19 Kasım 2009 Perşembe

aqualung my friend.

ben galiba bi es vermek istiyorum. derin nefesli eslerden. nefesim düzelsin diye.
hadi yine bissürü paragraf.

yapamadığım tatillerden olabilir. deniz kenarından da geçtim. soğukta bi yerde, bere-atkı-eldiven-donmuş popo dörtlüsüyle oturup kitap okiym mesela. istanbul kuzguni bi lacivert olsun, bulutlar tepeme çökmüş olsun, ha yağdı ha yağacak stresiyle zift gibi bi çay içiym. bu tarifin adı piyer loti. pierre abiyi piyer yapınca bizden oluyo. neyse işte, o tepe.

oraya teleferik yapıldı. teleferikli halini görmek dahi istemiyorum. aklımda teleferiksiz, mezarlık yanındaki yokuşla çıkılan, mezar taşlarından korkmayan insanların yolu olan bi yer olarak kalsın. teleferiksiz. mezar taşlarını seviyoruz. en azından etraftalar. ben seviyorum. çok eskileri, çok çirkinleri, çok acıklıları var. güzel, aşiyan yollarını sevdiğim kadar. soğukta kitap okiym, zift çaylardan midem yansın, belki eskimiş müzekartımı yenileyip müzelere giderim, falan filan. kayık demiş miydim? kürek.

eyüp camiini de seviyorum. eyüp camii tuhaf bi şekilde anneannemin tabii ki görmediğim çocukluğunu hatırlatıyo. oksimoron. imam ahmet abisini, şair ahmet abisini, ahmet abilerini. babasının fırınını. o fırın artık orda değil, yıkılmış. onun parseline denk gelen yerde bi hacı amca kıyafet satıyo. ben hiç görmedim o fırını ama tuhaf bi his işte. Ben Eyüp'e Sâbuş'un 18 yaş fotoğrafındaki çilleriyle bağlıyım.

bi benzeri de markiz'de oluyo. eyüpten, büyükadadan kalkıp gizlice giydiği mus çoraplarıyla markizde çay içen üç kız kardeş düşünüyorum, anneannem ve kardeşleri. her haftasonu, görev bilinci ve krape saçlarla. küçükken camına burnumu yaslayıp hasretle seyrettiğim markize şimdi ben de gidiyorum. gidebilirim yani; ama gitmiyorum aslında. rezil sefil bir yer orası artık. bikaç yıl eli yüzü düzgün vaziyette kaldı ya, battı birilerine. dünyanın en çirkin elektronik panosu var orda: yemek sofrası mı lokantası mı bi şi. çirkin parlak bi tabela. tavuklu çorba 4 tl. bok bok bok 4 tane yemek, pilav pizza bi boklar, canım markizin vitrinini kapıyo. elektronik süpersonik. kaplıyo, yutuyo. içerisi görünmediği gibi, markiz yazısı bile kalmamış, tenhada, bi ufak çizgi. dışardan içerisi, içerden dışarısı görünmeyen bir markiz. turist kitaplarına girmiş bi yer; ama gecekonmuşlar markizin üstüne, öyk olmuş.

saygısızlık, parayla, neonla, teknolojiyle kapanmıyo. üslupsuzluklardan canım acıyo gerçekten. koluma, yok hayır Sâbuş'un koluna, mus çoraplı bacağına iğneler batırıyo birileri. tuhaf di mi. ama o camı indirmek isteyen başkaları da vardır elbet. benim saplantım olamaz.

istiklal caddesinde pano düzenlemesi, tabela sınırlaması var. güya. uygulanırdı eskiden. şimdi giderek mecidiyeköydeki tabela mezarlarına dönüşüyo, eminönündeki istila yaşanıyo. üslupsuzluktan hepsi, saygısızlıktan. sen kimsin de markizin iç dekorasyonunu kapatacak şekilde tavuk-pilav fotoğrafı asarsın? o vitrin düzenlemesini yıllar yıllar yıllar boyunca yapmış teyze öldü diye, vitrini bi vesikalığıyla taçlandırmak yerine pizzaya emanet edersin? tavuk ne demek?! benim aklıma bile gelmez. sıcak yemekler pişerken o duvarlara zarar geliyo mudur ki? iğneler, kör iğneler. iğnelerle paragraflarca laf tutturuyorum zihnime.

özdemir asaf'ın dediği gibi: kırılmadık bir şey kalmadı. hepsi halı altına. insan, markiz vitrini yüzünden şehre küsebilmeli, böyle bi hakkı olmalı. detaylarda boğulmak bi hak olabilmeli, gerzeklik değil.

*

neyse zaten, aslında konu bu değil.

bi konu, benim sürekli uzun uzun yazmam, bi alttaki yazı daha eskiyemeden, okunamadan, yeni harflar kusmam ki benim sıçar gibi yazdığımı zaten biliyoduk, yeni bi şi değil. ama artık beni bile yoruyo bu yazı ishali. boş laf. laf salatası. defter kenarına notlar gibi. böyk. bilmem. okuyan vardır belki. okunmasa da olur aslında, başta da okunmuyodu. o yüzden gocunmadan yazıyorum. laf eyüpten tavuk-pilava geliyosa da gelir, napalım. sadece işte, sanki her yer çok kalabalık. kendi kendimi sıkıştırıyorum. bunları bile anca bi paragrafta. böyk işte. tost oldum, suyum çıktı gibi. yazmaya başlarken aklımda olanlar ve sonuç çok başka.

es vermek.

es verince... ne güzel bi şi. lazım arada. bayramda ankaraya gitmek istemiyorum, çok mu ayıp? ya bi yere kaçmak, kaçamıyosam da istanbula sızmak istiyorum.

bu arada çatalhöyük bitti, nihayet, sonunda. şimdi ya rainer maria rilke- malte laurids brigge'in notları ya rosa luxemburg- sosyal reform ya da devrim . tercihte tavsiye varsa bekliyorum (hiç ses çıkmazsa, buraya kadar sabırla okuyan olmadığını anliycam. olta olta!). ikisini de okiyciim, kararlıyım. şu an başka kitaplar daha çok heyecanlandırabilir beni ama ben bunları istiyorum. hıhişte. tamam öyle değil. 6 kitap siparişi mi ne verdim az önce. olsun ama önce bu ikisi.

sonra işte ben eski kitaplarımı koliyle buraya taşısam mı yoksa ankaradaki ev benim burdaki evimden daha sabit bi nokta mıdır? öyleyse, olası bi taşınmada o kitaplar sadece yük mü olur? falan filan. yani bu arkada bırakılabilenler de eve gelince o ev tam ev olmaz mı? parçalarım pinçik. rafında sadece 7 kitap duran bi odam olmadı hiç, bi garip. bak yine oda oldu laf.

defne istanbulu kazanırsa ki umarım umarım, biz abla-kardeş evi mi oluruz ki? öyle gerekir, isterim de zaten. ama hayat trade-off'larla dolu. fırsat maliyeti. o da olsun ama buda olsun. çok mu ayıp yine? alışkanlık mirim.

*
sıkılan özeti: bunların hepsi bi yana, kör olana kadar, elimi kanatana kadar bi şilerle uğraşmak istiyorum. malzeme almak, uğraşmak, ertelenenleri yapmak. dünyayı kurtarmak da listemde 3. sırada. odama kozama çekilmek mis mis olurdu. azıcık durulmak.

bi de ayrıca, yaşasın jethro tull. dönem dönem kabarıyor. ian anderson da yaşlandı artık.

ve bi de bi de son dip not:

yarın, yani 20 Kasım, “Nefret Suçu Mağduru Trans Bireyleri Anma Günü”.
imiş.
etkinlikler için buyrun. bi bakın bari.

5 yorum:

narsis7e dedi ki...

Argh, markiz'in vitrinine bakamıyorum. Mesela biri bana yol tarif edecekti, tarif ettiği yer Markiz'di ama o markiz demiyordu inatla. Ya Markiz'den bahsetmiyor musun sen demiştim, bilmiyordu. Mesela bizden/bundan sonrakiler bilmicek Markiz'i, vitrinini, içini. Ben iki dakka duramamıştım, çok kötüydü çok. Benim ananem de şıkır şıkır gidişlerini anlatırdı Markiz'e, ve tabiiii krape saçlarını!

ne yazdı ne yazamadı dedi ki...

başkasını bilmem de deryikcik ben okuyorum blogunu.
satır aralarına serpişen ince fikirleri gıpta ile izliyorum.benim aklıma gelmezdi çoğu. ve bazen de düşünüyorum: deryik olmak ne zor iş. bu kadar yanlışlığı farkederek yaşamak...sevgiler.

merhababenszn dedi ki...

okuyan var, her kelimesini, sonuna kadar. adı değişti, artık pek yorum yazmıyor, ama yine de var. genelde kafamın içine hapsolmuş yaşadığım için, memleketimi detay detay gözlerinden okumak, özellikle de dürttüğü, fark ettirdiği zaman, harika. devam devam. sıçar gibi yazmak da neymiş. görmedim, duymadım.

Free as a bird eight days a week... dedi ki...

rosa nın ismini ne zaman duysam heyecanlanırım ama rilke otobiyografisi de cazip... fikir veremedim galiba...:)

deryik dedi ki...

n7e: markizi bilmemek. buna sebep olmak. çok fena çok.

ne yazdı ne yazamadı: ondan işte, aslında zor değil :) teşekkürler.

merhababen: teşkürler. önceden çıkaramadım ama.


free as a bird 8 days a week: rilkeyle başladım, bakıciiz artık :)

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker