24 Ocak 2010 Pazar

24

dışarısı soğuk. hissettim. sol ayağım hissetti.

son gününde chagall. inatla. çünkü içimde kalırdı. genel olarak itirazım olan şey: böyyük sergilerin çoğunun eskizlerden oluşması. yani evet, aynı ressam, kabul, ama işte... sabancı'da da benzer durumlar yaşamıştık. o da san'at tabii ki şeker; ama chagall deyince akla, renk gelir renk renk renk. bilmiyorum. bu da güzel ama neler neler olabilirdi. büyüyünce, ilerde, türk sergi salonlarına da verecekler esaslarını. güvenecekler ve diğer bütün şeyler. marc neden kendi adı olan moyşe'den vazgeçmiş ki? hiç gitmeden bildiğim bi şi var rusyada, chagall resimlerine de hiç benzemiyo oys; ama sanırım onun çizdiği yüzlerle ilgili bir şey. oysa ben rusyaya çok uzun zaman önce küsmüştüm. chagall'ı ilk gördüğüm kitap siyah-beyazdı, eski ve yırtıktı. barışabilme ihtimaliydi chagall; ama rusyayla mı, orası meçhul. şileplerle şeker, şileplerle.

sokağım bloke vaziyette. gelirsem gidemiyorum. en hisarüstü haliyle buza döndü yokuş. geldim, birazdan gitmeyi deniycem. ya araba gelmiycek buraya, ya ben kaymaktan yokuşu çıkamiycam. ankara inadı diye bi şi varsa, her bembeyaz kar örtüsünün çamura dönüp tüm kahverengi vıcıklığıyla tekrar donacağını bilmekle ilgili olabilir. nefret ederim o bok rengi buzdan ama tuhaf bi şekilde tanıdık işte. lise kapısında eteğini başına geçirme riskini bertaraf ederek sabahın en çirkin buzunda yürümeyi öğrenmiş dimağlardık biz. sonra kızlara da pantolon serbest bırakıldı.

yatağım dergi deposu gibi. hala koltuğum yok, yatağımda yaşıyorum. en çok sağ alt köşesine oturuyorum. ev arkadaşımın sandalyesini ödünç aldım, kullanmıyorum. öylece duruyo. bi yandan memnunum, bi yandan da misafir ağırlamak filan imkansız. çare düşünebilirim üşenmezsem.

3 gündür ne zaman bi şi yesem midem bulanıyo, kendimi tanımasam, pisboğazlığımı bilmesem, midem seçici filan diycem. gerçi reflüm var, ondan olabilir. bak yine bulanıyo mesela. kediler gibi, ot yiyip kusmak istiyorum. tarifi zor ama galiba sebzeye hasret kaldım.

kalorifer borulardan soda şişesinin son yudumunu höprüdeten çocuk sesi çıkıyo. baloncuklar.

dün kendime kızdım, bi de bloguma. bloguma hala kızgınım aslında. ikimizin arasında olan bi şi. bazen o kadar kızıyorum ki farkına bile varmıyosunuz sayın okuyucu. perdeleri çekiveriyorum. kendime, hep kendime.

17 yıl oldu. uğur mumcu öldürülmeden önce caddesi yoktu, misal. var 17 yıldır. kardeşimin yaşı kadar ölü mumcu. annem "sakıncalı piyade"yi okumuştu o gün baştan, istanbuldaydık o zaman. yaşım 9du ve benim ilk kez aklım ermişti. hatırlayabildiğim en eski suikast mumcu'nunki. teyzem çok ağlamıştı, onların sokağının adı değişti sonra. büstünü koydular onun da. ne kadar haklıydı arat dink büstlere kafayı takmakta... eski ayları kırpıp yıldız yapmak gibi bir şey suikastle ölenlerin büstünü yapmak. gaffar okkan bi de, 9 yıl olmuş o da öldürüleli. o zaman da ben 17'ydim, kafasından 17 kurşun çıkmış okkan'ın. vesikalık fotoğrafını ekranda görmüştüm, jilet gibiydi. üniforma sevmem ben. polis, asker, beni gerer. düşmanlık değil bu, gerilirim. ama, hakikaten "çakı gibi" diye bi tabir varsa, o adama yakışıyodu. niye ölmüş, kimmiş, noldu anlayamadan bakmıştım ekrana, iyi bi adamdı belli ki. benim uzağımdaki yerlerdendi, diyarbakır kimdir, bilmezdim. iyiydi ama belliydi. kötüleri sokakta 17 kurşunla avlamazlar çünkü. iyi bi adamdı da iyiliği neydi, onu merak etmiştim ben. 9 yıl önce.

ne yüklüymüş ocak ayı. sanki o yıla baştan bi çarpı atmak ister gibi. birilerinin öldürülmesi ve ölüsüne sadece tören düzenlenmesi fikri niye kimsenin canını yakmıyo, anlamıyorum. koskoca 2 adam, en verimli çağında gömüldü. buna bile içi acır insanın, bu kadarına bile. eriyen buzlar gibi insan ölüleri- buhar olup kayboluyor tüm anıları, acıları. unutmayı meslek edinmek, hepsi bu. kendimi modifiye edilmiş saatli maarif takvimi gibi hissediyorum.

2 yorum:

Damlo dedi ki...

ilkokulda tahtaya çıkıp uğurlar olsunu söylemiştim benden önceki kız 'sevişmek aah ne hoşşturr yıldızlarını altında' derken. aklım eriyodu.

ben 17 yıl için 17bin artı 9bin beklerdim sokaklarda.
unutulanlar hatırlanılır mı bilmem ama hatırda kalanların unutulmaması adına.
oysa hepsi dün gibi.

uğur mumcu bugünki gibi soğuk bi günde öldürülmüştü. (gastecilerin gerçekten gazeteci olup olmadığını vurulduklarında anlıyor bu memleket)
gaffar okan öldürüldüğünde öğrendik ki bi şeyler yapmaya çalışıyormmuş. o da öldü ve biz anladık.
su hep aynı yere düşüyor fakat, tolerans geliştirdik ne yazık ki.

vicdanot: hrant yazını okudum içim acıdı. orada olabilirdim bir sürü yaşadığım işle ilgili tüm zorluklara rağmen olabilirdim her ne kadar şileye 5 dk uzaklıkta da olsam olabilirdim. servis harici hiçbir şekilde oraya gitme şansım olmasa da olabilirdim.
böyle böyle unutulmuor mu zaten yapılanlar. oysa çocuk ordaydı, bi şekilde gitmişti. içim azıcık da olsa rahattı. yok yetmiyormuş.

narsis dedi ki...

Serginin yayınını görünce benim içimde kaldı Chagall!

Sokaklar çok eğlenceli. Annemin altına poşet koy da kay demesini gerçekçi bulamadım çamurun içinde, ama halamın ayakkabının üstüne çorap giy demesi de pek olmadı sanki. Ayrıca geçen gün konteynırlarınızın önünden geçtim, acaba hangi ev, acaba hangisi diye pek merak ettim =)

Benim bi sürü koltuğum var. Yine de yatakta yaşıyorum. Kocaman, masmavi, tekli koltuğum var. Ada gibi. Odan kocamansa ve benim evden senin eve bir taşıma yolu bulursak, senin olabilir. Ama azcık tırmalanmış, azcık kedili.

Aynı gün öldürülen ne çok insanımız varmış. Çok insanımız öldürülmüş, onların anısına çok insanlar toplanmış. Ama sadece toplanmak, yıllar sonra, sadece cadde isimleri ve çok iyi adamlardı konulu toplanmalar haricinde bir şey olmadığını görmek, çok kötü. Aynısı Hrant'a da olacak gibi, ne yazık ki. Hatta o Ermeni olduğu için adı sanı bile verilmez sokaklara belli.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker