz erik.
höşül höşül ve tuzlu bir mutluluk kendisi.

hojam

odtülüleri seviniz zira onlar kaçırdığınız ahırkapı eğlencesini yanı yanı başınıza getiren bi güzide üniversitemizin insanlarıdır. odtü bugün canım benim. gitmesek de görmesek de taşoda da bu haftasonu, farkındayım. di mi emir bey? bi dahakine artık... yine gelemedim yine yine.

itiraf ediyorum: tapu konusunda okumak aslında eğlenceliymiş. toprak toprak diye beynimi oydukları 1,5 senenin sonunda mesleki deformasyon. kadastro kısmına gelemedim henüz, fazla teknik bilgi içeriyo.
(açıklayıcı alıntı: "tapu senin adınsa, kadastro yüzündür"-patronum).

7 Mayıs 2008 Çarşamba

sidar

çok mutluyum. huzurluyum. şaşkınım. bilginize.
barajlar bitmek üzere. onun yerine yeni gündem maddem tapu kadastro. literatürdeki "sıkıcı konu başlıkları" menüsünden seçiyorum gibi gelse de kulağa, bence zevkli de olabilir belki niye olmasın di mi yani.
istemsizce elim boncuklara gidiyo. seyrek yaptığım şey, tadını çıkarınız: ürün sergileme. kendisi bi küpe evet. genelde kolye yapıyorum ben... olsun. kolaydı bu, kolye sırasında tırnak filan kırıyorum. o turkuaz şeylerden daha bissürü ekliycem, başımı çevirdikçe parliycak.
hohoyt. yaşasın webcam'le çekilen fotoğraflar.

neşeli günler

hillary clinton'da tansu çillerimsi bir şeyler var ya da tersi.

AKP'nin "feminizm ideolojisiyle yozlaşmamış kadın"ı beni benden alıyo. Gururla, düşünmeden, bilmeden konuşan adamlar coşkusu... Acaba ayna karşısında prova yapıyolar mıdır? bence yapıyolar. neyse.. Feminizm lafını duyunca freudyen hadım edilme kabusları filan yaşıyolar galiba ya da "bunlar yarın öbür gün loreal paris laboratuarlarında birbirlerinden hücre alıp ürer, bize gerek kalmaz" gibi bilim kurgu dertlerdeler. bi anlasam. dillere pelesenk (pelesenk ne güzel bi kelimedir) bi laf da bu olur şimdi: "biz kadınla erkeğin birbirine ihtiyacı olduğunu savunuyoruz"muş.

evet bence de var ihtiyaç, tamamen katılıyorum. mevcut durum biraz tuhaf gerçi. kadın ölmemek, öldürülmemek, doyabilmek, yaşayabilmek, hatta var olabilmek (onun kızı/ bunun karısı/ hepsinin namusu) gibi bazal şeyler için ihtiyaç duyarken erkeğe, erkek pantolon ütüsünde çift çizgi olmasın, her öğün kuru naneli cacığı hazır olsun, babasına, oğluna ve kendisine bi bakıcı bulunsun diye kadına ihtiyaç duyuyo. çok adil be gülüm, fazla adil.

hangi ülkede, nasıl romantik topraklarda yaşadıklarını bilmiyorum; ama benim gördüğüm kadından beklenen itaat, erkekten beklenen vicdanlı diktatörcülük. SM de diyebiliriz, fantezilere açığız. yalnız gece uykunuzda dikkat, hızarla anında hadım edebiliriz. Sahi, yıllarca dayaktan, işkenceden usanıp kocasını kesen kadınlar mesela, onlar artık erkeğe ihtiyaç duymayan pis feministler heralde. odaya hapsettiği kızına her öğün minik bi şişede zehir yollayan anneler mesela... denklem dışı olsa gerek. namus cinayeti için ablasının peşine gönderilen 16 yaşındaki erkek çocukları filan... ya da kocası evde doğum kontrol hapı buldu diye öldürülen kadının davasında bu hapın "hafifletici sebep" sayılması... daha 10 yıl öncesine kadar tecavüze uğrayan bir kadının hakkının bakire-evli-bekar-hayat kadını oluşuna bağlandığı, kadınların bekarete göre hiyerarşiye sokulduğu, o da nesi: tecavüzcüsüyle evlendirilen çocuk-kadınların olduğu topraklardayız sanıyorum ben. AKP'nin harikalar diyarında olmayan şeylerden galiba bunlar. içimizdeki Alice resmen adamlar.

sinirleniyo muyuz, hayır. duymuyoruz bile. zira artık takmıyoruz bile. ay ne fena, ben hiç bi politikacıyı ciddiye almıyorum şu an. bi düşündüm de... hiç alınmasınlar, baktığımda pal sokağı çocukları sevimliliği bile görmüyorum. öyle bi tabur adam, bana kadınlık anlatıyo, annelik anlatıyo, öğrencilik, işsizlik, şehirlilik... bir sürü şey anlatıyo. ahkam ahkam kes kes. onlar adına utanıyodum eskiden, o da kalmadı. yüzüme bi ifade çöküyo ama tarifi zor.

daha önce assos'a gitmiş olanlar varsa bana mini bir nerde kalınır ne yenir ne içilir, araba ve feribot mu, yoksa otobüs mü vs vs, bilgi yağmuru yaşatsın nolur. blogumu gugıl gibi kullanıyorum arada, farkındayım, ama olsun... assos'a en son gittiğimde hala TRT yegane televizyon kanalıydı ve ben evin uzaktan kumandası bile olamayacak kadar miniktim.

5 Mayıs 2008 Pazartesi

ikiye bölünen kız.

film yani, la fille coupée en deux; claude chabrol. yoksa mis gibi tek parçayım. görüldüğü üzere: bugün sinema. sonunda. oh be blog. kendime eziyet... sinema salonu sevip de gitmemek bi nedir? sonra bir sürü ip ip ip. saça evet yine. renk renk renk. madem çaputuma el kondu..boncuklarıma döndüm bugün, kolye yaptım. marputçular han artığı. şu an iş başı yaptım, proje okumasına devam kaldığım yerden. saat 11. hop otur hop oku. mesaisiz iş böyle bi şi.

günlük tutan kız olmak ne zor. her şey arşivli, her şey kayıtlı. güzel anlara dönmek isterken mesela, bazı sayfaları hızlı hızlı geçiyo insan. bazı defterleri bir daha hiç açmıyo. olsun ama çoğu güzel. eskileri okuyup, bi kaşık suda fırtına koparan hallerime, kendime gülmek güzel. hayır bu blog bi günlük değil.

tayyip erdoğan miyadı dolmuş dizi gibi. takip bile etmiyoruz artık. "ay iyice uzattılar kabak tadı verdi" dediğimiz diziler gibi. eylül sezonunda abdüllatif şener başliycakmış, onu izleriz ailecek.

van'da 33 kişiye kurşuna dizen bir adamın adı unutulmasın tabii. 33 kere hatırlanmalı. ama kışlaya da konmasın yahu. alay eder gibi. merhum suçunun cezasını çekmişmiş, hem 60 yıl önceymiş... bok yoluna niyazi ölümlerin acısı maalesef zaman aşımına uğramıyo.

yıldırım türker'in bu yazısını peanutbutterandblackcoffee'ye ithaf ediyorum. yıldırımcım yine misssler gibi yazmış, çokça piinat'ı hatırlattı.
bugünkü toplantıyı da iptal ederek hayatımdan bir hıdırellez çalan sevgili patronum... belki seneye ahırkapı bile kalmayacak. ben ahırkapıda hıdırellez görmeden göremeden göçüp gidicem. CNN türk'ün belgesellerini filan seyredicem anca. ayrıca istanbulda bi 4 (dört) gün daha kalabilirdim belki.. ama döndüm.

yine de kızamıyorum. kasılıp kaldığım için de olabilir.

4 Mayıs 2008 Pazar

mutluyum. belli etmiyosam huyum kurusun.

evde bi demet lilyum var. hollandada bakamayıp kurtlandırdığım sevgili lily rose'un vazo versiyonu. evet harika kokuyo. evet kocaman, renkli ve güzel. pekiii... niçün? sorarım, niçün?sevgili ergen kardeşim, sevgili az-buçuk-ergen-üstü erkek arkadaşına bi kez, evet BİR (1) kez "ben lilyum seviyorum" demiş. öylesine... ve ta daaa! lilyum. bu da öylesine. annemle eridik. burun kıvırmak demiyelim de, kısık gözlerle izlediğimiz bu ilişki bi anda en favori dizimiz filan oldu. çocuk gözümüzde öyle bi itibar kazandı ki ayrılırlarsa defneyi evlatlıktan ve kardeşlikten atabiliriz. gerçi acaba dolaylı yoldan bize mi rüşvet diye şüphelenmiyo değilim. olsun. gün geçiyo, gonca lilyumlar açıyo, ortalık parfümeri gibi... tekrar ergen olsak yahu... şimdi olsa, ı-ıh sanki. aynı şey değil. ergenken güzeldi bu, 8 yıl önce. gerçi ben evde çiçek severim (evet, ipek ongun travmasıyla yetişen kız, otobüs şoförü gülümsesin diye de hala bekliyorum). çocuk bana almış gibi, en çok ben kokluyorum. kardeşim 16 ve cool, "hımm evet hoş bi jest" diyo, sonra kendi kendine kalınca 32 diş gülümsüyo.


bugün sabuş'un artık blöf olarak geliştirdiğini düşündüğümüz "iyi değilim koşun" telefonuyla ona gittik. muzüp gülen anneanne. annemin içini sıkan ama ikimizin en çok sevdiği şey olan "hadi dolap karıştıralım"ı kısmen yerine getirdik. 4 beden atmayı ancak o kıyafetlere bir gün el koymak için isteyebilirim. yine de bir adet sabahlık düştü payıma, kimono gibi, bol capon figürlü. havalar ısınsın, odamdan salona doğru bir japon balığı edasıyla süzülüp günlük gazeteleri okiycam. sırf o aklımdaki film sahnesi gerçek olsun diye. jelatin anla beni: yasemin çayı ve evet o demir ayaklı mozaik masadan da olsun. etrafta bi tane bol tüylü tekir bi kedi de olabilir. bir de anneannem ve dedemin tarihlerden fi bir fotoğrafı ilk kez gün ışığına çıktı. jilet gibi giyinmişler, sahildeler, belli ki güneş gözlerine giriyor, gözler kısılmış...

ankarada pazar günü: yürü yavrum yürü.
ya davulcuya ya zurnacıya: ya darbukacıya ya klarnetçiye. c hepsi.

yarın hıdırellez. istanbul ahalisi benim için de ahırkapı şenliklerine gitsin. bütün gece sürüyo. vekaleten dokuz sekizlik ritm tutanlara benden hmmm.... mabel sakız. evet teklifim budur. darbuka+klarnet ikilisini özlemişken, ertesi gün ahırkapıdan uzak... adaletin bu mu dünya.

kafası karışık playlist:
ghosts
this mess we're in
you said something
saniyem.


pj harvey'in "stories from the city, stories from the sea" albümünü sevmeyen var mı? yok tabii ki. o albüm ki sene 2000 filan, Torba'da, terasta, bütün bir yaz, ödev gibi, çok mutlu... hemen güneş açıyor istemeden ve her duruma uygun bi şarkısı var albümün. yani şarkı sıralaması bile ahenkli canım pj'in. uh huh her mesela, o kadar açmamıştı beni. öyle bi şi işte.

bugün CV hazırladım sevgili günlük. hatta iş başvurusu bile yaptım ağır aksak. zira şimdiye kadar ki iş deneyimlerimin hiçbiri CV gerektirmediği gibi, tuhaf ama, işverenler bana başvurdu. haliyle bu işin triklerine dair bilgim sıfır. yok CV'nin kenar süsü, yok kullanılmayacak ifadeler vs vs. cık. yok. iyi niyet ve 6. hisle yolumu buluyorum. umarım. içimde sürekli bi "bu adamlar beni napsın yaau" hissi var ama her adım istanbul için istanbula doğru.

"pazar 10da buluşalım" dediği için cumartesi gecemi kısacık minicik hale getiren patronum sonra "ben prensip olarak pazarları çalışmam ki akıllım, unutmuşsun, hıh, pazartesi olucak o bi kere" dedi. meali: insanlara prensiplerini hatırlatın.

arada bi ingilizce yazma isteği duyuyorum. çok tuhaf. çaresini buldum.

bugün bi çirkin başladı da toparladı sonra. neşeliyim gibi gibi (günlük rapor veren blogcu yazısına sinir olup yine de yazanlar parmak kaldırsın). okunacak kitaplarım var... onlara sarılarak uyumayı planlıyorum bu gece. kitap kokusu da güzeldir ne de olsa. sonra bazen büyük kırmızı bi koltuğun üstünde uyuyakalmak isteyebilir insan. allahım bazen cidden kendi kendime konuşuyorum gibi. çok eğlenceli.

3 Mayıs 2008 Cumartesi

yaş 23 buçuk. buçukları belirtmeyi severim.

bu aralar ben yazamıyorum galiba. yazmıyorum ya da, bilmiyorum. derginin 3. sayısında pas dedim mesela, gln beni isteksiz bulmuş aşağıda bi yorumda (alıngan taze deryik), hava grrrii grrri. falan fülün. halbuki yani... ben kağıda, buraya, küçük defterime, elime, çizgili not defterime vs vs... sürekli bi şiler yazıyorum. yazı ishali. notlarlarlar alıyorum. iş için kullanılan kalınkırmızıdefter var malum bi de.her yer bolca yazı yani. ammavelakin... okunacak şeyler değiller. safi not. isteksizim evet. kendime bakıp "peh" dediğim günlerden bu ara. peh peh deryik, breh breh deryik. kendime yaranamıyorum, olur öyle arada.


kafam çok dolu. başka şeyler düşünüyorum. artık iş güç vs planı yapma zamanının geliyo oluşu (bkz 3 mayıs 2008, kapı gibi) ürkütücü. ben fark ettim de, iş aramayı bile bilmiyorum. kendi içinde sistematiği olan bi şi. tek bildiğim istanbulu istediğim. çocuk gibi bu da. her zamanki gibi istanbul inadımın tuttuğu günler. içten içe bu inadın 6-12 ay arası gecikebileceğini bilmem... 6-12 ay daha ankara... kısa zamanlar bunlar normalde. ne ki yani. yatçaz kalkcaz 24 buçuk olucaz, sıra istanbula gelmiş. yuh 24 buçuk. benim içimde yükselen bir "vakit yok vakit yok koş deryik koş" telaşı var. geç kalıyorum istanbula. gerçi hep vardı bu his konu istanbul olunca. yani gümüşsuyundan dolmabahçeye 15 dakikada inememiş olmayı bile seviyorum ben. hiç koymaz bana trafiği telaşı gürültüsü. burda yok mu sanki? en azından karşılığını veriyo istanbul. her istanbul dönüşü yaşadığım hayalkırıklığı 3-4 günümü alıyo. ve artık sanırım erteleme bahanem de pek yok. annemin benim için yemek seçtiği ilkokul öncesi dönemi geçeli bayaa bi oluyo malum. atıl kurt. kıpraş.


dedim ya, kafam dolu. başka kalemler de var. gecikmeler var. benim pimpirikli hallerim var. güvenli suların rahatlığı var. tesadüfler var mesela, istanbul fikrini iyice aceleye getirmeme sebep olabilecek. galata köprüsü var. dolduruyorum kafayı. örümcek ağı gibi, ortasında istanbul... derken ankara. şu iki gündür o kadar istemiyorum ki bu şehri, sanki şehrin suçu. lise sonda da olmuştu bu. küsüz şu an. zavallı ankara aslında. gözümü istanbul bürüdüğünde hıncımı ondan çıkarıyorum. ama napiym, paçama yapışmış bırakmayan arsız bi velet gibi bazen. ben de haydarpaşa merdivenlerinde ufka bakıp "seni yeniciim kahpe şehir, geri geliciim" diyen adam. tamam acelem yok diyelim ama, bi şehre geç kalmışlık hissi de zor be kuzum.


neyse işte. bu ara prison break seti gibi ankara. kaçış planım bile yok üstelik. haliyle yazmak filan... fazla tekrar olacak. hep aynı nakarat bir blog için bile fazla, ki çoktan doz aşımı yaptım bence istanbula gitme isteğim konusunda. gözümün önüne gelen kareler var, fonu hep istanbul. zor olmayan kareler. o karelerden uzak olmak biraz iç buruyor. aslında zor değil tamam da, kolay da demedik yani. olsun o kadar.



dün kızılayda bana merhaba diyen seher (di mi isim? çok kötüyüm bu konuda, yanlışlık varsa özür dilerim). ne iyi ettin ya. günüm renklendi. bi daha meraba :)

2 Mayıs 2008 Cuma

2 mayıs

sabah annemden "gazete okurken anca gülebilen kadın" kahkahaları geliyodu. sinir basmış, radikal'deki gaz maskeli bisikletli adamın taktığı şnorkele gülüyodu. dün "78'de bile olay olmadı ordaydım biliyodum" diyerek ilk kez tüm ailenin bildiği ama annemin dillendirmediği gerçeği, yani annemin 78 1 mayıs'ında taksime gitmiş olduğunu kendisinden duyduk. 2008 yılında beni apar topar istanbuldan geri çağıran annemin 30 yıl önceki performansına manidar manidar laf soktum tabii; ama konu bu değil.

konu şu: mesela BBP başkanı lordlar kamarasında konuşma yapıyor. geçmişi bayaa bi karanlık, hatta kan kırmızı bir karanlık olan bir adam, lord lord konuşuyor ingilterede. büyük adam olmuş. bağımsız milletvekili adayı olmuş. birileri elbet gurur da duyuyordur. aynı anda, atatürk havaalanı'nında pasaport kontrolü yapıcak adam kalmamış, kuyruklar uzuyor. zira o polisler BİLE taksimde, harbiyede, muhtelif münferit olaylarda cop ve biber gazı sallıyor. öyle bir seferberlik, savaş hali. civar illerden otobüsle gelen polis yığınları harbiyede kaybolmuş, ara sokak bilmemekten, yine de görev bilinciyle önüne gelene vuruyor. aziz nesin mezarında kuduruyodur bunları görüp kalem oynatamadığı için.

gaz maskeli bissürü bisssssürü adam. polis. kimliğini belirlemek imkansız. madem maskeyi taktın, bari sicil numarası vs olsun yakasında mesela, "oynat uğurcum" diyelim, saptayalım bütün münferitleri. hayal aleminde deryik. maskeli adamlar. istanbul emniyetinin zorroları. ne zorrosu, hatta zapatista hali.. zorro arada bi çenesini filan gösterir en azından. maskeli binler. coplu maskeli gazlı robocoplar. geçen sene sinema emekçilerini fil ezmiş hale getiren ekip bu sene hızını alamayıp makina mühendisleri odasına BİLE gaz bombası atmış. kaçan kurtulmoor nayır. ayak bileğinize panzer serinliği. belinize cop. yeni moda: toplanılma ihtimali olan yerlerde macgayver usulü gaz odası inşaası... içeri tıkooruz, gazı basooruz, kapıyı kapooruz.

o maskeli adamlar hayatlarının testesteron doruğuna erişmiş, iktidardan aşk sarhoşu, ver copu ver gazı, ilk kez tanrıcılık oynuyorlar insanların üstünde. testesteron enteresan bi hormon. yani bir kadın olarak kendisiyle gayet barışçıl bi ilişkim var normalde, hatta iyi ki var kendisi; ama kontrolden çıkma ihtimali de fazlasıyla yüksek... "kan beynine sıçradı", "gözü döndü" vs denen vakalar mesela, adrenalin artı testesteron sanki aslında. neyse konu hormonlar değil.

nasıl bir güç gösterisidir ki bu... psikoloji ilmi daha iyi bilir tabii; ama bana korkutucu geliyor. o maskenin arkasında cop tutan, ne olduğunu bile bilmediği biber gazını savuran adamın ruh hali, kontrolsüz bir iktidar, sınırsız bir mutlak güç. baş döndürücü. o da kontrol edemiyor zaten. ectasy hap almış gibi, mutlu ve güçlü sanki. güç ondan da, onu verenden de büyük oluyor. ortalıkta devinip duran, ilk gördüğü insana deli kuvvetiyle girişen maskeli ve testesteronlu bir binlerlerler. . zaten bakınca insan gören yok. "gösterici" var. "illegal grup" var. "emniyet kuvveti" var. "sendikacı" var. "tut lan kaçıyo oolum" var. insan hariç her şey var. satranç taşları gibi, herkesin bir adı ve görevi var, insan yok. yaradana sığınıp resmen savaş taktikleriyle hırslanmak, püskürtmek, meseyi kişisel bi hınca çevirmek var. dayak yiyenin, boğulmaktan kurtulanın insan olmadığı bir alem orası artık. düşman.

lösemili çocuklar sonra. şişli etfal. yuh artık yok artık köşesi. hani madem savaştasın, bari savaş kurallarıyla oyna. o derece adice, o derece hanzo hareketler. naptı sonra eve giden o polis? "ama içeri kaçmıştı göstericiler ondan" diye rahatlamış mıdır? emir eri hali midir bu? "ben yapmasam başkası yapardı demek ki suç benim değil" hali mi? biz yani, yüzyıllardır kurtulamadık mı bu emir komuta zincirinin sorumluluğu yıkıp geçmesinden... bu mudur?

cerrah... konuşuyor. konuşur. bi yandan dink davası sürüyor. hrant dink'i odasında kurumsal kurumsal tehdit eden vali yardımcısı rakel dink'e "koruma talebiniz kabul edilmiştir" mektubu yolluyor. hani üzlupsuzluğun bile bi adabı vardır di mi, yok. eşyanın doğası gereği, yok. cerrah konuşur. yardımcı da sufle verebilir mesela. yani bu adamları olduğu yerde ve hatta daha da üstte tutup "aaa napıyooo!" demek abes. ne kaa ekmek o kaa köfte. duvarcı ustanın dediği gibi "elimizdeki harç belli abla". elimizdeki malzeme belli cidden. biz bi avuç dolusu adamın bugün bari biraz vicdanlı hareket etmesini beklemekten başka bi şi yapmıyoruz. niyet kuyusu, dilek ağacı. "du bakali nolecak". bekleyip görüyoruz anca, yol yordam yok. evet cidden, bu yok. yani şiddetin de bi yöntemi vardır elbet. devlet terörününde... hıdırellez bu pazartesi, çizebilen biri bi kağıda yol yordam çizsin. soyut da olur, gül ağacı anlar.

biz şimdi bize saygı duymayan, saygıyı geçtim, bizi kendisiyle eşit görmeyen bir adamın kullarıyız. aynı ülkenin vatandaşı filan değiliz, oyveren değiliz, vergi veren değiliz. biz hafif feodal, birazda masallardaki kötü kralın kulları arası bir haldeyiz. tayyip erdoğan vücudunda bir hükümet tanrıcılık oynuyor. tanrıcılık demişken yani, alay ederek. o başbakan, diğeri milletvekili, bi diğeri emniyet müdürü, öbürü de vali. biz de serçe parmak, "hani bana hani bana" diyoruz anca. o bana bakınca insan görmüyor. 3 çocuk doğurması gereken "illa ki anne" kadınlar, yürümemesi gereken ayaklar, konuşmaması gereken yığınlar, ölmesi gereken askerler filan görüyor. osmanlıdaki gibi "mağrur olma padişahım senden büyük allah var" diyecek bir adamı bile yok yanında, hep söylüyorum bunu. adam resmen bizi yokluyor.

sanki tayyip(ler) erdoğan(lar) sims oynuyor. civilization oynarken mesela, yıl eski milenyum, arada bırakırdık iç savaşla şehir yıkılırdı filan, sırf o grafikleri görmek için... öyle sanki. bırakıyor. fütursuzluk da üslupsuzluk da, seni beni bizi adam yerine koymamasından kaynaklanıyor işte.

kaale alınmıyoruz özetle. yeni bir şey değil bu evet. ama bu sefer fazlasıyla ayan beyan ortada. zira sinema endüstrisinden de biliriz ki, seyirci kötünün bile karizmatiğini sever. az buçuk kendi vicdan sistemiyle kötülük yapanı sever. hatta kötüyü sevmeyi sever aslında. ya da ne bileyim, çakalmış kurtmuş filan, daha bi asil yırtıcılardır. bir sırtlan maalesef, discovery channel'da bile saygı görmez. üslup şeker üslup. bu da işte futbol terimleriyle ülke yöneterek olmoor. anlamazsın sonra işte. 12. oyuncu inecek sahaya, öpecek elini.. o zaman anliycan anca.

neyse işte. ortalık bangır bangır. "kelimelerin bittiği an"lar kolleksiyonumuza nadide bi parça ekledik ülkece. yurttan sesler kahırlar korosu. haftaya yeni gerzeklikleri dert ediyo oluruz nasıl olsa.

1 Mayıs 2008 Perşembe

hayırsız ebeveyn

ben oluyorum bu. ebeveyn de komik bi kelime, neyse.

blogcuğumun 2. yaşını hiiiç takmamışım. 25 nisan 2006 doğumlu nurtopum. geçen seneki şenlikli kutlamadan sonra bi hüsran yaşamıştır elbet ama yeni header'la az buçuk telafi için çabalıyorum. zira telafi mühim bi kurumdur.

2 yaşında evet. 2 yıldır aslında zor değilmiş gibi yapıyorum. ya da öyle olsun istiyorum. zor olmasın bi şiler... neler olduğu değişebilir. 2 yıldır çok konuşuyorum, gerçi bu yıl biraz duruldum. 772. yazıyı şimdi okuyosunuz. okuyosanız seviyosunuzdur gibi bazal bi mantıkla daha da çok yazıyorum. zaten yan odadasınız, şans eseri duyuyosunuz gibi de bi bahanem var. arada kendi kendime yazıyorum. falaan filan.

en sevdiğim blog anı da şudur: ben kendi kendime yazarım, not alır gibi. okuyanlar onu çok başka anlarlar; ama güzeldir o his. öyle anlaşılabileceğine ihtimal vermem, bozmam sürer... pek olmuyo bu. kendime şifreli yazıların dışardan belli olmayaşına sevinirim. sapıkça geldi kulağa da böyle yazınca. ama işte neyse, anladınız.

1 mayıs tarihli yazı böyle olmaz normalde bu blogda... hele yani, nerdeyse istanbul il sınırında hayatı durdurmayı görev bilenler, gaz bombasını "kahrol düşman al sana bomba" tadında atıp durdukça... günün anlam ve önemine dair bi şiler de elbet gelir benzer bi rötarla.

bu ara rötarın hiç de kötü bi şi olmadığına inanmaya başladım yan oda, üzgünüm. sizin de inancınız artsa iyi olur. acelemiz yok, aslında zor değil.

yan odaya da selam. bi kez daha.

mı acabağ

mı acaba mı acaba 1 mayısa kalmadan dön kızım. dön kızım dön dön dur durma dön dön. durursan düşersin.başın dönsün. galata köprüsü ne güzel. köpükler güzel martı güzel. güzel bazen ne kadar da böyle içi boşalmış bi kelime. galata köprüsü dışında pek kulanılmasaydı mesela, derdimi daha iyi anlatırdı. gerçi, bizim kampüs için de kullanılabilir. neyse işte.

durdum durdum, vapur son güne kaldı. iyi aslında, önceden yağmurluydu, dünse güneşli. vapur üstü baylan'dan kup griye. istanbuldan ne öğrendik çekirge, bazı şeyler son ana kalabilirmiş, aslında belki de öylesi iyiymiş. evet belki de. çok güzeldi vapur. tuhaf güzel şehir istanbul. döndüm yine ankaraya... yolu da "nayır nayırrr gittiğimi görmek istemiyorum" uykusuna teslim, yanımdaki kızla senkronize bi şekilde dönerek geçirdim. ben yine ankaraya dönmek istemedim, yine "dönmek" fiilinin ankaraya ait olmasını istemedim. döndöndön. istanbul'a dönsem ya artık.

bana istanbulda 1 hafta verin, içinden meselaa.... 6 yıl çıkarayım. öyle bi yer kendisi.
tesadüfleri seviniz. zira onlar size göz kulak olan iyi niyetli ve tonton komşu teyzeler gibidir.

iyiyim ben yani. martısız şehirden kaçış planı yapma vaktinin geldiği bi kez daha kesinleşti. hem havalar güzel... ben mutluyum. ben hatta, tombaladan mutluyum. biraz şaşkın ve yorgunum, o da var; ama geçer elbet.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker