"Onların meseleleri de bizim meselemiz. Benim de underground müzik dinleyen, komünist arkadaşlarım var. Onlar Türkiye’nin ve gençlerin zenginliği. İçimizde gaylerin haklarını savunan arkadaşlarımız da var. Yönetimdeki arkadaşlarımızla gaylerin sorunlarını tartışıyoruz, Kürt sorununu da."
tabii ki. o da zenginlik, o da can. o DA can. fonda: bizim çocuklarımız onlar.
"içimizde böyle arkadaşlar var; ama endişe etmeyin ben onlardan değilim" mi dedi ne?
komünist dediğin underground müzik dinler.
demecinizi seveyim, mış gibi yapışlarınız kelimelerinizden damlıyor be kuzum.
"onların meselesi NE peki?" diye sorarlar adama.
31 Temmuz 2009 Cuma
29 Temmuz 2009 Çarşamba
nihayet -2
ben şimdi felaket haberlerimi üst üste dizmiştim ya deminden beri, 3 yanlış 1 doğruyu götürüyodu, ama bakın nihayet noldu:
karısını öldürene ağırlaştırılmış müebbet.
kadın hakkını diriyken alamasa da ölüyken almış bari.
"cezada indirim olmadı" diye seviniyoruz, ne acı.
olsun, bunlar da geçecek. "üst üste sürekli makarna yaptı" diye ölen kadınlar var bu ülkede. cacığın nanesi eksik diye. stres topu gibi. benzer saçmalıklardan dayak yiyen çocuk da bol. durmadı diye başından vurulan insan da mevcut. bok yoluna ölümler, her kimin ve nasıl olursa olsun, normalleşmemeli.
PBBC hanfendiye gitsin bu haber. benden ithaf bu kadar oluyo, napalım.
karısını öldürene ağırlaştırılmış müebbet.
kadın hakkını diriyken alamasa da ölüyken almış bari.
"cezada indirim olmadı" diye seviniyoruz, ne acı.
olsun, bunlar da geçecek. "üst üste sürekli makarna yaptı" diye ölen kadınlar var bu ülkede. cacığın nanesi eksik diye. stres topu gibi. benzer saçmalıklardan dayak yiyen çocuk da bol. durmadı diye başından vurulan insan da mevcut. bok yoluna ölümler, her kimin ve nasıl olursa olsun, normalleşmemeli.
PBBC hanfendiye gitsin bu haber. benden ithaf bu kadar oluyo, napalım.
28 Temmuz 2009 Salı
yeniden.... lazım
sıkılmadan okuyacaksınız, ödev:
giresun belediye başkanı aksu diyor ki:
“Yüzlerce vidanjöre ve motopompa ihtiyacım var. Belediye santralleri kilitlendi. Yardım çığlıkları atılıyor. Malı mülkü, yolları bir kenara bıraktık, gücümüz yetmiyor artık. Cana zarar gelmemesi için uğraşıyoruz. Bu yağmurda insanın yapacağı, makinenin yapacağı bir şey yok. Ekiplerimiz çalışıyor. Tek amacımız can kaybı olmadan bu afeti atlatmak. Bundan sonrası yetkililere kalmış. Afet kapsamı alınacağı söylendi, inşallah alınır. Bu şehir kolay kolay onarılamayacak büyük bir yara aldı. Şu anda acil olarak vidanjöre ve motopompa ihtiyacımız var. Bütün işyerlerinin birinci katları su altına kalmış. Her ilden istiyoruz. Tüm belediye başkanlarından istiyoruz. Çok zor durumdayız”
“Bu yol sadece koyları ve doğal güzellikleri değil şehirleri de mahvetti. 50 metre ilerde deniz var ve suyu aktaramıyoruz. Derelerin önüne setler yaptılar, yataklarını değiştirdiler. Böyle bir derenin akması mümkün değil. Bu yolu tekrar planlamak lazım. Tekrar gözden geçirmek lazım. Yağmurla yaşamayı Karadeniz halkının öğrenmesi, yağmura göre yapısının oluşumunu sağlaması lazım”
böyle vahim durum.
tekrar, yeniden ve yine:
karadeniz halkı yağmurla yaşamayı zaten biliyor.
karadeniz halkı doğduğu gün muhtemelen mevsim yağmurlarıyla yıkanıyor, ölürken de. yağmuru bu ülkede en çok onlar biliyor. biliyor da yağmurla yaşamasına izin verilmiyor ki. bilmeyen bi karadenizli başbakan oldu diye bütün bölgeye ukalalığa gerek yok bence. bir yöreye, koskoccaa "sahil yolu" yapılırken bir tek yerlisinden bile fikir alındı mı acaba? kurullar temsilciler demiyorum, halktan.
"fikir almak" demek bu arada, "yol getiricem süper olcek, göç biticek, oh cillop, turist kayniycak, para basıcaz, sen de ister misin" diye sormak değildir.
fizibilite raporu hazırlamak, "halkın anlayacağı dilde bir sunum yapmak" ve artılarından çok eksilerini detaylandırmak filandır. kuralları, yöntemi, raconu olan bi şidir fikir almak. "biz anlattık ama kimse gelmedi" diye kaçmak değildir bilgilendirme. gerekirse ayağına gitmek, birden fazla kez, evde çocuk bakan kadınların dar zamanlarını, fındık işçilerini, çalışanı düşünerek yer ve zaman ayarlanmış toplantılar yapmaktır. öyle "belediye merkezimizde saat 5te" bir şey değildir insanların yaşadığı alanı dönüştürecek projelenmelerin ön hazırlığı.
yağmurun yere düşüşünden denize gidişine kadar her damla yolunu bilen bir yer karadeniz. derenin yolunu yatağını, bu yollara yataklara niye kafanıza göre dokunamayacağınızı, suyun, dalganın haşinliğini, insanı terbiye edişini karadenizli bilir bence. bilmeyenler utansın. filmi bile yapıldı, denizle insan arasına yol sokmanın hem tehlikesini hem hüznünü anlattı. o filmi de yasakladılar. yasaklasınlar nolacak. karadeniz tüm yasakları yuttu işte. doğa bazen çok fena nanik yapıyor.
evet şimdi o yolun yeniden yapılması lazım. düzeltilmesi lazım. yamalanması lazım. şimdi bağıranları dinlemek lazım. afet kapsamına almak, yıkımları temizlemek lazım. çünkü olmadığını, olmayacağını anlamak için gözle görmek lazım. olmaz denen şeyi oldurmak için daha tonla risk almak lazım. hükmediyoruz, oldururuz.
kısmetse kendimizden, felaketse allahtan biliyoruz. nasıl bir ikiyüzlülük yahu.
ama bunlar karadenizliler yağmurla yaşamayı bilmediği için olmadı.
karadenizliler neyin ne olduğunu biliyordu.
giresun belediye başkanı aksu diyor ki:
“Yüzlerce vidanjöre ve motopompa ihtiyacım var. Belediye santralleri kilitlendi. Yardım çığlıkları atılıyor. Malı mülkü, yolları bir kenara bıraktık, gücümüz yetmiyor artık. Cana zarar gelmemesi için uğraşıyoruz. Bu yağmurda insanın yapacağı, makinenin yapacağı bir şey yok. Ekiplerimiz çalışıyor. Tek amacımız can kaybı olmadan bu afeti atlatmak. Bundan sonrası yetkililere kalmış. Afet kapsamı alınacağı söylendi, inşallah alınır. Bu şehir kolay kolay onarılamayacak büyük bir yara aldı. Şu anda acil olarak vidanjöre ve motopompa ihtiyacımız var. Bütün işyerlerinin birinci katları su altına kalmış. Her ilden istiyoruz. Tüm belediye başkanlarından istiyoruz. Çok zor durumdayız”
“Bu yol sadece koyları ve doğal güzellikleri değil şehirleri de mahvetti. 50 metre ilerde deniz var ve suyu aktaramıyoruz. Derelerin önüne setler yaptılar, yataklarını değiştirdiler. Böyle bir derenin akması mümkün değil. Bu yolu tekrar planlamak lazım. Tekrar gözden geçirmek lazım. Yağmurla yaşamayı Karadeniz halkının öğrenmesi, yağmura göre yapısının oluşumunu sağlaması lazım”
böyle vahim durum.
tekrar, yeniden ve yine:
karadeniz halkı yağmurla yaşamayı zaten biliyor.
karadeniz halkı doğduğu gün muhtemelen mevsim yağmurlarıyla yıkanıyor, ölürken de. yağmuru bu ülkede en çok onlar biliyor. biliyor da yağmurla yaşamasına izin verilmiyor ki. bilmeyen bi karadenizli başbakan oldu diye bütün bölgeye ukalalığa gerek yok bence. bir yöreye, koskoccaa "sahil yolu" yapılırken bir tek yerlisinden bile fikir alındı mı acaba? kurullar temsilciler demiyorum, halktan.
"fikir almak" demek bu arada, "yol getiricem süper olcek, göç biticek, oh cillop, turist kayniycak, para basıcaz, sen de ister misin" diye sormak değildir.
fizibilite raporu hazırlamak, "halkın anlayacağı dilde bir sunum yapmak" ve artılarından çok eksilerini detaylandırmak filandır. kuralları, yöntemi, raconu olan bi şidir fikir almak. "biz anlattık ama kimse gelmedi" diye kaçmak değildir bilgilendirme. gerekirse ayağına gitmek, birden fazla kez, evde çocuk bakan kadınların dar zamanlarını, fındık işçilerini, çalışanı düşünerek yer ve zaman ayarlanmış toplantılar yapmaktır. öyle "belediye merkezimizde saat 5te" bir şey değildir insanların yaşadığı alanı dönüştürecek projelenmelerin ön hazırlığı.
melidir malıdır dır dır dır- çünkü böyle, ben napiym.
yağmurun yere düşüşünden denize gidişine kadar her damla yolunu bilen bir yer karadeniz. derenin yolunu yatağını, bu yollara yataklara niye kafanıza göre dokunamayacağınızı, suyun, dalganın haşinliğini, insanı terbiye edişini karadenizli bilir bence. bilmeyenler utansın. filmi bile yapıldı, denizle insan arasına yol sokmanın hem tehlikesini hem hüznünü anlattı. o filmi de yasakladılar. yasaklasınlar nolacak. karadeniz tüm yasakları yuttu işte. doğa bazen çok fena nanik yapıyor.
evet şimdi o yolun yeniden yapılması lazım. düzeltilmesi lazım. yamalanması lazım. şimdi bağıranları dinlemek lazım. afet kapsamına almak, yıkımları temizlemek lazım. çünkü olmadığını, olmayacağını anlamak için gözle görmek lazım. olmaz denen şeyi oldurmak için daha tonla risk almak lazım. hükmediyoruz, oldururuz.
kısmetse kendimizden, felaketse allahtan biliyoruz. nasıl bir ikiyüzlülük yahu.
ama bunlar karadenizliler yağmurla yaşamayı bilmediği için olmadı.
karadenizliler neyin ne olduğunu biliyordu.
27 Temmuz 2009 Pazartesi
suç .... ve diğer şeyler
hani böyle komik gelen kanunlar vardır, yok "kartopu oynamak yasak" filan. hayata bile geçmez zaten tam. ne yani 6 yaşındaki velet mi dinliycek kanunu? hiç işte. düzenleme işgüzarlığı.
ama bir de "suç" var. suç olunca "ceza" var.
güzide kalıbımız der ki: kime göre neye göre?
herkese göre olsa di mi, ne güzel olucak. genel menel, bi şiler tutsa kıyısından köşesinden.
ezmese böyle ciğerimi gündüz vakti. çökmese nefesime sisler. di mi yani?
neyse, 53 maddede türkiyede suça giriş listesi buyrun burda.
kadınlarla ilgili her şey katiyyen yasak;
Adana’da birçok parti ve derneğin oluşturduğu Kadın Emeği Kolektifi’nin İnönü Parkı’ndaki basın açıklamasına katılmak. Bu eylemde, İstanbul’da kendisine polis süsü veren üç kişinin bir kadını bardan saçlarından sürükleyerek kaçırılması protesto edilmişti. İddianamede, protesto için, ‘Emniyet teşkilatı tahkir ve tezyif ediliyor’ denildi.
Emniyet teşkilatının saçı kısa anlaşılan, hiç şöyle tutulup sürüklenmemiş ki bu protestoyla tahkir ediliyor. oysa bir kadını saçından tutup götürmek ve kimbilir ne yapmak çok şanlı, kadına gurur veren bi harekettir.
türlü çeşitli güzellemeler mevcut; ama şahsi favorilerim kuş gribi broşürü, ıssız adam filmi ve ne idüğü belirsiz "salsa aleti".
che guevara isimli terörist, derken world economic forum fatihi tayyip'in gazzeyi protesto suçu.
yılmaz güney fotoğraflı takvim satmak. zincirleme suç tamlaması. yılmaz güney filmi değil, fotoğrafı değil, takvimini basmak değil, almak değil, satmak. yaa yaa.
bi annemler "ah ah ne tuhaflıklar gördük biz" filan diyo. en azından "darbe" diye adını koyup gün saymışlar. bu ne yani, ben neyin geçmesini bekliyeyim? tekerleğini son hız çeviren kobay fareler gibiyiz yemin ederim. teker hızlanıyor, dön baba dönelim, iki gıdım gittik sanıyoruz, rüzgarımızdan başımız dönüyor, nedir işte sonuç: teker aynı çember aynı, ya içindesin ya dışında kalacaksın.
"filistinli kadınlar yalnız değildir"miş. tabii ki değil. türk devleti orda da mevcut. hazır ve nazır.
Yunanistan’da bir gencin polis tarafından öldürülmesini protesto etmek, tabii ki suç. oralar eskiden dedemizindi, kumarda kaybetti. yunan polisi öldürünce biz de öldürmüş sayıldık. alexis kardeşim, havasından mı suyundan mı, bunlara yarıyor iki gözüm.
metin analizi egzersizi için: "sözde" kelimesi avı.
ekmek kırıntılarını takip ederek eve dönebilirsiniz.
---
chp şekilciliğin kitabını yazma yolunda. üniversitelilerin hak arama eylemlerinde yanındalarmış. harç zamlarında sessizliğiniz o kadar derindi ki resmen yankılandı beyfendi.
---
bitmek üzere olan kitaplar gelecek olanların heyecanını taşıyo. kitap okuyamadığım bikaç ayın acısı çıksın.
ofiste vaktim olunca, yine iş gereği, her iki diplomamın da hakkını veriyorum. kartvizitim var, çok gülüyorum ben. sadece fonksiyonunu yerine getiriyor: iletişim bilgileri. yoksa titrimden değil. neyse, orda yazandan yan çizdiğim zamanlarda, çok minik, çok teğet, içine giriyorum çevre konusunun. bi parmak bal çalmak. içim kuş, pırpır. heyecanlanıyorum, zevkle ilgileniyorum. filan. bıraksam dağılsa düzen, daha bismillah, yeni geldim; ama taklalar hızlansa? gibi ama değil. aklımdan geçiyor. düşünüyorum; ama üşeniyorum. üşenmek de değil, zamanı var.
büyümek nedir filan çok düşünmüyorum aslında. ona yaşlanmak da denebiliyo; ama sanırım planlamak biraz. ertelemek değil; ama acele etmemek. acele etmek bir erdem değil galiba. son dakika olmasa da olur mu ne? bilmem, daha önceden o kadar son dakikada, bi anda, bi çırpıda oldu ki hayat, şimdi planlayabiliyor olmak uçsuz bucaksız bir okyanus gibi. korkutuyo. yaş 25'e geliyor. "mı acaba"larımla mutluyum.
istanbuldan ankaraya taşındık, gitmem düşünülen/ gitmenin iyi olduğunu düşünmeye başladığım bi lise seçeneği vardı, sınava girdim, o liseyi kazandım. tek seçenekti niyeyse. sonra ben üniversite kampüsü gezisi yapmış, bölümünü ince ince araştırmış, hocalarla konuşmuş tavsiye almış filan bir liseli değildim. kampüsümü okulu kazandıktan sonra gördüm. iyiydi güzeldi, biliyodum, hoşgelmiştim; ben esas bu şehre gelmiştim. yurt konusu elimde patladığında ve okulun açılmasına iki gün kala, ilk bulduğuma yerleştim, 2 yıl kaldım, çok da güzel geçti. keza yükseklisansta da, iyi bir referansı olduğu için ve aslında sadece bölüm cazip geldiği için, hollanda, okul vs didiklemeden gidiverdim. tek başvuru yaptım. ülkeye indim, den haag'a gittim, kalacağım yer hala muammaydı. bursum muammaydı. hoşgelmiştim, kısmetti, o kadardı işte.
üniversite son sınıfta çalışırken işi şöyle bulmuştum ben: "hocam sıkılıyorum napiym?", cevap: ta taa- 9 ay proje. filan. ilk seçenek o da, sorgulamadan. master dışındaki seçenek de bir taneydi: kelaynaklar. o olmadı, bu oldu. o da çok mümkündü. ankaradaki işim tezim biterken karşıma çıktı, bir rica ile, tezi teslim ettim ve ertesi gün ofisteydim. burdaki işime de sabah 9'da başvurdum, 9.10'da aradılar, randevu alıp görüşmeye gittim, oldu. filan. bi seferde, bi çırpıda. ilk seçeneklerimi seçtim hep ben sanırım, ötesini aramadım, taramadım. sonuçları da iyi oldu şansıma. çok özetleyecek olursak: taştan taşa atlar gibi, boka basmadan. ben mi şanslıyım yoksa aslında işin içinde bi tercih var da fark mı etmiyorum, bilmiyorum. bi tane seç, uğraş olsun, denk gelsin olsun, bırak olsun; ama hep o bir tanecik, biricik. ikinci seçeneksiz. ikinci seçeneğin ortaya çıkma ihtimalinde bile (bkz. kelaynak meselesi) çok büyük stres yaşamıştım.
şimdi büyürken ya da durulurken ve yerleşirken, durum şu: "at sırtında orta asya stepleri" heyecanını bitirmiş, kavimler göçü yorgunu; ama bi yandan da geldiğine gördüğüne karşı hevesli türk süvarisiyim. benzettim, yerseniz. seçeneklerim var. "hep batıya" değil yani. güneylere inebilirim, kuzeyde çam ormanları filan, oturur beyliğimi kurarım, sid meier civilizations, falan filan. benzetmeden yılmiyciim.
hala okuyan varsa aklına şaşarım.
bünyem yeni mezun heyecanı aradığında oluyo arada böyle.
acelem yok, o güzel.
geçen cumartesi günü kilyos, bi insanın kendisi için yapabileceği en güzel şeylerden biriydi.
ama bir de "suç" var. suç olunca "ceza" var.
güzide kalıbımız der ki: kime göre neye göre?
herkese göre olsa di mi, ne güzel olucak. genel menel, bi şiler tutsa kıyısından köşesinden.
ezmese böyle ciğerimi gündüz vakti. çökmese nefesime sisler. di mi yani?
neyse, 53 maddede türkiyede suça giriş listesi buyrun burda.
kadınlarla ilgili her şey katiyyen yasak;
Adana’da birçok parti ve derneğin oluşturduğu Kadın Emeği Kolektifi’nin İnönü Parkı’ndaki basın açıklamasına katılmak. Bu eylemde, İstanbul’da kendisine polis süsü veren üç kişinin bir kadını bardan saçlarından sürükleyerek kaçırılması protesto edilmişti. İddianamede, protesto için, ‘Emniyet teşkilatı tahkir ve tezyif ediliyor’ denildi.
Emniyet teşkilatının saçı kısa anlaşılan, hiç şöyle tutulup sürüklenmemiş ki bu protestoyla tahkir ediliyor. oysa bir kadını saçından tutup götürmek ve kimbilir ne yapmak çok şanlı, kadına gurur veren bi harekettir.
türlü çeşitli güzellemeler mevcut; ama şahsi favorilerim kuş gribi broşürü, ıssız adam filmi ve ne idüğü belirsiz "salsa aleti".
che guevara isimli terörist, derken world economic forum fatihi tayyip'in gazzeyi protesto suçu.
yılmaz güney fotoğraflı takvim satmak. zincirleme suç tamlaması. yılmaz güney filmi değil, fotoğrafı değil, takvimini basmak değil, almak değil, satmak. yaa yaa.
bi annemler "ah ah ne tuhaflıklar gördük biz" filan diyo. en azından "darbe" diye adını koyup gün saymışlar. bu ne yani, ben neyin geçmesini bekliyeyim? tekerleğini son hız çeviren kobay fareler gibiyiz yemin ederim. teker hızlanıyor, dön baba dönelim, iki gıdım gittik sanıyoruz, rüzgarımızdan başımız dönüyor, nedir işte sonuç: teker aynı çember aynı, ya içindesin ya dışında kalacaksın.
"filistinli kadınlar yalnız değildir"miş. tabii ki değil. türk devleti orda da mevcut. hazır ve nazır.
Yunanistan’da bir gencin polis tarafından öldürülmesini protesto etmek, tabii ki suç. oralar eskiden dedemizindi, kumarda kaybetti. yunan polisi öldürünce biz de öldürmüş sayıldık. alexis kardeşim, havasından mı suyundan mı, bunlara yarıyor iki gözüm.
metin analizi egzersizi için: "sözde" kelimesi avı.
ekmek kırıntılarını takip ederek eve dönebilirsiniz.
---
chp şekilciliğin kitabını yazma yolunda. üniversitelilerin hak arama eylemlerinde yanındalarmış. harç zamlarında sessizliğiniz o kadar derindi ki resmen yankılandı beyfendi.
---
hadi bugün uzun yazalım jünyır. havam yerinde.
bitmek üzere olan kitaplar gelecek olanların heyecanını taşıyo. kitap okuyamadığım bikaç ayın acısı çıksın.
ofiste vaktim olunca, yine iş gereği, her iki diplomamın da hakkını veriyorum. kartvizitim var, çok gülüyorum ben. sadece fonksiyonunu yerine getiriyor: iletişim bilgileri. yoksa titrimden değil. neyse, orda yazandan yan çizdiğim zamanlarda, çok minik, çok teğet, içine giriyorum çevre konusunun. bi parmak bal çalmak. içim kuş, pırpır. heyecanlanıyorum, zevkle ilgileniyorum. filan. bıraksam dağılsa düzen, daha bismillah, yeni geldim; ama taklalar hızlansa? gibi ama değil. aklımdan geçiyor. düşünüyorum; ama üşeniyorum. üşenmek de değil, zamanı var.
büyümek nedir filan çok düşünmüyorum aslında. ona yaşlanmak da denebiliyo; ama sanırım planlamak biraz. ertelemek değil; ama acele etmemek. acele etmek bir erdem değil galiba. son dakika olmasa da olur mu ne? bilmem, daha önceden o kadar son dakikada, bi anda, bi çırpıda oldu ki hayat, şimdi planlayabiliyor olmak uçsuz bucaksız bir okyanus gibi. korkutuyo. yaş 25'e geliyor. "mı acaba"larımla mutluyum.
istanbuldan ankaraya taşındık, gitmem düşünülen/ gitmenin iyi olduğunu düşünmeye başladığım bi lise seçeneği vardı, sınava girdim, o liseyi kazandım. tek seçenekti niyeyse. sonra ben üniversite kampüsü gezisi yapmış, bölümünü ince ince araştırmış, hocalarla konuşmuş tavsiye almış filan bir liseli değildim. kampüsümü okulu kazandıktan sonra gördüm. iyiydi güzeldi, biliyodum, hoşgelmiştim; ben esas bu şehre gelmiştim. yurt konusu elimde patladığında ve okulun açılmasına iki gün kala, ilk bulduğuma yerleştim, 2 yıl kaldım, çok da güzel geçti. keza yükseklisansta da, iyi bir referansı olduğu için ve aslında sadece bölüm cazip geldiği için, hollanda, okul vs didiklemeden gidiverdim. tek başvuru yaptım. ülkeye indim, den haag'a gittim, kalacağım yer hala muammaydı. bursum muammaydı. hoşgelmiştim, kısmetti, o kadardı işte.
üniversite son sınıfta çalışırken işi şöyle bulmuştum ben: "hocam sıkılıyorum napiym?", cevap: ta taa- 9 ay proje. filan. ilk seçenek o da, sorgulamadan. master dışındaki seçenek de bir taneydi: kelaynaklar. o olmadı, bu oldu. o da çok mümkündü. ankaradaki işim tezim biterken karşıma çıktı, bir rica ile, tezi teslim ettim ve ertesi gün ofisteydim. burdaki işime de sabah 9'da başvurdum, 9.10'da aradılar, randevu alıp görüşmeye gittim, oldu. filan. bi seferde, bi çırpıda. ilk seçeneklerimi seçtim hep ben sanırım, ötesini aramadım, taramadım. sonuçları da iyi oldu şansıma. çok özetleyecek olursak: taştan taşa atlar gibi, boka basmadan. ben mi şanslıyım yoksa aslında işin içinde bi tercih var da fark mı etmiyorum, bilmiyorum. bi tane seç, uğraş olsun, denk gelsin olsun, bırak olsun; ama hep o bir tanecik, biricik. ikinci seçeneksiz. ikinci seçeneğin ortaya çıkma ihtimalinde bile (bkz. kelaynak meselesi) çok büyük stres yaşamıştım.
şimdi büyürken ya da durulurken ve yerleşirken, durum şu: "at sırtında orta asya stepleri" heyecanını bitirmiş, kavimler göçü yorgunu; ama bi yandan da geldiğine gördüğüne karşı hevesli türk süvarisiyim. benzettim, yerseniz. seçeneklerim var. "hep batıya" değil yani. güneylere inebilirim, kuzeyde çam ormanları filan, oturur beyliğimi kurarım, sid meier civilizations, falan filan. benzetmeden yılmiyciim.
hala okuyan varsa aklına şaşarım.
bünyem yeni mezun heyecanı aradığında oluyo arada böyle.
acelem yok, o güzel.
geçen cumartesi günü kilyos, bi insanın kendisi için yapabileceği en güzel şeylerden biriydi.
26 Temmuz 2009 Pazar
24 Temmuz 2009 Cuma
bi ara
blog, tatile ihtiyacım var.
okuldan, istinyeden, sarıyerden gördüğüm her mavilik kulaaaç diye bağırıyo.
yarın için kilyos planlayan bi sevgilim olması yanıma kâr; ama tatil lazım. kremler turunç, salatalık ve tatil kokulu. 50 faktörü şehirde kullanmak kalbimi kırıyo.
bugün gazeteler beni çok yordu ve ben kitabımı özledim. meraba cuma artık.
saçımı "strawberry blonde" denen renge boyama planımı hatırladım. o rengi tutturmak da zor be blog. havuç kafa olursam kahrımdan ölürüm. sağ şakağımdaki 20 tel beyaz saçı düşündüm. saçlar açık renk de arada kayboluyo allahtan. bu saç boyama işine kalkışmayacağımı biliyorum, o ayrı. ilerde, büyüyünce, yaşlanınca filan.
fenerbahçe sahilini özlediğimi farkettim. küçükken, ne çok. yıldız parkı gibi bi yer fenerbahçe, küçüklükten bazı renkler ve kareler; hala inatla ertelediğim. içten içe tereddüt.
küçükken oturduğumuz evin koccaamaan iki bahçesinin toplam 10 metre bile etmediğini, yandaki devasa otoparkın 3 arabalık olduğunu ve o kocaman çınar ağacının çoktan çürüdüğünü fark ettiğim an alice iksirini içip büyümüştü zaten. ondan olabilir.
--
insanlar fotoğraf albümleri biriktirmeye eğilimliymiş eskiden. ama artık elektroniklerdeniz ve benim hep bilgisayarım çöker. oysa bi albüm var, babam ufacık yüzüne kocaman bıyıklı ve annem sarı-beyaz puantiyeli hırkasını giymiş, bi ağacın yanında gülümsüyor. bi albüm var, dedem benimle bale yapıyo ve sabuş kıpkırmızı rujlu. teyzem permalı ve zayıf, defne 2 yaşında ve dalga dalga. güzel şey işte fotoğraf. başka bi fotoğraf var, babam 17 yaşında, profilden gülümsüyor ve ben babamın ikiziyim. daha başka bi fotoğraf var, halam 20 küsur olsa gerek ve geçen gün beni gördüğünde "pardon çağ hanım neyiniz olur" diyen kadına ilk defa hak verdim. ah hele bir fotoğraf var, anneannem üniversite amfisinde, çilleri tüm ihtişamıyla parlıyor ve arkasında "kınalı yapıncak" yazıyor.
çocuğum torunum filan olursa ileride, yanmış hard disklere küfredecek. olsun varsın.
okuldan, istinyeden, sarıyerden gördüğüm her mavilik kulaaaç diye bağırıyo.
yarın için kilyos planlayan bi sevgilim olması yanıma kâr; ama tatil lazım. kremler turunç, salatalık ve tatil kokulu. 50 faktörü şehirde kullanmak kalbimi kırıyo.
bugün gazeteler beni çok yordu ve ben kitabımı özledim. meraba cuma artık.
saçımı "strawberry blonde" denen renge boyama planımı hatırladım. o rengi tutturmak da zor be blog. havuç kafa olursam kahrımdan ölürüm. sağ şakağımdaki 20 tel beyaz saçı düşündüm. saçlar açık renk de arada kayboluyo allahtan. bu saç boyama işine kalkışmayacağımı biliyorum, o ayrı. ilerde, büyüyünce, yaşlanınca filan.
fenerbahçe sahilini özlediğimi farkettim. küçükken, ne çok. yıldız parkı gibi bi yer fenerbahçe, küçüklükten bazı renkler ve kareler; hala inatla ertelediğim. içten içe tereddüt.
küçükken oturduğumuz evin koccaamaan iki bahçesinin toplam 10 metre bile etmediğini, yandaki devasa otoparkın 3 arabalık olduğunu ve o kocaman çınar ağacının çoktan çürüdüğünü fark ettiğim an alice iksirini içip büyümüştü zaten. ondan olabilir.
--
insanlar fotoğraf albümleri biriktirmeye eğilimliymiş eskiden. ama artık elektroniklerdeniz ve benim hep bilgisayarım çöker. oysa bi albüm var, babam ufacık yüzüne kocaman bıyıklı ve annem sarı-beyaz puantiyeli hırkasını giymiş, bi ağacın yanında gülümsüyor. bi albüm var, dedem benimle bale yapıyo ve sabuş kıpkırmızı rujlu. teyzem permalı ve zayıf, defne 2 yaşında ve dalga dalga. güzel şey işte fotoğraf. başka bi fotoğraf var, babam 17 yaşında, profilden gülümsüyor ve ben babamın ikiziyim. daha başka bi fotoğraf var, halam 20 küsur olsa gerek ve geçen gün beni gördüğünde "pardon çağ hanım neyiniz olur" diyen kadına ilk defa hak verdim. ah hele bir fotoğraf var, anneannem üniversite amfisinde, çilleri tüm ihtişamıyla parlıyor ve arkasında "kınalı yapıncak" yazıyor.
çocuğum torunum filan olursa ileride, yanmış hard disklere küfredecek. olsun varsın.
23 Temmuz 2009 Perşembe
üçyüselliğ
tuhaf saatlerde uykum geliyo; çünkü tuhaf saatlerde ofisteyim. ofis ahalisi ikinci tur tatillerini planlıyo. ben de araya girsem, bi mucize olsa da ankaradan pasaportum gelse... ben nasıl bir şaşkınım ki ankaraya kadar gidip pasaportumu almadan geliyorum, falan filan. 2 ağustosa kadar uzatılan sergilerde hayır var. çok bunaldım artık blog. gördüğüm en ufak su birikintisine dalıp gidiyorum, dinlenmem lazım. her tatile çıkanın yükü bana kalıyo; çünkü ben salağım. sonrası uyku karmaşası.
misal demin, akşam yemeği sonrası, ölü gibi uyuyodum. annemin anneannesi "hıreden geçmiş" dermiş. ne demek bilmiyoruz, derin uyku olsa gerek. öyle işte. hıreden geçmek neyse, ondan yapmıştım. böyle ailece itinayla kullanımda tuttuğumuz tekerlemememsi laflar mevcut, seviyorum ben. neyse işte, hıreden geçmiş idim ki derken "deryik biz bugün bay x'i niye aramıştık" gibi efsane derecede abes bir telefona uyanıp "ee şey hede? hödö? bilmiyorum yaağ" gibi cevaplar verdim. uykum kaçtı işte.
yarın nihayet ikametgah işlerimi halletmek için teee sarıyer'e gidicem, nüfus müdürlüğü'ne. yeni taşınanlara uyarım olsun:
ikametgah değişikliğinizi 20 iş günü içinde bildirmezseniz 350 lira cezası var.
kişi başı. 4 kişilik bi aile için 1400 tl yapar. neyse işte, 3 ay rötarla gidiyoruz, ağlayan yavru köpek bakışlarımız işe yariycak ve ödemiycez umarım. size böyle bir ceza olduğunu söylemeyen muhtarınızı seviniz.
renkli, minik, uzun ve sürprizli kibrit kutuları güzel şeyler. artık restoranlar böyle şeyler ürettirmiycek. aa renkli renkli diye sevinemiycez. biriktiricek bi şi kalmiycak.
minik kutular halinde bölünmüş biblo rafları var. böyle 5x5, toplasan 25 biblo alır anca. hah işte onlardan arıyorum ben. gören duyan haber versin. tarifi bile 2 satır.
böyleyken böyleee.
misal demin, akşam yemeği sonrası, ölü gibi uyuyodum. annemin anneannesi "hıreden geçmiş" dermiş. ne demek bilmiyoruz, derin uyku olsa gerek. öyle işte. hıreden geçmek neyse, ondan yapmıştım. böyle ailece itinayla kullanımda tuttuğumuz tekerlemememsi laflar mevcut, seviyorum ben. neyse işte, hıreden geçmiş idim ki derken "deryik biz bugün bay x'i niye aramıştık" gibi efsane derecede abes bir telefona uyanıp "ee şey hede? hödö? bilmiyorum yaağ" gibi cevaplar verdim. uykum kaçtı işte.
yarın nihayet ikametgah işlerimi halletmek için teee sarıyer'e gidicem, nüfus müdürlüğü'ne. yeni taşınanlara uyarım olsun:
ikametgah değişikliğinizi 20 iş günü içinde bildirmezseniz 350 lira cezası var.
kişi başı. 4 kişilik bi aile için 1400 tl yapar. neyse işte, 3 ay rötarla gidiyoruz, ağlayan yavru köpek bakışlarımız işe yariycak ve ödemiycez umarım. size böyle bir ceza olduğunu söylemeyen muhtarınızı seviniz.
renkli, minik, uzun ve sürprizli kibrit kutuları güzel şeyler. artık restoranlar böyle şeyler ürettirmiycek. aa renkli renkli diye sevinemiycez. biriktiricek bi şi kalmiycak.
minik kutular halinde bölünmüş biblo rafları var. böyle 5x5, toplasan 25 biblo alır anca. hah işte onlardan arıyorum ben. gören duyan haber versin. tarifi bile 2 satır.
böyleyken böyleee.
cehennemlikler serisi- 2
sabahın en körü, kahvaltının az öncesi... öyle bi "hiiiiiii" çektim ki ben, denizli horozu gibi, etraftaki masalar şaşırdı. hürriyet kırk yılın başı haber yapmış:
Fok derisinden kıyafet üreten Türk işadamı Hatem Yavuz’un, Namibya’da avlanacak 1 milyon fokun tüm haklarını aldığı ortaya çıktı.
1 milyon fokun "haklarını satın almak" zaten her şeyi anlatıyor. satın alınabilirlerden bi demet: fok canı. 1 milyon tane. 2002-2019 yılları boyunca, ailecek bu işteler. adam bi de diyor ki: getirin 14 milyon dolar, sizin olsun hepsi, bırakiym.
benim matematiğim der ki: 14 milyon/1 milyon= 14 dolar. fok başına.
fok hayatı ya da bi canlının hayatı başına. matematik yeni bir deterjan mığ.
hürriyetin başlığı illa ki türklükle ilişkilendirmek üzerine. "hayvansevein sevmediği türk"müş. adam gibi "fok taciri türk" yazsa ya. ah ticaret nelere kadirsin. "ne var yani, çalışıyo kazanıyo, her şey belirlenen sınırlar dahilinde, kurallar içinde, kuralları da mı bu adam koyuyo sanki, hem bak bırakmak istemiş ama bırakamıyo, hem türk diye laf etmişler halbuki biz türküz doğruyuz çalışkanız". bitte schon.
evde national geographic var, kültür yumağıyız. dergi harita verdi, "türkiyede tehlike altında olan türler haritası". gözü gören insan utanır yahu. ibretlik bi harita o. balina gösteriyo ey millet. o haritada, türkiye kıyılarında, bildiğiniz balina var. anadolu parsı filan, hadi onları biliyoduk. balina!
şimdi 17 yıl boyunca kafasına vura vura fok öldüren bir adamı bi alt yazıda bahsettiğim cehenneme göndericek olursak... ceza düşünmeliyiz. ben şahsen karadan denize ulaşmaya çalışan 1 milyon fokun sonsuza kadar bu adamın üstünden geçmesini isterdim. yok bu az oldu, fiziki acı değil benim istediğim. bu adam, cehennemde türlü çeşitli hayvanlar tarafından avlanmalı; ama hiç yakalanmamalı. sürekli bir korku, tuzaklar serisi, paranoya, ölüm korkusu. sonsuza kadar. "öldürsünler de bitsin bu çile" demeli. ölümden beter.
ben 1 milyon hayata, fok bile olsa, paha biçilmesini anlamıyorum. evet, parayı çevreciler önermiş. bunu da anlamıyorum. "fok hakkı"nı bu adamlara veren hükümeti de. alan adamı da. kimseyi, kimseyi. "ne var dana eti yiyosun fok olunca mı sorun, egzotik hayvan fetişine gerek yok, dananınki de can" demeyin rica edicem. buyrun, danayı da yemeyin. ama "dana eti yiyosam fokun da beyninin dağılarak öldüğünden emin olup penisinden afrodizyak yaparım" gibi bir mantığı ben anlamıyorum. bızzrt.
Fok derisinden kıyafet üreten Türk işadamı Hatem Yavuz’un, Namibya’da avlanacak 1 milyon fokun tüm haklarını aldığı ortaya çıktı.
1 milyon fokun "haklarını satın almak" zaten her şeyi anlatıyor. satın alınabilirlerden bi demet: fok canı. 1 milyon tane. 2002-2019 yılları boyunca, ailecek bu işteler. adam bi de diyor ki: getirin 14 milyon dolar, sizin olsun hepsi, bırakiym.
benim matematiğim der ki: 14 milyon/1 milyon= 14 dolar. fok başına.
fok hayatı ya da bi canlının hayatı başına. matematik yeni bir deterjan mığ.
hürriyetin başlığı illa ki türklükle ilişkilendirmek üzerine. "hayvansevein sevmediği türk"müş. adam gibi "fok taciri türk" yazsa ya. ah ticaret nelere kadirsin. "ne var yani, çalışıyo kazanıyo, her şey belirlenen sınırlar dahilinde, kurallar içinde, kuralları da mı bu adam koyuyo sanki, hem bak bırakmak istemiş ama bırakamıyo, hem türk diye laf etmişler halbuki biz türküz doğruyuz çalışkanız". bitte schon.
evde national geographic var, kültür yumağıyız. dergi harita verdi, "türkiyede tehlike altında olan türler haritası". gözü gören insan utanır yahu. ibretlik bi harita o. balina gösteriyo ey millet. o haritada, türkiye kıyılarında, bildiğiniz balina var. anadolu parsı filan, hadi onları biliyoduk. balina!
şimdi 17 yıl boyunca kafasına vura vura fok öldüren bir adamı bi alt yazıda bahsettiğim cehenneme göndericek olursak... ceza düşünmeliyiz. ben şahsen karadan denize ulaşmaya çalışan 1 milyon fokun sonsuza kadar bu adamın üstünden geçmesini isterdim. yok bu az oldu, fiziki acı değil benim istediğim. bu adam, cehennemde türlü çeşitli hayvanlar tarafından avlanmalı; ama hiç yakalanmamalı. sürekli bir korku, tuzaklar serisi, paranoya, ölüm korkusu. sonsuza kadar. "öldürsünler de bitsin bu çile" demeli. ölümden beter.
ben 1 milyon hayata, fok bile olsa, paha biçilmesini anlamıyorum. evet, parayı çevreciler önermiş. bunu da anlamıyorum. "fok hakkı"nı bu adamlara veren hükümeti de. alan adamı da. kimseyi, kimseyi. "ne var dana eti yiyosun fok olunca mı sorun, egzotik hayvan fetişine gerek yok, dananınki de can" demeyin rica edicem. buyrun, danayı da yemeyin. ama "dana eti yiyosam fokun da beyninin dağılarak öldüğünden emin olup penisinden afrodizyak yaparım" gibi bir mantığı ben anlamıyorum. bızzrt.
21 Temmuz 2009 Salı
davul, zurna ve gitar kutusu
başbakanın adına yaraşır şekilde baş "bakan" olmasına artık şaşırmıyorum. adeta köşesinde oturuyo, olan bitene sadece öylece bakıyo ve ilk akla gelen, en ipe sapa gelmez, en ruhsuz yorumu yapıyo. her şeyin ötesinde: duygusuz. bunun adı da dobralık hani.
"başbakanım kızın tekini öldürmüş zengin bi velet, maaile kaçtılar tutamadık, delil kararttık, adli tıpta tarihe geçtik, size ne dersiniz?"... yani ne der insan cidden?
"ee kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya.."
davulcu ve zurnacılar alınmasınmış, sanatlarına saygısı varmış!
oysa bu mesleklerin cinayetle zaten bi ilgisi yok. çünkü katil davulcu veya zurnacı olsa on defa yakalamıştınız beyfendi, dert etmeyin.
hey allahım incelikten kırılıyoruz. kahrımdan gülmek demiştim, buraya da uygun. "recep bey böyle ağzınıza geleni söylüyosunuz infial çıkıyo, hoş olmuyo" demişler. bu bilgi, işlemden geçmiş. yalnız sorun kime uygulanacağı. davulcuymuş, zurnacıymış. alınmayınmış. hepimize topumuza: saalaaak salaak.
kızlar için bu arada bu uyarı, dikkatinizi çekerim. zira kadın davulcu ve zurnacı olmadığı gibi, erkeklerin bunlara "kaçması" da pek mümkün değil. davulcular zurnacılar alınmasın yani, bizim derdimiz nüfusun kadın kısmıyla! hafazanallah, başı boş kalırsa kaçı kaçıverir. kadın dediğin bi tür civciv çünkü. hele kız çocuğu, tam tecavüze cinayete açık alan, mevlam kayıra. gıt gıt gıt gider, görmez bilmez düşünmez. hatta parmağımızla gösteriyoruz: salaak salaaak.
adam diyor ki: kızınızı gitar kutusunda buluyosanız sebebi ahlaki erozyon.. sizin ahlakınız ama! gitar dediğin neredeyse zurna, sanki bir davul, öyle de bi müzikal çağrışımlar akışı. adam dedim demin de, başbakan kendisine bi dönem "adam" denmesine de kızmıştı. öyle hassas bi ruh. ama kızı öldürülmüş ve katili korunmuş ve kızının cesedi bile rezil rüsva edilmiş bir babaysan, kendi de bilmemkaç çocuklu bir baba olarak başbakan sana şunu diyo: "bak ben krallar gibi babalık yaptım, altınını taktım, davullu zurnalı düğün yaptım, kocasına teslim ettim, içim rahat". salaak salaaak yani.
hani bi laf var, herkes cehenneme kendi ateşini götürürmüş. cehennem diye bi yer varsa anca bu sistemde çalışıyodur bence. ne bileyim, yunan mitolojisi de günaha göre cehennem azabı anlatır, o sistem de uyar bana. hah işte tam bu sebeple, bazılarımız arzın merkezi kadar sıcak lavlarla giriş yapacak cehenneme. içerde de kıyamet gününe kadar solunda davulcu, sağında zurnacı, sürekli lilililililili müzik dinliycek. delirene kadar. bu sürede, tek ayak üstünde zıplayarak, durmadan, tarihte gelmiş geçmiş bütün kadınların hayatlarını, tek tek, gün gün anlatacak. kraliçesinden kölesine. kıyamet günü dediğin zaten sonsuzluk, başlasın ister homo sapiens'ten, ister havva'dan, anlatsın. davullu zurnalı, sıcak sıcak, seke seke. daha ne planlarım var da susuyorum. kadınların "sahipsiz bırakılmayacak değerli kısrak" gibi görülmediği günler dileğiyle.
bu arada, tüm yunanları, homo sapiensleri ve havvayı tenzih ederim, sanatkar olarak size saygım sonsuz. hahaha. sinirim çok bozuldu be blog, ondan.
"başbakanım kızın tekini öldürmüş zengin bi velet, maaile kaçtılar tutamadık, delil kararttık, adli tıpta tarihe geçtik, size ne dersiniz?"... yani ne der insan cidden?
"ee kendi başına bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya.."
davulcu ve zurnacılar alınmasınmış, sanatlarına saygısı varmış!
oysa bu mesleklerin cinayetle zaten bi ilgisi yok. çünkü katil davulcu veya zurnacı olsa on defa yakalamıştınız beyfendi, dert etmeyin.
hey allahım incelikten kırılıyoruz. kahrımdan gülmek demiştim, buraya da uygun. "recep bey böyle ağzınıza geleni söylüyosunuz infial çıkıyo, hoş olmuyo" demişler. bu bilgi, işlemden geçmiş. yalnız sorun kime uygulanacağı. davulcuymuş, zurnacıymış. alınmayınmış. hepimize topumuza: saalaaak salaak.
kızlar için bu arada bu uyarı, dikkatinizi çekerim. zira kadın davulcu ve zurnacı olmadığı gibi, erkeklerin bunlara "kaçması" da pek mümkün değil. davulcular zurnacılar alınmasın yani, bizim derdimiz nüfusun kadın kısmıyla! hafazanallah, başı boş kalırsa kaçı kaçıverir. kadın dediğin bi tür civciv çünkü. hele kız çocuğu, tam tecavüze cinayete açık alan, mevlam kayıra. gıt gıt gıt gider, görmez bilmez düşünmez. hatta parmağımızla gösteriyoruz: salaak salaaak.
adam diyor ki: kızınızı gitar kutusunda buluyosanız sebebi ahlaki erozyon.. sizin ahlakınız ama! gitar dediğin neredeyse zurna, sanki bir davul, öyle de bi müzikal çağrışımlar akışı. adam dedim demin de, başbakan kendisine bi dönem "adam" denmesine de kızmıştı. öyle hassas bi ruh. ama kızı öldürülmüş ve katili korunmuş ve kızının cesedi bile rezil rüsva edilmiş bir babaysan, kendi de bilmemkaç çocuklu bir baba olarak başbakan sana şunu diyo: "bak ben krallar gibi babalık yaptım, altınını taktım, davullu zurnalı düğün yaptım, kocasına teslim ettim, içim rahat". salaak salaaak yani.
hani bi laf var, herkes cehenneme kendi ateşini götürürmüş. cehennem diye bi yer varsa anca bu sistemde çalışıyodur bence. ne bileyim, yunan mitolojisi de günaha göre cehennem azabı anlatır, o sistem de uyar bana. hah işte tam bu sebeple, bazılarımız arzın merkezi kadar sıcak lavlarla giriş yapacak cehenneme. içerde de kıyamet gününe kadar solunda davulcu, sağında zurnacı, sürekli lilililililili müzik dinliycek. delirene kadar. bu sürede, tek ayak üstünde zıplayarak, durmadan, tarihte gelmiş geçmiş bütün kadınların hayatlarını, tek tek, gün gün anlatacak. kraliçesinden kölesine. kıyamet günü dediğin zaten sonsuzluk, başlasın ister homo sapiens'ten, ister havva'dan, anlatsın. davullu zurnalı, sıcak sıcak, seke seke. daha ne planlarım var da susuyorum. kadınların "sahipsiz bırakılmayacak değerli kısrak" gibi görülmediği günler dileğiyle.
bu arada, tüm yunanları, homo sapiensleri ve havvayı tenzih ederim, sanatkar olarak size saygım sonsuz. hahaha. sinirim çok bozuldu be blog, ondan.
20 Temmuz 2009 Pazartesi
adalarca çöp
böyle bir haftasonu koşturmacası, görevli birlikler gibi yarabbim. hareket bereket.
cumartesi günü: sirkeci- doğubank- eminönü- mısır çarşısı- galata köprüsü- doğubank- köprü üstünden karaköy- tünel- çukurcuma- galatasaray- asmalımescit ve nihayet ev, zzz.
pazar: adalar. büyük ada- heybeli. kalabalık, insan pazarı. tövbeler tövbesi. bisiklete bindiğim anda dizim kopacak kadar ağrıyo, kas meselesi.o yüzden yürü yürü: dil dışarda dilburnu. bembeyaz giyinmiş bir kendini bilmez olarak koskocccaaaa dilburnunda martı pisliğinin isabet edeceği hedef tahtası tabii ki bendim. ne yiyo ne içiyo bilemiycem, enteresan bi organizma şu martı denen hayvan. sonrası midye tava, ben midye tavayla hemen sakinleşirim.
o ne sıcak, o ne nem yahu. sigara yasağı başladı, ortalık kavram kargaşası. mado resmen sokağa masa atmış; ama içirmiyo, 100 m ilerisi pofur pofur. yani tamam dumansız hava sahası filan da "masaya kül tablası koyamam müdür kızıyo" diyen garson, masanın yanında ayakta durup içilmesine ses çıkarmıyo. lüzumsuz yere fıkralık oluyo insan.
misal, işte efendim hanelerde serbest; ama çocuğunuz varsa sigara içilen otel odası vermiyolar size. yahu, çocuk bütün gün evde dumanaltı, otele gelince mi çocuğu korumak aklınıza geldi? konu hakkında bilinçli bi anne-baba zaten odada içmez tahminen, çıkar balkona. üşenme bilinçlendir, nedir yani. hem otel odası evlerden daha iyi havalandırılıyo. düzenleyelim amenna ama insanlar da gerzek değil. "ay beceremezler şimdi en iyisi yasaklayalım, her nefeslerini organize edelim" haline sinirim ben. otel odası vermiyomuş. iyi, tatile çıkmasın evde fosurdasın, evdeki duman bizim dumanımız, cici çünkü. saçmalığa gel.
ve hatta ayrıca, vapur içinde 3 tane "kolluk kuvveti" adam sigara içenlere höt desin diye kol kola geziyo; ama elindeki 1 litrelik plastik şişeyi napacağını bilmeyen çocuğuna "denize at gel hadi güzelim" diyen ebeveynleri uyarmıyo. alt katta oturanlar üstten çeşit çeşit çöpün atılışını seyrediyo. tek höt diyen onlar. ben böyle ayılık görmedim. uyarı assınlar diycem, insanlığımdan utanıyorum. "sayın yolcularımız, lütfen denize çöp atmayınız". yaş kaç sizin ya, 3 mü 5 mi? gördüğünü mü algılayamıyosun, marmara zaten şehir çöplüğü olmuş. dişi ve erkek ayılarla doluydu etraf. denizde resmen şarküteri mamülleri yüzüyo, adam hala ve hala ve inatla pet şişeyi oraya atıyo. içimdeki canavar o adamı tutup attığı pet şişeye büzüştürerek sokmak istedi.
yahu madoda, masada oturan kız, cam kenarında diye elindeki pet şişeyi suya salladı elinin tersiyle. göz göze geldik, kafayı öne eğdi güldü, kaldırdı göz göze geldik, ben dik dik dik dik dik baktım, kafayı eğdi gülmedi. e ama nedir, "atla çıkar o şişeyi" demiyo insan tabii. karşısında oturanlar bi "aa naptıın" dedi, nokta. kafede oturuyo yahu, ne zararı var, garson gelip alacak iki dakikaya. rahatsız resmen. rahatsız, başka açıklaması yok. ben uzun zamandır bu kadar üst üste dehşete düşmemiştim galiba.
insan vapurun neresine bakacağını şaşırıyo. sağdan soldan yukardan çöp. hayvanlar ordusu. içimdeki canavar dirildi. ne o adalara gitti gezdi, deniz seyretti zarar ziyan fırtınası. nasıl bir vicdansızlık, terbiyesizlik bu ya. bi anne çocuğuna "denize at şişeyi yavrum" der mi? nasıl der? dibinde çöp kutusu varken? ben aptalım evet, basmıyo kafam. buna bile basmıyo. vapurda pet şişeyle portakal suyu satıyosan ama, bi zahmet topliycan o zaman. 6 kişilik aile, 6 tane pet şişe, aval aval bakınıyo etrafa. ya suya sallıyo ya da yere bırakıyo. bence biz millet olarak çöplerin sihirle yok edildiğini filan sanıyoruz. çöple ilişkimiz devekuşu düzeyinde, artık eminim. "ben görmüyosam yoktur". sallıyoruz, bırakıyoruz, unutuyoruz. o artık yok, attaa gittiiii. böyle usulca koyuyoruz bi kuytuya, koşarak uzaklaşıyoruz, oh mis, artık temiziz.
benim şapşal ilkokulumda çöp toplama yarışması yapardık. o kadar gaza gelirdik ki haftasonuna doğru dışardan okula çöp getirirdik. onlarca kez yazdım bunu, biz aptal çocuklardık. insan hiçbi bilinç edinemese de çöp toplamanın ne pis ve zahmetli bi iş olduğunu öğreniyo, çöpçülere saygısı artıyo. ayıptır ya. sağlı sollu ayıp işte. evinde bi gram toz olsa viledayla, arap sabunuyla girişen kadınlar, "piknik yeri"ne gelince masasının etrafına çekirdek kabuğuyla mozaik döşeyebiliyo. bu ne kadar seçici bi temizlik, seçici bi özen? evde olunca kadınlığına laf geliyo, dışarda olunca minik orman cinleri mi temizliyo, nesin sen kadın? kadın erkek çoluk çocuk, çöp üretme timi gibi sokaklarda. hiç mi gocunmaz insan, hiç mi içi acımaz? sigaraya gelene kadar, hacim başı çöp vergisi alıcan. hem çöpünü ayırıcak, ayrışmaya hazır hale getiricek, hem de presliycek, hacmini ufaltıcak, herkes birer wall-e olacak. yerse. höşür höşür kullanırken iyiydi, sonrasını da düşünecek. minik temizlik perisi diye bi şi olmadığını öğrenecek. hırr ve gırrr hatta.
sonra: "im not there". oh sakince, evde, mis. saatlerce joan baez'in adını hatırlayamama, delirtici.
ve daha da önemlisi, mütemadiyen: karpuzpeynir, karpuzpeynir.
cumartesi günü: sirkeci- doğubank- eminönü- mısır çarşısı- galata köprüsü- doğubank- köprü üstünden karaköy- tünel- çukurcuma- galatasaray- asmalımescit ve nihayet ev, zzz.
pazar: adalar. büyük ada- heybeli. kalabalık, insan pazarı. tövbeler tövbesi. bisiklete bindiğim anda dizim kopacak kadar ağrıyo, kas meselesi.o yüzden yürü yürü: dil dışarda dilburnu. bembeyaz giyinmiş bir kendini bilmez olarak koskocccaaaa dilburnunda martı pisliğinin isabet edeceği hedef tahtası tabii ki bendim. ne yiyo ne içiyo bilemiycem, enteresan bi organizma şu martı denen hayvan. sonrası midye tava, ben midye tavayla hemen sakinleşirim.
o ne sıcak, o ne nem yahu. sigara yasağı başladı, ortalık kavram kargaşası. mado resmen sokağa masa atmış; ama içirmiyo, 100 m ilerisi pofur pofur. yani tamam dumansız hava sahası filan da "masaya kül tablası koyamam müdür kızıyo" diyen garson, masanın yanında ayakta durup içilmesine ses çıkarmıyo. lüzumsuz yere fıkralık oluyo insan.
misal, işte efendim hanelerde serbest; ama çocuğunuz varsa sigara içilen otel odası vermiyolar size. yahu, çocuk bütün gün evde dumanaltı, otele gelince mi çocuğu korumak aklınıza geldi? konu hakkında bilinçli bi anne-baba zaten odada içmez tahminen, çıkar balkona. üşenme bilinçlendir, nedir yani. hem otel odası evlerden daha iyi havalandırılıyo. düzenleyelim amenna ama insanlar da gerzek değil. "ay beceremezler şimdi en iyisi yasaklayalım, her nefeslerini organize edelim" haline sinirim ben. otel odası vermiyomuş. iyi, tatile çıkmasın evde fosurdasın, evdeki duman bizim dumanımız, cici çünkü. saçmalığa gel.
ve hatta ayrıca, vapur içinde 3 tane "kolluk kuvveti" adam sigara içenlere höt desin diye kol kola geziyo; ama elindeki 1 litrelik plastik şişeyi napacağını bilmeyen çocuğuna "denize at gel hadi güzelim" diyen ebeveynleri uyarmıyo. alt katta oturanlar üstten çeşit çeşit çöpün atılışını seyrediyo. tek höt diyen onlar. ben böyle ayılık görmedim. uyarı assınlar diycem, insanlığımdan utanıyorum. "sayın yolcularımız, lütfen denize çöp atmayınız". yaş kaç sizin ya, 3 mü 5 mi? gördüğünü mü algılayamıyosun, marmara zaten şehir çöplüğü olmuş. dişi ve erkek ayılarla doluydu etraf. denizde resmen şarküteri mamülleri yüzüyo, adam hala ve hala ve inatla pet şişeyi oraya atıyo. içimdeki canavar o adamı tutup attığı pet şişeye büzüştürerek sokmak istedi.
yahu madoda, masada oturan kız, cam kenarında diye elindeki pet şişeyi suya salladı elinin tersiyle. göz göze geldik, kafayı öne eğdi güldü, kaldırdı göz göze geldik, ben dik dik dik dik dik baktım, kafayı eğdi gülmedi. e ama nedir, "atla çıkar o şişeyi" demiyo insan tabii. karşısında oturanlar bi "aa naptıın" dedi, nokta. kafede oturuyo yahu, ne zararı var, garson gelip alacak iki dakikaya. rahatsız resmen. rahatsız, başka açıklaması yok. ben uzun zamandır bu kadar üst üste dehşete düşmemiştim galiba.
insan vapurun neresine bakacağını şaşırıyo. sağdan soldan yukardan çöp. hayvanlar ordusu. içimdeki canavar dirildi. ne o adalara gitti gezdi, deniz seyretti zarar ziyan fırtınası. nasıl bir vicdansızlık, terbiyesizlik bu ya. bi anne çocuğuna "denize at şişeyi yavrum" der mi? nasıl der? dibinde çöp kutusu varken? ben aptalım evet, basmıyo kafam. buna bile basmıyo. vapurda pet şişeyle portakal suyu satıyosan ama, bi zahmet topliycan o zaman. 6 kişilik aile, 6 tane pet şişe, aval aval bakınıyo etrafa. ya suya sallıyo ya da yere bırakıyo. bence biz millet olarak çöplerin sihirle yok edildiğini filan sanıyoruz. çöple ilişkimiz devekuşu düzeyinde, artık eminim. "ben görmüyosam yoktur". sallıyoruz, bırakıyoruz, unutuyoruz. o artık yok, attaa gittiiii. böyle usulca koyuyoruz bi kuytuya, koşarak uzaklaşıyoruz, oh mis, artık temiziz.
benim şapşal ilkokulumda çöp toplama yarışması yapardık. o kadar gaza gelirdik ki haftasonuna doğru dışardan okula çöp getirirdik. onlarca kez yazdım bunu, biz aptal çocuklardık. insan hiçbi bilinç edinemese de çöp toplamanın ne pis ve zahmetli bi iş olduğunu öğreniyo, çöpçülere saygısı artıyo. ayıptır ya. sağlı sollu ayıp işte. evinde bi gram toz olsa viledayla, arap sabunuyla girişen kadınlar, "piknik yeri"ne gelince masasının etrafına çekirdek kabuğuyla mozaik döşeyebiliyo. bu ne kadar seçici bi temizlik, seçici bi özen? evde olunca kadınlığına laf geliyo, dışarda olunca minik orman cinleri mi temizliyo, nesin sen kadın? kadın erkek çoluk çocuk, çöp üretme timi gibi sokaklarda. hiç mi gocunmaz insan, hiç mi içi acımaz? sigaraya gelene kadar, hacim başı çöp vergisi alıcan. hem çöpünü ayırıcak, ayrışmaya hazır hale getiricek, hem de presliycek, hacmini ufaltıcak, herkes birer wall-e olacak. yerse. höşür höşür kullanırken iyiydi, sonrasını da düşünecek. minik temizlik perisi diye bi şi olmadığını öğrenecek. hırr ve gırrr hatta.
sonra: "im not there". oh sakince, evde, mis. saatlerce joan baez'in adını hatırlayamama, delirtici.
ve daha da önemlisi, mütemadiyen: karpuzpeynir, karpuzpeynir.
17 Temmuz 2009 Cuma
16 Temmuz 2009 Perşembe
cici kız pozu
fotoğraflarda "ayakları içe dönük duran sevimli kız" pozunun sonu gelsin nolur. biri bunun sevimli değil bir rahatsızlık olduğunu söylesin. nolur yahu.
anlatiym.
küçükken ben, sınıfımız 62 kişi filandı, tavşan bile yapılmayacak kadar kalabalıktı. bahar vardı, ayakları doğuştan raşitikti. rahat yürüyemezdi. 4 yılda 2 ameliyat geçirdi, 3 dönem kaybetti, bi şekilde hep arayı kapadı. bahar gelir okula, sonra bir ameliyat, bahar aylarlarlarca yok. her okul çıkışı, o 62 çocuğun bi kısmı baharın etrafını sarardı, diğer sınıflardan koşarak çıkanlar devirmesin diye, onunla birlikte okul kapısına giderdik, babası alırdı. babası kapıcıydı. kapıcı olmak ayıp bi şi olmadığı için "apartman görevlisi" gibi isimler uydurulmamıştı o zaman. "sekreter" de denirdi mesela, "yönetici asistanı" filan gibi bi kalıbı yoktu. ola ki bi salak velet baharı düşürürse, bizim şubenin erkekleri görev bilinciyle o veledi döver, adam eder, bahardan özür diletirdi. baharın düşmesi, bahara çelme takılması veya onunla alay edilmesi gibi bir şey pek mümkün değildi yani. neyse, raşitik ayak, ameliyatlar, aylarca aylarca hastane, parasızlık içinde bir baba, kıvırcık saçlı dünya gülüşlü baharın beyaz saç bandı, kocaman çınar ağaçları kaplı sokakta baharın o ağır ve ağrılı yürüyüşü..
ilkokulumun, çocukluk anılarımın bir kısmı bunlar. ben istanbuldan uzaklaşırken bahar son ameliyatı sebebiyle sınıfta yoktu ve hiç vedalaşamadık, ben ziyaretine gidemedim.
işte tam bu ve benzeri sebeplerle, muhtelif fotoğraflarda "ne tatlıyım, bakın içimdeki amelie size çiçek veriyor ve ah kelebekler" halinde bir kız ve içe dönük ayaklar görünce ben kabarıyorum. tarifi zor bir alarm ve sinir hali, çocukluktan kalma. o ayakları düzeltmek, o pozu verenleri pediatri/ ortopedi kliniklerinde, saatler süren ameliyatlar yüzünden dokuz doğuran baharın babasının karşısına dikmek ve "kızınız gibi poz vermeyi şirin sanıyorum beyfendi, kameraya gülümseyin" dedirtmek istiyorum ben. hatta baharın karşısına dikmek. baharın parlak gülümsemesiyle onları patlatmasını filan da istiyorum ayrıca.
böyle yani. hani ola ki elimde kamerayla bana denk gelirsiniz, böyle abes bi poz veresiniz tutar, ondan. fotoğrafta kör taklidi, kırık kol taklidi filan yapmıyosak, raşitik poz vermek de bi o derece abes benim için.
dip not: şaşılık da bu kulvarda yer alır. yine ilkokulumda sınıfta şaşılık tedavisi gören 2-3 çocuk olduğu için. insanların hayatlarını çocuk yaşta zorlaştırıp bir sürü tedavi gerektiren fiziki engelleri bi fotoğraf karesi için taklit etmeyi abes buluyorum. espri anlayışım mı kıt, sevimli nedir ben mi anlamıyorum yoksa çok mu ciddi mizaçlı büyümüşüm bilemem; ama durum budur.
ayaklara dikkat blog. adios.
anlatiym.
küçükken ben, sınıfımız 62 kişi filandı, tavşan bile yapılmayacak kadar kalabalıktı. bahar vardı, ayakları doğuştan raşitikti. rahat yürüyemezdi. 4 yılda 2 ameliyat geçirdi, 3 dönem kaybetti, bi şekilde hep arayı kapadı. bahar gelir okula, sonra bir ameliyat, bahar aylarlarlarca yok. her okul çıkışı, o 62 çocuğun bi kısmı baharın etrafını sarardı, diğer sınıflardan koşarak çıkanlar devirmesin diye, onunla birlikte okul kapısına giderdik, babası alırdı. babası kapıcıydı. kapıcı olmak ayıp bi şi olmadığı için "apartman görevlisi" gibi isimler uydurulmamıştı o zaman. "sekreter" de denirdi mesela, "yönetici asistanı" filan gibi bi kalıbı yoktu. ola ki bi salak velet baharı düşürürse, bizim şubenin erkekleri görev bilinciyle o veledi döver, adam eder, bahardan özür diletirdi. baharın düşmesi, bahara çelme takılması veya onunla alay edilmesi gibi bir şey pek mümkün değildi yani. neyse, raşitik ayak, ameliyatlar, aylarca aylarca hastane, parasızlık içinde bir baba, kıvırcık saçlı dünya gülüşlü baharın beyaz saç bandı, kocaman çınar ağaçları kaplı sokakta baharın o ağır ve ağrılı yürüyüşü..
ilkokulumun, çocukluk anılarımın bir kısmı bunlar. ben istanbuldan uzaklaşırken bahar son ameliyatı sebebiyle sınıfta yoktu ve hiç vedalaşamadık, ben ziyaretine gidemedim.
işte tam bu ve benzeri sebeplerle, muhtelif fotoğraflarda "ne tatlıyım, bakın içimdeki amelie size çiçek veriyor ve ah kelebekler" halinde bir kız ve içe dönük ayaklar görünce ben kabarıyorum. tarifi zor bir alarm ve sinir hali, çocukluktan kalma. o ayakları düzeltmek, o pozu verenleri pediatri/ ortopedi kliniklerinde, saatler süren ameliyatlar yüzünden dokuz doğuran baharın babasının karşısına dikmek ve "kızınız gibi poz vermeyi şirin sanıyorum beyfendi, kameraya gülümseyin" dedirtmek istiyorum ben. hatta baharın karşısına dikmek. baharın parlak gülümsemesiyle onları patlatmasını filan da istiyorum ayrıca.
böyle yani. hani ola ki elimde kamerayla bana denk gelirsiniz, böyle abes bi poz veresiniz tutar, ondan. fotoğrafta kör taklidi, kırık kol taklidi filan yapmıyosak, raşitik poz vermek de bi o derece abes benim için.
dip not: şaşılık da bu kulvarda yer alır. yine ilkokulumda sınıfta şaşılık tedavisi gören 2-3 çocuk olduğu için. insanların hayatlarını çocuk yaşta zorlaştırıp bir sürü tedavi gerektiren fiziki engelleri bi fotoğraf karesi için taklit etmeyi abes buluyorum. espri anlayışım mı kıt, sevimli nedir ben mi anlamıyorum yoksa çok mu ciddi mizaçlı büyümüşüm bilemem; ama durum budur.
ayaklara dikkat blog. adios.
hisar tekel büfe
ah canım kampüs yahu. gece kampüse indik, manzaradaki demirler boylu boyunca şu ilanla kaplı:
hisar tekel büfe! 12.00-04.00 arası telefonla hizmetinizdeyiz!!! (gibi bi şi)
oh mis. yukardan aşağıya bira indirdim, şarap gizledim, artık bitti. çok eğlendim ben bu girişimci ruhla. alo telefon, alo servis. budur işte. bu sabah yırtılmadı ise, okulun bunca zamandır beklediği şey gerçek oldu bence.
çiçek dünlüğü: ortanca mevsimiydi, soldular. rötarlı bilgi. borazan çiçekleri açmış ama.
yavru kedi mevsimi açılmış. çok titrek, çok sersem ve çok güzeller. okulda, sokağımda, sokağıma giden sokaklarda etraf gözleri ve kulakları kafalarına büyük gelen kedi yavrularıyla dolu.
kuşlar, çiçekler ve kediler. yeniden ilkbahar yaşıyo blog, idare edin.
hakimlerin kendini reha muhtar sanmadığı günler dileğiyle efendim.
10 yaşında bir kız. on.
önüm arkam sağım solum tecavüz hakim bey, sobe!
hisar tekel büfe! 12.00-04.00 arası telefonla hizmetinizdeyiz!!! (gibi bi şi)
oh mis. yukardan aşağıya bira indirdim, şarap gizledim, artık bitti. çok eğlendim ben bu girişimci ruhla. alo telefon, alo servis. budur işte. bu sabah yırtılmadı ise, okulun bunca zamandır beklediği şey gerçek oldu bence.
çiçek dünlüğü: ortanca mevsimiydi, soldular. rötarlı bilgi. borazan çiçekleri açmış ama.
yavru kedi mevsimi açılmış. çok titrek, çok sersem ve çok güzeller. okulda, sokağımda, sokağıma giden sokaklarda etraf gözleri ve kulakları kafalarına büyük gelen kedi yavrularıyla dolu.
kuşlar, çiçekler ve kediler. yeniden ilkbahar yaşıyo blog, idare edin.
hakimlerin kendini reha muhtar sanmadığı günler dileğiyle efendim.
10 yaşında bir kız. on.
önüm arkam sağım solum tecavüz hakim bey, sobe!
13 Temmuz 2009 Pazartesi
küçük kuş meselesi
ben küçük kuşları severim. blogdan belli oluyo zaten. hele yalıçapkınlarını, ispinozları...
sadece 25 çift kalan alaca yalıçapkınlarını bi de siz duyun, görün, bilin, aklınızda olsun.
el kadar kuşların dünya üzerinden silinmesinin ekonomiye, politikaya filan pek bi etkisi olmaz; ama türk filmlerine, şiire ve çiçeklere etkisi çok bence. kocaman ağaçların çıkardığı seslere şaşarak yürümek lazım. bi kuş, bi sincap ve bi kirpi görenin günü güzelleşirmiş.
sadece 25 çift kalan alaca yalıçapkınlarını bi de siz duyun, görün, bilin, aklınızda olsun.
el kadar kuşların dünya üzerinden silinmesinin ekonomiye, politikaya filan pek bi etkisi olmaz; ama türk filmlerine, şiire ve çiçeklere etkisi çok bence. kocaman ağaçların çıkardığı seslere şaşarak yürümek lazım. bi kuş, bi sincap ve bi kirpi görenin günü güzelleşirmiş.
12 Temmuz 2009 Pazar
mesela
good morning heartache
thought we said goodbye last night
şimdi billie holiday çalıyor da, müzeyyen senarla bi yerde karşılaşıp ayaküstü sohbet etmiş olmalarını isterdim sanırım. müthiş olurdu. tam aynı değil; ama çok farklı da değil. ortada buluşup bi kadeh şarap içerlerdi belki.
thought we said goodbye last night
şimdi billie holiday çalıyor da, müzeyyen senarla bi yerde karşılaşıp ayaküstü sohbet etmiş olmalarını isterdim sanırım. müthiş olurdu. tam aynı değil; ama çok farklı da değil. ortada buluşup bi kadeh şarap içerlerdi belki.
11 Temmuz 2009 Cumartesi
yaz makarnası
gördüğüm en değişik, en orijinal kuş bibilosuyla arama 200 tl girdi. satıcı hanfendi "ee copenhagen" dedi, yaktı beni. pahalı zevklerim ve ben yine kıç üstü oturduk. bi bibloya 200 tl vermem için önemli gün ve haftaların en önemlisini yaşıyo olmam gerek. aynı tükan bi kere de ufak, gümüş fare biblosuyla bana işkence çektirmişti. gelip gidip kuyruğu uzun ve dimdik duran o minicik fareyle platonik bir bakışma yaşamış ve bir gün artık rafta olmadığını fark edip tükana dalmış, "fare mi? fare de ne? rafta yoksa satılmıştır" gibi yıkıcı cümlelerle kaderime küsmüştüm. çok güzeldi o fare, komikti, bakınca gülümsetiyodu. bu kuş da öyle bi şi. biblo seviyorum ben napiym. biblo olmaz ayraç olur, o ayrı.
evdeki kitaplar arasında eşelenmekten yeni kitap alamamıştım uzun zamandır. daha doğrusu, önce onlar bi okunsundu, kitap eskimezdi, aklım evdekilerde kalıyodu filan. derken işte bugün 3 kitap birden; ama hepsini çok istiyodum ben zaten. Ian Hodder- çatalhöyük: leoparın öyküsü; Mazhar İşpiroğlu - Bozkır Rüzgarı Siyah Kalem ve Sait Faik Abasıyanık - tüm şiirleri. alakasızlar, farkındayım ama böyle bi şi işte. gönlümde james melaart'ın çatalhöyük'ü yatıyo ama kısmet. geriye doğru okiycam artık napalım. elimde de çağlar keyder. daldan dala. olsun. sistemli okuduk da noldu, sistem filan istemiyorum ben. fak dı sistım o ye.
karşı balkonumuzda iki kız kardeş var, biri 2 diğeri 5 yaşlarında filan. mahallece sıcaktan balkonda yaşadığımız için bu ikiliyi sürekli seyretmekteyim. iki çocuğun bir balkona serili örtü üzerinde toplamda 4 parça oyuncakla saatlerce oynayabilmesi çok müthiş bi şi. yok efendim çocukların dikkati çabuk dağılıyomuş. hani efendim nerde?! dikkat dağılmasını geçtim, gittikçe daha da kapılıyolar bence. görev bilinciyle, resmen 3,5 saatten fazla süredir ellerindeki bebeği balkon demirinde ileri geri yürütüyolar. oyuncak bebek saatiyle düşünürsek dünya turunu tamamladı çoktan. arada anne ve baba da çıkıp oyuna eşlik ediyo, baya hummalı bi faaliyet.
belli bi yaşa kadar, çocuklar kendilerini çok güzel oyalıyo bence. ben mesela, soket çorapları düğümleyerek barbiye elbise yapıcam diye bir yıl, karton kutudan uzay mekiği yapıcam diye de ikinci bir yılı bi çırpıda geçirdim, üçken beş oldum. sonra çocukluk arkadaşım ahmet vardı, beğenmediği barbileri düşman ilan edip balkondan atardı, bahçede aptal aptal oynardık, kardeşine kumpas kurup gıdıklardık, sokakta bebek arabası için olan dar rampalardan kayardık, bana iğrenç şakalar yapardı filan. hiperaktif ve sakardı, onun yaralanma ve sakatlanmaları haricinde kesintisiz saatlerce oynayabiliyoduk. şu anda da mahallenin çocukları birbirlerini büyütmekteler. balkondaki abla kardeş müthiş mutlu. 2,5 yaşından itibaren anaokuluna gitmiş biri olarak fikrim şudur: evet 7 çok geç olabilir; ama o yaştaki çocuğu projeye çevirip yüklenmeyin, yok kurs yok yabancı dil.. bırakın dağınık kalsın, "anneee ahmet uzay mekiğimin üstüne bi leğen su döktüü" diye seslensin, nedir yani.
çocukların mahallesi, bahçesi, parkı filan olsun, ingilizce kursuna sonra da gider. ben gerçekten aileleri bazen anlamıyorum. çocukların oynayabileceği alanlar giderek daralıyo, belediyeden park talep etmek yerine, çocuğu okul öncesi hızlı okuma kursuna filan gönderiyolar. oynayacak oyunu kalmamış hiçbirinin, fark edilmesin diye kurslanıyolar. birdirbir, yakantop, uzun eşek, seksek filan vakit kaybı, "basketbol oynasın ileride sporcu bursu alır" faydacılığı. her adımda çocuğa yatırım adı altında şablonlamalar. yani spor da yapsın tabii ama aynı şey mi? 4 yaşında çocuk o, 40 yaş cv'si gerekmiyo. ya da çocuk şehir dışında, kurtarılmış bölge gibi olan sitelerin, homojen komşuları ile oyun oynuyo, hiçbirinin sümüğü akmayan "güzel" çocuklarla. kapıcının oğlu oyuna dahil olmaya çalışmasın diye nöbet tutuyo anneler. "yavrumun sosyalleşmesi lazım; ama kendi sınıfıyla, di mi kıymetsu?" halleri. bi sonraki adım: "devlet okulu mu iy iğrenç, ziynetgül orda bit kapar". böeh.
misal bizim sokak ister istemez park gibi, her yer yavru kedi ve yavru insan kaynıyo; ama ara sokak nedir bilmeyen hanzoların sokağa her dalışında öyle bi geriliyorum ki anlatamam. bir insan iki arabanın zar zor sığdığı bir sokakta niye otobancılık oynar? sokakta oyun oynayan çocuk olabileceği de unutuldu. son modelciği çizilmesin diye eli belinde, dır dır dır insanın beynini oyarak laf ebeliği yapan cilalı adamlar onlarca çocuğun hayatına teğet geçiyo bu sokakta. ve yan sokakta. ve üst sokakta. yaya geçidinin "belediye tarafından yola çizilmiş kenar süsü" olarak görülmesine alışığım; ama bu da olmaz yahu. sokakları, meydanları, caddeleri arabalara bıraktık. yayalar uzaktan seviyo. hadi ordan.
dikkat her yerden miki çıkabilir.
10 Temmuz 2009 Cuma
doesnt always have to be beautiful unless it's beautiful
slow club çalıyodu demin. çalsın, güzel.
bu cuma akşamı ben: çamaşır yıkadım ve balkon temizledim, on numara ev kızıyım. fayansın rengini hatırladık. balkona çıktım şimşekleri seyrettim, çok sıcaktı yahu. bi sigara içmiş olabilirim, şimşekleri seyrediyodum. hunt for gollum izlendi nihayet, hiç sevmedim. başka bi dvd'de de ham grafikler duruyo, üstüne görüntüleri oturtmamışlar, başrolde dummy arkadaşlar vardı resmen. ay öyle işte. bira istedim, üşenmekten içmedim.
küçükken bi elbise hediye gelir ay nasıl da sevmezsiniz. zaten biraz büyüktür, rengi bi tuhaftır. anneniz çok bi sevebilir, tam genç kız elbisesi filandır, oh dersiniz büyüyene kadar giymiycem ve buna daha çok var. derken yıllar günler filan, a büyümüşsünüz, annenizin elinde o elbise. ama bu elbise o olamaz, bu çok güzel. denersiniz olmaz, biraz fazla büyümüşsünüz, giyilemeden evden gider elbise. oysa rengi güzeldir, keşke her elbise o model olsadır, nerde neyi kaçırmışsınızdır, o elbise niye kendisini hatırlatmaz? filan gibi bi şiler oluyo bazen.
odama fıskiye istiyorum. yangın alarmı da olur, zevkine çalıştırabilirim. fır fır fır. hamak da istiyorum. salıncak da olur ama hamak daha rahat. yerim de var.
lastfm güzel şey.
günler geçsin. bu cuma gecesi cumartesiye, ordan da pazara dönüşsün. beklemeyi sevmiyorum.
yaz ayının en güzel yanı tirillik. her şey tiril tiril, herkes daha hafif.
bugün ben kendime jest, kendime hoşluklar içindeydim. arada bu da lazım. yarın mesela: all that jazz. kısmet, üşenmekten korkuyorum. çağrıştım: filmi vardı bunun ve o film güzeldi.
kendime not: koslaoksiekşın çok ürkütücü bi şi, içeriğini oku.
kendime not ne ya, tamamı kendime not zaten.
bu cuma akşamı ben: çamaşır yıkadım ve balkon temizledim, on numara ev kızıyım. fayansın rengini hatırladık. balkona çıktım şimşekleri seyrettim, çok sıcaktı yahu. bi sigara içmiş olabilirim, şimşekleri seyrediyodum. hunt for gollum izlendi nihayet, hiç sevmedim. başka bi dvd'de de ham grafikler duruyo, üstüne görüntüleri oturtmamışlar, başrolde dummy arkadaşlar vardı resmen. ay öyle işte. bira istedim, üşenmekten içmedim.
küçükken bi elbise hediye gelir ay nasıl da sevmezsiniz. zaten biraz büyüktür, rengi bi tuhaftır. anneniz çok bi sevebilir, tam genç kız elbisesi filandır, oh dersiniz büyüyene kadar giymiycem ve buna daha çok var. derken yıllar günler filan, a büyümüşsünüz, annenizin elinde o elbise. ama bu elbise o olamaz, bu çok güzel. denersiniz olmaz, biraz fazla büyümüşsünüz, giyilemeden evden gider elbise. oysa rengi güzeldir, keşke her elbise o model olsadır, nerde neyi kaçırmışsınızdır, o elbise niye kendisini hatırlatmaz? filan gibi bi şiler oluyo bazen.
odama fıskiye istiyorum. yangın alarmı da olur, zevkine çalıştırabilirim. fır fır fır. hamak da istiyorum. salıncak da olur ama hamak daha rahat. yerim de var.
lastfm güzel şey.
günler geçsin. bu cuma gecesi cumartesiye, ordan da pazara dönüşsün. beklemeyi sevmiyorum.
yaz ayının en güzel yanı tirillik. her şey tiril tiril, herkes daha hafif.
bugün ben kendime jest, kendime hoşluklar içindeydim. arada bu da lazım. yarın mesela: all that jazz. kısmet, üşenmekten korkuyorum. çağrıştım: filmi vardı bunun ve o film güzeldi.
kendime not: koslaoksiekşın çok ürkütücü bi şi, içeriğini oku.
kendime not ne ya, tamamı kendime not zaten.
9 Temmuz 2009 Perşembe
severdöver
biçerdöver gibi, uyurgezer gibi bi şi.
kadın dayak yiyince, kocasıyla barıştıranlar hep bunu der: kocandır, yapar.
bütün bir aile bi kadının canına kast edince yine aynısı: kol kırılır yen içinde kalır.
bunu söyleyenlerin hayatlarında hiç kolları kırılmamıştır oysa. şöyle dirsekten bileğe 10 ayrı yerden kırık nedir, bilmezler.
kadına sığınma evi açmak nedir, neden gereklidir, açarken neden kırmızı kurdeleli tören yapılmamalıdır, bunlar ince işler. biliyosunuz bu ülkede "açılış", bir koyun, bolca alkış, bir kırmızı kurdele görmedikçe sayılmaz. duyurucan, ilan edilicek, kapısı çelenklenecek. böyle sığınma evi açıldı zamanında bu ülkede. alay eder gibi. hani evlilik yaşı gelmiş kız varsa evde çatıya testi koyarlarmış, o kıvam. cümlealem bilsin.
camdan atılan (ben düştüğüne inanmayanlardanım, üzgünüm) ve sonra amcası tarafından bıçaklanan 17 yaşındaki kız ailesine teslim edilmiş. bu bir nedir? kendi isteğiymiş. 17 yaşında bir çocuğun isteği kamu yararından sonra gelir. çocuk yahu. bu çocuğun koruma altında olması ve belki de kimlik değiştirmesi gerekirken hale bak. öldürüp teslim etselermiş, az iş çıkardı aileye. şimdi ohoo, katil adayı bul, yöntem düşün, öldüğünden emin ol - ki kız ölmek bilmiyor, cenazesi hapishanesi cart curt.
işte bu tip haberleri görünce, "kadınlaarrr, can vereennn, seveceeennn, annelerimizdiiir, cennet anaların ayaklarının altındadıııır" diyen ilk yetkilinin kolunu kırmak istiyorum ben. kadına anca böyle bebe battaniyesi pozisyonu reva gören kafaların kollarını büke büke aybüke. anladınız siz. "bekar evi"nden bi ev dolusu erkek anlaşılan bu ülkede binlerce kadın bekar bekar çalışıyor, kazanıyor, vergi ödüyor, emeği sömürülse de bir hayat kurmaya çalışıyor. bu kadınların, her gün yaşadıkları hak ihlallerini bi kenara koyup "çok şükür bugün de güneşi batırdık" demesi, yaşadığına, eğitimine, işine şükretmesi bekleniyor.
hatırlatılan hep bu: "sen yırtmışsın, daha ne, bak orda bir yerde birileri namus adına linç ediliyor". evet, görece "şanslı" kadınlar var, bazı haklarını elinde tutabilmiş, azınlıkta olanlar... ama ne acı ki bu kadınlar hemcinslerinin hakları, hayatları yok edildikçe onların vebalini çekmek, vicdanlarında onları taşımak ve kendi haklarından feragat edip o acıyı hissetmek zorunda. kendilerine sıra gelemiyor. tarifi zor bir şey bu. erkeklere de söyleniyor benzer şeyler, çok farklı değil. ama kadına söylenenin çok daha derin, katmerli, "hayatta olduğuna şükret be güzel"e varan bir yanı var: "şikayet etme, şükret!" deniyor. talep ettiği hak ona lüks görünüyor; çünkü şu anda bile haddinden fazlasına sahip sanki.
ben orda bir yerde 17 yaşında bir kızın katillerine devir teslimini okuduktan sonra, bir sürü kadın ve bir sürü erkek bunu okuduktan sonra, hayat aynı devam etmiyor. üzgünüm, edememeli. biz şimdi üç vakte kadar o kızın öldüğünü okuyacağımızı bilerek diğer haberlere devam ettiysek, şimdiden kızı gömdüysek, "şanslı" kadınların şansı çok büyük bir soru işareti. siz, sırf bir grup adamın kafasına yatmadı, körcahil uyarılarına aldırmayıp işine devam etti diye yüzüne kezzap atılmış, kör olmuş bir kadın öğretmen tanımadıysanız, "şanslı azınlık"ın nasıl sallantılı bir şey olduğunu bilemezsiniz. bu sadece cana kasıt anlamında değil, varlığın reddiyle ilgili bir temel sorun. orda bir yerde, uzakta değil tam da devletin göbeğinde, yangında en son kurtarılacak şeylerin başında kadın geliyor, gemiyi ilk kaptan terk ediyor.
-----
"kadın hakkı yoktur, insan hakları vardır, çünkü kadın nihayetinde insandır" diyen çok. o zaman çocuk hakları da yok. yaşlı hakları, engelli hakları, eşcinsel hakları, azınlık hakları da yok. hepsi insan. hatta insan hakları yok, çünkü neticede biz de hayvanız, niye özel muamele çekilsin? "canlı hakları" diyelim, bırakalım. bakınız: örümcek ve böcekleri saydığımızda insanoğlu azınlıkta kalıyor, türcülüğe gerek yok. laf ebeliği değil bu, kitabı var: animal liberation.
insan hakları genel bir şemsiye olsa da bunun alt kalemleri mevcut, üzgünüm. çünkü hepsi birbirinden farklı yapıda ve farklı tezahürlerde. toplum düz çizgi değil. toplum bireyler toplamı da değil. birey hafızasının ömrüyle toplum hafızası kıyas kabul etmez.
bugün o eşit iş, eşit ücret diyen sendikalarda çocuk işçi yoksa, kadın işçi yoksa, engelli işçi yoksa, bunların hepsi ayrı ayrı birer sorundur. çocuk sürekli dayak yiyor okula gitmiyorsa, "kadının yeri evi olmalı"ysa, doğum izni, kreş hizmeti yoksa ve engelli evinden bile çıkamıyosa, uygun teçhizat yoksa bunlar aynı şey değil. kadın haklarının varlığı "korunmaya ihtiyaç duyan acizeler" olduğu için değil, ataerkillik denen yapının varlığından kaynaklanıyor. yoksa eşcinseller, azınlıklar veya engelliler de aciz değil.
"feminizm" denince "amazon ordusu hepimizi kesecek" veya "hepsi kendi pipisi olsun isteyen bıyıklı lezbiyen" anlamak "eşcinsellik bi hastalık" demek kadar abes artık. zaten mesele ataerkillik, cinsiyet rolleri. hepsini kapsıyor, hiçbirini ayırmıyor. mesele işte bu kızı ailesine teslim edilmesi. mesele bu yapı. mesele yen içinde kalmak, mesele yenin kendisi. nokta.
kadın dayak yiyince, kocasıyla barıştıranlar hep bunu der: kocandır, yapar.
bütün bir aile bi kadının canına kast edince yine aynısı: kol kırılır yen içinde kalır.
bunu söyleyenlerin hayatlarında hiç kolları kırılmamıştır oysa. şöyle dirsekten bileğe 10 ayrı yerden kırık nedir, bilmezler.
kadına sığınma evi açmak nedir, neden gereklidir, açarken neden kırmızı kurdeleli tören yapılmamalıdır, bunlar ince işler. biliyosunuz bu ülkede "açılış", bir koyun, bolca alkış, bir kırmızı kurdele görmedikçe sayılmaz. duyurucan, ilan edilicek, kapısı çelenklenecek. böyle sığınma evi açıldı zamanında bu ülkede. alay eder gibi. hani evlilik yaşı gelmiş kız varsa evde çatıya testi koyarlarmış, o kıvam. cümlealem bilsin.
camdan atılan (ben düştüğüne inanmayanlardanım, üzgünüm) ve sonra amcası tarafından bıçaklanan 17 yaşındaki kız ailesine teslim edilmiş. bu bir nedir? kendi isteğiymiş. 17 yaşında bir çocuğun isteği kamu yararından sonra gelir. çocuk yahu. bu çocuğun koruma altında olması ve belki de kimlik değiştirmesi gerekirken hale bak. öldürüp teslim etselermiş, az iş çıkardı aileye. şimdi ohoo, katil adayı bul, yöntem düşün, öldüğünden emin ol - ki kız ölmek bilmiyor, cenazesi hapishanesi cart curt.
işte bu tip haberleri görünce, "kadınlaarrr, can vereennn, seveceeennn, annelerimizdiiir, cennet anaların ayaklarının altındadıııır" diyen ilk yetkilinin kolunu kırmak istiyorum ben. kadına anca böyle bebe battaniyesi pozisyonu reva gören kafaların kollarını büke büke aybüke. anladınız siz. "bekar evi"nden bi ev dolusu erkek anlaşılan bu ülkede binlerce kadın bekar bekar çalışıyor, kazanıyor, vergi ödüyor, emeği sömürülse de bir hayat kurmaya çalışıyor. bu kadınların, her gün yaşadıkları hak ihlallerini bi kenara koyup "çok şükür bugün de güneşi batırdık" demesi, yaşadığına, eğitimine, işine şükretmesi bekleniyor.
hatırlatılan hep bu: "sen yırtmışsın, daha ne, bak orda bir yerde birileri namus adına linç ediliyor". evet, görece "şanslı" kadınlar var, bazı haklarını elinde tutabilmiş, azınlıkta olanlar... ama ne acı ki bu kadınlar hemcinslerinin hakları, hayatları yok edildikçe onların vebalini çekmek, vicdanlarında onları taşımak ve kendi haklarından feragat edip o acıyı hissetmek zorunda. kendilerine sıra gelemiyor. tarifi zor bir şey bu. erkeklere de söyleniyor benzer şeyler, çok farklı değil. ama kadına söylenenin çok daha derin, katmerli, "hayatta olduğuna şükret be güzel"e varan bir yanı var: "şikayet etme, şükret!" deniyor. talep ettiği hak ona lüks görünüyor; çünkü şu anda bile haddinden fazlasına sahip sanki.
ben orda bir yerde 17 yaşında bir kızın katillerine devir teslimini okuduktan sonra, bir sürü kadın ve bir sürü erkek bunu okuduktan sonra, hayat aynı devam etmiyor. üzgünüm, edememeli. biz şimdi üç vakte kadar o kızın öldüğünü okuyacağımızı bilerek diğer haberlere devam ettiysek, şimdiden kızı gömdüysek, "şanslı" kadınların şansı çok büyük bir soru işareti. siz, sırf bir grup adamın kafasına yatmadı, körcahil uyarılarına aldırmayıp işine devam etti diye yüzüne kezzap atılmış, kör olmuş bir kadın öğretmen tanımadıysanız, "şanslı azınlık"ın nasıl sallantılı bir şey olduğunu bilemezsiniz. bu sadece cana kasıt anlamında değil, varlığın reddiyle ilgili bir temel sorun. orda bir yerde, uzakta değil tam da devletin göbeğinde, yangında en son kurtarılacak şeylerin başında kadın geliyor, gemiyi ilk kaptan terk ediyor.
-----
"kadın hakkı yoktur, insan hakları vardır, çünkü kadın nihayetinde insandır" diyen çok. o zaman çocuk hakları da yok. yaşlı hakları, engelli hakları, eşcinsel hakları, azınlık hakları da yok. hepsi insan. hatta insan hakları yok, çünkü neticede biz de hayvanız, niye özel muamele çekilsin? "canlı hakları" diyelim, bırakalım. bakınız: örümcek ve böcekleri saydığımızda insanoğlu azınlıkta kalıyor, türcülüğe gerek yok. laf ebeliği değil bu, kitabı var: animal liberation.
insan hakları genel bir şemsiye olsa da bunun alt kalemleri mevcut, üzgünüm. çünkü hepsi birbirinden farklı yapıda ve farklı tezahürlerde. toplum düz çizgi değil. toplum bireyler toplamı da değil. birey hafızasının ömrüyle toplum hafızası kıyas kabul etmez.
bugün o eşit iş, eşit ücret diyen sendikalarda çocuk işçi yoksa, kadın işçi yoksa, engelli işçi yoksa, bunların hepsi ayrı ayrı birer sorundur. çocuk sürekli dayak yiyor okula gitmiyorsa, "kadının yeri evi olmalı"ysa, doğum izni, kreş hizmeti yoksa ve engelli evinden bile çıkamıyosa, uygun teçhizat yoksa bunlar aynı şey değil. kadın haklarının varlığı "korunmaya ihtiyaç duyan acizeler" olduğu için değil, ataerkillik denen yapının varlığından kaynaklanıyor. yoksa eşcinseller, azınlıklar veya engelliler de aciz değil.
"feminizm" denince "amazon ordusu hepimizi kesecek" veya "hepsi kendi pipisi olsun isteyen bıyıklı lezbiyen" anlamak "eşcinsellik bi hastalık" demek kadar abes artık. zaten mesele ataerkillik, cinsiyet rolleri. hepsini kapsıyor, hiçbirini ayırmıyor. mesele işte bu kızı ailesine teslim edilmesi. mesele bu yapı. mesele yen içinde kalmak, mesele yenin kendisi. nokta.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
kiraz
oda oda oda. bikaç film. gollum'muş, wolverine'miş, ihmal ettiğim kafayormayangil tayfası. ankaradan kitaplarlar taşıdım, nihayet. sırayla, sakin zamanlarda. yatağıma yastık aldım, yaşasın indirim. camlarımın bi kısmını sildim; çünkü yükseklik korkum var. sevgilimin hediye ettiği bütün kuş bibloları artık rafta. şu an odama baktığımda, huzur dolu burası. bi de bu sıcakta yokuş yukarı yürüyüp sonra yarım saat otobüste durabilmeyi çözersem tam olcek.
şimdi, tam şu an kiraz yerken aklıma geldiği için anlatıyorum:
küçükken kimonom vardı benim, böyle turkuaz üstü beyaz- pembe kiraz çiçekleriyle dolu, halis mulis capon işi kimono. bunu duyan örtmenler 23 nisanda japon kızı olmama karar verdiler. 3. sınıftaki bendeniz de ağlayarak "ama sarışın capon yok kiii, kimse inanmiycak kiii" diye kendilerini akla mantığa davet ettim. sınıf arkadaşım gizem, ki kendisi enine ve özellikle boyuna benden uzundu, kısa ve küt kesimli siyah saçlarıyla japon kızı oldu. ben de içten içe "kimono kısa kollu bi şi diil kiii, kimono giyince göbek görünmez kiii" diye söylenmeye devam ettim. gerçekçiliğim ve ben 23 nisanda sahneye çıkma şansımızı japon halkının temsiline gölge düşmesin diye reddetmiş olduk. gerçi önemli gün ve haftalara ve hele hele şiir okumaya pek meraklı diildim ama güzel fotoğrafları olmuştu hepsinin.
aynı yaşlarda bir sonraki sahneye çıkışımda burnumda ve yanaklarımda rujla çizilmiş birer kırmızı top vardı ve kukla rolündeydim. fosforlu renkteki geometrik şekillerle kaplı kostümlerimiz ve mor ötesi ışık altındaki süpersonik elektronik dansımız hafızalara kazındı. daha da önemlisi ben "kukla palyaço diil ki, bu makyajla kukla olmaz kiii" kıvamı itirazlarımı arkadaşlarıma ve aileme iletmiş, örtmenlere söylemememin daha iyi olacağını hissedip susmuştum.
bundan yaklaşık 8-10 yıl sonra, kardeşim kendi okulundaki kostümlü partimsi yıl sonu şeyinde japon kızı oldu. aynı kimonoyla ve aynı sarı saçlarıyla. yüzündeki pudra, elindeki yelpaze, dudağındaki noktamsı kırmızı ruj ve kafasındaki yapma kiraz çiçekleriyle dolu taç sayesinde kimse saç rengine takılmadı. çorapla giydiği parmak arası terlikler son nokta olmuştu zaten. sonra annem kardeşime dönüp "bu ablan var ya, sarışın japon olmaz diye ağlamıştı sinirinden nıhohaha" diye mazimi kardeşime anlattı. ben de "olmaz işte napiym" dedim. kardeşim de "olmaz da ablam bazen çok takılıyo" dedi.
sonra üşenmeyip bana artık tshirt boyutlarında olan kimonoyu giydirdiler, annem makyajımı yaptı, tacımı taktım, defne elime yelpazeyi tutuşturdu, ben minik penguen adımlarıyla yürüyüp aniden "vataşiva kendi" diyerek zafer işareti çaktım, güldük. the end.
şimdi, tam şu an kiraz yerken aklıma geldiği için anlatıyorum:
küçükken kimonom vardı benim, böyle turkuaz üstü beyaz- pembe kiraz çiçekleriyle dolu, halis mulis capon işi kimono. bunu duyan örtmenler 23 nisanda japon kızı olmama karar verdiler. 3. sınıftaki bendeniz de ağlayarak "ama sarışın capon yok kiii, kimse inanmiycak kiii" diye kendilerini akla mantığa davet ettim. sınıf arkadaşım gizem, ki kendisi enine ve özellikle boyuna benden uzundu, kısa ve küt kesimli siyah saçlarıyla japon kızı oldu. ben de içten içe "kimono kısa kollu bi şi diil kiii, kimono giyince göbek görünmez kiii" diye söylenmeye devam ettim. gerçekçiliğim ve ben 23 nisanda sahneye çıkma şansımızı japon halkının temsiline gölge düşmesin diye reddetmiş olduk. gerçi önemli gün ve haftalara ve hele hele şiir okumaya pek meraklı diildim ama güzel fotoğrafları olmuştu hepsinin.
aynı yaşlarda bir sonraki sahneye çıkışımda burnumda ve yanaklarımda rujla çizilmiş birer kırmızı top vardı ve kukla rolündeydim. fosforlu renkteki geometrik şekillerle kaplı kostümlerimiz ve mor ötesi ışık altındaki süpersonik elektronik dansımız hafızalara kazındı. daha da önemlisi ben "kukla palyaço diil ki, bu makyajla kukla olmaz kiii" kıvamı itirazlarımı arkadaşlarıma ve aileme iletmiş, örtmenlere söylemememin daha iyi olacağını hissedip susmuştum.
bundan yaklaşık 8-10 yıl sonra, kardeşim kendi okulundaki kostümlü partimsi yıl sonu şeyinde japon kızı oldu. aynı kimonoyla ve aynı sarı saçlarıyla. yüzündeki pudra, elindeki yelpaze, dudağındaki noktamsı kırmızı ruj ve kafasındaki yapma kiraz çiçekleriyle dolu taç sayesinde kimse saç rengine takılmadı. çorapla giydiği parmak arası terlikler son nokta olmuştu zaten. sonra annem kardeşime dönüp "bu ablan var ya, sarışın japon olmaz diye ağlamıştı sinirinden nıhohaha" diye mazimi kardeşime anlattı. ben de "olmaz işte napiym" dedim. kardeşim de "olmaz da ablam bazen çok takılıyo" dedi.
sonra üşenmeyip bana artık tshirt boyutlarında olan kimonoyu giydirdiler, annem makyajımı yaptı, tacımı taktım, defne elime yelpazeyi tutuşturdu, ben minik penguen adımlarıyla yürüyüp aniden "vataşiva kendi" diyerek zafer işareti çaktım, güldük. the end.
7 Temmuz 2009 Salı
hissiyat
heykel takıntım olduğuna kanaat getirdim. resimden pek anlamayan bir millet olarak üç boyutlu versiyonuyla güreş tutuyo olmamız bana enteresan geliyor. bi de benim bi şi yapmama gerek yok, sürekli bi heykel haberi var etrafta. buyrun: üsküdar.
özetlemek gerekirse durum şu:
futbol federasyonu başkanını anmak için: dev bir metal futbol topu.
hayatın her anının değerli olduğunu hatırlatmak için: dev bir çalar saat.
istanbulu fethettiğimizden emin olmak için: 1453 sayısı.
böyle yani, adeta okul öncesi eğitim kitabı. resimli, boyamalı filan.
hani çocuklara temel ilişkileri, renkleri, geometrik şekilleri filan öğretir, o hesap. en basit haliyle, 3 yaşından küçük çocukların da oynayabileceği büyüklükte.
havuç görüyoruz, tavşaaan! bal görüyoruz, ayıııı! balık görüyoruz, kediiii! öyle yani. beynimizi yormuyoruz yaz sıcağında, omurilikten sanat algısı. dolaylamadan, en doğrudan. top görüyoruz, futboool. saat görüyoruz, zamaaan. 1453 görüyoruz, ah hiç aklımdan çıkmıyor ki.
yazık sana be üsküdar. bi de üstelik düşünülen heykel sayısı 26. hepsi dökme beton heralde. ankaradan artan "sıçrayan tiftik keçisi" çalışmalarını da bi ağacın altına yerleştirebilirler, bu eser bize "ankaranın başkent oluşu"nu anlatır. misal.
yani ne bileyim, 62'den tavşan yapmak bile şu heykellerin yanında yaratıcılık dolu, insan algısını zenginleştiren bir soyutlama oluveriyo. ne acı.
gerçi ne şaşırıyorum, aynı zihniyet denizlinin girişine garabet bir horoz, mersinin girişine de dev, turuncu bir portakal dikerek, heykelden anladığının "play-doh oyun hamuruyla en gerçekçi görüntüyü yakalamak" olduğunu ilan etti. şehirlerin sembollerini dikmekte bi sakınca yok; benim derdim yaratıcılık. heykeltraşlık, fakültelilik buna yetmiyor. misal, horozla neler yapılabileceğini pablo picasso bize 2 boyutlu ve 3 boyutlu olarak gösterdi, onun taklidi bile şu mevcut heykelden daha onurludur.
ben bi şehre girince, bi semte gidince kahrımdan gülmek istemiyorum. çok şey mi bu?
bir şeyin heykelini dikecekken gözünüzün önünde beliren o fotoğraf karesini en gerçekçi şekliyle hayata geçirmeye uğraşmak, ama en basit malzemelerle, estetikten uzak yapmak, sanat olmuyor benim nezdimde. evet benim nezdim var... zira bu horoz mesela, böyle müthiş realist, yarı canlı bi şi de değil ki takdir edeyim. gerçek bir horozun karikatürü. futbol topu, çalar saat ve özellikle 1453 konusuna girmiyorum.
yok neymiş, akdeniz heykeliymiş. melihmiş, periler ülkesindeymiş, kemermiş, aşkmış.
şaka gibiyim.
daha önce de söylemiştim: biz heykelin faydalısını severiz. ahlak aşılayamıyosa bari kültür tanıtım. bak mesela, hop girişte portakal, orda kal, hemen bana mersinin neyinin meşhur olduğunu anlattı. keza horoz. keza tiftik keçileri ve ankara. kayseri mesela, mantı ve pastırma arasında ikilemde kalmış olabilir, bilemiyorum. "bu heykel bana ne anlatıyor" diye sormak mümkün, hatta tercih meselesi; ama heykelin bana "sen aptalsın anlamazsın, olabildiğince basit anlatıyorum: PORTAKAL! HOROZ! TİFTİK KEÇİSİ!! " demesi biraz hakarete varıyor.
estetik adına hakaret yani. estetik dediğin bir hissiyat, bir zevk. üsküdarın göbeğine 1453 yazınca "I amsterdam" gibi durmuyor, üzgünüm. ahmet haşim 1453 kere öper adamı sonra.
özetlemek gerekirse durum şu:
futbol federasyonu başkanını anmak için: dev bir metal futbol topu.
hayatın her anının değerli olduğunu hatırlatmak için: dev bir çalar saat.
istanbulu fethettiğimizden emin olmak için: 1453 sayısı.
böyle yani, adeta okul öncesi eğitim kitabı. resimli, boyamalı filan.
hani çocuklara temel ilişkileri, renkleri, geometrik şekilleri filan öğretir, o hesap. en basit haliyle, 3 yaşından küçük çocukların da oynayabileceği büyüklükte.
havuç görüyoruz, tavşaaan! bal görüyoruz, ayıııı! balık görüyoruz, kediiii! öyle yani. beynimizi yormuyoruz yaz sıcağında, omurilikten sanat algısı. dolaylamadan, en doğrudan. top görüyoruz, futboool. saat görüyoruz, zamaaan. 1453 görüyoruz, ah hiç aklımdan çıkmıyor ki.
yazık sana be üsküdar. bi de üstelik düşünülen heykel sayısı 26. hepsi dökme beton heralde. ankaradan artan "sıçrayan tiftik keçisi" çalışmalarını da bi ağacın altına yerleştirebilirler, bu eser bize "ankaranın başkent oluşu"nu anlatır. misal.
yani ne bileyim, 62'den tavşan yapmak bile şu heykellerin yanında yaratıcılık dolu, insan algısını zenginleştiren bir soyutlama oluveriyo. ne acı.
gerçi ne şaşırıyorum, aynı zihniyet denizlinin girişine garabet bir horoz, mersinin girişine de dev, turuncu bir portakal dikerek, heykelden anladığının "play-doh oyun hamuruyla en gerçekçi görüntüyü yakalamak" olduğunu ilan etti. şehirlerin sembollerini dikmekte bi sakınca yok; benim derdim yaratıcılık. heykeltraşlık, fakültelilik buna yetmiyor. misal, horozla neler yapılabileceğini pablo picasso bize 2 boyutlu ve 3 boyutlu olarak gösterdi, onun taklidi bile şu mevcut heykelden daha onurludur.
ben bi şehre girince, bi semte gidince kahrımdan gülmek istemiyorum. çok şey mi bu?
bir şeyin heykelini dikecekken gözünüzün önünde beliren o fotoğraf karesini en gerçekçi şekliyle hayata geçirmeye uğraşmak, ama en basit malzemelerle, estetikten uzak yapmak, sanat olmuyor benim nezdimde. evet benim nezdim var... zira bu horoz mesela, böyle müthiş realist, yarı canlı bi şi de değil ki takdir edeyim. gerçek bir horozun karikatürü. futbol topu, çalar saat ve özellikle 1453 konusuna girmiyorum.
yok neymiş, akdeniz heykeliymiş. melihmiş, periler ülkesindeymiş, kemermiş, aşkmış.
şaka gibiyim.
daha önce de söylemiştim: biz heykelin faydalısını severiz. ahlak aşılayamıyosa bari kültür tanıtım. bak mesela, hop girişte portakal, orda kal, hemen bana mersinin neyinin meşhur olduğunu anlattı. keza horoz. keza tiftik keçileri ve ankara. kayseri mesela, mantı ve pastırma arasında ikilemde kalmış olabilir, bilemiyorum. "bu heykel bana ne anlatıyor" diye sormak mümkün, hatta tercih meselesi; ama heykelin bana "sen aptalsın anlamazsın, olabildiğince basit anlatıyorum: PORTAKAL! HOROZ! TİFTİK KEÇİSİ!! " demesi biraz hakarete varıyor.
estetik adına hakaret yani. estetik dediğin bir hissiyat, bir zevk. üsküdarın göbeğine 1453 yazınca "I amsterdam" gibi durmuyor, üzgünüm. ahmet haşim 1453 kere öper adamı sonra.
6 Temmuz 2009 Pazartesi
1 hafta 7 gün
terra mater
hasankeyf'le ilgili biri bir şey söylüyor, toprak dile gelip cevabını veriyor: 15 bin yıl.
yunanlılar gerektiğinde tanrı ya da titan doğurabilen toprakla şaka olmadığını çözeli binlerce yıl oluyor. ben diyeyim gaia sen de kibele, böyle böyle eskiler çözmüş işi mirim. bak birden fazla ismi bile var. toprak bu, 15 bin yıl çıkarıverir, her yıla bi çakıl taşı koysan altında kalırsın. bunun bi cevap olması fikri hoşuma gidiyo, yapıcak bi şi yok.
misal, şöyle bi haberi okurken insan, bi şehrin kendi tanrısı olması fikrine bi anda ısınabilir. athena'nın gölgesi atina'nın üstündeyken insan taş oynatmaya korkar bence. istanbula da bulsak ya birilerini. gaia mesela, şahsen istanbuldan sorumlu olsa bi süre, yakından ilgilense. bi süre yahu. başkası da olur. böyle hafif karanlık bi dişi olsun ama, hükümet gibi tanrıça. ne bileyim, bu haber özelinde demeter de olur, olmadı kızı persefon da olur. tepesi atınca şiddetinden korkulacak bi kadın olsun. misal, demeterin ağaçlarına dokunabilmenin nasıl bir cesaret istediğini bilmeyenler, gaia'nın gazabını bilmeyenler tadarak öğrensin. bi de artemis'in hayvanları meselesi var ki o ayrı konu.
bi değişiklik olsun, kadınlardan korksunlar bari, dişilerin, tanrıçaların gazabı ürkütsün. hani babasının dayağından korkar insan da annesinin gazabı başkadır ya, o korkunun tam adı yoktur ama büyüklüğü ürkütücü olabilir ya.. belki işte öyle bi şiler. ne var yani, "işimiz allaha kaldı" deyince oluyor, ben daha yaşlı hanfendilerden yardım isteyince kulağa masal gelmesin. olur mu olur. belki. niye olmasın. imagine.
yunanlılar gerektiğinde tanrı ya da titan doğurabilen toprakla şaka olmadığını çözeli binlerce yıl oluyor. ben diyeyim gaia sen de kibele, böyle böyle eskiler çözmüş işi mirim. bak birden fazla ismi bile var. toprak bu, 15 bin yıl çıkarıverir, her yıla bi çakıl taşı koysan altında kalırsın. bunun bi cevap olması fikri hoşuma gidiyo, yapıcak bi şi yok.
misal, şöyle bi haberi okurken insan, bi şehrin kendi tanrısı olması fikrine bi anda ısınabilir. athena'nın gölgesi atina'nın üstündeyken insan taş oynatmaya korkar bence. istanbula da bulsak ya birilerini. gaia mesela, şahsen istanbuldan sorumlu olsa bi süre, yakından ilgilense. bi süre yahu. başkası da olur. böyle hafif karanlık bi dişi olsun ama, hükümet gibi tanrıça. ne bileyim, bu haber özelinde demeter de olur, olmadı kızı persefon da olur. tepesi atınca şiddetinden korkulacak bi kadın olsun. misal, demeterin ağaçlarına dokunabilmenin nasıl bir cesaret istediğini bilmeyenler, gaia'nın gazabını bilmeyenler tadarak öğrensin. bi de artemis'in hayvanları meselesi var ki o ayrı konu.
bi değişiklik olsun, kadınlardan korksunlar bari, dişilerin, tanrıçaların gazabı ürkütsün. hani babasının dayağından korkar insan da annesinin gazabı başkadır ya, o korkunun tam adı yoktur ama büyüklüğü ürkütücü olabilir ya.. belki işte öyle bi şiler. ne var yani, "işimiz allaha kaldı" deyince oluyor, ben daha yaşlı hanfendilerden yardım isteyince kulağa masal gelmesin. olur mu olur. belki. niye olmasın. imagine.
3 Temmuz 2009 Cuma
serçe
nar çiçeği ojelerim var. bakıyorum gözümü alıyo, alışamadım tam. ben turuncuyu pek sevmem zaten. soluk silik renklerim sebebiyle sarı-turuncu-kırmızı üçlüsü fazla parlak kalıyo üstümde. ama tırnaklarım nar çiçeği, parlak parlak. sevdim mi nedir keretayı.
bu akşam yine mini bavullanmalar, ankaraya. geçen yıl o kadar çok otobüse bindim ki, o kadar çok bu güzergahta gidip geldim ki artık doz aşımı sanırım. bi an önce bitsin o yol istiyorum. neyse işte, herkes tatile çıkıyo, ben çıkamıyorum, doğumgünü önemli bi şidir, falan fülün.
her yer kedi yavrusu. kapı önü kedisi hurç büyüdü, yerine yenileri geldi. kapı önü kedisi hurç apartmana girince merdivenler boyunca boydan boya bize eşlik eder, uğurlar; ama apartmandan çıkmaz. bankta oturuyosanız gelip ayağınıza sarılır, öylece yatar. kedi işte.
kahvaltı ederken serçelerin eşlik etmesini gerçekten çok seviyorum.
odamın ortasında atıl halde duran atölyeme ne kadar yazık.. bu hafta el atıcam umarım.
ilk kez odamın duvarları boş. ne kadar tuhaf bi şiymiş. dolapta, yerde gökte parça pinçik bi şiler olsun istiyorum bi yandan, bi yandan bu fikir beni yoruyo, bi yandan daha bu evde o kadar birikmiş değilim. yani o yapışacak "yaşanmışlık" taşıyan/ taşıması umulan parçalar daha birikemedi. belki de bundan işte, tuhaf. o her zamanki kartpostallar, yazılar, minik fotolar torbamı ankarada bıraktım. yeni eve yeniler girsin diye. bakalım.
belki de artık fotoğrafları bilgisayarda tutmak yerine bastırmanın zamanı gelmiştir.
nar çiçeği de sevdiğim yegane turuncu tonu olsun madem.
bu akşam yine mini bavullanmalar, ankaraya. geçen yıl o kadar çok otobüse bindim ki, o kadar çok bu güzergahta gidip geldim ki artık doz aşımı sanırım. bi an önce bitsin o yol istiyorum. neyse işte, herkes tatile çıkıyo, ben çıkamıyorum, doğumgünü önemli bi şidir, falan fülün.
her yer kedi yavrusu. kapı önü kedisi hurç büyüdü, yerine yenileri geldi. kapı önü kedisi hurç apartmana girince merdivenler boyunca boydan boya bize eşlik eder, uğurlar; ama apartmandan çıkmaz. bankta oturuyosanız gelip ayağınıza sarılır, öylece yatar. kedi işte.
kahvaltı ederken serçelerin eşlik etmesini gerçekten çok seviyorum.
odamın ortasında atıl halde duran atölyeme ne kadar yazık.. bu hafta el atıcam umarım.
ilk kez odamın duvarları boş. ne kadar tuhaf bi şiymiş. dolapta, yerde gökte parça pinçik bi şiler olsun istiyorum bi yandan, bi yandan bu fikir beni yoruyo, bi yandan daha bu evde o kadar birikmiş değilim. yani o yapışacak "yaşanmışlık" taşıyan/ taşıması umulan parçalar daha birikemedi. belki de bundan işte, tuhaf. o her zamanki kartpostallar, yazılar, minik fotolar torbamı ankarada bıraktım. yeni eve yeniler girsin diye. bakalım.
belki de artık fotoğrafları bilgisayarda tutmak yerine bastırmanın zamanı gelmiştir.
nar çiçeği de sevdiğim yegane turuncu tonu olsun madem.
2 Temmuz 2009 Perşembe
anlamadığımız şeylere masal denir
'There is no use trying,' said Alice, 'One can't believe impossible things.'
'I dare say you haven't had much practice,' said the queen, 'When I was your age, I always did it for a half hour a day. Why, sometimes I've believed as many as six impossible things before breakfast.'"biz en ağır hikayeleri çocukken dinlemişiz. dinleyip de unutmuşuz.
yaşlar biriktikten sonra bi gün aklımıza gelmiş, yuh artık bi çocuğa da bunlar anlatılır mı demişiz.
bi de sen küçüksün anlamazsın derler.
küçükken don kilot diye dalga geçtiğimiz don kişot'tan da bu vesileyle özür dilerim.
1 Temmuz 2009 Çarşamba
ılıs
çevre bakanımızın geçmişinde "sular idaresi"nde çalışmışlık var malum. DSİ Genel Müdürlüğü, her yer su ve her şey su. fıskiye gibi seriliveriyor bu geçmiş. insanı aile ve okuldan sonra en çok da işi şekillendiriyor çünkü. hele türkiye gibi duygusal tepkilenmeler memleketinde namusuna sövmüşsünüz gibi cv savunması gelebiliyor. Dünya Su Konseyi "guvernörü" imiş ayrıca. yani demem o ki, çevreyle ilgili ilk algısı su üzerinden, ki bu iyi olabilirdi; ama daha ziyade "bir kaynak olarak su" üzerinden. bunu habire diyorum ben, niyeyse.
konu ılısu barajı: barajı istemeyenler vatanı sevmiyormuş.
demokratik ülkelerde bir şeyi istememe, itiraz etme, isterseniz protesto için donunuzu başınıza geçirme hakkınız olur. barajı istememek de bu kapsama giriyo. "vatanı bölmeye çalışan iç nifak" ise en hafifinden bir suçlama, itham, etiketlemedir; yani aynı şey değil. "o protesto ediyosa ben de küfrediyorum" mantığı da bu yüzden sakat yani. birinin özgürlüğü diğerinin haklarını ihlal etmeye başlayınca-- anladınız siz, ilkokul ezberi. daha komplike de olabilirdi; ama abc seviyesindeyiz.
Bu barajı istemeyenler var. Türkiye’yi sevmeyen, o bölgedeki insanların hayat seviyesinin yükselmesini, kalkınmasını istemeyenler var. Geçmişte Atatürk Barajı’na da karşı çıktılar. Ama şimdi gidin bizim su götürdüğümüz insanların mutluluğunu bir görün. Nereden nereye geldiler. Onun için bir kere, Türkiye bölgesel bir güç. Bu çalışmalarla, o bölgenin insanının refah seviyesi artacak. Bu yüzden, Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını istemeyen bazı mihraklar, hatta bazı ülkelerin temsilcileri, maalesef bu barajın önüne set çekmek istiyorlar.
bu iç ve dış mihrak paranoyasını çerçeveletip duvarımıza astık, çerçeve çürüdü, hala bitmiyor. keza bölgesel güç olduğumuz için tapınmayıp itiraz edenlerin pis vatandaş ilan edilişini de. bir şeye itiraz ediliyorsa, mantıklı bir açıklama, destekli bir konuşma bir savunma olabilir, kaale alınabilir; ama böyle çemkirella haller, çamur atmalar, "ben haksızsam o da boklu" mantığıyla üste çıkmaya çalışmalar gerçekten çok vahim. siyaset etiğini, lisanını geçtim, konunun çevre oluşunu da geçtim, insanın hayata dair bakışıyla ilgili bi şi bu.
Yoksa Türkiye Cumhuriyeti güçlüdür, daha böyle yüzlerce barajı yapacak gücü vardır.
adeta milli güvenlik dersi. baraja itiraz ettiniz ya, devlete demediğiniz kalmadı. "türk milleti çalışkandıııııır" ayrıca, bi de o var.
Hangi ülkelerin bu konuda o bölgedeki insanları tahrik ettiğini, bu projenin önünü kesmek için ne büyük gayretler içerisinde olduğunu herkes biliyor. Bazı Türkiye’yi bölmek isteyenler de bunu çok açık biliyor. Dolasıyla siyasi bir şey, şu ülke demem siyasi edep icabı doğru değildir.
siyasi edep icabı doğru olan şeyler ve olmayan şeyler ayrımının mevcut olduğunu görüyoruz. sınırları tabii ki "hep bana hep bana" inceliğinde.
proje ile hasankeyf bir kültür ve cazibe merkezi olacak.
bu cümleler böyle "siyaset hayatında klasikler" diye bir kitapçıkta filan mı yer alıyor, virgül sekmeden tekrar ediliyor yahu. ne bileyim, milletvekili olunca kimliğin yanında mı teslim ediliyor, gençlik kollarında her sabah ezberden tekrar mı ediliyor, nedir nasıldır. çünkü hasankeyf şu an bok içinde, kimse bilmiyor, öyle sersefil perişan, merkez oluvercek! yapıveecez gari, cazibeli cazibeli. ah ah.
Bakanlığıma ve DSİ’ye gerçekten fevkalade güveniyorum.
evet, çünkü DSİ çevre bakanlığına bağlı artık, enerji'ye değil.
böyle değişikliklerin kavramsal dönüşlerden kaynaklandığını sananlara müjde: bakanımız gittiği her yere DSİ'yi de götürüyor aslında, ondan. favkaladenin fevkinde.
yalnızca, tek istediğim, kurtuluş ümidi gibi gösterilip kuşaklarca lanet edilmiş barajları "yenilenebilir enerji" die yutturmaya kalkmayın, ayıptır. yenilenebilirlik sürdürülebilirlikle beraber olmadıkça bir anlam taşımaz.
konu ılısu barajı: barajı istemeyenler vatanı sevmiyormuş.
demokratik ülkelerde bir şeyi istememe, itiraz etme, isterseniz protesto için donunuzu başınıza geçirme hakkınız olur. barajı istememek de bu kapsama giriyo. "vatanı bölmeye çalışan iç nifak" ise en hafifinden bir suçlama, itham, etiketlemedir; yani aynı şey değil. "o protesto ediyosa ben de küfrediyorum" mantığı da bu yüzden sakat yani. birinin özgürlüğü diğerinin haklarını ihlal etmeye başlayınca-- anladınız siz, ilkokul ezberi. daha komplike de olabilirdi; ama abc seviyesindeyiz.
Bu barajı istemeyenler var. Türkiye’yi sevmeyen, o bölgedeki insanların hayat seviyesinin yükselmesini, kalkınmasını istemeyenler var. Geçmişte Atatürk Barajı’na da karşı çıktılar. Ama şimdi gidin bizim su götürdüğümüz insanların mutluluğunu bir görün. Nereden nereye geldiler. Onun için bir kere, Türkiye bölgesel bir güç. Bu çalışmalarla, o bölgenin insanının refah seviyesi artacak. Bu yüzden, Türkiye’nin bölgesel bir güç olmasını istemeyen bazı mihraklar, hatta bazı ülkelerin temsilcileri, maalesef bu barajın önüne set çekmek istiyorlar.
bu iç ve dış mihrak paranoyasını çerçeveletip duvarımıza astık, çerçeve çürüdü, hala bitmiyor. keza bölgesel güç olduğumuz için tapınmayıp itiraz edenlerin pis vatandaş ilan edilişini de. bir şeye itiraz ediliyorsa, mantıklı bir açıklama, destekli bir konuşma bir savunma olabilir, kaale alınabilir; ama böyle çemkirella haller, çamur atmalar, "ben haksızsam o da boklu" mantığıyla üste çıkmaya çalışmalar gerçekten çok vahim. siyaset etiğini, lisanını geçtim, konunun çevre oluşunu da geçtim, insanın hayata dair bakışıyla ilgili bi şi bu.
Yoksa Türkiye Cumhuriyeti güçlüdür, daha böyle yüzlerce barajı yapacak gücü vardır.
adeta milli güvenlik dersi. baraja itiraz ettiniz ya, devlete demediğiniz kalmadı. "türk milleti çalışkandıııııır" ayrıca, bi de o var.
Hangi ülkelerin bu konuda o bölgedeki insanları tahrik ettiğini, bu projenin önünü kesmek için ne büyük gayretler içerisinde olduğunu herkes biliyor. Bazı Türkiye’yi bölmek isteyenler de bunu çok açık biliyor. Dolasıyla siyasi bir şey, şu ülke demem siyasi edep icabı doğru değildir.
siyasi edep icabı doğru olan şeyler ve olmayan şeyler ayrımının mevcut olduğunu görüyoruz. sınırları tabii ki "hep bana hep bana" inceliğinde.
proje ile hasankeyf bir kültür ve cazibe merkezi olacak.
bu cümleler böyle "siyaset hayatında klasikler" diye bir kitapçıkta filan mı yer alıyor, virgül sekmeden tekrar ediliyor yahu. ne bileyim, milletvekili olunca kimliğin yanında mı teslim ediliyor, gençlik kollarında her sabah ezberden tekrar mı ediliyor, nedir nasıldır. çünkü hasankeyf şu an bok içinde, kimse bilmiyor, öyle sersefil perişan, merkez oluvercek! yapıveecez gari, cazibeli cazibeli. ah ah.
Bakanlığıma ve DSİ’ye gerçekten fevkalade güveniyorum.
evet, çünkü DSİ çevre bakanlığına bağlı artık, enerji'ye değil.
böyle değişikliklerin kavramsal dönüşlerden kaynaklandığını sananlara müjde: bakanımız gittiği her yere DSİ'yi de götürüyor aslında, ondan. favkaladenin fevkinde.
yalnızca, tek istediğim, kurtuluş ümidi gibi gösterilip kuşaklarca lanet edilmiş barajları "yenilenebilir enerji" die yutturmaya kalkmayın, ayıptır. yenilenebilirlik sürdürülebilirlikle beraber olmadıkça bir anlam taşımaz.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)