31 Mayıs 2011 Salı

pusarık

balıkesirden bir kadın çıkıyor, "sosyolojik" kavramlarla faşistliğini anlatıveriyor. diploması da var ya, bilimsel ve "doğru" bir şey onunki. sosyoloji en çok madara edilen sosyal bilim heralde. siyasi terminoloji, hukuki terminoloji hepsi sosyoloji çatısı altında buluşuyor. halbuki faşizm, nasyonel sosyalizm filan, politika 101 kitaplarında yerini bulan ideolojiler, merak eden tarih kitabında bile bulabilir. ayrıca, nazi almanyasının farmakolojide yaptığı gelişmeler, çok bilimsel deneyler sayesindeydi; ama bu bilimsellik, insani olduğu anlamına gelmiyor.  hadi o kadar geriye de gitmeyelim, obama geçenlerde 70lerde hayat kadınları üzerinde frengi deneyleri yapıldığı için özür diledi. veya hayvanlarda deney de bilimsel bi şi mesela. işkenceden geçenler ölmeyip sürünsün diye pansuman yapanlar da doktordu. yani özetle: diplomayla gelen pozitif veya sosyal bilim etiketi, hayır, insan olmaya yetmiyor.

benim için en enteresan şeylerden biri de şu: bu kadının adı farsça. kendisi kopkoyu türkçü; ama adı farsça. adı türkçe olsaydı ılgım, yalgın veya pusarık olacakmış. sanıyorum, kendi adındaki o melodik, şairane tınıyı bi kenara bırakıp, bu üçünden biriyle çağrılmak istemeyecektir. dolayısıyla bir kürdün çocuğuna koyacağı ad konusunda, dili konusunda gösterdiği hassasiyeti anlayabilir zannediyorsunuz. ama hayır. "ben yanlış bi şi yapmıyorum, sadece vatanımı seviyorum"la özetlenebilecek; ama yaşına 5 beden küçük gelen yaklaşım, varlık sebebi olmuş.haliyle  hayatını bundan sonra ılgım, yalgın veya pusarık olarak geçirmeyi kabul edeceğini iddia edecektir. o zor gelirse, farsça adının zamanla "türkçrleştirildiğini" savunacaktır. hem canım, farsça tü kaka değil. İranlılar bu ülkeyi bölmek istemiyor ya. hoş, İran'da bi dönem kamplar vardı, buzz gibiydi ilişkiler. burdan fal bakıp ailesine sempatizan mı desek? belki o günlerde çocukluğunun en çiçekli günlerini geçiriyordu pusarık hanım?

bizim okulun neresinden nasıl bir nefretle mezun olmuş, merak etmiyorum. cennet bahçesi değil, her tip var, bunu da pekala biliyorum. gözümün içine baka baka "şurda bi kürt can çekişse dönüp bakmam ölsün" diye gerinenlerin karşısına bir kürt arkadaşımı oturtup "şimdi gözünün içine bakıp söyle bunu" dediğimde, nasıl gevelediğini, dizlerinin bağının çözüldüğünü biliyorum. oturduğu yerden kürt, pkk diye saymak, sövmek kolay. dikkat edin, asla "insan" görmezler bu kelimelerde. insan gördüğü an, en zayıf noktasını, yumuşak karnını açacak çünkü. bir anne, bir bebek, bir genç görmez. onlar bir bütün olarak pkk'dır, kürttür, doğuştan kötüdür. insan yoktur, makinedir hatta. bakınca insan görmemek için genelleyip paket yapıveriyor hepsini pusarık hanım. yoksa dayanamayacak.

kendisiyse, bir insan olarak takdir bekliyor bizden: o bir faşist değil, o başka. o bize nasıl diğerlerinden farklı olduğunu anlatıyor. o okumuş, o etiketli, o bilgili. bir birey olarak kendini farklılaştırırken, topluluklara tek bir ağızdan saçıyor nefretini. dikkat ederseniz, "kimle görüştünüz, destekçiniz kim?" dendiğinde de hep aynı yanıt: esnaf. bir bütün olarak esnaf. balıkesirde iyilere kürt, kötülere esnaf, adaylara pusarık deniyor.

*
ah neyse, benim gibi düşündüğünü bildiklerime yazıyorum çiziyorum ben de işte. şu an feysbukta bi adam bu kadın için "dönsöz gibi kıvırıyo, gece kulübünde çalışsaymış" dedi. ki bunu dediği yer, böööle antifaşist, böööle hümanist, bööööle eşitlikçi bir grup. ben de "bu laf da kimliğe saldırıdır" dedim. bana uzun uzun bunun bi halk deyişi olduğunu anlatıyor. azimle. "evet öyle ama kullanmak sizin tercihinizde" diyorum. yok ben deyim bilmiyomuşum. çok gülüyomuş böyle anlaşılmasına. dansözlere faşist dememiş!

böyle yani blog, anlıyor musun? insanlar bir tek kendine hassas, bir tek kendi kimliğini görüyor. bu kadın, pis faşist,zaten lafı çevirip duruyor, o zaman gece kulübünde dansöz olmalı. dansözlük mü kötü, kadına mı ceza, onu bile anlamadım. sonra ortamdaki gerginliği dağıtmak isteyen kişi de "bazı arkadaşlarımız bu konularda biraz hassas olabiliyor, onlarada anlayış göstermek gerek" dedi. evet bunu dedi. erkekler kafa kafaya verip, "biraz hassas olduğu için duygusal çıkışlar yapan kadın"ı idare ettiler. ah biz, kadınlar. hep böyleyiz. bazı arkadaşlarımız, biraz hassas olabiliyor. konu kürtlere karşı faşistlikken, gereksiz hassasiyetle "kadın" filan diyolar. idare edivericen, dırdırı çok uzatmiycan, he diycen, geçecek. PMS diye bi şi var şu hayatta, bulaşma.


ayhh nefes alamıyorum, daralıyorum yemin ederim. üstüme üstüme çöküyor herkes, hepsi ,tüm bu kendine müslüman haller. "biraz hassas" halde oturuyorum köşemde. bi 5 yaş genç olsam bu adama da laf yetiştirirdim; ama yok, sahiden, enerjimi kuruttular. anlayış gösterin bana, ondan anlarım anca.

30 Mayıs 2011 Pazartesi

ganimet

ezel evvel, parça pinçik biri oldum ben. bi şiler biriksin, bi şiler bi şilere eklensin. aklımın bi ucunda durur bu arayış (hadi hep beraber: possession obsessiooonn! yok öyle diil). minik tuhaf şeyler bulup, bi rafa dizeyim. arkadaşlarım ziyarete gelince sözleşmiş gibi odamdaki raflara yönelirler, öte beriyi karıştırırlar. ben de pek bi severim bu töreni, varsa işte bıkbık hikayesini anlatırım o ıvır zıvırın. bazen gülerler, o an güzeldir işte. hikayesiz şeyler, bi anda birikivermiş "toplu alım" istifleri, bana çok sevimsiz geliyor. ne bileyim, gittiğim şehirdeki bi bardan karton bardak altlığı alsam en azından diğerlerinin yanına koyarım, bi anlamı olur. van gogh müzesi'nden torbalarlarlarla çıkan ve aynı desende onlarca ürünü kendine alan (hediye de diil) turistler vardı mesela. aklım almıyor. mini bi v.g tapınağı inşa ediyolar heralde evin içinde.

iyi hoş tabii de bu moleküler hal temizlenmesi de toplaması da ayrı bi dert olan bi hal. yığılıyor, dağılıyor, ufalanıyor, kayboluyor, bi karmaşa bi hezeyan. derin nefes alıp giriştiğimde her şey yerli yerine dönüyor, bi sonraki tura kadar. ben uyurken sahiden etrafta "kordonlarlan mordonlarlan" geziyolar galiba.
bu el koyma vesileyle, azıcık gururla, derli toplumsu bir masa sergisi. "ıvır zıvırlar nerde?" derseniz, halının altına sakladım. şaka şaka, kadraja itinayla sokmadığım raflardalar tabii ki akıllım!






 
 
sırasıyla: (1)kahveli süt ve çılgın köpükler, (2) kahveli süt ve mor menekşe,  (3) kahveli süt ve süpersonik şamdan, (4) şifoniyerimde beslediğim grejuvalar, (5) ağaçkakandan bozma sinekkuşu kolyesi, (6) absinth havalı anasonlu şeker 

ay bu fotoğrafların da ebatları pek bi alakasız, sinir bozucu. neyse.
son zamanların en güzel avı, kolye ucu oldu. ortaköy'de takı tezgahı bile olmayan bi yerde (var öyle bi tezgah), karşıma çıktı. tavus kuşu formundaki sürmeden sonra, ikinci ganimet. diğeri de şu yemyeşil bahar zamanında arayıp durduğum ve nihayet yeni budanmış dalların yığıldığı bi bahçeden bulduğum kuru dal. bir ganimet olarak kuru dal, evet.

yaşlanınca da artık yoğurt kutusu, çözülmüş bulmaca eki filan, elime ne geçerse.

29 Mayıs 2011 Pazar

parlak

evde bunalıp istanbulun biriciği, her tilkinin kürkçüsü istiklal caddesine gittim dün. baştan sona yürüsen, yetiyo zaten hava almaya. azıcık tramvaya bindim önce. bi haftasonu babası oğlunu gezdiriyodu, tramvayı anlatacaktı ama tramvayı bilmiyodu. (aynı şey istanbulu gezdirirken istanbulu bilmeyenlere de oluyor. "aa şu cami ne?"/ "hmm işte eskilerden bir şey") neyse. koşup koşup tutunan çocuklar adamı uyardı: "abii çocuk oraya yaslanmasın, düşer müşer". çocuklar o çocukla aynı yaştaydı. sonra bu haftasonu babasının oğlu etrafı kurcalarken eline makine yağı bulaştırdı, babası kızar diye gizledi, üzerine silmek istedi; ama emin de olamadı filan. peçete veriym dedim, babası fark etti, kızdı çocuğa. tam haftasonu babası. sonra robinson, kitap. sonra bi ufak dondurma. dönüşte tam metroya binecekken, artık blog tanrıları mı araya girdi nolduysa önce ikinehir, sonra narsis hanımlarla 3lü bir karşılaşma bile becerdik.

metroya indim ve bindim ki - ah en sevdiğim şey karşımda oturuyor: tahminen 90 sonrası doğmuş, iki genç kız. sahneyi onlara bırakiym hatta:

 ~
bi kere çiçek gibiler. parlıyolar. 18'den ufak bile olabilirler. gençlik ilk defa bu kadar somut göründü gözüme: parlak bir şey. sahiden çiçeksi bi halleri var; birinden papatya diğerinden lale filan olur. belki isimleridir? neyse işte, bi kızımız çok güzel, taş bebek gibi. kumral, uzun, kıvırcık saçlı, beyaz tenli, kocaman gözlü, düğme burunlu, kalın dudaklı. hafif bi ergen kilosu var, onu da 5 yıl sonra verdiğinde çirkinleşecek zaten. yatsa gözlerini kapar, kalksa gözlerini açar, taş bebek. yanındaki kızımız o kadar güzel değil. yüzü asimetrik, saçları fazla ince telli, burnu fazla büyük, dudağı fazla ince; ama hepsi bi arada hoş duruyor. elleri çok güzel. hem o daha bi "cool", aksesuarları daha zevkli seçilmiş, diğerine göre biraz daha olgun takılıyor, giyim zevki filan on numero.

tüm vagon onları dinliyoruz. daha doğrusu, etrafımdaki tüm erkekler kıvırcık saçlımızı dinliyor. kızımız yeni ayrıldığı erkek arkadaşıyla (6 aylık ilişkiyi anlaşarak bitirmişler, çünkü yani, kötü bitsin istememişler işte) konuştuklarını arkadaşına anlatıyor, o da analiz yapıyor. genç bir kızın ilişki analizi ve çantasıyla kapamaya çalıştığı eteğinden arta kalan bacakları bi araya gelince ilgi çekiyor. "o dedi ki-bu dedi ki" kısmını çok fısıldaşıyolar, kodlu isimler filan, anlamıyoruz. sıkılıyoruz vagonca. bulanık bir dedikodu, dikkatimiz dağılıyor.

sonra bi anda, kıvırcık saçlımız heyecanla diyo ki: "insan zaten bi kere aşık olurmuş, olunca da hemen anlarmış. hepsinden farklı olurmuş. diyelim ki anlamadı, o zaman bitince anlarmış, 'aa ben aşık olmuşum meğer' dermiş, bi daha öyle olamayacağını hissedermiş insan". arkadaşı cevap veriyor: "evet öyle, bir kere oluyor". bu ince zaman kipi farkından içim buruluyor benim, iki kız sanki bi anda arkadaş değil de abla-kardeş oluveriyorlar. etrafımdaki erkekler yine kıvırcık saçlının aşk konusundaki düşüncelerini ilgiyle takipteler, sanki o "the aşk" onlardan biri olabilirmiş gibi! "ya işte ama farklı olurmuş yani, hemen anlarmış insan, ağlaması bile farklı olurmuş, çok acıtırmış" diye ısrar ediyor kıvırcığımız, bi yandan buklelerini düzeltiyor. yeni ayrıldığı erkek arkadaşının "zaten" aşık olunacak kişi olmadığının teyidini arıyor. gizli bir formül bekliyor bir yandan da, "aşık olduğumu nasıl anlarım?" sorusuna beş var.

taş bebek bu arayışlardayken cool kızımız tırnağıyla oynuyor, gömlek kolunu bi daha kıvırıyor, yüzüğünü takıp çıkarıyor filan, gözü yerde, derin nefesler alıyor, patlıyor : "aşk diye bi şi yok ki, aşk ne? çok sevmek mi? istese ojeyi de çok sevebilir insan, gömleğini de! aşk dediğin, senle ilgili, karşındakiyle değil! aşk filan yok!" kıvırcığımız bozuluyor, hep aynı şeyleri söylüyor: "ya tamam ama bi kere aşık olurmuş insan, anlarmış, illa olurmuş yani". diğeri dinliyor bu tekrarları, pes ediyor, sesi kısılıveriyor: "tabii ki canım, öyle, evet oluyor". sonra, bir anons, "aa bizim durak", aynı zaman kipinde buluşup mecidiyeköy durağında iniyorlar pıtır pıtır.
~

ben de işte, o kıvırcıklı saçlının aşk aforizmalarını kimden duyup da tekrar ettiğini merak ettim, yanındaki arkadaşının "tabii ki öyle"sini ona kim dedirtti, onu merak ettim, ne zamandır tanışıyolar, şimdi metrodan inmişken acaba ne konuşuyolar, bi de yanlarına gidip: "öyle değil, sahiden değil" desem, ne yaparlar diye merak ettim. ettim de ettim yani.

etrafta aşk üzerine kocaman laflar dönerken, -mış'lar ve -yor'lar arasındaki o minicik farkı da  usulca katlayıp bi ilaç kutusuna koydum, sakladım.

28 Mayıs 2011 Cumartesi

age of reason, wednesday

Sally: Are you all right?
Baron Munchausen: Am I dead?
Sally: No.
Baron Munchausen: Blast!
Sally: Who are you really?
Baron Munchausen: [groans]
Sally: Baron Munchausen isn't real, he's only in stories.
Baron Munchausen: Go away! I'm trying to die!
Sally: Why?
Baron Munchausen: Because I'm tired of the world and the world is evidently tired of me.
Sally: But why? Why?
Baron Munchausen: Why, why, why! Because it's all logic and reason now. Science, progress, laws of hydraulics, laws of social dynamics, laws of this, that, and the other. No place for three-legged cyclops in the South Seas. No place for cucumber trees and oceans of wine. No place for me.

*
bi kitabın en sevdiğiniz kısmını 15 yıl sonra izlemek, tuhaf ama güzel bir şey.
okurken güldüğünüz kadar izlerken de gülmek, harika bir şey.

27 Mayıs 2011 Cuma

fish fight!

şimdi ben yine çevre, balık, su filan diycem, sıkılacak olan kaçabilir.

sustaincity diye bir organizasyon var, ingilterede. hedefleri çok basit: londra'yı dünyanın ilk sürdürülebilir balık tüketimine sahip şehri yapmak. bu konu tabii ki ha deyince gündeme gelmiyor. balığın yakalanmasından tüketimine kadar olan bir süreçteki sorunlardan kaynaklanıyor. zaten yeterince gündemde olmayı hakeden bu konu, 23 mayısta BAFTA alan "fish fight" ile iyice ingiliz gündemine oturdu. özetlemek lazım olursa:

1) fish&chips tutkunu ingilizler, ada hallerine bakmadan, en fazla 2-3 çeşit balık yiyor imiş efendim. haliyle bazı balıklar için fazla talep varken, yenebilir (ve mesela tahminen bizim bayıla bayıla yuttuğumuz) bazı balık türleri içinse talep sıfır. bence aptalca ama böyle.
2) bu talep görmeyen balıklarla talep görenler neticede aynı denizde yüzüyor. haliyle ağınızı attığınızda "sen gel, sen git" diyemiyosunuz. gemiye çek, ayıkla filan derken, Kuzey Denizi'nde tutulan balıkların %40-60 arasında bir oranı (yani yenilebilir balıktan bahsediyoruz) ölü olarak denize geri atılıyor.
3) bu manyaklık balıkçıların cahilliğinden değil, kanunlardan ve piyasadan kaynaklanıyor. "karaya çekilebilir balık" gibi bir AB düzenlemesi var. kota sistemi var. kotayı aşınca karaya çıkaramayan balıkçı, balığı denize atmak zorunda kalıyor. balık stoğunu korumak için yapılmış ama balık öldükten sonra bir anlamı kalmıyor.

bu 3 madde ve devamı için, köyün delisi hugh amcanın kampanyasına ayrıca bakabilirsiniz.

enteresandır, "çevreci tip"ler bir yerlerde ciddiye alınıyor. bakınız yaşlı prens charles, lütfedip dinliyor asil asil. "e bu kanun saçma o zaman" demekte beis görmüyor. neyse, sinirlenmiycem.

neyse, benim içimin yağlarını eriten şey, bu tamamen sivil toplum örgütü işi olan kampanyanın özellikle internet "yüzü"nün ne kadar düzgün, tutarlı, dolu olduğunu görmek. iletişim, işi ciddiye almakla ilgili bir şey. "biz bu konuda ciddiyiz" demenin bir yolu da profesyonellik. bakıyorsunuz, restoranlardan şirketlere, üniversitelere kadar birçok kişiden destek görüyor. logosunu koyup geçmiyor, hepsinin ne yaptığını tek tek açıklıyor. destekçi kuruluşları, işbirliği içinde olduğu diğer kampanyaları vs, tek tek, bulandırmadan sayıyor, döküyor. tek bir şey için: varız, burdayız demek.

o da yetmiyor, bence çok temel bir şey olan "siz ne yapabilirsiniz?" bölümünü, dolu dolu tutuyor. daha önce bakanlık sayfasından, alakasız kampanyalara kadar o kadar çok ingiliz işi çevrecilik inceledim ki bu işi en iyi kotaran ülke diyebilirim. AB'deki diğer ülkelerde çok "yerel" kalıyor kullanılan dil. amerikanın kampanyaları da çok güçlü mesela; ama iletişim dili görsel ağırlıklı ve bana fazla "kalabalık" geliyor.

"keep it simple", ingiliz işi bir yaklaşım sanırım. lafı dolandırmıyor: charles göreceksen, fotoğrafı burda, metin ikincil. yok eğer derdimi merak ediyosan, 20 kelimede özetleyebiliyorum, buyur. böyle bir şey yani. neyi ne zaman öne çıkaracağını bilmek ve asla yanıtlanmamış bir alan bırakmamak. "bu balıkları yeme!" demekle olmuyor, "onun yerine şunları yiyebilirsin" demek de gerekiyor çünkü.

bence ingilizler şunu çok iyi anlamış: kimsenin hiçbir şeyi okumaya sabrı yok. websitesine girdikten sonra max 10 saniye içinde adamı yakalamalısın. dikkat sorunu olan ilkokul çocuğuna anlatır gibi, iri puntolar, koyu renklerle, basit bi dille hap yapıp yutturmalısın- zappingden kurtulmak için. ne bileyim, bizde siyasi partiler bile bunu beceremiyor (selim türkhan meselesi).

ay öyle işte. daha yazardım da sıkılmayın. bazen blogu bi kenara not almak için kullandığımı fark ettim. ama bu kampanya konusunda "aferin evladım"diye diye torununun müsameresini izleyen nineler gibiyim niyeyse, aferin evladım, hatta: good job mate.

26 Mayıs 2011 Perşembe

vermiyoz vallah.

- yaptığınız gösteri anayasaya aykırıdır, lütfen dağılın. tekrar ediyorum: yaptığınız gösteri anayasaya aykırıdır!
- anadoluyu vermiycez! 
-yaptığınız gösteri anayasaya....
- anadoluyu vermiycez!
-yaptığınız gösteri..
- anadoluyu vermiycez!

dinlemek isteyenler için; açık radyoda röportaj.

40 gün boyunca, 10 bölgeden insanlar ankaraya yürüdü. 200 kişi filan, bildiğiniz, bilmediğiniz şekillerde yürüdü. ankara sınırında bin kadar polis durdurdu onları: yanlarında 2 deve vardı, imkanı yok şehre giremezlerdi, yasaktı. pervin ana'yı gördünüz mü bilmem. öyle okumakla olmuyor, inadın, inancın vücuda geldiği biri. hani mitolojik hikayelerde hep dağ eteklerinde doğar ya kahramanlar, ışık iner filan, öyle biri. "tüm ülkeyi böyle yürüdük, ankaranın kanunu mu başkaymış?" demiş. kısa ve öz. onlar da oturmaya karar verdiler.

bu ülkenin sade vatandaşları, kendi başkentlerine sokulmadı. "keçiyi deveyi bırakıp girin" de değil, sokulmadılar. sebep, açıklama filan da gerekmiyor: yassah çünkü! çadır kurdular. çankaya belediyesi seyyar tuvalet gönderdi, polis kurdurtmadı. benzincinin tuvaletine girmelerine bile engel oldu polis, tuvaleti işgal etti, gruba sempati duyan benzinciyi "tuvaleti paralı yap" diye tehdit etti. böyle bir seviye. ankara barosu, tesislerini açarak rengini , hukuktan yana duruşunu bir kez daha belli etti. açılan 36 davadan 35'ini kazanan HES karşıtlarıydı yürüyenler. hukuksa, hukuk.

yok hayır, gazeteler, televizyonlar tabii ki ordaydı; ama çoğu bunu haber yapmadı. haber değeri görmedi.
 çok şükür ki onların göstermediğini görebilecek bir sürü kanal var. görün, dinleyin.

çok güzel bir yorum var: hükümet, hele ki bakan, bu yürüyüşü basından daha ciddiye alıyor; çünkü nelere yol açabileceğini, nasıl bir örgütlülük yaratabileceğini öngörüyor. bu örgütlülük illa merkezi yönetimle kumanda etmek  anlamında değil, ortak paydada buluşmanın verdiği bir iletişim ağı.

siz de görün lütfen, dinleyin. şu 200 kişinin 40 gün tüm ülkeyi yürümesinin, yürüyebilmesinin birilerini korkuttuğunu, sahiden korkuttuğunu görün. kendi gücünüzü farkedeceksiniz. bu adamlar, bu 200 kişiden niye korkuyor? yoksa akıllarına tekel işçileri mi geliyor, sahiden? bu kadar inatla durdurmalarının gerçek nedeni ne? 80li yıllarda hindistan enerji bakanı, çevreci grubun lideri olan kadın usulca yanına yaklaştığında (HES karşıtıydı, enteresandır) susturmak için "laa laa laaa" diye panikle bağırmıştı ve resmen kaçmıştı ordan. kameraların önünde. hangi uyanıştan korkuyor bunlar, dünyanın her yerinde?

"Büyük Anadolu Yürüyüşü Gölbaşı Direnişi" oldu bizimkiler artık. mevzi, mevzu gölbaşı.

ANKARA'DAKİLER için:  kervanlar hâlâ orada. destek bekliyorlar, imece usulü.
adres: Konya yolu 24.km GPO mahallesi. kısaca: gölbaşı çıkışındaki star-pet benzin istasyonu.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

burayı okuyanlar hakkında

dünkü posttan sonra, bi kişi bile çıkıp da "Ailurophile Ingénue ne demek be?" sorusu sormadı.
bu anlama gelecek başka soru da sorulmadı.

bu durumda, o postu okuyan her bir okuyucu hakkında* 3 ihtimal var:
a) sahiden ne demek olduğunu biliyor, sormuyor
b) bilmiyorsa da gugıllamayı biliyor, sormuyor
c) bilmiyor, merak etmiyor, sormuyor

şahsen, b'yi seçenlere şapka çıkarıyorum, okuyucu profilleri arasında favorim. a'daki iticilik ve c'deki uyuzluk yok sizde, gerektiğinde kullandığınız bi beyin var, saçma yüklerle onu yormuyosunuz da hem. falan filan.

ben de işte böyle kendimce kontrollü deneyler, kontrolsüz çıkarımlar, falaaan filaaan.

* o sırada tek başına olduğu varsayımıyla. böylece "hikmet abi sordum, o biliyomuş"u elemiş oluyoruz.

24 Mayıs 2011 Salı

Ailurophile Ingénue

güneş istanbulda heralde ilk benim odama doğuyor, saat 06.00 civarı var gücüyle parlıyor. ben aydınlık yerde uyuyamam, pencereye sırtımı dönüyorum. her sabah 07:00'de ise çöp kamyonu gelip ron ron ron, mahallenin dev çöp konteynerlerini (ki 3 taneler) boşaltıyor. sesten kaçmak için başımı yastığın altına saklıyorum. bundan yaklaşık bi 45 dakika sonra, "dıt. dıdıt." diye alarm çalıyor. ben genelde ilk dıttan sonra çevik bi hareketle kapatıyorum,  dıdıt duyulmuyor bile. haliyle her sabah alarm çalar çalmaz zıplayabilmemi, bu 3 aşamalı uyandırma servisine borçluyum.

menekşem 3 çiçeği ve 8 tomurcuğu ile, aslanlar gibi mormormor. saksısına sığamaması biraz sıkıntı. o kadar sığmıyor ki ayaklanıp yürüyecek gibi. yapılacaklar listemde bi numero bu saksı işi, seraya filan gitmem lazım. bi de bana deli demezlerse "air plant" arıyorum ben, ama türkçe adını da bulamadığımdan, aslında ne aradığımı bile bilmiyorum. tahminen yosun filan verecekler bana.

tesadüfi bi alışveriş sonucu, gymstick denen zavazingoyla 45 dakika savaş verdim. çünkü boynum ve omuzlarım delice ağrıyor, nerdeyse kafamı taşıyamadığımı düşünmeye başliycam. öncelikle, ben düzenli spor yapan biri değilim; oysa üç beş doktor yapmam gerektiğini söyledi. üniversite zamanlarını saymazsak, hayatımın hiçbi evresinde yapmadım. o zaman yaptığım şey de danstı, yani yine eğlenceli bi şi ( bkz. "spor eğlenceli değil" alt metni). "dans spor mu be?" diyen olursa size 3 saatçik jive öneriyorum, ağlayarak ayaklarıma kapanırsınız.) neyse. sevebileceğim sporlar var tabii, mesela yüzme. havuza yakın oturduğum 1,5 yılda 5 kere gitmemişimdir, tembelim. bisiklet de olabilirdi; ama kas yırtığım var, uzun süre binemiyorum. ama bu çileye son! gymstickle spor eve geldi! sonuç: bir insan bunu kendine yapmamalı. 45 dakika boyunca biri beni o sopayla evire çevire dövse, sanırım daha iyi durumda olurdum.

bir festival akşamı burroughs'un hayatının pek bi güzel anlatıldığı, genç yönetmenin de bizzat bulunduğu bi filme gitmiş idim. beatnik william amca, sahiden ne güzel adamdı. sonra bu memlekette yumuşak makine yasaklandı. william amcayı birileri sevmiyor. eski ev arkadaşımın tez konusu olan kitaptan, T.C. Başbakanlık Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu’nun daha yeni haberi olmuştu anlaşılan. hoş yani, küçükleri korumamız gereken muzır neşriyat bu aralar meydanlarda nutuk atıyor; ama kimi kime şikayet ediyosun mirim? mezarında bi titreyip kurulun gücünü hissetmiştir heralde bay borroughs. altıkırkbeç yayıncılık ve sel yayıncılık, şu yayın aleminin gözbebeklerinden olup, bir de güzel beat kuşağı antolojisi hazırladılar.alın, okuyun, okutun.

"öfke başlangıçtır. Biri haksızlığa ve zulme uğrar, ayağa kalkar ve ardından görür" demiş daniel bensaïd. bensaid ki fransanın 68'lerinden, tam da bugün alıntısı karşıma çıktı. yazı akıp giderken, dönüp dönüp bu cümleyi okudum. insan bencilce kendini  görüyor ya her yerde, buraları düşündüm. daralınca başımı kaldırıp ufka bakmak, ufku görmek istedim. çok istedim. ankarada olsa gün batımı biraz kırmızı, azıcık mor filan olurdu, bari onu görürdüm.

21 Mayıs 2011 Cumartesi

tafta

madrid haberi radikal'de yok.  büyük anadolu yürüyüşü haberi ntv'de yok. seçici habercilik tuhaf bi alışkanlık. tamam, yeni bi şi diil, biliyoruz. malibrand'ın dediği gibi, zaten darbecilik medyanın kanında var, otosansür kimi zaman sansürlemeye dönüşüyor. hem, daha bi hafta önce 40 bin kişinin yürümesinde haber değeri görmemiş bu medya, elin ispanyolunun işsizliğinin %45'lere çıkmasını mı takacak, ankara sınırına keçisiyle koyunuyla yığılan köylüleri mi umursayacak? yine de bu "ay ülkede seçim var, biz karagözle hacivattan bildirelim, nasılsa dünya yansa kimsenin umru değil" tavrı çok aşağılayıcı. bianet iyi ki var, birgün de bi yere kadar fena gitmiyor, kes parçala yapıştır yöntemiyle günün gündemine ulaşabiliyorum.

bir şey söyleyeyim mi, kasetler de, meydan nutukları da, şehri işgal eden tuhaf ezgili seçim arabaları da umrumda değil. bas bas bağırmaları zerre ilgimi çekmiyor; çünkü bana ne söylenmediği çok daha önemli. bir seçim öncesi karagöz-hacivat dehlizine, siyasi "o dedi ki-bu dedi ki" girdabına daha hoşgeldiniz. ben almiym, kullanmıyorum, kaşıntı yapıyor.

20 Mayıs 2011 Cuma

emerald hummingbird

 ben küçükken, barbi filan değil, peluş oyuncak meraklısıydım. 2. derece akrabalarının tamamından farklı bi şehirde oturan bi çocuk olarak "ayy canım torunum, ne istersin benden?"  sorusuna tuhaf yanıtlar verip sınırları zorlamış olabilirim. hiç oyuncak ayım olmadı mesela; ama rakunum vardı. zirve yaptığım sefer, oyuncak, tüylü, deniz kaplumbağası istemiştim. neden diye sormayın. annemin itiraz ve isyanlarına rağmen söyleyivermiştim, sonra bana dik dik bakıp kızmıştı. oysa dedem japonyaya gidiyodu ve o zaman bile biliyodum ki japonlar bunu bile becerebilir. sahiden de getirmişti: yaklaşık 2-3 karış boyunda, yeşil, peluş bir kaplumbağa! "kara kaplumbağasıyla deniz kaplumbağasını nasıl ayırt ettin?" diyebilirsiniz (ben olsam derdim). inanmayacaksınız, gerçek bir deniz gözlüğü vardı! belirtmeden geçemiycem, peluş sevdam bu deneysel çalışmalarla sınırlı kaldı, çok şükür ki 6-7 yaşımdan sonra devam etmedi, yatağımın kenarına dizmiyorum yani. yine de bu kaplumbağa hala evin dehlizlerinde bi yerde duruyo olabilir. 

neyse, bu vesileyle:
sevgili blog, 5. yaş gününü bile fazlasıyla ihmal ettim; ama bu hediyeyi vermek için beklemiş olmama değer.
eskiden olsa fazlasıyla kıskanabilirdim. güle güle oyna.

kireç tutmuş çaydanlık

bugün ofiste olduğuma göre, blog yazmaya hak kazandım. 
serbest düşüş başlasın.

uzun yıllar, heralde üniversite 2. sınıfa kadar filan, her sabah bi bardak süt içtim. hâlâ ankaraya ne zaman gitsem, kahvaltı sütlü bi şidir.  bi yandan da, ailemin bi yarısının boy ortalaması 1.85-1.90 filan. haliyle bu genetik miras ve süt takviyesiyle dalyan gibi olmam beklenebilirdi; olmadı. hatta, sağlam kemikler, sağlıklı dişler filan da olmadı. belki iki bardak içmeliydim? neyse, dün fark ettim ki ben süt içmeyi özlemişim. kakao olmadığı için az kahveli, mis gibi bi bardak sütle kahvaltı. iyi geldi.

"parayla saadet olmuyor" denebilecek alanlardan biri de ayakkabı zevki. daha doğrusu, para saadete yetmiyor. çiftine 300-500 TL ve hatta dünyaları harcayıp yine de pek bi çirkin şeyler alabilen kadınlar ve erkekler mevcut. üstelik gururla giyiyorlar: "çifti 300-500!". erkekleri bilemem; ama kadınlar en azından bi vogue alıp "şunu istiyorum" diyebilir, satış danışmanına danışabilir, böyle böyle zevkini geliştirebilir. bugüne bugün bu ülke, "vitrindekileri sarın, alıyorum!" diyen ne yeni zenginler gördü, yıllar içinde onlardan ne stil ikonları yarattı. maksat istek, çaba, niyet. erkekler için iş daha kolay nasılsa, bi kere öğrense bayaa bi götürür. özet: parasını harcayacak yer bulamayan bazı kadınların "çılgın zevklerim, çocuksu yanlarım var!" bahanesiyle aldıkları bazı ürünler benim için asla ayakkabı olmayacak. etiketinde hangi marka yazarsa yazsın. tahminen o markanın elindeki artan malzemelerden yaptığı bi ürün o zaten, ayakkabı değil.
etiket demişken: ayakkabı tabanındaki etiketleri çıkarın rica ederim. herkesin bi takıntısı var, benimki de bu. en son brnsaat bi reklamda mini eteğiyle saç savurup arkasını dönüp yürüdüğünde tabanında beyaz beyaz... daha fazla anlatamiycam. yüz kere yazdım, bu konu niye bu kadar uzadı bilmiyorum. "zevkler ve renkler tartışılmaz" diyen bi taze ergen de çıkabilir; ama hatırlatayım: zevksizlik her zaman tartışılması ve aşılması gereken bir konudur.

çarşamba günü köy kahvesinde oturan amcalar gibi bir iş günü geçirdiğim için, kendimi saçma şeylere adayabildim. bunlardan biri de saç örgüleri ve ense topuzlarıydı. denemelerim devam edecek, ama şimdiden iyi sonuçlar aldım. yaşasın sıtambıl.

bugünlerde yine bi sebzeye dönme mevsimindeyim, et-tavuk istemiyorum hiç. bi ara "haftaiçi vejeteryanı" olmuştum tam anlamıyla, o sisteme dönüyorum ufaktan. etten tamamen vazgeçemem sanki, o yüzden ara çözüm bu. böyle beslenmek dinç de hissettiriyor, hem CFC gazları konusunda da 5/7 hiç fena bi oran değil.

şimdi çiller'in halüsünü hasülünü ses kaydını dinlerken (ki sonundaki muhteşem "halüsineyşın!" kısmı eksik) aklıma geldi, vo.g.ue türkiye'de yılların ağa han ödülü "aga khan" olarak yazılmıştı. benzer şekilde hayyam için de "khayyam" yazıldığını da görmüştüm. o kh yazımı ingilizler için canlarım, türkçede "kh" yazınca da "gırtlaktan h" anlamına gelmiyor, ingilizce telaffuz kuralını ne bilelim? zaten o sesi de çıkarabiliyoruz, h ile yazın. "ama özel isim!"derseniz, orijinali latin alfabesinde yazılmıyor ki şeker. ağa han yani, aga khan değil. özenli saçmalamalar.

*


dün oturduğumuz balkonun az uzağındaki masada 3 sene önce oturduğumda, yemin ederim her yer ışıl ışıldı. parlıyordu masa, çatal, bardak. içeri peri tozu kaçmış gibiydi, gözümde flaş patlamış gibiydi. dün de yine, göz kırptı masa.


güvercin takla sezonumu açtım, gizliden gizliye. hayat hep fır fır takla. zaten saat kadranı hedefler koydum kendime, bi yerden başlamak lazım. takla makla, neyse artık. güzel olacak. oldurucam. olacak. sahiden. o kadar içten inanıyorum ki, aksi mümkün gibi gelmiyor. gerisi, saatleri ayarlama enstitüsü.

17 Mayıs 2011 Salı

denden






















üstüme iyilik sağlık.

onur meselesi

düşünce suçu gibi bir oksimoronu bile anlayabiliyorum. yani nedenlerini, nasıllarını, arkasındaki zihniyeti. ama iş düşünceden çıktı, "bilimsel araştırma suçu"na dönüşüyor. bu da hep vardı belki; ama bu kadar gözümüze gözümüze sokuluyor muydu, bilemedim.

Bir bilim insanı, Kocaeli Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu soruşturuluyor. 2-4 yıl hapis istemiyle.

Başa dönelim:

Kocaeli Üniversitesi’nde Halk Sağlığı, Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ile Tıbbi Genetik Anabilim Dallarından akademisyenler ile birlikte yürüttüğü, Üniversitenin bilimsel araştırma fonu tarafından desteklenen araştırmada annelerin ilk sütünde ve bebeklerin ilk kakalarında bazı ağır metaller ve eser elementler saptandı.

Rapor bu yöndeki bulgular, kanıtlar ve daha bir sürü karanlık şeyle dolu. Hamzaoğlu rapordan sonra çözüm önerilerini TBMM'ye sunmuş, 2006 yılında. eminim ki çok ilgilenilmiştir. Hamzaoğlu basına da sundu bu raporu; çünkü konu bebeklerdi, ağır metallerdi.

Büyükşehir Belediye Başkanı ve Dilovası Belediye Başkanı açıyor davayı. yani halk sağlığından birinci derecede sorumlu kamu görevlileri. "Hamzaoğlu'nun suçu ne?" diye merak edebilirsiniz.

‘haberin geniş halk kitlelerine ulaşmasını sağladığı, araştırma sonuçlarını halk arasında panik yaratmak amacıyla kullandığı” iddiasıyla yargılanması isteniyor.

o yüzden sizden ricam panik olmayın.
lütfen, sakin olun. çok sakin. galeyana gelmeyin, gidip o belediye binasını basmayın.
sakin sakin, sağlığınızı, bilimi, bilim insanlarını, anne sütünü, bebek gülüşünüi ve her şeyden öte insan olma  onurunuzu koruyun. şu seçim zamanı gırla pompalanacak saçmalığı bir kenara bırakıp, biraz da gerçeklere odaklanın.

dilovasındaki annenin sütünün derdine düşmek için için dilovalı olmak gerekmiyor.
bazı şeyler, sahiden onur meselesidir.
*

Dilovası hakkında:
Dilovası'nda çevre kirliliği çok bilinen bir sorun. Dilovası ilçesinde  5 adet OSB ve 1 adet Sanayi sitesi varmış, kurulan Organize Sanayi Bölgeleri yaklaşık 2200 hektarlık sanayi alanını kapsıyormuş.

Kocaeli´nin Gebze ilçesine bağlı Dilovası beldesinde kimyasal atık dolu variller, yol kenarlarında ya da boş arazilere atılıyor. Belediye hizmetleri firmaların taleplerine yetişemeyince, bertaraf edilmesi gereken atıklar kamyon şoförleri tarafından yol kenarlarına ya da boş arazilere bırakılıyor. Atıklar arasında Tuzla´daki tersanelerde sökülen asbestli gemi parçaları da var. Bu kamyonla atık boşaltma işine bakıyoruz:

üç gün önce aynı noktaya kimyasal atık boşaltan bir kamyon şoförü yakalandı. Kamyonun sahibi olan Belediye Meclisi´nin MHP´li üyelerinden Mehmet Çubuk´a ve şoföre para cezası kesildi.

belediye meclisindeki bir parti temsilcisi bunu yapabiliyor, ama dava açılan kişi, Hamzaoğlu.

dedim ya, bazı şeyler, sahiden onur meselesidir.

15 Mayıs 2011 Pazar

kurabiye canavarı

eve gelmeden önceki neşem ve umudum yerini kısmi sinire bıraktı. bir 15 mayıs geçti taksimden, sesi baki kalamadı, o ayrı.

öncelikle, medyadaki nasıl bir parmak hesabıdır bilemiyorum ama açıklanan sayılara bakınca, buzdağı gibi, 9/10'umuz yer altındaydı heralde. yoksa okan bayülgen ve 200 saz arkadaşı olarak butik bi eğlence organize etmedik. saat 13.30'dan itibaren meydanda büyük bi kalabalık vardı. yürüyüş 14.00'de başladı, tünele ulaştığımızda 15.30 civarıydı. insan sayısı hakkında bir fikir verir bu tempo. şu an basın kanalları, "binler", "on binler", "yüzlerce" gibi saçma bi çeşitlilikte sayı belirtiyor.

tüm sözlükler vardı, gökkuşağı bayraklar, "internete değil de birbirimize mi girelim?" afişleri vardı. "pornoma dokunma" pankartı vardı mesela, 2 kadının desteğiyle taşınan. porno iyi midir, kötü müdür, metalaşan kadın ve diğer şeyler kısmını bir sonraki bahara erteleyebiliriz; konu yasaklardı. en güzeli "hollandada bir şehir: amsterdam" afişiydi. insanlar eğlendi, zıpladı, güldü. güneşin altında terledi, kızardı, bağırdı.

taksimi yıktık geçtik azizim. öyle kenara çekilip izleyecek insan bile kalmadı, izleyenler de alkışladı. içeriği kutuplaşma yaratabilecek, politik bir konu olmadığından, birbirine girmeden protesto edebildik. sloganlar biraz zayıftı (o kısmı çalışmadan geliyoruz genelde), ben "sansüre inat, yaşasın hayat!" bekledim, en azından bizim tarafta olmadı. gerçi baştan sona tek bir slogan atılamadı, çünkü başı sonu kalmadı işin, tünelden taksime kadar bir kalabalık vardı. ben galiba inci tayfasının yakınlarındaydım, sözlük klanlarını ve aralarındaki 25 farkı pek bilmesem de hal tavır öyle gibiydi. özellikle"saansüüür köötüdüüür/ hem de çok kötüüüdüürr" diye başlayan kurabiye tayyip, belki sansürle doğrudan ilişkili değildi ama zaten haydar da sadece bir insan adı değildir.

şu an ntvmsnbc'nin ana sayfasında tek bir kelime yok. "1915 yılında kurulan Altay Bank Asya 1. Lig'e veda etti." haberi bile var, "tayyip elini internetten çek!" çığlığı yok. o yüzden bunları yazmak yine yürüyenlere düşüyor. iş bölümünde çok adildir canım medya. canlı yayın da olmamış hiçbir kanalda sanırım. olmasın. hepsinin gözünde yürüyenler "gençler"di. gençleri zaten kimse, hiçbir zaman kaale almadı. oysa nefesi kesilmeden 1,5 saat boyunca düdük üfleyen teyzeyi, che t-shirtlü ton ton amcayı hepimiz gördük. benim sinirim, "amaan genç işte, heves etmişler, yürüyüsünler" tavrı.

bizim binlerce yürüdüğümüzü duyanlar belki bu işi internetten çıkarıp daha talepkar, daha isyankar protestolar da düzenler. belki bugün birileri protesto yürüyüşü fobisini yenmiştir, belli mi olur, bu cesaretle o hep aklının kaldığı yürüyüşe bir dahaki sefere katılıverir. bu yüzden gençleri kimse kaale almıyor blog, kaale alsalar korkmaları gerekecek. bu yüzden televizyonlar bizi üç beş pornocu internet cafe bağımlısı gibi gösteriyor blog, çünkü ne istediğimizi gayet iyi bildiğimizi duyurmamız, başkalarına cesaret verecek. bu hep böyleydi, 15 mayısta da değişmedi. değişen tek şey, 40 bin kişinin "ordaydık ama haberlerde niye yok bu?" şaşkınlığını şahsen deneyimleyip, belki bir gün bunu defalarca yaşamış göstericileri anlayabilme ihtimalidir.

neyse, allahtan BBC filan haber değeri gördüğü için internet dehlizlerinde görüntüler ve videolar var. 40 bin kişiymişiz. bence daha bile çoktuk. bi afişte de dendiği gibi: "10 bin restini gördük, artırıyoruz!".  bu binlerce kişiye, "zıpla! zıpla! zıplamayan AKPli!" dendiğinde, herkes zıpladı. gülerek, en yükseğe, coşkuyla.bunda bir haber değeri görmeyen televizyonunuzu kapatın artık. dizi izlemeseniz de olur. dizinin sonunda hepsi ölüyodur kesin, başından belli. yaprak dökümünün deli gibi izlendiği bir ülkede, 40 bin kişinin yürüyüşünde umut görmemize kimse izin vermezdi zaten. çünkü biz, her günü büyük bir dert ve yeni bir felaketle yaşamalıyız. iyi şeyler de olduğunu görürsek yapraklar dökülmez, umut çoğalabilir ve belki geçmişin boğucu yüklerinden arınıp geleceğe bakabiliriz.

kapanış: filtre, kahvede güzel.

editle gelen: teşekkürler zaytung.

13 Mayıs 2011 Cuma

mavi

blogger bakımını yapmış, mis gibi de yapmış teklemeden, oh mis. wordpress sevemeyenlerdenim ben.

bugün en başından beri pek bi cumartesiydi. zaten gece berbat rüyalarla savaştım, uyuyamadan uyandım. şu an, sanki yaz mevsiminin ilk cuması gibi bir sevinç var içimde. niye olduğunu da çözsem keşke. yaşasın cuma.

avazınız çıktığı kadar bağırmak, bağıranlarla bağırmak, bağıra bağıra duyurmak için, avaaz en etkili uluslararası mecra. şimdiye kadar kısa sürede 7 milyon kişiyi toplama rekoru filan kırdılar. işte bu canım sitede, şimdi türkiyenin de bir kampanyası oldu, maalesef. imzalayın, avazınız çıktığı kadar.

11 Mayıs 2011 Çarşamba

fiyonk

eventdropping, oh yes:
dün iş çıkışı, tombaladan iki sergi açılışı. iki şarap, bi limonata. önce arkeoloji müzesi, sonra antrepo. istanbul'un her hali, her anı pek bi güzel.; ama alacakaranlık en güzel hali. ayrıca bu tür atraksiyonlarda sürekli v.o.gu.e ekibiyle karşılaşıyoruz, gülümseyerek merhabalaşıyoruz ve onlar bir kez daha "e bu kız da burda? ne alaka şimdi?" diye süzüyolar beni. ben şapkadan çıkan tavşanım oysa, bilseler içleri rahatlayacak. böyle de tuhaf bi şi var blög, paralel evren: ben muhtelif şapkalardan çıkıp, muhtelif sihirbazlara "melebaağ" diyorum ve niyeyse muhtelif seyircileri şaşırtıyorum. oysa sihirbaz varsa, şapka varsa, e bi zahmet tavşan görme ihtimalini değerlendirmeli insan. heç işte.

 hop kırpık:  saç kestirmek ferah şey. kışlıkları kaldırıp yazlıkları çıkarmışım gibi bi his.

belirsizlik, düğümlü saçı taramak gibi. açılması lazım, çözülmesi lazım; ama ı-ıh olmuyor. kesip atmak da istemiyo insan, taraya taraya, sabırla açıyo. o taradıkça can acıması, ama acıdıkça daha iyi olması hali var ya, işte o sebeple belirsizlik, düğümlü saçı taramak gibi.

iki gündür sinirden kaşınıyorum gibi. aslında kaşınmıyorum; ama sanki kaşınıyorum gibi bi his. amaan ne çok gibi gibiyim yine.
bi de: gavur ellerde mojitolu sigara alıp da tekilalıyı almayan aklıma şaşıyorum.

9 Mayıs 2011 Pazartesi

puant

geçmişe hınçlanma- kinlenme kotamı 18'imde doldurdum. sebebi de şuydu: ileriye bakmanın, bilinmezin zorluğundan kaçanlar geçmişe, ne olduğunu bildikleri şeye sövmeyi seçiyorlardı. bahsi geçen konu atlatılmaz travmalar da değildi; sadece bitmeyen bir kin, hınç. bu "geçmişe sövme konforu"na sığınıyor, çıkmak bilmiyor, yeni bir sayfa açamıyor, adını da mağduriyet koyuyorlardı. ben bu bahsettiğim konfora sığınmama yeminini de yine aynı yaşlarda ettim. ondan önce veya sonra pek yemin de etmedim zaten, sevmem.

o yüzden işte, benim işim bazen zor blog. bazen. olanı biteni düşünmemek, takılıp kalsam bir ömür kalakalacağım (ve bunun da aslında normal sayılabileceği) şeyleri beynimin en ücra köşesine emanet etmek, hissizlikten bir güç kalkanı elde etmek, zor öğrenilen; ama çabuk alışılan bir şey. yoksa geçmezdi günler, gelmezdi güzellikler, devam etmezdi hayat.

*
işte bu alışkanlığın minik, hıçkırık gibi aralarında, bir ufak çağrışımda, belki bol rüyaları uykuların sabahında, bazen kaskatı kesiliyorum. sonra, o sinirin tam ortasındayken, niyeyse her seferinde şu geliyor aklıma:

yaşım 5. hayatımın ilk ve son bale gösterisine iki gün kala, adım çalışıyorum. yemek sonrası annemlere göstereceğim, beceremedikçe sinirleniyorum. gülemiyorlar, teselli de edemiyorlar; çünkü ben sinirli, inatçı ve tütülüyüm, alt dudağım titriyor. o tütüyü "aptal şey!" diye çıkarıp odama kaçmama beş var. iki ayağım dışa dönük bir pozisyonda, baştan alıyorum sürekli.
derken...  kocaman göbeği, top sakalı ve beyaz at kuyruğuyla turşu nejat, dedem, salonun orta yerinde benimle bale yapıyor. yaşı 63. gülerek sofradan kalkıyor, yanıma geliyor, aynen benim gibi basıyor ayaklarını. sonra müthiş bir özen ve azimle adım sayıyor:

-adııım at, adııım at.... döööön.

dedem, o ağır abi halleriyle meşhur, gür sesli adam, o kadar komik bi halde ki herkes gülüyor. üzülmüş gibi yapıyor.  üzülmesin diye ona doğrusunu öğretiyorum. gösteri günü sürekli dedemi düşünüp gülüyorum kendi kendime, neşeyle beceriyorum hepsini.

yeni farkediyorum ki bu anı benim kozalarımdan. sakinleşme, normalleşme, "hatırlama" sığınaklarımdan. bunu düşünüyorum; parmak ucunda dönüşünü, ellerini zarifçe sallayışını ve göbeğini tutuşunu, gülüyorum. her şey olması gerektiği gibi devam ediyor.

*
o yüzden blog, incir çekirdeğini doldurmayacak olaylara üzülmeyi, sinirlenmeyi, hırslanmayı, kinlenmeyi çok ayıp buluyorum ben. gün içinde saman alevi gibi parlayıp sönmelerden bahsetmiyorum, o insanlık hali. ben bu ufacık meseleleri bitirememekten, bir türlü atlatamamaktan, takılmış plak gibi dönüp dönüp varlığını buralarda aramaktan bahsediyorum. lafını bile etmemeli insan. ben kendimden böyle gördüm, böyle bildim. bunu çok zor; ama çok iyi bir şekilde öğrendim.

özetlemek gerekirse: adım aaaaattım, adım aaaaaattım ve döööööndüm.
öyle yapmalı insan. ayıp etmemeli.

7 Mayıs 2011 Cumartesi

daktilo

benim canım hocam, yıllar sonra dün, bir fotoğrafta çıktı karşıma. dondum kaldım.

 *
kimyayı, hatta tüm küfürlere rağmen organik kimyayı bile sevdiysem, onun sayesindedir. hangi bölümü seçeceğimi bilemediğim zamanlarda "e belli ki sen iktisat okuyacaksın kızım, hala farkında değil misin?" diyebilendir. "niye hepiniz fen seçtiniz? sosyal bilimci kim olacak?" diye kızandır. yeri bambaşkadır.

MTA'da yıllar yılı uranyumla ilgili deneylerde çalışmış, 5 duvarın arkasından filan. yakalarında da uranyum seviyesinde artış olursa ötsün, uyarsın diye bir cihaz iğneliymiş. on yıla yakın bir süre sonra, ekipten biri, bir gün "ben şüpheleniyorum bu cihazdan" diye o uzun kollu, robotik aletlerle, duvarların arkasından, uranyuma yaklaştırmaya başlamış iğneyi, ne zaman ötecek diye. bir duvar, iki duvar.. ötmemiş. ne zamanki uranyumun yakınına mı koymuşlar/ içine mi atmışlar nedir, o zaman biiip demiş. "biiiip". tüm ekip şikayetçi olmuş, davalar açılmış ve benim canım hocam öyle istifa etmiş memuriyetinden. davaların sonucu sadece sinir harbi. bir liseye öğretmen olmuş. peki o ötmeyen iğne, ne götürmüş? tüm bağışıklık sistemini. bağışıklık diye bir şeyi yoktu. "yeni doğan bebek gibiyim" der, özellikle hasta olanlardan uzak durmalarını rica ederdi. ola ki grip filan kaparsa, aylar sürerdi.

ah ama o hep çok güzel gülümser, önce insan olmamızı öğütler, kızdırdığımız zaman da asla bağırmadan, kırılıp, küsüp giderdi. bize mahcup bir şekilde özür dilemeyi o öğretti, gırtlağını parçalayarak bağıranlar değil. her seferinde "yanlış anladınız, sahiden yanlış anladınız" diye peşinden koştuğumuz kişi bir tek o oldu. "tamam o zaman siz konuşun, hiç bi şi öğretmiycem! test çözüyosunuz zaten, size o müstehak!" diye küstüğünde küçük kardeşimiz mi olurdu, ablamız mı, susuverirdik.

her 1 mayıs izinli ve meydanlarda olan yine bir tek o oldu. 50 yaş civarı, biz öss derdindeyken, gözleri parlayarak odtü'de siyaset bilimi bölümüne başladığı haberini veren de o oldu. mezunu olduğu okul misafir öğrenci statüsünde (gibi bir şeydi sanırım) izin vermişti ders almasına. vize zamanları izin alır, sınavına girer, arada bir "öğrencilik de zormuş" derdi. iki sene öğrencisi oldum, ikisi de kimyadan fazlaydı. haksızlığa hiç gelemez, öss'ye sinirlenir, öğrencilere yapılana sinirlenir, bizim susmamıza sinirlenirdi. bazı öğrencileriyle dertleşirdi, çünkü adam yerine koyardı.

*
dün bir cenaze haberinde adını gördüm. nerden akıl ettiysem, bir şey dürttü, "acaba?" diye fotoğraflara baktım, oydu, isim benzerliği değildi, ordaydı. benim sevgili serpil hocam, bitkin, babası halit çelenk'i uğurluyordu. "Bize baş eğmemeyi, dik durmayı öğretti." demiş. o da bize öğretti, umarım içi bu konuda rahattır. bize hiç bahsetmediği, neredeyse özenle saklayarak anlatmadığı; ama arada bir gözlerindeki ıslak pırıltıda ipucunu gördüğümüz kimliğiyle böyle tanıştım. bir de fazladan bir detayla:
deniz gezmişlerin son sözlerini daktilo eden kadın.

5 Mayıs 2011 Perşembe

tafaray tafaray

Müstesna günleriniz mundar oldu memnunum.
Ben sürgünsüz hudutsuz o dünyaya meftunum.
Toprağım yok, menzilim çok, her adım bir tohum
Ve vardım ve varım ve varolacağım!

Rasta Semahı - Bandista


hıdırellezde herkese şifa, kısmet,derman..

4 Mayıs 2011 Çarşamba

çünkü

yetişemiyorum. 4 filtreden birini seçmek istemiyorum. haydar diyebilmek istiyorum, haydarla adam dövdüler. ekşinin kapatılması için acil ve derhal emirler okumak istemiyorum. ekşi yönetiminin "TİB'in şu anda yasal olarak tüm yükümlülüklerini çatır çatır eksiksiz yerine getiren Ekşi Sözlük'ü kapatma girişiminde bulunması artık bu bulamacın patladığı yerdir" demek zorunda kalmasını istemiyorum. diyarbakır cezaevinde yaşananları görmek bilmek istemeyenlerin olmasına, artık tahammül edemiyorum. dink davasında atılan tüm olumlu adımların aslında 4 yıllık rötarda olmasını eleştirmeyen basına katlanamıyorum. her gün bir yerde birilerinin görmezden geldiği, umursamadığı, el kadar çocukların tuhaf şekillerde ölmesine, öldürülmesine, nefesim sıkışıyor. bunları buraya yazabilmek elimdeki tek nefesken, şu 5 yılda orada birilerinin de benim gibi düşündüğünü bilmekle az da olsa rahatlamışken, aile ve çocuk maskesiyle beni benden korumalarına dayanamıyorum. 3.5 yılda kapatılan 62 bin siteyi alt alta yazamıyorum. nedim şenerin, ahmet şıkın, çılgın kanal rüyaları yüzünden gündemden düşebilmesini anlamıyorum. yolda yürünecek kaldırım olmayışından, yılın 8-9 ayı yağmurlu bir şehirde su giderleri olmayışından, olan giderin de elbette taşmasından bıkkınım. ruh hastası gibi kaldırımlara, yollara ve rögarlara kafayı takmış bir şekilde yaşamaktan da bıkkınım. arnavut kaldırımlarının yerini alan granitler arasına kanalizasyon mazgalı koymamış olmalarının normalleşmesinden de bıktım. ayakların yere bassın diyolar. bebek arabaların, tekerlekli sandalyelerin destek değil yük haline geldiği yerlere basıyor ayaklarım, istemiyorum. birilerinin hala belediye çukuruna düşüp ölmesi diye bir gazete haberi mümkün, benim içim şişiyor. devletin kendi eliyle başlattığı doğum kontrol desteğini yine kendi eliyle baltalaması gibi saçmalıkları takip dahi edemiyorum. sevişme şeklimize kadar dibimde bir başbakan istemiyorum. nikahsız birlikte yaşamanın ahlaki yozlaşma olmasına,  ama devletin hala ve inatla dini nikahlıların resmi nikah hakkı konusunda kılını kıpırdatmamasına katlanamıyorum. aile aile diye yırtınan hükümetin, aylık zorunlu nafaka miktarının çocuk başına 30 TL olmasını umursamamasına da dayanamıyorum. darwin anlatan öğretmenin hayatının karartılmasına katlanamıyorum. ne dersimle, ne maraşla, ne 6-7 eylülle, ne varlık vergisiyle yüzleşebilenlerin demokrasi demesi kulaklarımı acıtıyor, kulaklarım kanıyor blog. gözüm, kulağım, tenim kanıyor sinirden. türklük fetişini anlamıyorum, birilerinin ilk tanışmada ee sen nerelisin nerdensin demesine ise artık katlanamıyorum. herkesin otomatikman türk ve müslüman sayılmasından utanıyorum. ben bu köprü, kanal, baraj heveslerinde, ince maketler yapamadığı için kaba oyun bloklarıyla oynayan 2 yaş çocuğu hevesi görürken, hiç sevimli gelmiyor. katlanamıyorum.  hani en gözleri gibi bakacakları şey tarihi camiler olabilir derken, hani bari bu kadarını umarken, 3 tanesinin restorasyonda yanmasına dayanamıyorum. topkapının duvarlarının çatlamasına, yerebatanın yere batacak olmasına, haydarpaşanın yanmasına, bunların olabilmesine sinirleniyorum. dört bir yandan daralan bir çemberin göbeğinde, boğuluyorum. her şeyin hızla saçmalamasına, normalliği yitirmemize, kerterizlerimizin kaybolmasına tahammülüm kalmadı. en saçma haberlerde gözüm doluyor sinirden.  böyle olmaya da dayanamıyorum.

3 Mayıs 2011 Salı

saatleri ayarlama en fenası

odakule toplantılarının en güzel yanı, toplantının çıkışı. kimse yağmurda erimez; ama herkes bi yere kaçar: mağazaya, bi cafe-restorana, saçağın altına veya kitapçıya. insanları buna göre gruplayıp fal bakabilirdik ama pek halim yok. çok içim sıkıldı haberlerden. 22 ağustostan, 2 mayıs seçim nutuklarından ve diğerlerinden. aldığım kitaplardan ikisi aşağıda. bu ara buralardan sıkıldım ya, sanırım sahiden başka bi alem arıyorum. :

  

yağmurun durduğunu maç sonrası zafer turuna çıkmış fanatik grubu gibi (tempo ve kelime haznesi açısından) slogan atan genç faşistlerden anladım. şüphesiz, değerli davaları yağmurun durmasını bekleyebilecek nitelikte bir önem arzediyordu. kendileriyle hemfikirim. türkiye türklerinmiş ve türk kalacakmış, aklınızda olsun.

neyse işte, ordan metroya devam ettim. ne kadar gırtlağına da bassalar, istiklal güzel.

2 Mayıs 2011 Pazartesi

koza

ben rakı içmez idim pek, içemez idim. içer oldum, sever oldum.

saat farkı 1 saat daha artacak. kol saatimin iki kadranı var, biri istanbul'a ayarlı, biri ona. tıkır tıkır. saat takmayalı yıllar olmuştu, yeniden takar oldum. saatimi ayarlayacağım. sonra ama, saat öyle kalacak. ben ikinci kadranın birinci kadrana yaklaşması için takvimimi işaretleyeceğim, sonrası iyilik güzellik. bir bilsen daha neler.

ne kadar kendimi yazar oldum bu bloga, beş yılın sonunda. üniversitenin son döneminde açtığım için çok da üniversiteli bi blog değildi bu; ama sonrasında öğrenci devam etti. "bir derdim var" blogu. en çok da istanbul'u özleme blogu oldu. özlemek hep var bi yerinde. hâlâ var. yine de burayı okuyanlar beni çok merak etmediler aslında. yani neye benziyorum, ne yiyorum ne içiyorum, 5N 1K filan. ilgilenmemelerini sevdim ben de. o yüzden bu bahsettiğim değişikliği bazen hiç sevmiyorum.

5 yılda 3 kilo aldım ben. her biri çok iyi gelen. öncesiyle sonrası arasında dağlar kadar fark olan. değişmeyen şey anca saç rengim oldu galiba, aradaki beyazlar dışında. bir de stresten parmak kütürdetme huyum baki. başka da vardır elbet, ne iddialı laf.

yapmak istediğim şeyleri biliyodum. 5 yılın sonunda bir kısmını yaptım, bir kısmını yapamadım. bazılarını bıraktım, yerine yenilerini koydum. zaten ben aslında en çok, ne istemediğimi bildim. insan istemeden yaptıklarını devam ettirebiliyor, bunda iyi de olabiliyor, ama tam da o kıvama gelmişken yeter demek, köprüden önceki son çıkışa tutunmak gerek. ben bunun tembeliyim, ama olsun. tembelliğini de bilmek gerek bazen.

biraz susma ihtiyacım var. susmak da değil, biriktirmek diyelim. burayı kapayacak değilim de, bilinçli bir ihmal diyelim. bir şeyler diyelim hep. aralıkları açacağım biraz, iyi gelecek biraz. gibi gibi. bu posta bunları yazmak için başlamamıştım aslında, sonra bi baktım, olmuş. olduysa dokunmamak lazım, arada bu da lazım. bi bildiğim vardır elbet, benden iyi mi bilicem.

böyle işte.

1 Mayıs 2011 Pazar

dün

son günlerinde, anıları dinleyip gülümsemiş sürekli, bir bebek gibi kıkırdamış hatırladıkça. zaten kısa süreli hafızanın bittiği yerde, en derinlerin en kalıcı anıları çıkıyor yüzeye.günlük hafıza sahneyi "hayatım top 10"e bırakıyor. işte o anılar içinde, bildiğim ama niyeyse düne kadar unuttuğum bir tanesi var ki anlatmaya kıyamaz, anlatmaya başlayınca da doyamazdı. onun için defalarca anlatmışlar.

"nikah şahidin kimdi, hatırladın mı?" dediklerinde gülümsemiş, fısıldamaya çalışmış: ahmet hamdi tanpınar. uzak akraba ahmet abi. "ne demişti ahmet abin sana?" yine gülümsemiş: o kadar heyecanlıymış ki nikahında, (biraz da kararsızmış belki de) elleri titremiş, kalem gitmiş gelmiş, imzayı bi türlü atamamış. "kalemi koy, derin bi nefes al, sonra imzayı ister at, ister atma" demiş ahmet abisi. o hastane yatağında, kızı bi daha anlatmış bu anıyı, o da gülümsemiş. "iyi ki atmışsın imzayı anne" demiş, başını sallayıp kocaman gülümsemiş. hep, en çok, gülümsemiş.

bir de en çok  hastane yatağından gördüğü uçaklara bakıp "ankaraya gidelim" demiş. "kardeşim var".
ben mi ağladım, etraf mı sulandı bilmiyorum; ama çabuk toparladım.
akşam konuştuğumuzda sabuşa söylemedim. ada vapuru sebebiyle.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker