30 Aralık 2009 Çarşamba

final dönemi

ders çalışır gibiyim. önümde 3-4 dergi, bissürü kırpık kağıt, bi tane büyük karton, bolca kalem, googlemaps filan var. müziğim mis. "kenara not edilmiş istanbul noktaları sefer haritası" hazırlıyorum. ertelemiştim, hem de çok. evet, sokak adı okuyup sonra pıt diye gidip töreni kısa kesmek de mümkün. ama mesele insanın kendi haritasının olması; krokiden çok haritaya benzesin diye debelenmesi. ben öylesini severim. kafama oturur, navigasyon programları gibi bi şeye dönüşür, eski usul. maksat oyun.

çocukken babamın anneannesine komşu oturduğumuz için en yakın arkadaşlarımın yaşı 80 ve üstüydü. babamın dedesi mi anneannesinin dedesi mi, tam hatırlamıyorum, aile büyüklerinden biri işte, haritacıymış. geliboluda savaş zamanı, yürüdüğü yerlerin haritasını çıkarışını anlatmışlardı, büyülenmiştim. gördüğün dağların, ovaların, koyların birer çizgi, kıvrım filan olması, kuş gibi bakma fikri süperdi. sonra başkalarının o çizdiklerine bakarak yol bulması ise büyü gibi bi şiydi. "iki dağ arasında akan ırmak" çizmek bile bi zahmetti o yaşlarda. dilim dışarda o dağlar arasından güneş doğuruyodum. üstelik hayatta en değerli varlığı kalpağı ve balkan damarı olan, genelde de uyuyan kırışık bi amcanın (yaş 93) bu olayı tüm heyecanıyla anlatması, büyüleyiciydi işte.

bu sebeple ve annemin piri reis haritası tutkusunun da etkisi olabilir, haritalar biraz vudu büyüsü gibiydi benim için. eski ve yaşlı adamların hazırladığı çizgili büyüler. topografik filan da olur, tam bir büyü. girdiği sokaktan çıkamayan biri olarak, uzun süre haritalardan uzak durdum. yön duygum sıfırdı ve büyü lanete dönüşebilirdi. coğrafya derslerini sevmek yetmiyor, iç anadoludaki madenleri işaretlemek de.

üniversite için istanbula döndüğümde, küçükken bıraktığım şehri yeniden öğrenmem gerekti ve bu kez yalnızdım. birinci sınıfın ilk dönemi bata çıka dolandım, kayboldum. en zevkli şey yokuştan inerken aşağıya bakıp "bebek koyunda güneş parlıyosa derse girmek yok" oyunuydu. o sıralarda bi sıra, haritayla yönümü bulabildiğimi görünce aslında harita üstünde görmeden nerde olduğunu tam anlayamayan bi insan olduğumu da fark etmiş oldum. tüm mesele kuş bakışıymış meğer. özetle: harita candır.

ay resmen ademler ve havvalardan aldım konuyu, freud beni andı. özetliyorum: o yüzden insanın kendi haritalarının olması pek bi mühim. sokakları çizmesi ve kendince mimlemesi ve dip notlar, oklar eklemesi.

annem "a'dan z'ye istanbul" kitapçığının sayfalarını fotokopi çektirip birbirine eklemiş ve defneye poster yapmış. oda duvarı kadar bi istanbul haritası var şimdi. feci şekilde aklıma yattı. pratik kadın yahu.

şimdi ödevime dönmeliyim. sınav yakın.

ikibinbon.

dün tuhaftı aslında. misal, ülkerin fabrikasına gittim ve tonla çikolata aldım, halbuki toplantıda olmalıydım. bi camdan dışarı baktım ve tüm şehir genelinde "tüm markalar"ın (bu bi kalıp) outlet satış yerlerini parmakla gösterdiler bana; ama sorsanız hayatta bulamam. sonra ufak çapta kızılca kıyamet koptu. sonra tatlı yendi tatlı konuşuldu. dalgalandık da durulduk.

takiben, ofisçe, ki 5 kişi ediyo, erken yılbaşı yemeği yedik rejansta. rejansa ben minicikken gitmiştim-sanki, galiba. tanıdıktı. rus mutfağını merak eden varsa, kestane ve ceviz sevenler özellikle, rezervasyonu ihmal etmezseniz süper bi seçenek. bortch var bi kere. ofis yemeği olmasa sarı votkayla filan devam edilebilirdi; ama şarap da güzeldi. eski halini bilip de özleyenler vardır elbet ama bence müziği bile yeter. bu da böyle bi rus mutfağı tecrübesi olsun. annem gibi bi kenara not ettiğim restoranlarlarlarlar listesini hatırladım hem, şevklendim. devamında da, hop nevizadede bi 50lik ve dönüş: ev, pijama, çıkış, evi.

demin bi restoran ararken denk geldim: "yahudilerin şaşırtan mutfak yasakları!" diye bi başlık. ünlemli filan. ne kadar sıradan aslında; genelde böyle oluyo başlıklar. "ah eti ve sütü karıştırmamak mı! yoğurtsuz kebap mı!" yahudi adetlerine şaşıyo olmamız ancak bir ayıp olabilir oysa. "hala mı öğrenemedin" diye gülerler adama. yemek yahu, mutfak. bir insan ne yer, ne yemez, heralde bi kültürün en kolay öğrenilen ve fark edilen tarafı. gözünün önünde günde 3 kez gerçekleşiyor. misal, iki kez çay içsen birisiyle, kullandığı şeker sayısını öğrenirsin.

2 gündür şakaklarım matkapla deliniyo. baş ağrısı ne fena bi şi.

kaç yıldır yılbaşı ağacı süslemedim bilmiyorum. böyle yazınca da çok hüzünlü oldu yahu. neyse yani, bu mesela, çok eğlenceli. süsleniyosa da böyle süslensin.

rize- senoz vadisi. sit alanı olma başvurusu reddedilmiş. ben gidip görene kadar ya maden ya da baraj olacak yerlerden. ama nolur, haberi okuyun, üşenmeyin. "ÇED gerekli değildir" ibaresi var ya bahsi geçen, nelere yol açıyor, bilin. ÇED dediğin şey pek kolay değil. bilgilendirme, halktan görüş ama vs süreçleri var. daha SED yasaya girmedi - sosyal etki değerlendirmesi. bilin işte. bilip ne yapacaksınız onu ben bilemem, ama bilin.

29 Aralık 2009 Salı

şahsi meramı

(...) Ben, yaşananları yeni başlamış bir futbol maçı olarak değerlendirip her bir tarafa eşit mesafede duran amatör hakem değilim. Cıvaoğlu’yla puro takas edip, Birand’la cilveleşip Pulur’la fıkralaşmak derdinde olduğumu size kim söyledi? Benim istediğim dünya, kimsenin Mehmetçik ya da gerilla olmak zorunda kalmadığı bir dünyadır.

demiş. açık ve net.

hayata kayıt düşme derdi olanlara saygı ve hatta sevgi beslediğimi bilmeyen varsa öğrensin.

tarafsızlık beceri değil işte. tarafları bilmek, yerse, o bi beceri. "orta yol doğru yol" diye diye beynimiz yenmedi mi, yendi. ya sağa devrilin ya sola; ama ortacı olmayın yahu (ha ben de bazen ortacı görünebilirim; ama yok, değilim. iki tarafı da anlamaya çalışıyorum sadece; ama iki tarafı da ayrı ayrı okşamıyorum. ve yani, el insaf, türker değilim).

ha bu arada "ne olmadığınızı" da bilin, bilelim. o baya zor bi şi çünkü. öğrenmek filan lazım.
yoksa hani hakemlikten bahsetmiş ya yazıda, bi de o maçların stat yıkılana kadar zıplayıp birbirini şişleyen holiganları var, onlara dönmek an meselesi.

28 Aralık 2009 Pazartesi

...of course henry the horse dances a waltz

farkında olmadan yılın en uzun gecesini geçen hafta yaşayıp bitirmişiz. bu demektir ki günler uzayacak. bence artık kar yağsın. günler uzadıkça kar ihtimali azalıyomuş gibi bi yanılsama içindeyim, mutluyum.

yeni yıl hala çok zoraki bi kutlama bence; ama geçen yıla göre daha iyi davranıcam kendisine, maksat ev toplaşmasına bahane çünkü. ay şimdi "2009'un enleri" listeleri uçuşur. halbuki 2009'un tek "en"i benim istanbula taşınmamdı. bu "yıl kapama törenleri" var ya, onları sevemiyorum ben. cuma tatilini seviyorum, o mis.

yeni yıl, illa bi şi yapmakla görevli görüyosa kendini, yenilenen cv'me iyi gelsin. bereketi yerinde bu ara gerçi, tık tık tık. bi de, pasaportum boynu bükük duruyo kenarda, işim düşsün kendisine. ki bu da mümkün; ama 365 gün içinde en denk gelmemesi gereken güne denk gelecek galiba. bi de "haftasonu kaçılacak yerler listesi" işleme konabilsin, okeye dördüncümüz bile var.

haftasonu dediğin aslında evde şarap. evde arkadaşlar ve şarap ve hatta fiski ve hatta bira. yorgun olmasam icabet edeceğim organizasyonlar filan da vardı ama napalım, yorgundum, organizasyon bize geldi. pazar ise bol dizi, bi film, yimek ve pinekle geçti. 2 günün yorgunluğu anca çıktı. ayakta uyuyabilen biri için pazar günü zaten en yatay gün.

sonraaa.... mesela: çöpmadam.
maksat o ambalajların filan, çöp olmadığı anlaşılsın, akılda kalsın.

sıkıştırmadığım tek parmak baş parmağım ve fena halde ağrıyor.
saçım yine uzadı. koşarak uzuyo zaten.

bugün migren salgını vardı ofiste, hepimizin kafatası çatladı ağrıdan. sonra ben, hediye bilinciyle cevahire gittim. hani en büyük olana. insanlardan böyk. kırmızı yeşil her şey. mağaza içi müzikleri kulağımı tırmaladı, şakaklarım oyuldu. ama yürüyen merdivenlerin iniş ve çıkış yönündeki ekranlarda çevko ve tohum vakfının reklamlarının döndüğünü gördüm, sevindim, zaten o kocaman neon ışıklı yerdeki tek iyi şey buydu. çevkonun 30 saniyelik, geridönüşümle ilgili bi filmi var. bence gayet sade ve güzel ama televizyonlara çıkacak bütçesi yok. onun için işte ekranda görünce hoşuma gitti. her ekranda zaten halihazırda içinde bulunduğumuz mekanın reklamının olmasından daha mantıklı en azından.

hediyeler içime sindi hem. sıra yoktu, satıcılar kendini noel babanın cini sanmıyodu ve bi tanesi hatta "bunlar da var ama renkleri iğrenç" diyerek en dürüst tezgahtar ödülünü aldı. ayrıca oysho, yine pijama olmayan ev pantolonları ile formundaydı, yoksa pek hazzetmediğim yanları mevcut. kendine link veren blogır: kendini okuyan blogır, ısrarla da okutan blogır, bi cümle içinde 2 kere- vuhuhu. aman yahu, tıklamasanız da anlam kaybolmuyo. de ve ki bağlaçları gibiyim yeri geldiğinde. öyle işte, oduncu oldum. sonra metro, koşarak kaçarak.

pisboğazlık seviyesinde yemekten bahseder oldum ama: aşure aşure aşure.
şimdi: duş-koş-düş-sız.

26 Aralık 2009 Cumartesi

tos

evet aynen : tos tos tosardım. pof poooofff geçti 2 gün.

bi kere ben sakarım. hem de tezcanlı, işgüzar bi sakarım. havaalanı lanetim olduğunu da biliyorum. çıkış kapısından geçip arabaya binene kadar siz deyin bermuda şeytan üçgeninde kaybolma, ben diyeyim uzaylı saldırısı, her şey başıma gelebilir. 2007'de mi ne, şu aptal bavul taşıma trolley'sinin frenine parmağımı sıkıştırdım, tırnak düşüyodu nerdeyse, atele alındı yaz sıcağında. 6 ay mosmor kaldı ve şu an o tırnak diğerlerinden daha dar.

peki ben napmış olabilirim? tabii ki aynı parmağı ve yanındaki diğer 3 parmağı daha, bu sefer de araba kapısına sıkıştırdım. arkaya oturacak bi insan, neden açık olan ön kapının kenarına tutunur, üstelik önde oturanın kapıyı kapamak üzere olduğunu bilerek? öndekinin var gücüyle çektiği kapı, benim 4 parmağım ve "ELİİM!" çığlığı. deryik havaalanında 2. solak olduğuma şükrettim. hem allahtan, kapılar süngerli filan. o siyah bantları seviniz, yolmayınız, süper şeyler onlar. havaalanı reviri nerdedir, hemen buluveriyorum, kan çekiyo. buz kondu 45 dakika, toparladım. şimdi nazenin ve azıcık şiş halde sağ elim. ama iyi durumda, tırnaklar da cillop. hep de sağ elimin yüzük parmağı. kemiği kıramıyorum galiba, kırsam bitecek bu lanet.

onun dışında, antalya ve kemer hakkında hiçbir fikrim yok. karum'a benzeyen bi otelde kaldım. portakal ağaçlarına vuruldum, ama onu yapmayanı zaten vururlar. her şey dahil paketle gelmiş turistler gibiydim, bütün gün toplantı yapmış olmam dışında. dünyayı kurtardık geldik, dünyanın haberi yok. çarşaf gibi bi deniz vardı, mis gibiydi. sonra dönüş, sabiha gökçenden evime 20 dakikada gelme rekoru, güzel şeyler bunlar.

toplantının özeti: 8 aydır bi nevi klan, aşiret haline geldiğimiz 100-150 kişiyle şimdilik yollar ayrılıyor. sonra kısmen yeniden birleşecek. ben doğum tarihim yüzünden "genç katılımcı"dan "yuh ama küçüksünüz!"e terfi ettim. alışığım, olsun. çevre hukuku since 2006. hep bi şekilde teğetim kendisiyle, iyidir.

kış sezonu animatörlerinde bi hüzün var. hem asabiyet yapıyolar, dart oynamadık diye kaba etimizden şişlenecektik.

şimdi, atın ölümü arpadan olsun eğlencesi. çünkü bugün cumartesi.

24 Aralık 2009 Perşembe

sabah.

saat 5'te kalkıp, yok hatta 4.30 filan, 7'deki uçak için, karşıdan hem de, yollara düşücem. check-in'im var ama tedbir tedbir. 6.30'da gitsem nolabilir ki yani, avuç içi kadar yer. hiç işte. bunu düşündüğüm an murphy'nin kudretini hatırlayıp sustum.

antalya'da havanın çok iyi olmasını istiyorum. 2 gün boyunca toplantıda olucam, kafamı uzattığım ender zamanlarda kemiklerim ısınsın nolur. tatil olabilirdi, en ufak bir potansiyeli olsa idi. iş seyahatine patronuyla çıkan bi bedeviyim ben.

vatandaşlık bilgisi

istanbul barosu'nun sitesinde bir açıklama var, önemli kısmı aşağıda:

2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu'nun "durdurma ve kimlik sorma" kenar başlıklı 4/A maddesi uyarınca polis ancak bir suç ve kabahatin işlenmesini önlemek, suç işlendikten sonra kaçan faillerin yakalanmasını sağlamak, işlenen suç veya kabahatlerin faillerinin kimliklerini tespit etmek, hakkında yakalama emri ya da zorla getirme kararı verilmiş olan kişileri tespit etmek, kişilerin hayatı, vücut bütünlüğü veya malvarlığı bakımından ya da topluma yönelik mevcut veya muhtemel bir tehlikeyi önlemek amacıyla, makul bir sebebin bulunması halinde durdurma yetkisini kullanabilir. Süreklilik arz edecek fiili durum ve keyfilik oluşturacak şekilde durdurma işlemi yapılamaz. Durdurulan kişiye durdurma sebebi bildirilmeli, nazik davranılmalıdır. Kişilere polis olduğunu belirleyen belgeyi gösterdikten sonra kimlik sorabilir.

ha bunu polislere hatırlatırsanız neler olabileceği de yukarıdaki linkte.
olayı yaşayanlar da avukat bu arada.

yine de bilin. keyfiyet hukuki değildir. birilerinin keyfinin kahyası hukuktur.
vatandaşlık derslerinde de en temelde bu öğretilir. en azından benim zamanımda öyleydi.

sonradan aklıma geldiği için, sonradan edit:

Kabahatler Kanunu'nda da diyor ki, görevle ilgili kimlik sorulduğunda göstermek zorunlu, anca o zaman gözaltı ve hatta tutuklama olabilir.

ha bir de:

"SARHOŞLUK

Madde 35 - (1) Sarhoş olarak başkalarının huzur ve sükununu bozacak şekilde davranışlarda bulunan kişiye, kolluk görevlileri tarafından elli Türk Lirası idari para cezası verilir. Kişi, ayrıca sarhoşluğun etkisi geçinceye kadar kontrol altında tutulur."

neymiş, sokakta içki içmekle ilgili bir şey değilmiş kabahatler kanunu. sarhoş olmakla bile değil; sarhoşken başkalarını rahatsız etmekle ilgiliymiş. sokakta içki içiyor diye karakola götürülen gençler için yazdım bunu, parkta kovalanan, dövülenler için.

gerçi kanundaki son cümle fazla geniş olmuş; "döverek ayılttık" da denebilir. olsun. bilinsin.

23 Aralık 2009 Çarşamba

mega

tesadüflere inanın demiştim. secret filan değil, bildiğin tesadüf. "evren"i pisişik dalgalarla taciz etmeye gerek yok. hayatımı tesadüfler yönlendirdi hep ve artık beklemekten bezmiş, tesadüfsüz kaldığıma inanmak üzere olduğum bu dönemde, oluverdi yine.

hep de en ihtiyacım olduğu anda karşıma çıkıyo meret. en inişe geçtiğim anda, vazgeçerken, vazgeçmişken, kendimden sıkılmışken, küsülecek aynaları kırmışken sanki gelip kulağıma fiske atıyor. hayaller kurduruyor bi kere, mis gibi.

tamam çok kapılmıyorum bu heyecana; ama en son yarattığı tesadüf 1,5 yıldan fazla bi süredir hayatımda ve tonla tesadüfsüzlük üstüne gelmiş, en güzel bi tesadüf. anlatsam masal gelir, öyle bi güzel. ay neyse. tesadüfler hayattan ne istediğinizi hatırlatan minik kamçılardır, çok iyi gelirler. bana hep geldiler. tekrar etmek gerekirse: rötarları seviniz, tesadüfleri seviniz, aslında zor değil, pes etmeyiniz, denizlere çıkar sokaklar . bu heyecan bana bi süre yetecek, biliyorum. ortada bi şi olsa yazıcam ama yok. sadece bi tesadüf var.

uykusunda gülümseyen çocuklar gibi huzurluyum şu an.

"çılgın"lık

haber dili ne mühim şey di mi blog? bi kelime seçersin, seçmediklerin yerine konuşur. bakınız çılgın turizmci. haber gayet iyi gidiyo da, hop bi yerde "çılgın" oluveriyo turizmci. ha tamam, hızar ve baltaları ırmağa atmanın neresi çevreci, sorabiliriz. "beni de kesin" demek de normal olmayabilir. ama bu adamın nesi çılgın anlamadım. rafting yüzünden mi acep?

"gerilla çevreci" muamelesi görüyolar, gönül ister ki has gerillalar gelsin de "gözünü yeşil bürümüşlük" nedir, bi zahmet anlaşılsın. elmayla armut birbirine giriyo. iki bayrak, bi açıklamayla "çılgın" ilan ediliyo insanlar, kulağına yeşil kaçan "çılgıncık"lar haline geliyolar. "yarımakıllı" demenin kibarcası.

bu olanlar, olması gereken tepkinin onda biri bile değil. türk bayrağına ne gerek var, onu da bilmiyorum mesela; ama çevre konusunda birilerinin bi tepki vermesi bence bu ülkede çok nadir olan bir şey. ağaçlar için yani, anıtlık ağaçlar için. o yüzden de benim için kıymetli. ha yoksa çevre gayet politik bir alan, konuyu kutup ayısının patisi meselesine çevirenler utansın.

durum aslında budur, biliniz.

haftaiçi akşamları sıkıcı olabiliyo, haftaiçi işte, n'apsın. güzel bi şarap ve yanında atıştırmalıklar filan varsa, o başka. hop tabak yapılıverir, tatlı tuzlu; sonra bi de film. o zaman mis. kayra vintage serisi de ayrıca bi güzel imiş, en azından kırmızısı.

"sabah saat 7'de istanbulun diğer ucundan uçağına binesiceler" bence harika bi küfür.

22 Aralık 2009 Salı

yimek.

blogırınızı tanıyıp bilin diye söylüyorum. çok önemli ya, şart, yoklamanız var, ondan:

1. yumurta çok severim. her halini, her şeklini. yumurta yemek, kahvaltıyı anlamlı kılan tek şeydir. julia roberts filmlerinden en çok kaçak gelini sevmem de sanırım o "yumurtanızı nasıl seversiniz" meselesi yüzündendi, yoksa hikayeyi filan hatırlamıyorum. ben filmi değil de o sahneyi seviyorum sanırım; kızın 20 küsur çeşit yumurta pişirdiği ve tek tek denediği sahne. alakok yumurta kıvamı tutturmayı beceririm, övünürüm hatta. pilavımla da övünebilirim ama yok, yumurta başka. kolesterol filan diyolar, o güzelim sarı-beyaz şey yapmaz öyle şeyler bence. "civcive iyi gelen şey bana mı dokunacak" diyerek bilimi arkamda bırakıyorum. yumurta yemek de bi törendir. bence her öğün yenebilir. piyazın yanında yumurta olur, en mutlu ben. salatadan çıkar, yine bi coşku. omletim beğenilir sevinç fıskiyesi. 3 gün yumurta yemesem hüzünlenirim. bu da böyle biline.

2. peynir severim. hepsini diil ama, taze ve yumuşak olucak. misal, bana ezine verin bi kalıp, bi bakmışsınız hiç olmamış. keza brie. brie benim hollanda günahımdı. marisol fenası yüzünden, peynirin yanında bile peynir yer hale gelmiştik. şimdi elimde bi kutu var ve yarısını elmayla birlikte yedim. gouda da fena diil ama "brie, bambaşka biri" diyerek, tutamayarak... kelime oyunu. neyse, tutabilirsem kendimi, şarapla yiycem. ama sanmıyorum.

3.yoğurt. yoğurt candır, yoğurtsuz kalsanız anlardınız. yoğurdu hakikaten ilk türkler akıl ettiyse, bence üzerimize düşeni ziyadesiyle yerine getirmişiz demektir. cacık dasüper bi şi mesela. koyu kıvamlı, nanesi tuzu yerinde, azıcık zeytinyağı gezdirilmiş bi kase cacık. sonra yoğurda her türlü saçma şeyi katıp karıştırdığınızda bile sonuç güzeldir. çiğ kalmış sebzeler, tatsız kuru meyveler vs vs. her şey yoğurtla kişilik kazanır. patates püresi bile yoğurtla güzelleşebilir. çiğ pırasa buna dahil. ayran sonra, ayran gibisi yok. sürekli tansiyonu düşenler bilir kıymetini.

4. domates kokusu, elma kokusu. diğer sebze meyveden anlamayabilirim ama iyi domates ve iyi elma buram buram kokuyo ya hani, anlayacak çok bi şi de yok yani. bence çok güzel, insanı mutlu eden bi şi. kesiyosun kokuyo, kesiyosun kokuyo. yemeden önce bi tur doyuyosun. salatalık da kokuyodu sanki ben küçükken, beslenmede getirmek yasaktı. üzüm bi de evet. üzüm ve kiraz. "tabağa çok koyma, bitirmeden rahat etmiyorum, fenalaşıyorum sonra" meyveleri. genetik, ondan.

5. reçel. reçel de keza, yokluğunda kıymeti anlaşılan bi diğer nimetimiz. meyve saklamanın en güzel yolu. portakal kabuğu reçelidir, ayva marmelatıdır, damardan verseniz uyar bana. erik yahu, erik reçeli. bi kavanoz erik reçeliyle albert heijn'da dans etmiş biriyim ben.

6. bütün bunlardan hareketle, kahvaltı muhteşem bi öğün bence. nasıl atlanır bilmiyorum. yani tamam aceleden keyifle yenemeyebilir ama bi şi yenmeli, atlanmamalı. canım süreya ne demiş: kahvaltının mutlulukla bi ilgisi olmalı. evet bi kere. yok makarnaymış, dönermiş, ana öğünle ilgili düşkünlüklerim pek yok. kahvaltı ve içerdikleri kıymetlim.


brie kemiriyorum köşesinden. hepsini yemiyosam, tamamen aşktan.
kutuya koyup kaldırdım bile, canım iradem.
evet evet: "aşk, bi kalıp brie'nin yarısını yemeden durabilmek için havalara bakmaktır."
bi de kayra vintage + chivas regal + ananas. arada bi yüzümü güldürüyosun be ofis.
yılbaşı için 3 kere: vuhuhu!

21 Aralık 2009 Pazartesi

tansık*

şöyle bi dolanıyodum, internet zıpzıp, sonra bi baktım ki bi banyo. duvarı çok kalabalık, onun dışında mis gibi bence. güller, pembeler ve şeker renklerinden uzak. evet yahu, biraz keskin hatlı, koyu, erkeksi, adı neyse işte, bence bu çok daha güzel. dergilik de bonus puan, ekstra can.

zaten erkekler için dekorasyon ne kısıtlı bi şi, sanki kadınlar yaşıyo bi tek evlerde. hele böyle "çift" evleri var, adamı kendi evinde, en ortak alanında misafirmiş gibi hissettiren, on kat fena. ordan pembe burdan çiçek. dişilik saldırısı.

-karıcım duvar kağıdının gülleri diş fırçamı yemiş.

***

bizim evin her köşesi küfleniyo. köşeleri ama sadece cidden. "hisarüstü nemli olur apla". biliyoruz. çok asap bozucu. izolasyon sonrası ne hassas dengeleri bozduk bilmiyorum ama bu aralar su, nem, ıslaklık, küf, yeşil, filan duymak istemediğim kelimeler. üç gündür şırıl şırıl bi hayatım var. resmen yaşam kaynağı bi dairedeyiz, ilk hayat burada başlamış olabilir, öyle bereketli. misal odamın köşesinde yine başladı hayat.

üst katta da var hayat, 3 tane. gece 12de anırarak gülmek, türkçe pop ezgileriyle pazar sabahını başlamadan bitirmek gibi ulvi fonksiyonları var. nemden böyle evrildiler.

eski yazılarımı karıştırdım da blog (kendini okuyan blogır), bazı yorumlar hiç farkında olmadan damarıma basıyo- muş, basmış. ama öyle bi damar ki bu, tarifi zor. en siyah, en katran, o yorumu bırakanın sığ sularına kıyasla kaynayan bi damar. kan yerine mürekkep gibi şeyler var içinde. bilmeden istemeden oluyo, biliyorum. o yüzden zaten, böyle sakince. ne bileyim, hayatıma dair her şeyi bildiğini sanması birinin, safça geliyor, kızamıyorum.

istanbulun en güzel, en lacivert şeylerinden biri lodos. pazar günü en ılık haliyle öptü geçti, çarşamba geri geliyomuş. lodos kelime olarak bile güzel. kelebek tozu vardır ya hani kanatlarında, onun martı versiyonuna lodos denirmiş gibi. bu sebepten naşi, boğaz vaktidir.

bir de, genelde misafir benim ya, arada misafirlikler değişiyo ya, banyosunu su basmış dahi olsa, güzel şeyler bunlar. işe gitmeden önce kahvaltı ve alakok yumurta gibi, ev yapımı reçel gibi, kızarmış ekmek gibi güzel şeyler. olmayan lensinizin kullanmadığınız lens suyuyla ilgili bi konu bu aslında. yıllar ve günler ve tesadüflerle ilgili bi konu.


kışın en güzel yanı da şapkalar işte. bi de eldiven.
o kadar.


*tansık lafını ilk duyduğum yer: "küçük bir kız tanıyorum 7 yaşında" kitabı. o civar bi yaşlar. jelatin güzel bi yazı yazmıştı bu seri ile ilgili, olsa da link versem. öyle işte, tansık tansık tansık. sesi yakışıyo.

pa-zor

atlıkarıncalar ve o çok zavallı hamsterların tekerlek içindeki koşturmaları arasında bi ilişki yok mu, bence var. insanların her ikisini de izlemeyi sevmesi de çok manidar. büyülenmişcesine. hele hele ilkine binip o müthiş dönme hissiyle coşmak filan, manidar evet. aynı şeyi dönmedolaplar için de söyleyebiliriz.

o apartman girişine içinde havlu olan o kutuyu bırakan kişi... anne kedi ve 3 yavrusunun kutu gibi bi evi olmuş resmen, saçağı filan da var, bu yağmurda ne güzel olmuş. korkup kaçışıyolardı artık rahatlarını bozmadan içeriye girenlere boncuk boncuk bakıyolar. kocaman beyaz-tekir bi kedi yumağı. positive externality: içeriye girerken insan gülümsüyo, güzel şey kedi yumağı.

şofben kazanı delinmesi, sellerce su, çok fena çok. insanın eli ayağına dolanıyor resmen.

round 3: hastane aradı. yine. "özrümüzü dilediğimize göre, let's get professional dear, yeni randevunuzu hangi güne alalım?" telefonu. "kontrol randevusu" bu arada ısrarla. mersi, kullanmıyorum, kullanmiycam. hallettim ben o işi, operasyonla kontrol arasındaki farkı bilen bi hastanede ve vaktinde yaptırıcam, öptüm kib bye. gönlümü aldınız diye şansınızı zorlamanız gerekmiyo.

***
ne diyoduk, atlıkarıncalar. yer değiştirme sıfırsa iş yapmış sayılmıyosunuz ya, keşke bu bilgiye hiç sahip olmasaydım. hakikaten bilmeseydim de olurdu. zaten lise boyunca fiziğe olan az buçuk ilgim fiziğin beni görmezden gelmesiyle sönmüştü, ben de kimyaymış biyolojiymiş, avunmuştum. bize zaten resmen ademler ve havvalar seviyesinde fizik gösterdiler, sonra yok işte quantum filan, boku çıkmış affedersiniz. lise devamındaki 4 yıl boyunca da hadi tamam fizik değil ama, en uzunundan formüller içeren bi bölümde okumuş olmam da artık, matematiğin sadakatinden olsun. matematik candır. özelikle geometri, analitik geometri, hepsi hepsi candır.

şu iş yapma meselesi, cama vuran sinek sendromunun formüllü hali. vur cama, kır kafayı, yer değiştirmedin mi, üzgünüm coni, bunu saymıyoruz. camdan geçersen o başka, düşünebiliriz. matematik oysa, hiç böyle şeylere bakmaz. 10 adım yürüdüysen, 10 adım yürümüşsündür. nerden başladın, nerde bitti, önemli değil. ilk zamanda adım sayın sıfırsa, üstüne 10 adım atmışsan, tamam işte. 0+10=10. nokta. ha bu 10 adım işten sayılır mı, o kısma fizik bakıyo, az önce de gördük. olsun. matematik çabayı da takdir eder; 0+10=10. "10 adım attın ama sayılmaz" demez en azından. ki bakınız mod 10 yani. mod 2 alsan, vuhuhu, 50 yapar.

yaptığın işe "kaç metre ilerledin peki" diye baksa, belki cevap sıfır çıkabilir; ama matematiğin güzel yanı, soruları seçebilmenizdir. "kaç metre gittiğimi geç, kaç adım attım ona bak" deseniz, hop, cevap 10. yoksa "0 metre + 5 metre - 5 metre= 0 metre" cevabı almayı ben de biliyorum. konumuz bu diil.

***
bu arada, ben de gelmiş tohum, otizm filan yazmışım.

engelli haklarında geldiğimiz nokta zurnanın zort dediği delikmiş. şaşırdım mı? cık. engelliler ya romantik kahramanlıklar yapıp takdir kazanmalı ("kör ama yaptığı kolyelerle ailesini geçindiriyo; üstelik renk uyumu da var!"), ya alay edilmeli ("oha olm kafasına vurdum salyası aktı, tam spastik hahah") ya da mümkünse hiç görülmemeliler (bkz. "niye sokağa çıkıyosunuz ki?"). diğer biçok insan gibi, "diğer"lendikçe dışarda kalması evla olanlar. yani sokakta ne işleri var ki allah aşkına, onlar parayı ağaçtan toplamıyo muydu?

tabii bir de, "bunlar sahtekar; aslında turp gibiler, maksat provokasyon" diyen bi ekip var. işçiler yürür; provokasyon, aslında işçi değiller; 8 martta kadınlar yürür; provoksyon, aslında kadın değiller... gider bu liste böyle. bu olayda olmamış gerçi; ama daha önce duydum, gördüm. sakat veya hasta - herkes numaracı zaten. sokağın ortasında sara krizi geçiren adamın tek derdi cüzdanınızdır. kendi gibi olmayandan korkmayı geçtim, nefret eden bir sürü insan var ve burda da kalmıyor, bu insanlar çocuk yetiştiriyor. herkesten tiksin, tek uyanık sensin. ne güzel demişti sevgili kurban: anneni hatırla. çok güzel şarkıydı meret. neyse, diyoduk; adeta gizli örgüt: bu ülkedeki 8.5 milyon insan numara yapıyo, siz sahicilikten kırılıyosunuz. tıpta buna "her bi boku bilme körlüğü" deniyor. tedavisi zor.

bana bir masal anlat baba: diyelim ki yahudi veya ermeni (bu ara yine revaçtalar, ondan seçtim), engelli bir transseksüelsiniz. mesela. olmaz olmaz demeyin. bu şehrin neresinde yaşayabilirdiniz? hangi manav elle elma seçmenize izin verirdi? ikiyüzlülükler dehlizi yarabbim.

işte böyle zamanlarda fizik lazım ama, ona itirazım yok.
yer değiştirme sıfırsa, hakikaten, iş yapmış sayılmamalıyız.
konuyu da bağlar, giderim.

17 Aralık 2009 Perşembe

taipei

berrrbat bir ofis günü, akşam geç çıkış, bütün planların yatması (ki plan dediğim tesisatçıyla randevu, belirtirim). sonra yağmur, açlık, ev. apartmanın dış kapısında yine bissürü zarf, bi tanesi el yazılı, ördekli pulu var ve ıslak. aa bana bana! tayvandan, üzeri simli, yılbaşı ağaçlı bir kart. bana bana! şubat misafirim önden merhaba çakmış. postacının bizim binayı bulabilmesi ayrıca bi sevinç. fok yavrusu gibi el çırptım resmen.

açtığım an ortalık yılbaşı süsü ve sim kaplandı, günüm renklendi, genel olarak hazzetmediğim yılbaşı coşkusu burnuma kaçtı filan. lazımmış sahi yahu, iyi bi şiymiş bi yandan.

16 Aralık 2009 Çarşamba

round 2

benim meşhur "hastanede randevuyla rezil olma" seramonime 10 gün sonra özür geldi.

bi toplantının ortasında ısrarla 2 kez aranmış olmamı geçiyorum, kararlılığa veriyorum.
bi doktor hanımla görüştüm, uzun uzun dinledi, özür diledi ve ilgileneceğini söyleyerek kendi telefonunu verdi. "dinledikçe benim içim şişti" dediği için de samimiyetine inandım. bu da böyle yani, 10 gün filan ama, dönüş geldi. ne kadar özendiklerini, titizlendiklerini, sürekli uyardıklarını, çok üzüldüğünü filan anlattı. dertleştik resmen. iyi de oldu.

ayrıca, önceki posttaki adsızın yorumunu da ilettim:
-kime anlatsam daha ben söylemeden sizin hastaneniz olduğunu tahmin ediyor, diye.
tenk yu blog.

hani belki yapmacıktır, beni idare etmiştir,numaracının önde gidenidir, hiç fark etmez. eğer öyleyse de işini iyi yapıyo demek ki. ben derdimi içeriden birine anlattım ya, özür dilendi ya, rahatladım.

tohum

Türkiye'de eğitim zor, eğitim az.
Otistik çocuklar için yok denecek kadar az. otistik bir çocuğun dönen şeylere tutkuyla bakışını seyrederken, 6-7 yaşına geldiğinde gidecek okul bulamama ihtimalini hatırlamak, fena. alışkanlıklarına bağlılığını bilince, "maddi imkansızlıklardan okulumuz kapanıyor"un onun dünyasını nasıl sarsacağını tahmin edebiliyorsunuz.

otizmde oysa, ukalalık etmiym ama, eğitim tedavinin bir parçası. gün oluyor, 38 yaşında bir beyefendi size "sen ingilizce biliyo musun" dediğinde, saatlerce yüzdüğünde ve uçakları sesinden tanıdığında, her görüşünde "günaydın derya, bugün nasılsın" dediğinde, anlıyorsunuz eğitimin etkisini. "normal" davranmayı öğrenmek değil bu; size dünyasını açmayı kabul etmek denebilir. arkadaşınız oluyor, birlikte yaklaşık 20 farklı vitaminin prospektüsünü okuyosunuz ve o size tonla latince şey sayıyor.

bu ülkede herkes forrest gump'ı severek izlemişti, yağmur adam'ı da. o kadar ama. ah ne kadar da ağlamışlardı, sonra gün bitmişti, herkes evine gitmişti. zavallı deha- yarı deli arası bir muamele, şefkat karışık acıma. birçok insana yaptığımız, kaşlar havada küçük emrah bakışı. lazım olan buymuş gibi. alay edenler de vardır belki de onları saymıyorum bile.

tohum otizm vakfı var, etrafta ilanlarını görmüşsünüzdür. çok basit: otizmin farkındayım diyor, erken tanıdan ve eğitimden bahsediyor, uluslararası kaynaklar veriyor. muhtemelen en doğru yanı da şu: aileleri rahatlatıyor, onlara da destek oluyor. "tohum yaz 5290'a gönder" gibi bir destek kısmı da var; ama daha fazlasını yapmak isterseniz hayır demezler heralde.

bu da böyle bir duyuru olsun.

15 Aralık 2009 Salı

lacizort


saçım cadı gibi olsa da:

ben yaptım. tacımsı bandımsı.
pek düzgün değil ama işte, rengi lacivert.
daha da oyniycam, sabrım olunca. doliycam iyice, beklemedeyim.
bu da böyle kuş tüyü bi post olsun hüstın.

14 Aralık 2009 Pazartesi

25 yıllık jönprömiyeyim efendim

BİAP diye bi parti kurucam ben, parasıyla değil mi? baktıkça içi acıyanlar partisi.

elimde namus gazı yine. bu gece çünkü, namus gazını okuma gecesi, bir kez daha.
en çok da icrai sanatkar günü bugün, içip içip ağlama romansı meselesi.

biapçılar olarak her parti toplantımızda aleksandralara içeriz birlikte. belki de olmaz, eğreti kalır bizimki. hiç olmadı, içer içer ağlamayız efendim. bizim bi aleksandramız yokmuş, ağlayamazmışız. işte o zaman, ağlayamayışımıza ağlarız. belli mi olur, işte o an"bir rahat, bir mutlu" oluruz, kana kana ağlarız.

sanırım bir ömür boyu kıskanacağım, "keşke ben yazsaydım" diyeceğim tek öykü bu. iddialı laf di mi, şu an böyle.

çok utanıyorum bazen. aziz nesinden, bir de nazım hikmetten. birikiüç, bir de diğerlerinden. rahattaki kıçım kötü haberleri kaldıramadı diye of çekmek, tamamen aleksandrasızlıktan gibi geliyor. içip içip ağlayanların yanında, içip içip ağlayamayışıma ağlıyorum.

biap tüzüğü madde 1. sığının, ağlayın.

13 Aralık 2009 Pazar

bir-ve-ki-ve

I.

dünkü listeden devam:

1. terziye gittim. bi dahaki sefere şu şerit telaları deniycem; ama şimdilik uzmanlara devrettim.

2. çerçeveciye de gittim. "pazartesiye anca yetişir" deyip 2 saat sonra "bitti, alabilirsiniz" diye aradılar. eşeğimi kaybedip buldum. çerçevecide hatla ilgilenen iki teyze vardı, en çok dino'yu beğendiler. bi tanesi yüksel arslan arture'üne bakıp bakıp "bu da ince iş tabii" dedi. diğeri ise benim tercihlerimi hiç beğenmedi, "resim de bu hale geldi bugünlerde artık, modern filan" dedi ama teyzeler işte, tontin tontin pazara gittiler.

3. sonra yokuştan inip bebeğe gitmedim, kantine gittim gazeteyle. gazete bitince kitaba döndüm, döne döne okudum. tek gözü görmeyen ve tek yaptığı yemek yiyenlerin yanında sfenks gibi oturmak olan tekiri sandalyeye kıstırıp tekmeleyen amcayla ağız dalaşına girdim, kazandım. amca oturduğu bankta, göbeğine aykırı bi çeviklikle ayağını banka kaldırdı ve kediyi tekmeledi resmen. ben de "tekmelemeniz gerçekten hiç gerekmiyo, on katı cüsseniz var, el kol yapsanız korkar" dedim. yine kibarım, 10 katında bıraktım yani cüssesini. kaç yıldır bu okuldaymışım, bu kedileri bilir miymişim, peşlerini temizlemekten bıkmış. sanki gizli çete yarabbim. "kantine girip herkese sulanıp sonra ilk bulduğumuz yere kusucaz" diye sözleştiler. sokma madem kantine, sonra sinirden tekmelemene gerek kalmaz. hayvan da anlıyo sanki. "hımm öyle dik dik bakınca tekme yiyorum günlük, bi daha yapmiycam" filan diyo. kantin değil, K9 eğitim kampı mübarek. aman neyse. sonra uslu uslu kediyi pencereden kışkışladı amca, anlaştık.

4. çerçevelerimi astım. telden askı yaptım filan, çivilerimi çaktım, astım. üzerinize afiyet, düzgün çivi çakarım ben. velakin bi tanesiyle deminden beri boğuşuyorum, ara verdim. duruyo öyle milim ilerlemeden. hırs hırs.

***

II.

neyse, söz tutmam gerekirse, yazacağım dediğim yazı. canım sıkkın, biraz baştan savma o yüzden, çok ayıp:

cuma günü sonuçlanan şey, 2 yıldır süren bir dava. dtp bile bir yıl önceden "yedek" parti hazırlığına girmiş; ama hükümet kararın açıklanmasına 6 ay kala, açılım fikriyle geliyor. ölü doğumlar ülkesi olduğumuz için şaşırmıyoruz. hiçbir şeyin samimiyetine inanmıyorum artık. hükümetimiz "ah neler istedik de yaptırmadılar" diyecek. çünkü bir tek araçları vardı: demeçler. elle tutulur işler büyük gelir. bence tek doğru laf, siyaseti siyasetçilerin yapması gerektiğiydi. bir diğeri de şu: "meclistekiler siyasetçi ama devlet adamı değil". aynen. devlet adamı olmak için ertesi günden fazlasını düşünebilmek gerekiyor.

bi tesbih 99 boncuk alır di mi en fazla? huzuru kendine çok gören bi ülkenin tesbihi 2-3 boy büyük oysa. her boncukta bi dur düşün, hatırla, sızla, sıradakine geç. yaş 25, sabrın yarısı eder. ben kaybettim sabrımı, gerçekten. her iki tarafın da üslubundan, şahinlerin güvercinleri kızartıp yemesinden bıktım. diplomasi dilinden mahrum onlarca adamın "siyaset yapıyorum" diye gerzekçe demeçler vermesinden de. galeyanlardan da. düşünmeyenlerden de bıktım. bıkmamam için sebep de göremiyorum. eskiden görüyodum, sabrımın tükendiği yer orası.

televizyona gazeteye bakıp "burdan gitmek istiyorum" diye düşünmeyeceğim günler olsun. gitmek istiyorum, ilk kez. bu çünkü, tek bir haber. diğerleri de var:

ceylan özkol adlı vatandaş, ölümü haketmiş. öyle diyolar. tonlarca "zaten" sıralamışlar, "hırsızın hiç mi suçu yok" diye bağırsanız da duyulmayacak. zaten ceylan adlı vatandaş, yanlış yerde doğmuş aslında.

"alevi açılımı" da vardı malum. maraş sanıklarını çalıştaya davet ediyolar "uzman" diye.

sınırı olmayan bir yüzsüzlük, bir utanmazlık hali. ar damarı çatlamışlık. hani küçük çocuklar ailelerinin tahammül sınırını dener tonla yaramazlıkla, onun gibi. nerede patlayıp "yeter" diye bağıracağımızın testi.

ölüsüne onlarca bahane sıralayan bi devlet, parti kapatsa kaç yazar, pardon? kapatsa, açsa ne fark edecek?

bizim nesil mi çabuk yoruldu bilmiyorum. ikinehir de aynı şeyi yazmış. belki kardeşimin daha çok enerjisi olur. annemin beyni nasıl patlamıyor, ben de bilmiyorum. benim düşündükçe kafam ağrıyor yemin ederim. parti kapanır, yenisi açılır, bunu düşünmüyorum ben. nasıl oluyor da bunların HEPSİ olabiliyor acaba? dizi dizi inciler halinde.

ben mesela, ayna'nın eşbaşkanlığını da hiç anlamadım. ideolojik olarak değil, tamamen üslupla ilgili sebeplerden. ne dediğinin ötesinde nasıl dediği önemli olduğu için, zamanlamalar sebebiyle. tuğluk eşbaşkandı, niye değişti o kısmı kaçırmışım. öyle gerekmiştir, bi şidir.

miliyetçiliğin nerden geldiğinin pek de önemi yok, aşırı derecede birbirlerine benzeyebiliyorlar. teknik sebeplerle, bahçeli "bu kudretli halk boyun eğmez" derken, ayna da "bu ezilmiş ama kudretli halk artık boyun eğmez" diyordu bence. ikisi de bunu söyleyebilir ama birbirlerini duymadıkları için pek bi yol alınamadı haliyle. gri alanlara izin verdiler, tüm bulanıklıklarıyla her yeri işgal etti o grilikler. tuğluk da bambaşka şeyler söylemiyodu ama en azından aklıma mütemadiyen bahçeli gelmiyodu onu seyrederken.

bu ülkede insanların slogan haline gelmiş görüşleri saf gerçekler olarak kucaklama kolaycılığını bilmiyorlarmış gibi. kodlarımız var. tonla sayabiliriz, bir kelime söyle, devamını getireyim. "siyaah" diye bağırana "beyaaaz" diye karşılık veren bir ülkeyiz neticede. politik hayat da böyle. "siyaaah" mı dedin, insanların dili kaşınıyor "beyaaaz" demek için. misal: "küüüürt"- karşılığı: "pekakaaaa". "ceheeepeee"- "canım atatüüürk", gibi. anladınız siz. sloganlar akılda daha iyi kalıyo ya, yormamız gerekmiyor o beynimizi. dolma tarifiymiş, yoldan geçene laf atmakmış, daha hayati şeylere kullanıyoruz. herkes klişe cümlelerle iletişiyor, her iki taraf da dahil buna.

kim, ne demiş aslında beni cidden ilgilendirmiyor. itinayla konuşamamışlıklar var. daha da konuşulamaz. diyalog çağrısı yapmaktan vakit bulamıyolar çünkü. bitmeyen bi çağrı. yani ne bileyim, müezzinler de günde 5 defa namaza çağırıyor ama ezan sonrası icraat var, o namaz kılınıyor neticede. bunlar çağırma kısmında kaldılar. diyalog çağrısı, pkkyla mücadelede işbirliği çağrısı, kardeşlik çağrısı, açılım çağrısı... gider böyle. çağırmak, çığırtkanlığa bile dönüşebilir; ama asla icraata dönüşmez, böyle.

halbuki bu parti kapatılmasaydı, şu kazanılırdı: politik süreklilik. diyaloga çağırıp duruyolar ya, aynı kişiyi çağırma lüksleri olurdu. kazık kadar adamların "akil adamlar" sıfatıyla üstelik, konuşamaması bana hala tuhaf geliyor. ne yani, dağa çıkmadı mı insanlar? bu insanların aileleri geride kalmadı mı? bak bok yoluna ölen ceylana bile fatura ediyosun akrabasını. işine gelince. hiçbi şi olmamış gibi yaparken normalde, işine gelince, bi anda, tüm olan biteni kendi lehine kullanıyosun. akp-chp-mhp'li bir meclisi yıllardır varyasyonlarıyla görüyoduk zaten. her zamanki ekip, altın günü havasında geçinip gider.

"kutsal meclis çatısı altında" geçinememek de bi şey aslında. uzlaşamadığının karşında oturması da bir lüks bu ülkeye. yoksa birbirini ağırlamaktan zevk alan tombul altın günü teyzeleri havası asla dağılmayacak.

dedim ya, artık pek ilgilenmiyorum, fena. anlamıyorum çünkü. anlamadığım daha bissürü şey var. 7 yıllık tek parti hükümetinin bahaneleri mesela. yüzde 10 barajla ilgili masallar. baykalın ölümsüzlük formülü bir de; torunumun torunu da onun muhalefetiyle büyüyecek bu gidişle. anlıyorum da, işime gelmiyor. bi insan, kaç defa suratına suratına "salaaak" diye bağırılmasını kabul edebilir ki.

neyse, bakın, bok yoluna ölmenin nihayet ederi bulundu: 5 bin lira.

şimdi izninizle odanın her yerine çivi çakıcam.
tavsiye ederim, sinir stres kalmıyor.

12 Aralık 2009 Cumartesi

kıpırkımıl

yapılacaklar listesi yapmayı beceremem, boynu bükük köprüaltı çocuğu olarak kalır genelde çünkü. "yapılması hiç fena olmiycaklar" listesini tercih ediyorum o yüzden. bugün :

1. hava buz gibi, yağmur da var. etrafımda 4 duvar görmekten feci halde sıkıldım. sımsıkı sıkı sıkı giyinip boğaza doğru salsam kendimi, okuldaki yokuştan, bebekteki yokuştan. acaba yürüyüş çizmesi diye bi şi var mı? uzun olsun, bacaklar üşümesin; ama tabanı, kalıbı öyle külkedisi zerafetinde olmasın, koşabilelim. olsa çok çirkin görünürdü kesin. neyse işte, kalın kalın giyinip, southpark bebeleri gibi, denize doğru.

2. terziye uğrasam. paçası, eteği teyellenecek şeyleri bıraksam. teyel ne komik bi şi. kalın kumaşta tutmuyo, düzenli sökülüyo; ama yoksa kötü duruyo filan. "vur abi dikişi, yeter bu çile" desem. ay yok eteğe vurmasın dikiş, kadifede iz yapar. böyle zirzop işlere kafa yorsam.

3. çerçeveciye gitsem. giderken resimler ıslanmasa. hop hemen yapıverse. dönüşte alsam.

aslında yani, terzi-çerçeveci-yokuş sırasıyla bunların hepsi olabülü. ve galiba bu miskinler tekkesi halimi bırakıp, ataleti yenip yollara düşüciim. evet evet bunu yapıciim. kışı pek sevmesem de sonbaharı severim ve bakınız 12 aralık, hala kar yok ortada. demek ki hala sonbahar.

dün paranormal activity'i izledik. bi ara gözümü kapadım, içim geçti, itiraf ediyorum. mantık hatalarını geçtim, neyse işte. gerilim severim; ama gerilebilince. otopsi hikayeleri, seri katil dizileri filan, hele ki böyle diziden çok belgesel gibiyse, bence çok daha etkili. niye böyle bi merakım var bilmiyorum ama ecinniler yerine ölümlülerin saçtığı dehşet beni daha çok etkiliyo. "kocasının kulağından içeri huniyle kızgın yağ dökerek beynini kızartan kadın" hikayesinde uyumamıştım misal. "karısını öldürdükten sonra kıyma makinesinden geçirip ormana saçan adam" da çok daha etkiliydi. bu ince düşünme hali etkileyici galiba.
neyse, spoiler vericem: bence tek güzel olabilecek yanı, sonundaki ironiydi, kamerasız kıpırdamayan adamın kamerasız ölmesi. o kadar. ayrıca amerikan polisinin adam indirmede bizimkilerden çevik olduğunu da gördük. .bitti.
rüyamda da den haag'daydım, dudok cafe'de elmalı pay yiyodum, çok bi güzeldi.


sonra, sonrası gerçekten gündem maddeleri yazısı. belki yarın yazarım.
dün işten eve gelince, ekrana bak.. bak... bak...
neyse dedim ya, yarın.

11 Aralık 2009 Cuma

bir bilmecem var çocuklar

araştırma, bilimsel hede hödö, sonuçlar.
hepsi manipülasyona açık. sorduğunuz soruya bağlı.
misal, evet/hayır gidelim:

- eşcinsellerin toplumdan dışlanmasını onaylıyor musunuz?
e cevap tabii ki hayır. kim edebilir, karşında araştırmacı var. hoşgörü öbeği herkes.
bi de şöyle soruyoruz:

- eşcinsel komşunuzun bayram ziyaretine gelmesini kabul eder misiniz?
cevap yine hayır. çünkü tavır şu: "ben dışlamam ama benden uzak olsunlar".

yani bu kadar basit işte. ne sorduğuna bakar. insanlar o cevabın kenara not edildiğini, kullanılacağını, "doğru cevap"ın ne olması gerektiğini biliyor. uyanıklar. cin gibiler, jeton atıp saf düşüncelerini öğrendiğiniz makineler değiller.

haliyle şöyle araştırmaların sonuçlarına bakıp direnmek, sorgulamak, deşmek, metodolojiyi okumak için aranmak, tırım tırım aramak gerek. tonla emek, masraf, çalışma. biliyorum çünkü benzerinde çalıştım. bu yüzden, hele ki sosyal araştırmalarda, aklınızdaki sonucu ortaya çıkaracak sorular sormanın kolay olduğunu da biliyorum.

çünkü bir ülkenin "ay dışlanma yok fakirlik var, para görseler terör biter" argümanı, neden çocuklarına kürtçe isim verilemediğini açıklamıyor. o zaman kömür, beyaz eşya dağıtma saçmalıklarına sessiz bir onay veriyosunuz. altın saçsın merkez bankası bi seferlik madem? diğer fakirlerin niye teröre yönelmediği belirsiz mesela. yani farkı açıklayamıyor. hem bu tespitlerin devamında tahminen fakir = işsiz gibi bi önerme de varsayılıyor; halbuki "çalışan yoksul" diye bi şi var. eşek gibi çalışan ve geçinemeyen yoksullar. en klişe örneğiyle: limon satan öğretmen. çalışmak sosyal güvenceye de yetmiyor. tek dertleri yoksullukmuş; ama hastanede dilinizden anlayan yoksa tedavi de olamazsınız.

terörü ekonomiye bağlamanın tehlikesini en iyi bush göstermişti. barış getiricem diye bi bakmış ki petrol götürmüş. zaten muhammed yunus'un "mikrokredi" projesiyle barış nobeli alması da bu mantıktan çıktı. ekonomi alanında da alabilirdi; hayır, barış nobeli verdiler. kredi sağlayarak barış saçmak.

böyle bi bireyler ordusu, safi proleter. kültürü yok, kökeni yok, çalışsın kazansın efem. di mi yani, hiç. çalışsın, alsın aşını, kıssın sesini. doyarsa susar, ses etmez. bu kadar basit olsaydı toplumlar, sims kıvamında yaşayıp giderdik güzel güzel.

daha gider bu. niyet meselesi. araştırdın da neyi, ne için. daha da önemlisi, kim için. bana "tek dışlanma ekonomik dışlanma, gelin canlar iş verelim" çözümüyle gelenin beynini dırdırlarımla delebilirim. tamam iş de ver. verme diyen mi var. çalışmak en temel haklardan neticede. gerisini çözmüyor, o ayrı.

9 Aralık 2009 Çarşamba

sincap

çoktan uyumuş olmalıydım monamur.
derken bir şey oldu, yaşamak aklıma takıldı.
sonra işte yaşamak'ı aradım ben. yanlış söylemiym, yuvarlak hesap, 1,5 milyon sonuç çıktı. picasso haklı, bilgisayarlar yalnızca cevap verebiliyor. sorular mühim.
neyse o 1,5 milyon sonuçtan bildiklerim vardı elbet, açtım baktım. insan bildiklerini arıyor bazen.
nasıl yaşamışlar diye mi baktım, nasıl yaşamalıyım diye mi, bilmiyorum. afilli laflar aradım, o kesin. sincaplara dair bir şey de olabilir tabii, neden olmasın.


sonra kuşlar geldi aklıma, havada yaşar gibi koşar gibi güler gibi uçan kuşlar. daireli kuşlar. havadasın düşün, bi yandan deli gibi kanat sesi, bi yandan kalbin güp güp. her şeyinle kuş olmuşsun, kalbin kanadın her şey çarpıyor. ne bileyim, duymak istedim.

sonra dedim ki kendi kendime: gorki üstüne sait faik, livaneli olmuş ya hani... üçü birden ne haklılar sahi. güzellik kurtarsın beni. gerisi mühim değil.

sonra düşündüm, o 1.5 milyon sonuç içinden sanırım seçtim:
Ben iyimserim, dostlar, akarsu gibi
okudum ağladım, ağladım okudum. nesine bilmiyorum, akmasına, akışına sanırım.
bak yine okudum, gözlerim doluyor. tuhaf. ama iyi geldi. yazayım istedim.

sanırım ben ölüm üzerine güzellemelerin korkaklığına inandım bugün. yine. "ölmeye methiye düzeceğine adam gibi öl be adam" diye bağırmak taştı içimden. yaşamak dediğin ölmekmiş, ölememekmiş, laf. iki güzel laf edemeden gitmektir sahiden ölmek, pek matah bi halt değil. ölücen bitecek, bok var. yaşamak dediğin de öyle su üstünde kalmak değil, bi zahmet kulaç atmak herhal. tahammülüm yok pek öyle ölüm güzellemelerine, anlamamak değil gerçekten, kolaycılık gibi geliyor. edip cansever'i tenzih ederim.

yapamadıklarına hayıflanmayı seviyor insan. ölemiyor mu, ölüme aşık.
formül buysa, yaşama vurgun olanlar da yaşayamayanlar heralde. bilmem.

"yaşamın, bilmediğindir" demiş oruç aruoba.
böyle kalsın aklımda.

türkün kendiyle imtihanı

6-7 eylül olayları çok sık aklıma geliyor.

bir sürü sebebim var. en basiti, tam bir "devlet eliyle provokasyon ve toplu histeri" örneği olduğu için. böyle belgeleriyle, kabak gibi. içimizdeki nereye neyle saldıracağını bilmeyen canvarcığı "kopar zincirlerini gülsarı" emriyle ortalığa salıverdiği için. 6-7 eylül olayları, bence okullarda okutulması gereken yegane vaka. gerçekten. nasıl olsa tüm yakın tarihi hayatta okutmazlar. birini seçeceklerse de bence bunu seçebilirler.

türkün kendiyle imtihanı hatırladıkça unutabilme üzerine kurulu çünkü. hani lunaparklarda filan olur, bir sürü delik, delikten bi şi çıkar kafasına vurup içeri sokarsınız, aynen öyle. bi şiler pörtledikçe kafalarına vurup susturuyoruz. halbuki o oyun şundan saçma gelir bana: oyunun başında hepsi zaten içeride. jeton atıp o çıkan şeyleri içeri sokmaya çalışacağına, atma jetonu, kalsın öyle. di mi yani? hem sen vurmasan da onlar bi süre sonra içeri girip çıkıyo otomatik olarak. neyse, anladınız.

benim kardeşim 17 yaşında, dersaneye gidiyor ve hayır, otobüste kucağına molotof kokteyli atılarak yanmasını istemem. yani bunu normal veya bi hak görmüyorum. ama molotofçu VS asker hezeyanlarını da anlamıyorum. o çocuk askerliğini yapsa ve o 6 ay içinde ölse, milletçe ona ağlayacaktık. üniformasına. kişilere, içindekilere pek bakan yok çünkü. askerlik yapmak istemiyosa da eşcinsel ilişki halinde fotoğraf isteyecekti ordu. mesela. ya da profesör çıkana kadar okuması gerekiyor. illa yani.

askerler aşkla ölmeye gitmiyor. yani normal şartlarda gitmemeli. üniformayı giydiği anda "bırakın beni ülkem için ölücem" diyorsa eğer, intihara eğilimli bi ruh hali bu. çok istediği "savunma"yı ölmeden de yapabilir. 6 ay vatani hizmet, sonra sivil yaşam. bana bu da normal gelmese de prosedürün aslı bu: ölmeyi kapsamıyor. şimdi birçok insan beni taşlayabilir ama, ölmek bazen yaşamaktan kolay. sıkıyosa yaşayın hemşerim. bak kadınlar şehit filan olmuyor, tey tey tey. sabi sübyanı telef ederek kahraman olunmasına bi de alkış tutuluyor, aklım almıyor benim. neydi o yunan atasözü: ölmeden önce ölürsen, ölürken ölmezsin.

işte neyse, böyle üniformalar üzerine aforizmalanırken filan her daim aklıma 6-7 eylül olayları geliyo. bkz daha önce bal gibi gaza gelmişiz, salakça galeyanlarla kendini dövmüş bir ülke, sonra da hop kafasına vurmuşlar, unutmuş. resmen acizlik tablosu bir olay. öğrendiğim ilk zamanlarda gözlerimi aça aça şiştiğim, yargıçın günlükleri nihayet kitap olduğunda haberlerini takip ettiğim olay. ve tek bir şey gösteriyor: böyle bir potansiyelimiz var. galeyana eğilimimiz vallahi dertten.

"atatürkün evi bombalandı" haberini düşünün bi. atatürk öleli 20 yıl bile olmamış üstelik. bir galeyan, o sürülerce insanın başında birkaç çoban, evlerin kapısına X işaretleri atılıyor. beyoğlu cehennem. tonla fısıltı. gerçekten ama bi düşünün. evden çıkıp sokağa dökülenleri anlayabiliyorum ben. "ben çıkmazdım" diyen kaç kişi var? ülkenin daha 30 küsuruncu yaşı, savaştan dönebilenlerin çocukları ülke kurmaya çalışırken, sahiden, kim galeyana gelmeyecekti? o çok yüce devlet, o çok sevdiği vatandaşlarına bunu yaptı ve yaptırdıysa, bi daha kime güvenirsiniz? öncesi ve sonrası zaten ayrı birer hikaye ama sahiden: neye güvenebilirsiniz ki?

peki ne için yaşandı tüm bunlar? kaç kişi özür diledi? o sürülerce insan, "sürü gibi güdülmek"ten pişman mı? şimdi geriye bakınca ne hatırlıyor? "oğlum evladım, bi gün amcanlar, dayınlar filan toplandık, stavronun dükkanı indiriverdik" diye gençlik anısı mı anlatıyo? o imtihandan kaç veriyo kendine, yıldızlı pekiyi mi? kim ne hatırlıyo ki?

ne bileyim, benzincide linç edilmişti birileri. trafik miydi, sollama mıydı, bok yoluna. bu ve daha birçoğu, her dakika. cnnturk'te 2003'teki istanbul patlamaları vardı. sinir hastasına döndüğüm zamanları hatırladım. şişlide otur, okul için hsbc metro durağını kullan, taksimde takıl. istediğin kadar kendine mantık fısılda, cık. olmuyor. o patlamalarda ölen ingiliz büyükelçinin eşi ingiltereye dönememiş. daha doğrusu dönünce duramamış. "bi tek türkiyede insanlar o acıyı anlıyordu"diyo, e çünkü topluca yaşadık, bu doğal.

sahi, ne kadar fazla acıdan anlıyoruz di mi? hiç normal olmayan şey bu işte.

6-7 eylül olayları ve diğer tüm galeyanlarımız önemli. kendimizi bilmek için. çünkü bu türk-kürt filan ayırt etmiyor. bence biz havasından suyundan galeyanla beslendik. "arttıran var mı" kıvamı bi siyasetle güdülmekteyiz. sırayla dağa çıkıyorlar, bakın. bu ülkenin dağa çıkmaya ihtiyacı var belki de sahiden, oksijen alırız, nefesimiz açılır. beyne kan pompalanır belki, bilmiyorum.

haberleri seyrederken içim daralıyor. açılım, açılma ilerisi boy, el sık tokalaş, iki ileri bi geri, dönülmezden dön, dönülmez akşamın ufku falan filan. milyonuncu abd'yle pkk toplantısı, yüzüncü kırışıksız baykal mimiği filan. devlet bahçeli konuşuyor, benim gözüm arkadaki detaylara filan kayıyo, dikkatimi veremiyorum. bana ne diye bağırmak istiyorum. o molotof elinde ölen çocuğa ne, 12 yaşında 13 kurşunla taranan çocuğa ne? ölebilenler sen, ben ve o, size noluyor? bu kadar. e onlarla ilgili henüz yeni bir şey söyleyebilmişliğin yoksa, git. yıkıl karşımdan, sus. birbirinize karagöz-hacivat, takılın tenhalarda.

yani hadi ben kendimle imtihandayım, sorularım da fazla dandik be blog. aptal mıyım neyim.

*

ha bir de, alakasız dip not: konuyla ilgili tüüüüm hislerimi en iyi şekilde anlatan zaytung.com'a radikalin tecavüz haberi fotoğrafı haberi için teşekkür ederim. bu kaynağı gösteren divad beye ayrıca milmersi.

7 Aralık 2009 Pazartesi

cundaya selam



o iki teyzenin yerinde olmak isteyenler kaleye mum diksin.

masada da şu olucak bi de:



tam seçilmiyorsa: kalamar ve efes.

evkuş

cumartesi günkü sinirimin devamında bi sakin, bi sütliman. iyi gelenlerin iyi gelmesine izin vermek. evden çıkmak, eve gitmek. votka citron, meyve suyu.

sonra askere gidenlere veda. ne tuhaf aslında, o gidenlerin hiçbirinde askere gidiyomuş gibi bi hava yok. "votka elma limon" deyince, "votka- yeşil elma" anlayabilen, aşırı tatlı bi elma suyu dayamayan, limon diliminde cimrileşmeyen yerlere artı puan. nasıl sevindim yeşil elma tadıyla! alışmamışım resmen umduğumu bulmaya."çok dans edicem, ayaklarım kopucak" diye evden çıksam da, "hadi artık bitmiş bu gece, uyku saatiymiş" vızırdamalarım sayesinde, tabii ki hiç de öyle bi şi olmadı. yaşlandım mı üşendim mi bilmiyorum; ama mis gibi uyudum. o da lazım.

ctesi günü ayrıca baar hanım tarafından ekildim. küçüklükten üçüncümüzün sergisine gidecektik, yalan oldu. tamam ekilmedim, ertelendim diyelim, tamam sebepleri de gayet geçerli. ama beraber moda yokuşlarında dolanmayalı çok olmuştu, açık şikayet.

haftasonları hava güzel olsun. böyle bi pazarlık yapsak keşke. misal bence şu an seller gidebilir, gayet uygun. yağmur kotamızı haftaiçi kullanabiliriz. cam bile yok yakınımda, hiç fark etmez. tabii iş çıkış saatinde dursun. sonra haftasonu da ara versin. istemenin sonu yok.

hava soğuk olmasın bari. çünkü ben hala öksürebiliyorum. öksürük bile denemez, öyle kişiliksiz bi şi. böhü. böh. kesik kesik. höhö. sonra sevgilimadam bana çok ters bakıyo, "kendine hiç bakmıyosun" bakışıyla. ilaç getiriyo bazen, bazen kaderime terk ediyo filan. böh. öhöhö. çok saçma bi şi hala bitmemiş olması. böhöh. sonra işte bak zaten öksürüyosun, bak sağanak, biz evde. ev güzel bi şi tabii, pek sakıncası yok. pijama dediğin üniformadır bi yerde. sadece işte, pazar planı yapmışken kırk yılın başı... böh-höö.

ev güzel demişken hatta: bolulu hasan usta'dan aile boyu profiterol ve yanında sütlü dondurma. mutluluk. ama tarif edilemez bi mutluluk. tatlı partisi. tatlı tatlı. denemeyen kalmasın.

bi de, bi program var "what animals build" mi ne adı. bir tek kunduzun 890 metrelik baraj inşa etmesi,edebilmesi ne korkutucu aslında. ağaç kemir-taşı-birleştir. tek derdi bu, tüm sabrıyla, bi ömür baraj yapıyo. sanırım cennet kuşuydu, o garibimin renk uyumuna dikkat ederek "izdivaç mekanı" inşa etmesi ve dişi gelince kabararak dans etmesi, mavi çiçeklerin yanına yakışıyo diye mavi naylon parçaları taşıması filan, ne tuhaf gerçekten yahu. bal peteklerine baka baka aptal oluyo insan. en bi altıgen. 13 derece eğikmiş petekler bal dökülmesin diye. sonra işte kargalar, kargaların zevkine aletlerle oynaması, resmen ufak çocuklar gibi pat pat çat çat. sonra termit midir karınca mıdır, 2 metrelik kule yapmaları. çamuru ağızlarında taşıyıp tükürerek, tek tek, sabırla. karıncanın ağzı ne ki ne kadar çamur taşısın. halkalı solucanlar var bi de. fazla şey var hatta. biyolog kadın "varlığımızı halkalı solucanlara borçluyuz" dedi. karbondioksitten başladı, toprak havalanıyo filan, eli olsa elini öpücem solucanın, öyle bir anlattı da anlattı kadın. biz de işte 20 yıl oku, kendini bi halt san. kendi yuvanı inşa et deseler, edemem. yemeğini bul deseler bulamam. kağıt-kalem-ekran-klavye, beceri zannederek otur. peh. evet çok sıradan; ama doğanın hayranıyız, o da biliyo.

dvdlerin son 10 dakikasının eksik olmasından hiç hazzetmiyorum. misler gibi film, 10 dakikacık kalmış, ne yani. hani çay bardağınızda son bi yudum kalır, kıymetlimiss yudum, hop alıp götürüverirler. onun gibi. sonu belli filmlerde de; çünküü tadı belli olsa bile içmek istiyorum. hem benim yudumum o. yeni filmler duruyo üçlü beşli, güzel bi şi öyle beklemeleri.

fotoğraf mübadelesi mevsimimiz başladı. yaşasın usb, yaşasın zengin arşivler. ütüm de var yeni, artık sirke- pas arası tuhaf kokulu sıvılar saçan o zımbırtıyı kullanmiycam. webcam'im de var, annem zafer turuna çıkabilir, aylar yıllar sonra geri dönüyorum msn'e. var kere var yani. elektroniğe doydum.

kaç gün geçti, bayram çikolatalarımı inatla ofiste unutuyorum.
benim çikolata unutmam hiç normal değil, hayırlısı.

ay bi de sonradan dip not: ntv tarihi alın. yani hep alın; ama bu ay özellikle alın. Kadınlar Fırkası'nı anlatıyor çünkü. 1911'deki osmanlı feministlerinden bahsediyor. hakların kadınlara gökten inmediğini hatırlamak için lazım. çünkü şu hayatta böyle dip notlar mühim işte. ders köşelerinde dinlemediyseniz hiç öğrenemeyebilirsiniz.

5 Aralık 2009 Cumartesi

bi 15 dakika filan sürer

çok sinirliyim. o kadar sinirliyim ki el titremem bi 45 dakika filan sürdü. sinirden ağladım, ağladıkça sinirlendim, düğüm oldum.

nihayet şu benimi aldıracaktım, hani "biz" olan. fakat şimdi tekrar etmekten sıkıldığım bir sürü garabet, saygısız ve üslupsuz iş sonucunda, bir hışım hastaneden çıktım ve çıkarken şikayet formu doldurdum, o ufak kutucuk yetmediği için bi de santraldeki şikayet zımbırtısında bi adamın beynini yedim. pazartesi döneceklermiş, dönüşleri muhteşem olur umarım.

neyse bu özetti. şimdi dırdır vakti:

bir doktor, dün arayıp randevumu 11.30'dan 12.30'a aldırdı. toplantısı varmış. orrayt, bana uyar. ben de diğer randevumu da 12'ye aldım. önce dermatoloji, sonra plastik cerrahi. önce kontrol, sonra nihayet ben alınacak. cumartesi yoğunluğundan sıra bana 12.20'de geldi. bana derken, bi de refakatçim var. neyse, ben gerzeğin alası olduğum için, panik içindeyim, "ay 12.30 randevuma 10 dakika gecikicem, biri doktora haber versin!". doktora haber verildi ki zaten o da daha gelmemişmiş, peki. tamam.

saat 12.45, koşarak üst kat.
- merhaba ben 12.30 hastası, doktor geldi mi, gecikme olacağını haber vermiştim?
-doktorumuz daha yok. zaten 13.00 hastası da burda.
bu cümleyi anlamadım. meğer beni 13.15'e yazmışlar. işte burda işler koptu.

-doktor ne zaman gelir?
-bi 15 dakikası var.
-ben 12.30 hastasıyım, 13.00 hastasını önden almayacaksınız di mi?
-hanfendi herkesinki 30 dakika kaydı zaten. 15 dakikaya gelir.

peki ,bekliyoruz. ama suratıma bile bakılmadığı ve hep aynı cümle tekrar edildiği için huzursuzum. mahkeme duvarı. sanki "bızırtlar mırttı mı" filan dedim, tükürmediği kaldı.
başka bi nemrutcukla konuşmak istiyorum:

-şey benim randevum 12.30, 10 gecikme olur demiştim, randevum 13.15'e kaydırılmış. ama doktor hala ortada olmadığına göre, beni yine 12.30 olarak sayıp, 13.00 hastasından önce alır mısınız?

bu kadar basit bi denge. kimse benim 15 dakika gecikmemle mağdur olmuyosa, beni de mağdur etme. ordan birinciuyuz atlar:

-hanfendi söyledim ya zaten kaydırdık sizi. 13.15 görünüyo ve hasta var, yaptık biz.

cümleye gel. neye kaydırıyosunuz anlamıyorum ki?

bu arada saat 13.15.
-doktor bey ne zaman gelicek?
-ameliyatı uzadı.
-toplantı demiştiniz?
-burda değil zaten. bi 15 dakikaya gelir.


içim şişiyo içim. sonra 13.32 ve doktor gelir. benim sevimsiz:

-hanfendi, sizin isim neydi?
-nası yani deminden beri randevu saati konuşuyoruz?
-doktor bey 13.00 hastasını aldı, siz bekleyeceksiniz biraz daha. bi 10 dakika sürer.

ve ipler kopar. e hani ben onikiotuz? merhaba, ben onikiotuzhastası??? nasıl yani 13.00 hastasını aldı?! ve efsane cevap:

-hanfendi alt tarafı kontrol için girdi, sizinki de kontrol zaten, bekleyiverin.
-benimki kontrol değil, operasyon. ben aldırma. ayrıca on kere söyledim, niye önden başka hasta alıyosunuz ki ben varım sırada! 13.45'te mi alacaksınız beni içeri?
-ay yok o kadar sürmez, nolucak.
-peki hanfendi, siz özür dileseniz nolur, bu kuyruğu dik tutma hali neden yani?
-...

görseniz sanki adam içeride kalp krizine müdahale ediyo, ben de "saç rengimi beğendiniz mi" gibi alakasız bi şi sorucam, bu makyaj köpüğü de gardiyanlık taslıyo. ve bekleyen bissürü hasta, eminim en az 30 dakikadır ordalar. bi tane daha ütülü hanfendi, kapı kenarından resmen fısıltıyla isim çağırıyo, hasta duyabilirse ne ala, doktoru görür. yoksa sıradaki.

saat 13.45. "buyrun sizi içeri alalım". alın bakalım.
-ay sizi bi on dakika bekleticez yannız.
-sorun değil bi saati geçti zaten alıştım.
-sizin ne vardı, pansuman mı?
-ben aldırıcam iki tane.
- aa tamam operasyonla ilgili bilgilendirme evrakını imzalayın.
-buyrun.

saat 13.55 doktor bey gelir. "ay sizin ne vardı?". allahım, "bi kıymalı bi kaşarlı, 2 de ayran" demek üzereyim susuyorum. anlatıyorum sakince. ve son damla:

-hmm benim içeride bi 15 dakika daha işim var, sonra sizi alıcam.
bu arada ben bi tabureye oturtulmuş durumdayım. koltuktan aşama yaptım yani.
-doktor bey bakın ben 12.30 hastanızım!
- napabilirim ameliyat uzadı.

ve ben paltomu alıp çıktım. "aa gidiyo musunuz" dedi, "napiym" dedim. dudağımı ısırıp çıktım. çünkü sinirden ağlamaktan nefret ediyorum. elimin titremesinden, dönüp o koyun gözlü sempatik şeyin suratına "hani len 13.45'e kalmazdı" diye bağıramayacak olmaktan... bağırsam, bi yandan da ağliycam, bööeh bi şi olucak, çok sinir oluyorum o halime. "nevrotik25" diye adım çıkacak, o kadar.

önce forma kustum sinirimi. ilkokul yazısı harflerle.
tek beklediğim şey de şu bu arada:
"pardon, gecikme için özür dileriz".
bu kadar. nezaket öyle dergiye broşüre yazarak olmuyor.

bir tek bu cümleyi bekledim ben. çünkü ben 5 dakika için dahi panikle haber veriyorum. karşımda kendini başhekim sanan bi hasta kabul asistanı ve "kusura bakmayın" demekten aciz bir doktor. sanki acil servissiniz de ben kanamalı hastayı bırakın diyorum.

verilen randevu: 12.30.
hadi benim (benden bile kaynaklanmayan) 15 dakikalık bi gecikmem var: 12.45.
doktorun hastaneye lütfetmesi: 13.32.
doktorun beni görmesi 13.55.

burası özel bir hastane, çünkü yıllardır doktorum olan kadın burda ve ben beklemeyeceğimi uman bi salağım.

belirtmeden geçmiym, başka bi seferde de dermatolojide 45 dakika kadar bekleme odasında unutuldum ve yine özür dilenmedi. 4 tane bademgözlü elele verip beni unuttular. doktora benim geç geldiğimi, banaysa doktorun işinin uzadığını söylediler. ama onda doktor tavrını koyup hepsine ayar verdi ve benden özür diledi.

neyse, tonla şikayet ettim. telefondaki adam bile şaşırdı. hipokratla bi derdim yok, ama orası hastane diye hastaları da boş gezenin boş kalfası değil. 1,5 saatimi kime niye hediye ettim, belli değil. ben ve refakatçim, 2 kişinin 1,5ar saati. zaman gasp etme lüksü olamaz. alt tarafı seslenecek, "doktorumuz gecikiyo" diyecek. ben sormadan. yüzüme bakacak konuşurken ve çok zor ama: beni dinleyecek. geçiştirilmek, suratıma üflenmesi, mel mel bakılması filan... dayanamıyorum. insan gibi soruyorum, kadın sanki baş melek, ben de cennete yedekten giricem, bekletiyo. "bi 15 dakika rica ediyorum" lafını 6-7 kez duydum ben.

doktorları iyi olabilir ama hastayı kabul edemeyen bissürü güzellik kraliçesi var girişte. tamam çok yorgunlar, tamam pamuk hemşire. ama hasta olan benim, enseden narkoz alacak olan benim. ayrıca gayet "işletme" kafasındalar, farkındayım, salak değilim. ben hasta değil de bir "müşteri"ysem, o zaman size o parayı da yedirmiycem. nokta.

pazartesiyi bekliyorum. birisi açıp özür dilemezse ben yine şikayet edicem.
ve öyle bi şapşal kazım ki ben, hala hastanenin adını yazmıyorum buraya.

4 Aralık 2009 Cuma

neden gazete okumalıyız?

kendimizden bihaber yaşamamak için.

yol arkadaşım kaprisgül.

iş çıkışı otobüslerinden özellikle kışın, gani gani nefret ediyorum. tam binerken can havliyle paltomu çıkaramadıysam eğer, vücut sıvılarım buharlaşıyo, alttan cehennem sıcağı, kaynıyorum da haberim yokmuş gibi bi harlı hava ve fade out. bayılayazmak. sıcakta ayakta durmak bana bile iyi gelmiyosa hakikaten gazi ve hamilelere yer veriniz. birinin omzu ağzımda, benim kolum cama yapışık, sirk gibiyiz.

neyse işte, dün yine böyle bir cama yapışık otobüs seyahatimde, yanımda kaprisgül vardı. bu kadını herkes tanır. erkekler mutlaka bi şi yaşamıştır bu kadınla ve dehşetle anarlar. her kadın bi gün kaprisgül olmuştur. kimi kadın bunu fark edip dilini elini ısırır ve tövbekar olur, kimi de bu fikri çok tutar, devam ettirir. benzer şekilde, kimi erkek görür ve kaçar, kimi teslim olur ve aşk sandığı şeyi yaşar. çok standart bi prosedür.

kaprisgül. bik bik bik. leydizade. her şeye mazereti olan kadın. o nasıl asil, görgülü, bilgili. ben çok eminim, çatalların sırasını, çorba kasesinin altın yaldızlı kenarını filan ezbere bildiğine. sorun şu ki, tüm asaletiyle kulağımın içinde sakız çiğniyo ve balon patlatıyo. aramızda bi tek saçları var, öyle bi kardeşlik hali. dönüp sol kroşeyle çenesini kapatmak, o sakızı damaklık yapmak gibi fanteziler kurdum. "ağzını kapayarak çiğneyebilirsin! 32 tane dişin var, demin saydım!" diye bağırmak ve evet, sakızı saçına yapıştırmak istiyorum. toplu taşıma araçlarında salya ve cak cak sesi istememek beni muhtemelen "suratsız frijit" filan yapıyo, her cakta dönüp gözünün içine bakıyorum, seda sayan salvosuyla perçemini itiyo ve beni hiiiiiç takmıyo. o leydi çünkü. bense saçı fönsüz garabet. perçemsiz üstelik.

sonra sevgilisi. yine kulağıma püskürüldüğü için anlamak zorunda kaldığım kadarıyla, çocuğun tanıdığı iki kız, istanbula geliyolar/ gelecekler, telefon etmişler, görüşelim demişler. vay niye seni arıyolar efendim! başka kimse mi yok! kim bunlar! tamam yani, hangimiz kimi zaman sorgu hakimi olmadık; ama anladığım kadarıyla cidden ortada diklenecek bi şi yok ve kızımız bunu gayet iyi biliyo. adet yerini bulsun cazgırı. annesinin tembih ettiği gibi. "bak kızım, asla .... yapmiycaksın" listesinden. "erkekler salaktır, sen idare edicen, kaşınla gözünle yöneticen ama belli etmiycen, kendini kral bilsin, ilişme" önsözüyle başlayan, kendini bi bok sanan nesiller yetiştiren ulu liste.

çocuk da mest, kıskanılıyo ya, nasıl bir şişim şişim şişmek... ediyle büdü, salak ile avanak. "ehiehi nebliim ya niye ben, eihehi, bak nasıl da somurtuyo, kızdın mı seeen... ekicem zaten ben onları yaa, görmek istemiyorum zaten abi yaa, ısrar ettiler gerçi ama..". allahım az önce kıza "abi" dedi.

kız da "sevgimden kıskanıyorum, bak ahan da kıskandım, kıymetini bil. bil hadi. bak hala bilmedin" triplerinde, çocuğun farkına varışıyla gazlanan somurtuşunu iyice köklüyo. "hıh" dedi, kötü kötü baktı, omuz silkti. ama böyle nasıl seri! bu gülümseyen avanak yarın öbür gün "telafi yemeği, telafi sineması" faturasının adresine postalanacağından habersiz. o bi leydi, o bi kontes çünkü. konteslerin kıskanması, devlerin aşkı vesaire. ve bu arada hep sakız. sakız bi araç hatta, iletişim bi şeysi.

yanlarında bi de üçüncü var, bi kız. kendisi halktan, sivil ve tahminen bekar. leydiye dönüp "sen de gidersin o buluşmaya çok dert ettiysen" dedi. buuzzz bi sessizlik. kız o an ilişki dışı hakem olarak, mantığı, sağduyuyu filan temsil ediyo. halbuki sokrat gelse düşesimiz somurtacak ve yanındaki hindi, kıskanılmanın haklı gururuyla, bi yandan camda kendi bıçkınlığını kesmeye devam ederek, kabaracak. haliyle kızımız, kızın perçemi ve camda kendi görüntüsüyle aşk yaşayan genç irisi aynı anda bu üçüncüye dönüp "oyunbozan mısın len sen, ilişki kıskancı cahil!" mimiği attılar. cilveloy hallerine mantık sıktı çünkü kız.

sonra bu konu kapandı. bikaç balon ve cakcak daha. dirseğimle böğrüne vurabilirim ve o sakızı çocuğun burnuna tükürür. o perçem atma hareketini de en iyi yapan kadın nebahat çehre bu arada. bi ömürdür iki tutam saç başının iki yanından sarktığı için, müthiş iyi kullanıyo ellerini. ordan modelleme. elinin dışıyla, parmak ucuyla, tırnak kenarıyla filan, kavis çizerek bi şiler. ojesi kurumamış da tırnak içi etleriyle etrafla temas kurması gerekiyomuş gibi yaşayan bir sürü kadın. dikkat edin, eller balerin gibi kasılı, yanağı kaşınsa serçe parmağının içinin ucunun dibiyle, işaret parmağının dış yanıyla filan... zerafeti sakatlık sanan bir sürü avamzade. sevemiyorum.

ay sonra, akıllarına üniversite geldi ki hem de benim eski okulum olur. derslerden filan bahsettiler. "ya o derse çok zor diyolar ama nesi zor anlamadım, ben çok seviyoruuumm?" kıvamı zeka şovları. kırpışan gözlerle saflık vurgusu. "ay o dersi o kadar sevmek için anlamak gerektiğine göre ben dahi miyim aşkım? öyle mi demek bu? hiç fark etmemiştiim. hem de güzel miyim? ay canım beniim" halleri. mesajlama. alt yazı. sürekli dip not, vurgu, italik.

havada uçuşan ahkamların gaza ve toza dönüşmesi. ekonomi şöyle, sosyoloji zaten bik bik. bi yandan da kızımız leydi ya, bi batında yaklaşık on hemcinsine bok attı. safları tutmuş, düşmanları bir bir vuruyo. bu arada cilveli ama sitemkar bakışlarla laf sokmayı unutmadı. başını eğip alttan alttan bakıyo, öyle bakınca gözleri büyüdü, "çocuksu seksi" filan heralde bu bakışın adı, adam eridi bitti.

nasıl matematiksel, görseniz. süper bi denge. 15 cümlede bir, kesimi yakın olan hindi beye "kızların peşini bırakmadığı serseri aşık" muamelesi çekerek "sen suçlusun", "sen sus zaten, konuşmuyorum seninle", "seninle yemekte konuşucaz", "neyysssseeee" filan dedi. daimi dürtük ile hatırlatma. hindi de sırıta sırıta, "ben neymişim be abi" gazıyla ebleh ebleh "ehihi kızmaaağ yaaağ"dedi. halbuki bu kız çoktan kendini "ilişkinin güzel olan tarafı" ilan etmiş ve kendisini çocuk için bir ödül olarak görüyor. annesi öyle dedi çünkü. yönet ama çaktırma.

çirkinler yarabbim. fiziken değil, içleri dışlarına yansıyo. kız perçemleriyle oynadı. üçüncü kızı bi ara kaybettim, belki sıvışmıştır. nasıl hesaplı tavırlar. çocuk zaten muşmulaya döndü, kız parmağında oynatıyo. ya haberi yok ya da memnun.

kız ilişkinin matrixini dökmüş, böyle 5x5'lik bi alanda satranç oynar gibi bi hakimiyet. söylemesi gereken kalıplar, çocuğun başına kakması gereken bi "değer" var ortada çünkü. kıymetsu, ziynetgül. tam mesai bi hal. leydimiz bahşedilmiş bir mucize olduğundan, çocuğun şu gevrek sırıtışıyla haline şükretmesi gerekir. şükretmiyosa cezası maddi ve manevi kesilecektir. hiç olmadı kızın çantasını taşır. ego ego ego.

halbuki yani, ağzına kendi saçı giren, tükürüklü sakızını bana seyrettiren ve tahminen bu arada sakızına saç yapıştığı için saçını çiğneyen biri kendisi. diğeri de gülümseyen bi hindi işte. üçüncü kaçtı, "yalnız olmasaydın sen de yaşardın bunları pis kıskanç" o çünkü. hepsini sarsmak istiyorum ama gençler mutlu, gençler aşık, bana ne, ben ne bilirim. küçük hesap adamlığından büyük saadetler de doğabilir, hiç olmadı "mış gibi" yapılabilir.

bunların hepsi burnumun dibinde, sakız eşliğinde oldu. kaçamadım.
jelatinin çok güzel "avam" dediğini hatırladım, iyi geldi.

3 Aralık 2009 Perşembe

opikapbupikapşupikap

dün biz nihayet, istanbul semalarından jelatin hanımla buluştuk. kendisi süper efendim. saçları fönlü, ruju taze, topukları tıkır. bildiklere selam ediyorum onun yerine. baarcımla da karşılaştık, beni bana benzettiler, sonra benzetemediler, bi şiler oldu. tünel civarı, şarap civarı, güzeldi işte. monotonluk maratonunu kırdık, o da, ben de. özlemişim, söylemedim; ama anlamıştır heralde. düşündüm bi, "kendimden çok güvenirim" diyeceğiniz insanlar olur ya, ki pek olmaz hani, öyle biri kendisi. haliyle üzeni üzerim, üzebilirim. tehditle karışık ilan-ı aşkıma burada son verirken, sağlı sollu ilerliyorum gençler.

anlamadığım şeylerin en başı: madem yıkıcan, niye yaptın? bu kadar müsrif olunmaz. buldozerler bu kadar alışıldık şeyler olmamalı. aa hop bi şi daha, yıkıveriyolar. hobi bahçesi diye bi şi varmış, ki bence gayet güzel bi niyet ama sonu ne oldu bilmem. muhtemelen o fideler ikinci mevsimlerini göremeden soldu. benim anlamadığım, bu plansızlığın nereye varacağı. "jest olsun da mest olsunlar" kafasıyla bi şiler yapılsın, o da geveleme gibi yarım yamalak, sonra hop dümdüz edile. ne kolay geliyo insanlara. gecekondu mahallesini dümdüz ederken de rahatlar. hiçbi şi olmasa fiziki bi yapı, malzeme, emek içeriyo. değerlendirmeye çalışır insan, tutar yanı yoksa da baştan müdahil olur filan falan. niyet niyet. böyle "belediye yapar, kaymakam yıkar" haller, bürokratik beceriksizliği temsil eden bi "performance art" eseri sanki.

bir de, metis ajandamı okudum, yuttum. ajanda okunabiliyomuş evet. favorim, necmiye alpay'ın da bugün hatırlattığı o tek cümle:

“Ankara Devlet Güvenlik Mahkemeleri Başsavcılığı ‘Sivas olaylarının tahrikçisi’ olduğu gerekçesiyle Aziz Nesin’in idamla yargılanması gerektiğini öne sürdü. -1994”

hadi bugün de bunu düşünün gençler. alt tarafı 15 yıl olmuş. yanmayana idam.

günün süplisi: çivisiz, 800 yıllık yapı: göceli camii.
görmek isteyip ayağı kaşınanlar el kaldırsın.

ntvnin linklerinden devam, ayrıca divriği ulu camii.Kıymet Takdir ve Uzlaşma Komisyonu diye bi şi varmış mesela. kıymet takdir ve uzlaşma. adına şaştım. kamulaştırma. sonra yıkım. çünkü önce beklenir nolacak diye, sonra gereklidir yıkılır. yap yık yap yık. maksat iki iş olsun.

ülke fiziken çok değişiyo bu ara, inşaat sektörü tıkır tıkır. farkında olunması gerek sanki. Turizm Teşvik Kanunu, 80lerden kalma haliyle hizmette. 48 adet kamu taşınmazı turizme tahsis edilmiş. iyi veya kötü; bilmek, izlemek lazım.. niye lazım, tam bilmiyorum. takip etme huyum var. sonra tuhaf bi şiye evriliyo genelde çünkü, okuyup sinirleniym, iyi gelir. arşivci capon.

sonrası erikli tarçınlı çay.

2 Aralık 2009 Çarşamba

deniyorum monşer

"iyi şeyler de oluyo di mi" diye soranlar için, deniyorum.
burdan biraz güneylerde olsa da: deve sırtından enerji. ilaç taşımak için buzdıolabı gerekiyosa, o sıcakta, güneşten enerji elde etmeyi akıl etmek, aslında çok zor değil. oturup arpacı kumrusu gibi düşününce bulunuyor. muş demek ki. mis.

tamam bi tane de burdan olsun: enerji bakanı greenpeace'i ziyaret etti. "bu da bi şidir" kadrosundan iyi haber. en azından "kendini her bulduğu yere zincirleyen bi avuç bitli" yerine yüzü olan, adı olan insanlara dönüştüler. çaylarını içti filan. ne bileyim. iyidir iyi.

bi de seferihisar var, yavaşlama ütopyası.

ve ayrıca eminim orda bi yerlerde bi hastalığa filan da çare bulmuşlardır.
valla deniyorum. kötü bi şi yazmiycam bugün.

sonra işe gelirken gördüm, geri dönüşüm kutusunun üstünde "hayat sokakta başlar" yazıyodu. her sabah görüyorum aslında. barbarosun ortasında fısıldıyo.

sonra bi de kendime mutlu bi dip not:
çok sevdiğim bi resim, contemporary istanbul'un afişinden bana bakıyo bu ara. o resimdeki kompozisyon bi yana, caravaggio'nun ışığına, gölgelerine selam var gibi. şu resimdeki mucizenin sanayi devrimi versiyonu sanki. böyle bağlantılar kurup kendimce seviniyorum, öyle değilse de bozmayın sakın.

1 Aralık 2009 Salı

akideoje

naneli akide şekeri renginde ojem var. tuhaf görünüyo. bi kere şişedekinden daha beyaz, halbuki "buz yeşili" mi ne diyosa kız çocukları artık, o renk olucaktı. hafif sedefli, hiç sevmem; ama akideliği ordan. şimdilik böyle. gözüm alıştı gibi. buz kraliçesi gücü sihri filan.

ben isviçreye gitmiştim. sarılgaçlıktan sonraydı, yolda denk geldiğimiz örtmen çift götürmüştü, çocuk bakmıştık filan. tarih 2007. şişko kedileri de bizimle gelmişti. işte o çatlak çift, istanbula gelmiş. ben 2007 sonunda, muhtemel gezileri için onlara istanbul notları göndermişim. geçen hafta nihayet gelmişler, 2 gün deli gibi gezmişler o notlarla. teşekkür ettiler, çok sevindim. telefonumu bilmedikleri için arayamamışlar vs vs ama olsun. gelmişler. sonra o notlara baktım, dönüş bavulumu yaparken göndermişim, çok belli. bi fena hasret ki görseniz... 4 sayfa. döne döne anlatmışım. gitmeseler de, kendim gitmek istediğim yerler olduğu için yazmışım. tarihi yarımada filan yok hiç, "onu rehber kitapla gezersiniz işte" deyip atmışım. arlette'i ve saçından sarkan renkli tüyleri istanbul semalarında görememek kötü oldu ama bi dahakine artık.

şubata yine misafirim var, tayvandan. turunu ayarlamış bi çift geliyo. 2şer günden istanbul-nevşehir-izmir turu. ben muhemel kar kış kıyamette ıhlara vadisinde yürüyüş konusunda ciddi endişeliydim ama rehberleri filan varmış, içim rahatladı. istanbul kısmını da ben halledicem.

saçma bi ülke tanıtımı görevi, istanbulu sevdirme sorumluluğu, görev bilinci heyecanı. içim gıdıklanıyo yemin ederim. kültürel bi şi heralde, tayvan gazeteleri türkiyeyi çok sevsin istiyorum, onun gibi. dış kapının mandalı insanlar okyanus aşıp istanbula gelince ve benim arkadaşlarım "arkadaşım ordaydı çok sevmiş, ben de istiyoruuum" deyince, yok yok kesinlikle kendimi tutamıyorum. o an gelsin videolar, gitsin wikipedia linkleri. bana bu kadar tayvan anlatsalar mesela, dinlemem, biliyorum. ne ayıp. onlar da beni dinlemiyo zaten, olsun.

beni de böyle sevin, napalım.

elimde bi tempo, bi de pegasusun dergisi. kopmuşum biraz, yakalıyorum. annem gibiyim, defterime güzergahlar çıkarıcam. asmalıdan böyk geldi çünkü, değişelim gelişelim. bensiz de eğlenebilir oralar; ama ben o kalabalıkla eğlenemiyorum artık. eskiden yaptık, bitti. bulduğum vahalar şimdilik bana kalsın, nasıl olsa üç beş aylık ömürleri var.

2 alttaki yazıyı sonradan linkledim, okuyun diye. öyle işte.
bi tane daha olsun hadi. dünya aids günü'nde, domuz gribi sebebiyle bakanlığın aids çalışmalarının durduğunu okumanız gerekiyor çünkü. sırayla hastalanın efendim. aidsli bekleyebilir. manşettekilerin önceliği var. hastalık hiyerarşisi hiç duymadınız di mi? bizde böyle.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker