29 Ocak 2010 Cuma

ilgimiz, alakamız, merakımız karşılıklı.



gerçi bu karşılıklı hislerde benim blog az buçuk daha ortada sanırım. olsun zaten asimetrik ilişkiler bunlar. google'lamadan gelmiş olmaları da haklı bi gurur vesilesi; artık sık kullanılanlara eklendiğim anlamına geliyo bu "her gün bir ziyaret". belki çok sıkılan biridir, görev bilinci değildir, meraktır. görevse de napalım, hepimiz üç beş çabalıyoruz. diğer kurumlardan da bolca selam var, şimdi derleyip tek tek koyamiycam buraya.

bi yorum gelmişti bana, yorumu bırakan kişi bir tiyatro oyunundan bahsetmişti, şimdi kurcalayınca (ve tenkstudivad) şu filme yakın bi şiydi. yazı neydi hatırlamıyorum da, yorum cuk oturmuştu o zaman. neyse konu dağılmasın, aman diym, var böyle riskler. filmini bile yapmışlar.

bi de explorer kullandığınıza göre, bloguma girince mouse ucundaki minik pırıltıları görebiliyosunuz, sevindim.

saygılarımlaarz.

goed.

iyi şeyler de oluyor niyetine hakim bey haberi. aslında zor değil, evet evet.

ikinci iyi şeyler: kredi kuruluşlarının kredi koşulu olduğunu biliyoruz. ama bilmek istemeyebiliriz. bilmek istemezsek, bi paragrafta anlatıverirler:
"Proje sahibinin (DSİ) barajın inşasından önce çevre, kültürel miras ve yeniden iskân konularındaki tüm gerekli meseleleri ele almak üzere süreyi uzatmayı açıkça istememesi sonucunda, projenin tarafları açısından, sözleşmedeki taahhütümüzü iptal etmek dışında seçenek kalmamıştı."

çevre, tarih ve yeniden iskan. bu üç şey. bu kadar. çevresel ve sosyal etki değerlendirmesi. bizim kanuna henüz giremedi diye elin almanı, avusturyalısı parasını ona göre vermek zorunda değil. işine gelince kaypak, işine gelince özelleştirmeyle büyümenin faziletleri. yemezler, yedirmezler.

böyle red cevaplarından aldığım haz, sınıfta kalan, bırakılan çocuklarla ilgili bi konu. sadistlik değil, sınıfta bırakabilmekle ilgili. hintli sınıf arkadaşım, ki kendisi 40larında bi bürokrat idi, şöyle demişti: "bi çocuk sırf başarılı görünsün, sınıf geçsin diye geçer notu 20 de yapabiliriz, 30 alınca alkışlarız. ama 20'yle geçilen bir eğitimin kendisi başarılı sayılamaz. konu bizim niyetimiz. çocuk sınıf geçsin, başarılı görünsün de alkışlanalım mı istiyoruz, yoksa amaç, gerekirse yuhalanmak pahasına gerçek durumu anlayıp, ona göre eğitmek, düzeltmek midir?".

bu kadar. bunu da, varoşlardaki dandik iyileştirme projelerini "en azından evleri var, en azından çatı" diye öven gerzek hocamıza söylemişti. projeyi üretenlerin alkış açlığından vasat işleri bile övdüğü çok oluyor, "senin için yetersiz olan, ona niye yetsin?" demek gerek, diye. yani sınıfta bırakabilmek, meziyet yeri gelince. cesaret bazen. yapamadığını kendine itiraf çünkü.

sınıfta kalmaya kötü anlamlar yüklemek salakça, aksine. büyük bir kayıp olması, hayatından "çalınma" olarak görünmesi, bizim algımızda biten bi konu. çünkü atlı kovalıyo bizi. kardeşimin arkadaşı güle oynaya sınıfta kaldı, "geçsem bu yılı beceremem, tekrar edeyim" dedi çocuk 16sında. çünkü hiçbir hocası başında heyyula gibi dikilmedi, "geçebilir ama bizce kalmalı" dediler. çocuk da ucundan da olsa geçebilecekken, "kalayım" dedi. eğreti iş olmasın diye. tam yaptı. neyse işte, bu da bi örneko.

eğreti işler rafımızdan, 100 temel eseri seçtim size. ibret-i alem için.

okutacağı kitabı okumayan, kitabı almaya parası olmayan, alsa okumaya vakti olmayan, öğretmenler var. ama bi yandan da mesela, ilyada'yı okumamış ve okuyan öğrencisine de kızan edebiyat öğretmenimiz vardı; "benim anlattıklarım dışında şeyler söyleme"diye. tekrar edeyim: edebiyat öğretiyodu. kime neye kızıcan, hepsine hepsine.

bir de, sokağımızdan nihayet her gün çöp arabası geçerken, konteynır konmuşken, bi zahmet kıçını kaldırıp, sabah 8'den önce bi saatte çöpünü konteynıra atmak yerine, ipe bağlayıp camdan sarkıtan ve çöp konteynırı boşaltmaya gelen amcayı hiştliyerek, piştleyerek her sabah bi camdan diğer cama koşturan tembel komşularım var. hepsi de yuvarlak teyzeler. öyle tembeller ki sinir bozucular. bakkal sepeti sarkıtmak gibi, camdan çöp sarkıtıyolar. üç kuruş için çöp toplayanlara saygısı olmayanların, hadleri olmayan bi terbiyesizliği. ama sorsan, hiç öyle değil, nerde bu devlet, tabii ki hizmet.

ben muhtara şikayet etmez miyim, ederim. çöpünü camından atıp, dağılan torbanın pek tabii ki o amcalar tarafından toplanması gerektiğini düşünenlerin şımarıklığını zengin muhitlerine has sanmayın. neyin nasıl olması gerektiğini bilmemekle, bilip de yapmamak fark ediyor. konteyner koymakla bitmiyor. o yüzden işte, "sınıfta kaldınız, kalmalısınız" demeli muhtar. çünkü muhtarımızı çok severiz, bi onu dinleriz, konteynırları da o getirtti zaten ve benim başka işim yok.

*alakasız görünen resim de, her sabah aynaya bakan ve iç çekerek çözüm arayan tüm kadınlara gelsin. en birinç ben. yine tutamayıp kötü haber verir gibi bi şi oldu sanki.

28 Ocak 2010 Perşembe

zirzop

elektronik lanet. böyle bi şi var. tez yazarken laptop çökertme, hard-disk yakma gibi şeylerle boğuştum, zor bitti. kurtarılamayan datalar ağıdı besteledim. stressiz zamanlarda her şey tıkır tıkır işliyo, azıcık stresliysem yanından geçtiğim fotokopi makinası ötmeye başlıyo. denedim, henüz kaşık bükemiyorum. dün de laptopın adaptörü kıvılcımlar saçarak kısa devreden mefta oldu. ayağımın dibinde ışıdı resmen. gerçi müzelik bi cihaz, normaldir. ama aynı gün içinde fotokopi makinası, elimi değdirdiğim tüm klavyeler ve faks makinası bi anlık duruverdi. çok önemsemiyorum kendimi, ondan değil; ama hakikaten pek iyi geçinemiyoruz galiba. ya da stresimi yansıtıyorum, feng shui ve secret halt etmiş, ben x-men düzeyindeyim.

dün gece yağan kar, kocaman kocaman, en bi pofuduk. eskiden kurt inen yerlerde oturmanın güzelliği, uslu bi çocuk olursanız bi an için ormana benzemesi. göğü bulsam, görebilsem, ne kadar salak işlerle uğraştığımı haykırıcam, görünmüyo.

rilke bitti. bitmiyodu, bitirdim. su gibiydi. üzerine bi demokratikleşme raporu okudum, karardım. böyle ama nasıl bi kararmak, sadece rapordan da değil işte. 1-2 yılda hamlaşmışım sanırım. tonla rapor ve makale indirdim, niyeyse evde çalışıyorum. hatta kaptırırsam evden ödev, tez filan hazırlama havasına dahi girebilirim. tez hazırlayanları tenzih ederim, benimki oyuncak olucak, fasulyeden. özlediğim şeyler var. uyumadan önce okursanız düğüm olabilirsiniz; ama olsun. şimdi güzel güzel erasmus ve takımı tamamlamak için more. mis gibi şimdi.

şu haber var, ki hiçbirimizi şaşırtmadı, o ayrı. live!'ı izlemediyseniz izleyin demiş olayım bu vesileyle. eva mendes de bağımsız takılıyor arada.

habere denecek bi şi yok, gazeteci öldürülmüşse televizyoncunun bundan reyting bekleyeceği günlerdeyiz. yanlış anlaşılmasın, cezasını çekmiş eski hükümlülerin günlük hayata devam edebilmesi, iş bulabilmesi, yeniden suça itilmemesi filan, önemli endişeler. gönül isterdi ki "hapse girmek= bir ömür işsiz kalmak" olmasaydı, hapis yatmanın ıslah ediciliğine, cezanın ödendiğine inansaydık. o başka konu. hem, çıkışını 5 yıldızlı otele yapan bir adamın, meslek olarak "star"lığı seçmesini normal bile bulabiliriz. ama konu, etik. konu, "o artık arınmış, sıradan bir adam" deme çarpıklığına "madem öyle, manav kamil abiyi de davet et" diyebilmek. haksız yere hapis yatmışlar da var misal, "kader mahkumu" veya "siyasi suçlu" olanlar da. onlar yeterince aklanmış sayılmıyor, star potansiyeli taşımıyor. bu adamın potansiyeli, elindeki kanın koyuluğundan, cüretinden ve kabul edelim, saçmalamasından, saçmalamasındaki o karanlık "aslında gayet kendimdeyim" havasından geliyor. donunu kafana geçirsen şov malzemesi. bu ülke hala, spastik, otistik hastalara, tikli adamlara gülen bi ülke. buna mı gülmiycek, bu mu satmiycak? nefretinden izleyenlerin bile reytingi yeter."renk"li kişilik anlayışı bu: me.sih katil. resmen reyting fışkırıyo iki kelimeden. aralarda sorulacak sorular, 8900'e kimbilir ne yazıp ne elde edeceğimiz aptal bant yazıları... benim derdim, sadece edebiyle savunsun fikrini, yan yatıp çamura batarak değil. neysen o olabilmek, bu kadar dipte bile, meziyet.

film demişken, anayurt otelini izlemediyseniz, en karanlık haliyle, ömer kavur'un gözüyle, mis gibiydi. hani okuduktan sonra izlersiniz ve eksiktir ya, tamdı. benim için yani. macit koper'in zebercetliği o kadar iyiydi ki, iyi bi şi mi kötü mü, bilememiştim. divad'la konuşuyor idik geçenlerde, pek film hatırlayamam ben. görsel hafızam anca kitapta çalışıyo. bu ikisini hatırlıyorum. öyle bi kıstas, bi anlamı varsa.

kardeşim bu yıl, hatta 6 ay içinde filan, üniversite sınavına girecek. bölüm tercihi yapacak. bense onun için okul tercihi yapıyorum kendimce. kampüs seçiyorum filan. üniversiteden mezun olunmasında sorun yok da, mezun olunacak bi kampüsü de olmalı insanın. şehri olmalı mesela, vakti, isteği, sevinci olmalı.


resimli olsun dedi mermaid, yine yapamadım, boynum kıldan ince.

26 Ocak 2010 Salı

avatar meselesi.

"avatar" diye bi film geldiğini duyunca, aklıma havabükücü olan gelmişti sadece, bi de mavi bi şiler vardı afişte, heyecanlanmıştım. üzülmüştüm sonra. tamam güzel film de başka bi şi ummuştum ben.

ama hollywood, kimsenin yüzünün asık kalmasına izin vermez.
ikinehir hanıma selam ederim.

bi de dip not: beral madranın yazısı.

25 Ocak 2010 Pazartesi

zot

o kadar yorgunum ki bu kadar olur.

sabah 6da kalktım. hep ayaktaydım. çok lüzumsuz şeyler öğrendim, hayatımın bi evresinde belki florasan lamba duyları ve kojenarasyon konusunda bi şiler yaparım. sonra dönüşte nasıl olabildi bilmiyorum, maçka yokuşunun ortasından teşvikiyeye (bkz. nişantaşı değil, osmanbey hiç değil) 35 dakikada gitti taksi. yorgunluktan ölmemek için taksideydim, o da gitmedi özetle. bu taraf açık, oralar karlı buzlu. indim yürüdüm metroya. güzel şey kar. soğuğu hiç sevmem, "allah soğukla ıslah etmesin" diyen bi anneannem var, benim için ceza gibidir. her gün birileri donarak ölüyo hala hem. ama bu kez soğuk değildi pek, kar uçuştu filan, bi yokuş çıkmalık sürede güzeldi işte kar. sokağım yine bloke vaziyette tabii.

bi şi okumaya mecalim yok. ses duymaya ise tahammülüm yok. çok dinledim. tavanı seyrederek çay içmek istiyorum. gazetelerden de haberim yok. ev arkadaşım süper biri olduğu için çay teklif etti ve birazdan kahverengi dev kupa dolusu sıcaklık içicem. saat 8, şimdiden uyuyabilirim ben.

aa bi de çok enteresan bi şi oldu. taksi sola sinyal verdi, çık çık çık sesiyle. sola döndük, ses bitmiyo. devam devam, ses bitmiyo. sürekli sinyal veriyoruz, ne bi ışık ne bi dönüş. meğer sonra, şoför amca balon yapınca anladım. çık çık çık, çat. amca sinyal sesi ritmiyle caklatıyodu sakızını, nedense kızamadım. huş içinde öylece cakladı.

24 Ocak 2010 Pazar

24

dışarısı soğuk. hissettim. sol ayağım hissetti.

son gününde chagall. inatla. çünkü içimde kalırdı. genel olarak itirazım olan şey: böyyük sergilerin çoğunun eskizlerden oluşması. yani evet, aynı ressam, kabul, ama işte... sabancı'da da benzer durumlar yaşamıştık. o da san'at tabii ki şeker; ama chagall deyince akla, renk gelir renk renk renk. bilmiyorum. bu da güzel ama neler neler olabilirdi. büyüyünce, ilerde, türk sergi salonlarına da verecekler esaslarını. güvenecekler ve diğer bütün şeyler. marc neden kendi adı olan moyşe'den vazgeçmiş ki? hiç gitmeden bildiğim bi şi var rusyada, chagall resimlerine de hiç benzemiyo oys; ama sanırım onun çizdiği yüzlerle ilgili bir şey. oysa ben rusyaya çok uzun zaman önce küsmüştüm. chagall'ı ilk gördüğüm kitap siyah-beyazdı, eski ve yırtıktı. barışabilme ihtimaliydi chagall; ama rusyayla mı, orası meçhul. şileplerle şeker, şileplerle.

sokağım bloke vaziyette. gelirsem gidemiyorum. en hisarüstü haliyle buza döndü yokuş. geldim, birazdan gitmeyi deniycem. ya araba gelmiycek buraya, ya ben kaymaktan yokuşu çıkamiycam. ankara inadı diye bi şi varsa, her bembeyaz kar örtüsünün çamura dönüp tüm kahverengi vıcıklığıyla tekrar donacağını bilmekle ilgili olabilir. nefret ederim o bok rengi buzdan ama tuhaf bi şekilde tanıdık işte. lise kapısında eteğini başına geçirme riskini bertaraf ederek sabahın en çirkin buzunda yürümeyi öğrenmiş dimağlardık biz. sonra kızlara da pantolon serbest bırakıldı.

yatağım dergi deposu gibi. hala koltuğum yok, yatağımda yaşıyorum. en çok sağ alt köşesine oturuyorum. ev arkadaşımın sandalyesini ödünç aldım, kullanmıyorum. öylece duruyo. bi yandan memnunum, bi yandan da misafir ağırlamak filan imkansız. çare düşünebilirim üşenmezsem.

3 gündür ne zaman bi şi yesem midem bulanıyo, kendimi tanımasam, pisboğazlığımı bilmesem, midem seçici filan diycem. gerçi reflüm var, ondan olabilir. bak yine bulanıyo mesela. kediler gibi, ot yiyip kusmak istiyorum. tarifi zor ama galiba sebzeye hasret kaldım.

kalorifer borulardan soda şişesinin son yudumunu höprüdeten çocuk sesi çıkıyo. baloncuklar.

dün kendime kızdım, bi de bloguma. bloguma hala kızgınım aslında. ikimizin arasında olan bi şi. bazen o kadar kızıyorum ki farkına bile varmıyosunuz sayın okuyucu. perdeleri çekiveriyorum. kendime, hep kendime.

17 yıl oldu. uğur mumcu öldürülmeden önce caddesi yoktu, misal. var 17 yıldır. kardeşimin yaşı kadar ölü mumcu. annem "sakıncalı piyade"yi okumuştu o gün baştan, istanbuldaydık o zaman. yaşım 9du ve benim ilk kez aklım ermişti. hatırlayabildiğim en eski suikast mumcu'nunki. teyzem çok ağlamıştı, onların sokağının adı değişti sonra. büstünü koydular onun da. ne kadar haklıydı arat dink büstlere kafayı takmakta... eski ayları kırpıp yıldız yapmak gibi bir şey suikastle ölenlerin büstünü yapmak. gaffar okkan bi de, 9 yıl olmuş o da öldürüleli. o zaman da ben 17'ydim, kafasından 17 kurşun çıkmış okkan'ın. vesikalık fotoğrafını ekranda görmüştüm, jilet gibiydi. üniforma sevmem ben. polis, asker, beni gerer. düşmanlık değil bu, gerilirim. ama, hakikaten "çakı gibi" diye bi tabir varsa, o adama yakışıyodu. niye ölmüş, kimmiş, noldu anlayamadan bakmıştım ekrana, iyi bi adamdı belli ki. benim uzağımdaki yerlerdendi, diyarbakır kimdir, bilmezdim. iyiydi ama belliydi. kötüleri sokakta 17 kurşunla avlamazlar çünkü. iyi bi adamdı da iyiliği neydi, onu merak etmiştim ben. 9 yıl önce.

ne yüklüymüş ocak ayı. sanki o yıla baştan bi çarpı atmak ister gibi. birilerinin öldürülmesi ve ölüsüne sadece tören düzenlenmesi fikri niye kimsenin canını yakmıyo, anlamıyorum. koskoca 2 adam, en verimli çağında gömüldü. buna bile içi acır insanın, bu kadarına bile. eriyen buzlar gibi insan ölüleri- buhar olup kayboluyor tüm anıları, acıları. unutmayı meslek edinmek, hepsi bu. kendimi modifiye edilmiş saatli maarif takvimi gibi hissediyorum.

23 Ocak 2010 Cumartesi

perde--

all that jazz filmini izlediğimde ne küçük ne de büyüktüm, o yüzden etkilenmiştim. filmlerde ağladığımı pek hatırlamıyorum, ama onda ağlamıştım. hem anonimleşen ve hatta biçok taze ergenin yılmaz erdoğan'a ait sanacağı tonla diyalog aslında bu filmde geçer. böyle yazınca kötü gibi oldu; ama güzel ve yerindedirler. neyse, roy scheider ve bildiğim bir şarkının cuk oturtulduğu bir sahneyle bitmişti. şimdi fizy'de o versiyonunu bulunca mutlu oldum bi anda.

perdelerle ilişkimi bilen bilir ki bilmeseniz de hiç fark etmez aslında. açılabilen ve kapanabilen şeylerdir. kapıya göre daha sevimli; panjurla hiç kıyaslamadım. hem "perde!" dediklerinde, "en garde!" diyen eskrimciler gelir aklıma, niyeyse. kabuklara inancım sağlam, ondan olabilir. halı altı süprüntüleri. neyse.

o kadar çok kar var ki dışarda... dursam sadece, 10 dakikaya kaplanırım. soğuk.



-You know what death with dignity is, man? You don't drool.

21 Ocak 2010 Perşembe

tenis roketi

avustralya açıkta yaşanan saçmalığın boyutlarını tarif etmek çok zor. neresinden tutayım bilemedim. taraftarlık denince meşale+yüz boyası+çığlıklar anlaşılmasından mı yoksa korta gitmeden önce, o aşkla desteklediği sporcunun ne yaptığını, nasıl yaptığını bile merak etmemelerinden mi?

Avustralya Açık Tenis Turnuvası'nın 2. turunda Türkiye'yi temsil eden Marsel İlhan'ı destekleyen 100'ü aşkın fanatik Türk, kendilerini statta sanıp tenis kortunu birbirine kattı Polis, şarkılar söyleyip Şili tribününe meşale atan 35 fanatiği korttan çıkardı. Maçı naklen veren Eurosport, görsel zevki korumak için yayını yarıda kesti.

tenis oynamışlığım pek yok; ama izlemesi zevkli bi güzide spor dalımız. haliyle en yakın ilişkim seyirci olarak. bunu izleyemedim, fotoğraflara bakıyorum, ordan yazıyorum, "maçı görmedin"derseniz, evet görmedim.

Marsel'i düşündüm, yediği kösteği. spor alemlerine rezil olmak değil mesele, konu kimsenin aslında ne onunla ne de tenisle ilgilenmesi. "olm lan, yıkacaz stadı, inliycek sesimiz, avustralya türk görecek nıhohahoaha" diyen bi avuç insan. ailesini düşünün marselin. çalıştır, çabala, çocuğun bi yerlere geldi gelecek - derken meşaleler. onlar da heyecanlıdır elbet, rol çalmak niye?

kendi 15 dakikaları için, tenisçiye yaşatılan şaşkınlığa bak. zaten tarihi bi an, heyecandan ölüyor, taraftar diye el sallayacağı adamlar rakibinin taraftarlarına MEŞALE atıyor. marsel'e üçlü çektirmişler, daha ne diym? özrü de tahmin edebiliyorum: "mutluyuz, coşkuluyuz, napalım biz böyleyiz". bu mudur yani, öylesiniz diye anca o mu olabiliyorsunuz demektir?

divad hatırlattı: wimbledon'da meksika dalgası yapılmıştı vaktinde. hakem azarı çekmişti. sunucu da utanmıştı. tenis öyle bir şey. edebinle seyredersin, hadi olmadı bayrak salla, öpücük gönder. "türklerden görsel şölen"le başlayıp "burası kadıköy" kıvamına eren şovlar teniste olmuyor. napalım yani, yok. oldurmaya çalışmak anca yerini bilmemekten olabilir işte. her yerin inlemesi gerekmiyor. inlemeden de olabiliyor. ne gerek var ki?

marsel'e sevinicektim, üzüldüm. şimdiki korkumsa tuğba. bi de kaftanımsı elbise, türk müzikleriyle filan hazırlanmış, coşku göklere erer. bi şi diil, meşaleler buz pateni pistini eritir, iş açarız.

19 Ocak 2010 Salı

büstleri sevmemekle ilgili bi mesele

kendime sözümdü. vurulduğunda den haag'daki o aptal mağazada raflar arasında, ilk iki yılında ankaradaydım. ilk iki yılda da gelebilirdim, gelemedim. kendime kızgındım, bugün kendimle barıştım. dişçim hranta gittim. faşistlere inat, dişçimsin hrant. patroncum başka türlü izin vermezdi. fatura desem de vermezdi. genelde bırakmaz bi yere. ama bugün neşeliydi, iş azdı ve diş ağrısını kimse sevmez.

ben hiç bu kadar hızlı banka bulup, para çekip metroya binmedim. saat 14:30, trafik var. sulu kar başladı filan. yol tarifimi aldım, söz dinledim, narsis hanımcımla buluşuverdik. "metrodan çıkınca kalabalığı görürsün" dedi. kalabalık vardı yani, iyi geldi o söz. metroda şaşkın ördek gibiyken yanımdaki amca "hranta mı" dedi, hranta gittik. misafircilik gibi toz bulut bi his geldi bi an, randevumuz varmış gibi. sonra çıktım. polis üniformalarının rengine çok takılıyorum. o lacivert, gece olsa, deniz olsa, romantik bile sayılabilirdi. neyse. kalabalıktı. kalabalık itiş kakışı bile vardı, söylenirken bile işte, iyi bi his. 3 bin kişiymişiz, iyi bi his. en azından, 3 bin.

"buraya bir kuş konmuş" konuşmasını şahsen "bitsin" diye dinledim. kozmikler filan, zorlama işler bunlar. sonra rakel dink kısa tuttu, sözü oğluna verdi. arat dink çok kızgın, kırgın ve bulutluydu. yağdı resmen. nefretinizi haykırsanız dahi birileri size kızabilir. misal, ağıtlar. ağıt yakana kızılmaz di mi, içi yanıyodur. arat kendince ağıt yaktı, "yarın hürriyetin filan manşetini merak ediyorum" dedi narsis. öyle çünkü. ağıtından bile kör fallar bakabilirler. sıra ona gelebilir. ama mesela "halkı kin, nefret ve düşmanlığa tahrik"ten ismail türüt nasibini almaz, ona sıra gelmez. o hissi aleminin ozanıdır çünkü. türküsünü çığırır ama ağıtlar tehlikeli şeyler.

devlet hesap verir mi bilmem. sanmam. ben bugün, kendime borcumdan, "niye"lerime yanıt bulamayışlarımdan bıktığım için, ordaydım. iyi geldi. diğer niyeleri de sabır tesbihine işledik zaten. buyrun dizilmişi var, çekin.

ağca yanlış zamanlama kurbanı. modern zamanlardaki iletişim teknolojilerine sahip olsa, hakikaten mesih bile olabilirdi. og.ün sa.mast'ın facebook sayfasının linki burda, buyrun. kendisi lüzumsuz iletişim çağında, ekmeğini yağlıyor. bu da size böyle bi modern zamanlarda faşizm hizmetim olsun. nefret okuyun, gözünüz gönlünüz doysun. hoş "şerefsiz" diye başlayıp yine aynı şekilde cümle bitiren türkçe dostlarının küfür dağarcığı dışında pek bi "fikir" bulamayacaksınız ama olsun. facebook'u bile var, 910 hayranı var. hadi diyelim yüzde 20'si dalgasına girmiş filan, eder 728 kişi. siz oturun bunu düşünün, çarpın bölün. beyaz bere modasını da düşünün. daha tehlikeli.

ağca geç de olsa yakaladı gerç bu akımı, şimdi de mavi kazak satışları patlar. mavi özgürlükmüş çünkü. renkolog konuştu. pantone da zaten "2010 yılında turkuaz moda olacak" demişti.

o kadar ağır küfrettim ki tüm özgürlüğümle az önce... size kaldı maviler, sizsiniz özgürlük! size kaldı hakikaten. bebek mavisinden çivite, hepsi benim lan! size yok. yüncülere şerh koyucam. istediğime vericem mavileri. beyaz da masumiyet rengi ya, o da öbürüne bereydi. nasıl da ince imaj çalışmaları, başbakan bile bu kadar özenmiyor. masum masum 3 kere enseden vurmuştu beresiyle. beyaz da benim artık. madem faşist's bazaar tadında takılıyoruz, burcunuzu da ben yazıcam, sezonun moda renklerini de ben belirliycem. mavi de yok size, beyaz da. yeşil de huzur rengi derler, o da yok.

delirttiler işte. iki gram iyi hissettim, onu bile çok gördüler.
"en azından"larla teselli bulmak aslında o kadar yorucu ki blog.

ama zor değil. olmiycak. mavileri tutucam, bırakmiycam. gerekirse. yorucu ama zor değil.

dalga geçtiler çünkü, arat haklıydı. hepimizle geçtiler. o kadar çok nanik yapıldı ki bize. salak yerine konmadık mı defalarca? bak ağca sheraton'a check-in yaptırmış, italyan kanallarını izlemiş. eminim magazin artığı gazeteci parçaları "porno da izler mi lan" bekleyişindedir. ama ben o check-in'i alan kişiyi bulsam, dikicem alev hanımı karşısına, bakabilirse baksın. mavi özgürlükleri o zaman görür belki, anlar hanyayı konyayı.

çok sinirliyim ama iyi geliyor blog. sinirlenmemeyi anlamıyorum ben.
bugün gününüz her zamanki gibi geçtiyse o sizin rahatlığınız, kusura bakmayın.

dişçim hrant.

-şey benim dişçiyle randevum vardı da, bugün 3 gibi... izin ist-
-aa dişçi mi? tabii tabii git git, geçmiş olsun.

böyle olmasını istemezdim; ama oldurmak lazım bazen. gerçi ilk başta planım fenalaşmak ve ateşlenmekti, bu daha masum.

18 Ocak 2010 Pazartesi

not

bebeklerden katil yaratmakla kalmayıp, katillerden de star yaratabiliyoruz. o starlar nevrotik bir kendini beğenmişlikle salınacaklar ortalıkta. biraz mesih, biraz deli, normalleşecekler. adeta deniz seki çünkü.

abdi ipekçi'nin kemikleri sızlar mı, bilmem. teknik olarak yani, bilemem. sibel hanım var ve kızı nükhet hanım, onları bilirim ben. onlar kelimeleri yormazlar. "30 yıl oldu" derler anca.

yakalandıkça serbest bırakılışlar tarihi. çok ayıp be türkiye. cidden.

brecht brecht, canım bertolt.

üç kuruşluk roman'ı okumak 2009'da kendime en büyük jestim oldu. bertolt bilir. bedrettin var hani. biz yine bildiğimiz şeyleri ilk kez duymuş gibi şaşmaktayız. dilencilik? çocuklar? çocuk dilencilerin birbirini dövmesi? 23 nisan şekerlemelerimiz hiç yapmaz öyle şey.

brecht ne güzel anlatmıştı peachum'u. londra dilencilerini yönetmekle sorumlu "işletme"nin, maliyetlerden yakınan yöneticisini. hani müzik dükkanı paravanı arkasında, günlük haberlerden londralıların ruh halinin tahlilini yapıp, ona uygun dilencilik "format"larını sokağa göndermesini. mesela savaş kazanıldıysa gazileri, savaş kaybediliyorsa çocukları gönderişini. gerçek bir gaziye, "buralarda dileneceksen bize katıl" diyerek, halk bir gaziden neler bekler, anlatmasını ve diğer her şeyi, fonda da boer savaşını. okudukça okudukça.

bedrettin. bedrettin çok zekiymiş, her şeye yanıt verebiliyomuş. bedrettin'in zeki olmasına şaşmış doktorlar sanki. halbuki bedrettin bakınız 5 yaşında ve hayatta kalabilmiş. ve hatta köprüden yukarıya da kendisi çıkmış. polise düşerse ilk iş annesini istemesi gerektiğini biliyor. anne sevgisinden olduğunu pek sanmam 8kötücül deryik), dilendirilen çocuklara ilk bu öğretiliyor; "anneni iste, sana dokunmasınlar". bu sistemin bi gereği. kuralı. bay peachum, örgütlülüğü över. şahsen, bedrettin'in içinden annesine sarılmak isteyen çocuğu itinayla sökmüşler bence, o sadece güvende olmak istiyor. polisli, anneli, fark etmez. tembihleri hatırlıyor, belki de o halde dahi, polisin kendisini suçlamasından korkuyor. topumuzdan daha iyi biliyor hayatta kalmayı, kurallarını. bedrettinin bi şileri öğrenmesi değil unutması lazım, mümkün müdür ki?

dilenmeyle, dilencilerle ilgili herkesin farklı bi görüşü var. kimi para vermeme iradesinin bu çocukları kurtaracağını, kimi para değil yemek vermenin filan daha önemli olduğunu söylüyor. dilencilerin paraya para demediğini düşünenler var. bu kişiler sanırım hiç maaşlı eleman olmamış, kazanılan paranın, kazananın cebine gittiği bi güzel alemde yaşıyolar. aynı zihniyet, hayat kadınlarını da kolaycılıkla suçlar: "bacağını açıcan, paranı alıcan". gitseymiş efendim, kaçsaymış efendim, isyan etseymiş efendim. herkese irade tavsiye eden statüko gülleri.

aileler uyarılıyormuş ve kabahatler kanunu. bu kadar. her defasında ailelerine takdim edilen bedrettin ve kardeşleri, şimdi devlet gözetiminde. hani şu, içerde çocukların zaman zaman dövüldüğü ve hatta taciz edildiği yerlerden birinde. oraya da güvenemezsiniz. bedrettin nasıl bir adam, nasıl bir baba olur? bedrettinin akıbetini kaç gün daha düşünürüz? kamyonlarla köylerden toplanan çocuklar. düğün arabalarının yolunu kesen, ellerindeki odunlarla harçlık isteyen gençler. ne kadar tü kaka değil mi? var ama. varlar. görev bilinci ve peachum disipliniyle de var edilecekler. çünkü bir şeyi yok etmeye çalışmadıkça onun varlığına ağlaşmak pek işe yaramıyor.

bu yazı size eski geldi di mi?
geriden takip ediyomuşum gibi.
işte buna hızlı değişen gündemin hafıza kayması deniyo. yoksa konu eskimedi veya çözülmedi.

*

"içimden geçen gemiler karaya oturdu" dedim ofiste sabah. şairlikten değil, öyle hissettiğim için. birsürü tanker. bi kere kilyos civarında görmüştüm, ölememiş, ölmesine izin verilmemiş bir tanker, devrildiğiyle kalmış. ufaktım, balık lokantasındaydık ve o koca şey pas rengindeydi. küf-pas karışımı bi boz. parçalamaya dahi tenezzül etmemişler. tankerlerle kan bağım vardır benim, bilmezsiniz; o yüzden içim acımıştı. öyle işte. bi şiler düşmüş, yağmış, dökülmüş gibiyim bugün. arife sıkıntısı mı, havadaki bulutlar mı, içim gemici düğümü. yıldönümü arifeleri ağır.

unutmamak görev gibi. bayrampaşayı da. bedrettini de. hrantı da. 3 yıl. üç. allahın hakkı üç hani. bu davayı yazan adamsa 32 yıl hapis istemiyle yargılanıyor. benim ilkokul 3'teki günlüğümde kızılay meydanında dayak yiyen ve o sırada kamerasını korumak için üzerine kapanan ve "kamerama vurma abi, lensini kırıcan abi" diye polise yalvaran gazeteci yazılı. ilk kez görmüşüm heralde öyle bi meydan dayağı. aynı aptal ifadeyle bakıyorum televizyonlara, gazetelere. dehşet içinde. alışıcam belki ama acelem de yok. alexis vardı mesela, duvarlarda kaldı adı. bak gazze'de hala bi duvar var ve yanı başında gürcistan iyileşti sanıyor herkes. 10 yıl öncesine kadar kamerun'da hırsızları bi kamyona doldurup yakıyolardı şehir dışında. göçmen bir japon peruda devlet başkanı ve hatta "barış getiren" diktatör olabildi. hayat tuhaf monşer, alışmamak gerek. alış alış bitmez çünkü, en iyisi böylesi.

sonra insan bi ara sokakta, duvara spreylenmiş o ufacık yazılarda arıyor umudu. birileri dip not, birileri virgül, benim için koymuş. ben müteşekkirim, sizi bilmem. birileri beşerin şaşmaması için beşerin duvarına kazıyor anıyı. memento filmindeki dövmeler gibi, duvarınıza sprey.


yazı dağılmışsa, gemiler de karaya oturduğu içindir. yersiz yönsüz, adabıyla.

17 Ocak 2010 Pazar

sıradaki

donarak, üşüyerek, bi görevi daha tamamladım. çok alengirli bi şi değil. beyoğlu, karaköy, sirkeci, sultanahmet, balık-ekmek, köprü, bira, buz buz buz bi hava. sonra kendimize sicimoğlu beyfendi. azıcık üşütmüş olabilirim, ayak parmaklarım donmuş olabilir; ama güzeldi. özsüt'e selam ederim. uzakta bi yerlerde havaifişek bile gördük.



sümüklüböcekler arkalarında iz bırakan hayvanlardır obi-wan. düşün bunu.

16 Ocak 2010 Cumartesi

geldiler.

bir tayvanlı, bir portekizli ve bir hırvat beklerken, aylar öncesinden haber verdikleri için iç huzuruyla plan yapabilirken, dün bir filipinli ve onun hollandalı kocası bana "yarın ordayız leyleyley" diye mesaj attı - ve ben çöktüm.

misafir seviyorum, yabancı arkadaşlarımın istanbula aşık olmasını seviyorum. evet ben de bi nadya, bi maria türkiyeye aşık olsun, kebaptan başka şey yemesin diye debelenen hürriyet arka sayfacısıyım. az buçuk rehberlik güdüm varsa, bu insanlara çalışıyor. buraya 2 gün için dahi gelmiş olsalar minimum 5 sayfalık planla ya ben gezdiririm ya onların gezmesini sağlarım. ne istediklerini bilirim, akıllarını alırım falan filan. tanıdığım birinin "akbil ne, kadıköyde kadıköy vapur iskelesi olması nasıl bir aptallıktır, nereye gittiğini içeri girmeden öğrenemiyo muyuz" gibi sorularla boğuşmasını engellemek benim yegane görevim. ali muhiddin dışında bi yerden lokum alınmamalı. tam olmalı.

tam olması için haberim olmalı. güzergah çıkarmalıyım. direksiyonda olmalıyım. ya da ko-pilot. dün akşam öğrendim, buyrun, 3 saattir şehirdeler. henüz dahil olamadım. üstelik bugün, kültür başkenti şenlikleri kapsamında trafik kilit olacak. nerdesiniz diyorum "gösterilerin yapılacağı yerde kalıyoruz, çok güzel olucak vaaaoovv" diyo saftirik. 7 yerde yapılacak! ben 7 ayrı tepe gezip filipina arıyamam. onlar şu an zevkle ayasofya, sultanahmet turu yaparken ben şimdiden acil durum senaryoları, ulaşım haritaları, masa takvimi, pusula, kayık filan ayarlıyorum. ben kırmızı alarmdayım, onlar tahminen ayran tadımında.

hem, hollandalılardan ürküyorum ben. kuş gibiler, hemen kaybolabilirler. karşıdan karşıya geçerken sıra olan bir milletten bahsediyoruz. gerçi kızımız filipinli, cin gibi ve komiktir. kocasını kaybetmeyeceğini umuyorum. trafik düğüm ve her yer ayı kaynarken, bunlara nasıl sahip olucam? elin turistine "meydanda avuçlayıverirler belki" demeli miyim? ya bi daha kebap yemezlerse???

aklıma mukayet olmalıyım.
benden büyük yetişkinlere velet muamelesi yapmamalıyım.

13 Ocak 2010 Çarşamba

hep batıya giderek doğuya ulaşmak

severim ben bu lafı. tersine tersine ve hop bi bakmışsın: mersine. çok mümkün.

bu minvalde aldığım karar: kendimi el işine vurucam. bu benim bu blogda heralde 100. kez aldığım "kendimi el işine göz nuruna vurma" kararım. kutlu mutlu olsun, ama bu kez cidden yapıcam. bakınız birazdan gerekli malzemelerin listesini çıkarıcam filan.

ayrıca bugün ofiste, dolap kulbu süsü olabilecek boncuklu bi şi ile tee japonyalardan gelmiş, yelpaze formunda bi kartpostal benim oldu. gün içi hediyeleri serisi. öyle gaza geldim galiba, tam hatırlamıyorum. sonra oturup belediyelerin dikiş kurslarını araştırdım. tabii websitelerinde yeterli bilgi olsa kafamızı kırardık, telefonla öğrenicem. neyse, sizleri hobimle germeyi hiç istemem, birikmekten taşan "belki bi gün" dosyam var bilgisayarda, ona el atıcam. elbet yakında.

malzeme zor kısım. mesela kağıtçı açılabilir. hollandada yurduma yakın 2-3 tane vardı. tip tip bissürü kağıt. tamam lüks gibi geliyo kulağa, biliyorum. hem "görmemişin desenli a3 kağıdı olmuş, poster niyetine asmış" da bendim. ama nasıl güzeller yarabbim, kalını, incesi, yumuşağı, dokulusu, desenlisi. burda ara renkleri bile olmayan elişi kağıtlarından sonra, origami delisi olmuştum oralarda. onun gibi bi şi işte. burda da vardır belki kimbilir, ama yaygın değil işte pek. öyle seçenekler DE olsun. bi tek onlar değil, bi tek renkli ve dokulu kağıtlara odaklı bi hayat değil, ama o da olsun. içeri girip okşayalım, çıkalım.

ama şu an başım öyle bi dönüyo ki... fıldır fıldır. vihuhuhu.
yine de ben ve çamaşır suyu, iş başında oluciiz yoksa sıkıntıdan patliyciim. nihahaho.


şekil 1-a: üstümde parçalanana kadar giymeye karar verdiğim etek. haki.

not: daha da light konular bulup yazıcam, söz. özellikle iç bayan konuları seçiym diyorum. manikürcümle (olunca yani) ideal tırnak şekli üzerine yaşadığımız tartışma, ayakkabımın topuğundaki çizik hakkındaki üzüntülerim filan, hepsi aklımda, üzülmeyin.
cidden bu arada: geçici olduğunu umduğum bi hafiflik var üstümde. bkz. batıya giderek doğuya ulaşma meselesi. tüm gün gazete okuyup sonra boncuklara sarılarak uyumak. kedidir kedi. haftanın günleri yedidir yedi hatta.

12 Ocak 2010 Salı

bilinmeyen yönlerimle de değil de işte.. öyle bi şi.

30 soruyu geldiği sırayla yanıtladım, soran kendini biliyor. daha da gelmez heralde :) 15 dakikalık şöhretim için tüm sevenlerime imzalı fötö gönderiyorum.

1. elma vodka ve şarap haricinde alkollü ne seversin (birayı saymam)
?
hmmm... rakı. mojito. cin tonik. se.ks on the be.ach. sakız likörü. archers sevebilirim sanki, küçükken koklardım. kokteyllerle aram iyi, denerim zevkle (öhöm). southern comfort gelsin diye bekliyorum. aa şey, kremalı çikolata likörü. aslında likör sert ama bu mis. viski filan sevmem pek, sert geliyo. tekila vb shotlar genelde midemi düğüm düğüm yapıyo.

2. çaya şeker atar mısın?
ince belliyse genelde sıfır, fincansa 1, kupaysa 2 :) meyve çayına sıfır.

3. yeni profilindeki resim bu yazıya çok uymuş pek uymuş, ayrıca o gözlüğü nerden aldın/yani annen aldı dimi nerden aldı markası ne?
tam "tanınmamak için dev gözlük" di mi ? :) annem aldı evet, bodrumdan çakma gucci. benzerini de ben nine west'ten almış idim.

4. işten çıkışını benim çıkışımla çakıştırabilir misin belki bi iki gün bi küçük tatil buluruz
ah onu yapsam mis gibi olucak! güya civara kaçış planımız var; ama ben kış uykusundayım. deneyelim. ben kapsamlı bi istanbul turuna da varım (bi daha öhöm).

5. bana takı yapıyor musun/yapacak mısın?
daha yapmadım; ama hazırlanıyorum. aklımda :)

6. çaycı mısın kahveci mi?
çaycı. bi de bazen türk kahveci. çarpıntı yapıyo kahve.

7. en son hangi kitabı okudun?
en son törenlerle çatalhöyük'ü bitirdim. şimdi rilke- malte laurids brigge'in notları sürünüyor. giderek yavaş okur oldum. bi de arada namus gazı'nı okudum ama tekrardı, sayılmaz.

8. benlerin konusunda bişi yaptın mı yeni bi doktor buldun mu?
benin yarısı koptu. ölü bi parça olduğu için panik olmadım pek, hatta işime geldi. ankarada halledicem, tembelim.

9. (tekrar) 25 26 27 ocak'tan birinde ne yapıcaz ne yapıcaz?
tarih size bağlı, mekanı da konuşuruz. bi güzel içicez gibi geliyo bana.

10.google reader'dan nasıl anlaşılıyor kaç kişinin abone olduğu?
google.com'a girince üst bantta takvim, gmail, diğer filan gibi seçenekler var. oradan reader'a giriyosunuz. arama kısmına blogu yazıyosunuz, "yayınlar"da arıyosunuz, sonuçlar çıkıyor.

11.madem celebritysin boy kilo aliym. (sorulmicak soru muydu yoksa :D)
sorabilirsin, dükkan senin. 1.65 metre boyum, an itibariyle 49 kilo da ağırlığım olur. 48-50 dalgalanıyorum, 51 bile oldum ama 1.65 sabit :P

12.bast'ı neden ben bilmiyorum? cidden mi çok kedik var?
içini bilmem de, adı bast neticede, mısır mısır. girişinde de bi kedi figürü var. içi bol kitaplı. güzide bi yer, ben de çok gidemedim aslında, gözüm var :)

13.bu kadar çok benin(in) olması adalet mi?
valla ceza gibi bi şi bazen; ama seviyorum. genetik. bi taraf benli bi taraf çilli, benekliyiz.

14. klasik makarna tarifin nedir?
makarna fusilli ya da penne olacak. domates (tercihen iri kesilmiş veya rendelenmiş; ama asla salça değil) + peynir (beyaz, kaşar, krem hiç fark etmez) + nane veya kekik + sarımsak (reflüsüzlere). hiç malzeme yoksa, o zaman makarna + nane. süzdükten sonra nane boca edilecek ve 5 dakika kendi buharında kalacak ki kokusu işlesin. çocukluk klasiği de: yüksük makarna + çatalla ezilmiş beyaz peynir. ton balığı+ mayonez+ dövülmüş ceviz ise çok özel.

15.ben neden pek çok tanımadığım insanın blogunu takip edip edip bir zaman sonra sıkılıp bıraktım da bu blogu bırakmadım?
biliyorum aslında soru değil tam ama şımarmanın şanındandır, yanıtlıyorum: paylaştıkça artan tat bu blog, evet.

16.ıssız bir adaya düşersen yanına alacağın üç şey nedir?
bu soru beklediğim kişiden geldiği için mutluyum, gururluyum. yanıma bi şi alabiliyosam eğer, "düşmek" değil "gitmek" oluyo o durum sanırım, çok zekiyim çünkü. mavi göl filminden hatırladığım kadarıyla kadınlar için adet dönemi, kıl tüy dertlerinin sona erdiği, doğal makyaj ve föne kavuştuğumuz güzide bi yer orası. işaret fişeği alırdım 1 tane, nolur nolmaz, bulunsun. bi de hayatta kalma kitabı, hiçbi fikrim yok çünkü. bi de çakı, evet. cebime de gizlice misina rulosu ve çakmak atardım. ip yapabileceğimi sanmıyorum ve ateş yakabilmem bayaa zaman alır tahminen.

17.parmak arası terlik giyiyor musun?
giyiyorum ama terlik de değil aslında, kaba bi sandalet. ev terliğim pofuduk bi baba terliği. (önceki sorular beni aşar, evrenesormalık. ama deniym: ötker kendini yemeğe vermiş, bilmiyorum ama babanın eline sağlık ve hangi yumurtalar?)

18. bebek badem ezmesi hakkında ne düşünüyorsun?
bebek'teki badem ezmecisi'nden bahsediyosak, ali muhiddin hacı bekir'inki daha güzel. bebek badem ezen varsa onu bilmiyorum, ho ho ho.

19.bu yoğurdu sarmısaklasak da mı saklasak?
sarımsaklasak ve ikram etsek. ama reflüyü azdırıyo.

20.yıldırım türker mi yoksa evrim alataş mı?
evrim hanımı tenzih ederim ama yıldırım türker. alışkanlıktan.

21. kader var mı? böyle akışına bıraksak, su yolunu bulur mu? ne yaparsak yapalım her şey olacağına varır mı?
bu sorular da evrenesormalık, beni aşıyor. bence tesadüfler baya etkili şeyler; ama suya yolunu buldururlar mı bilemem.

22. Ben seni çok seviyorum, peki ya sen beni?
en bi çok, en bi mor :)

23. İstanbul'dan sonra sevdiğin ikinci şehir neresi?
paris. barselona da olabilir aslında; ama yok, paris. avrupada londra ve berlini görmedim gerçi. ah daha nereleri nereleri görmedim oof of.

24. Hiç dizi izlemiyor musun, izliyorsan en sevdiğin, hani sezon sezon indirdiğin ne?
Scrubs. hepsini izledim galiba. genelde polisiyeleri seviyorum ben, ama düzenli izlemiyorum, evde tv yok ve indirmiyorum da. sezon sezon takip edemiyorum :) cold case, without a trace filan. the closer'daki kadının tatlı bağımlılığını seviyorum. bu ara the prisoner'ı izleme derdindeyim. how i met your mother'ı da takip ediyodum. simpsons her daim var. ama mesela lost filan bana göre değil, sarmadı hiç. vay be, dizi izliyomuşum :)

25. Böceklerden korkar mısın?
hayır. genelde evdeki böceği dışarı atan ben oluyorum.

26. Dinleye dinleye bıkmadığın 10 şarkı?
ay bi de 10 tane :) istanbul twilight, strawberry fields forever, dalgalandım da duruldum, ah bu şarkıların gözü kör olsun, ada sahilleri, calling elvis, ive got life, bohemian rhapsody, ali desidero, pack your memories. çoğu eski, bıkmamış olmak için eski olmalı zaten, di mi? ortaya karışık yaptım ama daha çıkar. yeni şarkı keşfetme tembeliyim çünkü.

27. Makarna mı pilav mı?
pilav. domatesli pilav hatta.

29. Kedi mi köpek mi?
kedi.

30. Twitter'la ne alıp veremediğin var?:)
blogırların uzun yazmaya üşenip twitter'a kaçmasına sinir oluyorum. kendi teşhisim.

11 Ocak 2010 Pazartesi

nesi var/ kırmızı fesi var

o kadar sıkılıyorum ki, hadi soru sorun.

ama bilemeyeceğim şeylerse evrene sorun. gerçi ordaki sorular da tektipleşerek beklenen akıbete uğradı yoksa ne güzel blogumuzdun sen evrenesorun. ya da gugılda arayın filan. sözlük değilim, ansiklopedi de değilim, maksat neşe, izzet altınmeşe.

bana beni sorun. ne bileyim, merak ettiğiniz ne olabilir bilmiyorum aslında; ama ben de bunu merak ediyorum, ondan.

maksat havaya girmek hem. dün baktım ki 198 kişi gugılridır'da beni takip ediyo. 51 tane de izleyicim mi ne var. korktum. 198+51, parmaklarımla saydım, 249 ediyo. herkesi tek tek tenzih ederim ama insana böyle bi anda İKİYÜZKIRKDOKUZ denince korkutucu bence. bu iki sayı toplanabiliyo di mi? toplanmasa da olur gerçi. ben bunca zaman hep 51'i görüp gerilmiştim de. (edittoş: toplanmıyomuş; 198!)

sonra dedim ki kendime, ne korkuyorum yahu, 3.5 yılda ilk kez gugılreader'a bakmayı akıl etmişim (ve becerebilmişim hatta), bu vesileyle "yıldızım ben, göklerde gezen" coşkusu yaşayabilirim. ecnebiler yapıyo, AB'ye giricez, eh hadi madem. hem divad bana selebiriti dedi, o bilir. tüm bunlardan naşi, beni merak ettiğinize hemen kanaat getirdim. cevap vermeme ihtimalim olan 3-5 soru var, onları tahmin edin ve sormayın. onun dışında sorun, buyrun.

bi de "enteresan olucam, nüktedan ve entel kişiliğim sorumdan fışkıracak" derseniz , almiym. sıkılıyoruz şurda, light olun. damarıma basmak isterseniz de sırası değil, sonra yaparız o turu. seçiciyim, yerseniz.

neyse işte, çok sıkıldım demiştim. ofis zira, sıkıcı bi şi.

ha bu 249 kişi örgütlenip tek bir soru bile sormamaya karar verirse de fıs diye sönerim, bozulurum, köşeme çekilirim, saygılarımla.

"soru sorun" demek için dahi bu kadar yazıyorum, evet.

editovski: yanıtlar topluca. bim bam bom.

10 Ocak 2010 Pazar

ellerini yıkadın mı oğlum sen

astoria'nın sineması güzelmiş yahu. pek ihtimal vermiyodum. yani salonu değil de fuayesi. mars'ın kırmızı fetişi zaman zaman seda sayanı düşündürtüyo ama olsun, bence şıktı. koltukları da güzeldi. biraz ufak, ona da olsun. vavien sempatik bir filmimiz imiş, iyi ki yapılmış. avatara gitme konusunda tereddütlü bir isteğim var, kalabalık dağılsın diye bekliyorum galiba ya da bahane.

iki gündür haymana pancar dolanıyorum (böyle bi laf biliyorum ama galiba tam anlamını bilmiyorum. boşuna, amaçsız filan demek sanki. bilen söylesin, yoksa annemin uydurduğuna emin olucam). çok da mutluyum. hava ne güzel ısındı hele dün.

görev bilinciyle galata- çukurcuma- tomtom. her yer kömür, is olmuş, fena. portakal sucular, sıkmacılar dolu her yer. böyle ufak şeylerin yaygınlaşıvermesini seviyorum ben. antikacılara nur yağdığından beri, arka taraflara bi haller olmuş. ankaradan çiftini 10 liraya aldığım özbek işi tokanın daha ufak ve tekine 20 tl istedi amca, benim güzel hatrım için- tabii ki. oysa daha içeriye girerken bana "helloo miss ooo" dediği için, kazıklama niyetini belli etmişti. neyse işte. "bu ne kadar" diye sorunca lafa "o dağlar aşarak geldi, yapan usta kör oldu" diye giriyosa bilin ki bunun tek sebebi kazığı meşru kılmak. bence yani, teşhis tecrübeden. o tokadan da her yerde var allahtan, kazık teşhis aracım. galatasaraydan meydana yürümekse bi işkence. arkalar güzel, arkalar mis. kaç saklan bul gez.

bi çantacı buldum. atraksiyonlu deri çanta, kemik veya parşömenden takı alacak param olursa, aklımda. yanlış hatırlamıyosam bergamalı (ya da alanya? ne alakaysa) bi amcaydı dükkandaki, takı yapan iki teyzeyle uzun uzun malzeme konuştular, beni gören olmadı. parşömen kağıt değil deridir. loyloy. güzel öyle sohbetlere, el emeğine denk gelmek.

azra tüzünoğlu'na şizofrenik üçüncükişileştirmelere direndiği için alkışkışkış.

bugün, denizin en kuzguni lacivertimsi halinde, martı kanadı kafama çarparak vapura bindim ben. evet martı çarptı. karşımdaki kızın gözünü oymak üzereydi aslında. çok güzeldi. uçan köpükler gibi, vapurların sokak kedisi gibi, istanbulluların yüzünü güldüren tek şey vapur martıları. uçan balon gibi. ne bileyim işte. gri-lacivert deniz üzerinde kanatlarını lodosa teslim etmiş asılı duran güzellikler.

sonra, emir büyük yerden olduğu için, nergislerimi kaparak doğruca modaya, artık saçını siyaha boyatmayan teyzeme. büyük teyzeme. ailenin en güzel yemek pişirenine, kabak tatlısına. bahariye filan, insan deniziydi. kadıköy meydan delik deşik olmuş, görmeyeli. tenhalardan vın vın. sonra baktım ki vapur kaçtı kaçacak, koşmadım, hop kup griye. kup griye yemeden eksik olurdu zaten. beyoğlunda da inciye uğramayınca eksik olurdu eskiden, artık pek yapmıyorum. neyse, teyzem nergisleri bi an için filbahri sandı uzaktan ve filbahriler bulup getirmek istedim. Sabuş'un ablası olur kendisi. 85 küsur yaş. "rahatsızlanmışsın teyze?" diye sorunca, "yaşlılık hastalığı benimki, geçmez bundan sonra" der genelde. yine dedi. kardeşini ve kardeşimi sordu, gözleri doldu, nergis kokladı yalancıktan, geçiverdi. bense yanındaki oksijen tüpünü hiç sormadım.

lodosun en güzel yanı, havayı yalancı ısınmalarla yumuşattıktan sonra, çatlarcasına, tüm "hadi artık yeter" sabırsızlanmalarına cevap verir gibi, hiç nazlanmadan inivermesi. lodos, iner. yağmur gibi görünür ama bence o inen şey lodos. çözünüverir. lodos patlaması başka bi şi, o zaman vapurlar iptal. lodos inerse, vapurdaysanız, güzeldir. sıçana dönmek dahil.

bi de türkiye judo şampiyonu bi kadın röportaj veriyodu kup griyemin karşısındaki masada, hatta olimpiyat madalyalı filanmış duyabildiğim kadarıyla. şuna yakın bi şiler dedi son cümle olarak: "spor bi kültürdür. herkes judo yapsın demiyorum ama izlemeyi öğrenebilirler. müsabaka takip etmek spor kültürünün bi parçasıdır. küfredip stres atmak için futbol izlemek, maça gitmek yetmiyor, tonla spor dalı var, yapamıyolarsa da sevdikleri bi spor dalını takip ederek, kurallarını öğrenerek, destek vererek bu kültürü edinebilirler". mis gibi bi özet bence, paylaşiym dedim.

sonrası pazartesi.
rilke yudum yudum su gibi, satır satır bi zevk.

7 Ocak 2010 Perşembe

baldırıçıplaklar sürüsü

modernite merakımızdan ölücez. karavel saçların modernliğinden aldık konuyu, bugün biliyoruz ki yerleşik hayat da modern bi şi. en fos, en joker, en jön kelime: modern. bi de anlasak yarabbim.

göçebelik deyince aklımıza orta asya stepleri geldiği için oluyo bütün bunlar. atlarımızla dıgıdık. en genç türkler, izlandaya kadar dıgıdık. kuzum, toroslarda mesela, yörükler yaşar. yaşardı. az kalmışlardır tahminen. bu ülkede konar-göçer insanlar var. hep varlardı. aynı ülkenin "buçukluk"ları çingeneler. çingene demek bile kötü, roman diyoruz. çingenelik oysa, ayıp değil. haberlerde bir görüntü:

-biz de açılım istiyoruz!
- nasıl açılım istiyosunuz?
-istediğimiz yerde çiçek satabilme açılımı istiyoruz!

bütün gün şakaklarımı zonkladı benim bu diyalog. çiçek satmak yahu. bu kadar.

çocukları "uslu durmazsan çingeneler kaçırır" diye korkuturlar. her suç, her kötülük onlardan bilinir ama ilk "kostümlü eğlence"de en az bir kokoşcum çingene olur; lüle saçları, büyük halka küpesi ve kırmızı eteğiyle. çingeneyi sahnede severiz biz, dokuz sekizlik, göbecikler atacak illa ki. ne de olsa kürt çalar çingene oynar bu diyarlarda. türkler de sanırım localarından halkı selamlar, onu daha tam açıklamadılar.

bir ülkenin kendi insanlarına tiyatro dekoru muamelesi çekmesi açıklanamaz bir şey. diyorum ya, anca eğlendirmek için olması gerekir onlardan. yemezler, içmezler, hastalanmazlar. onlar hep öyle neşeli, hep ağızları sakızlı, ellerinde sihirli aletleri, romantik birer "gypsy"dir. darbukacı bayramdır, malboradır, öyle şeyler.

terbiyesizlik, ahlaksızlık. tenten'deki kaptan hadok gibi küfredebilsem, ederdim. kabuksuz tosbağalar der ya, öyle işte. her şeyi silip atın. herkesi, her rengi. modern modern grileşelim bence de. kime ne anlamıyorum ki. sana ne, bana ne. kimsin kimlerdensin, anan güzel mi, bana hiç gelmeyen sorular. ortada annesinden emdiği süt galeyan şerbetli bi millet varsa ateşle yaklaşmazsın. kışkırtmazsın. ev yakmayı, insan sürmeyi filan çok önceden çözdü bu ülke, elimiz alışık resmen. bi gıdım bi şiler değişsin diye, başka dertten değil.

evini başına yıktığımız adamla karşılıklı göbek atabiliriz ayrıca, hiç gocunmayız, ensemiz kalındır.
gün oldu, şehirden kovaladıklarımızı, taş ocaklarına sürdüklerimizi de sirtaki kurslarında sevdik, yalan mı? her halimiz yalan zaten. kendine yabancı haller. aynaya bakmamış biri düşünün, yüzünü bilmez ya, öyleyiz. görmediğimiz şeyleri el yordamıyla çözen zavallılar ordusuyuz: burnu var, bilmiyor, dokununca anca fark ediyor. "aa nefes de alıyo!". öyle bir şey işte. sirtaki dinleyip aa yunan, ne hoş, siz de mi dolmades filan.
valla gerçek bunlar. arkadaşıma şöyle demişlerdi: "rum musun, ne hoş!".



kafadanbacaklılar!

6 Ocak 2010 Çarşamba

tam

çerçeve sonuçlarını paylaşmamışım, inanamadım.
bugüne bugün o posterlerini filan çerçeveletmeyi becermiş biriyim ben.
en bi övünç sevinç.



do re mi.

bi tane metal kulakçık eksik, nedenini bilmiyorum. olsun. böyle mis gibi. tamam.
odam oda oldu hakikaten.

5 Ocak 2010 Salı

biri bana anlatsın

"babam sağolsun" hep vardı. "kocam sağolsun" da eklenmiş. eskiden ayıptı böyle şeyler. insanlar emekle gurur duyardı, bakılmakla değil. bakılıyosa da altını böyle çizmezdi. "ev hanımıyım", nokta. alkış beklenmezdi. eskiden diyorum, ruhum yaşlı. ben böyle gördüm. "bakılmayı hakedecek kadar süper bir mahluğum yarabbim, yamacımdaki erkekler bana tapıyo" ruh halini anlamıyorum. havanız batsın. sanki tanrıça, altın sunaktaki meyveleri kabul edip ölümlüleri kutsuyor.

hayır, kendimi düzeltiym: erkekler için ayıptı, "iç güveysi" lafını yiyiverirlerdi. ki hala ayıp. kadınlar için kocamköylü olmak ve müdür karısı sendromu ezel evel süren, bitmeyen, bitemeyen, çözemediğim bi gurur kaynağı. en doğru erkekten ben doğdum, en doğru erkeği ben kaptım.

gerçi eminim sekretere asistan, tezgahtara satış danışmanı, dansöze oryantal sanatçısı diyen yüce burjuvazi, bunun için de deyimler ve atasözleri sözlüğü bastırmış ve kendince sınıf atlatmıştır. ne bileyim, "organik orkidesini budamak için fedakarlık yapan ve pişirdikleri kurabiyeden altın kırıntısı saçılan leydiler" haline gelmişlerdir. dev aynalarda kendi ışığıyla gözü kamaşanlar. küçük dağları yaratma meşguliyetindeki kuyu dibi kurbağasından vrak coşkusu.

"hobim var!"ın alkışı hak etmesini de anlamıyorum. insanların hobisinin olması değil, olmaması tuhaf. orkide örneğinden gidelim. çiçek yetiştirmek olimpiyat madalyası gerektirmiyor ve yüzyıllardır mevcut. normal olan zaten ot gibi yaşamayıp kendine bi meşgale yaratmak. ama nedir, sen tutup "emeğim filizleniyor, türkiyeye botani getiriyorum" dersen, eşekler güler.

canım ülkemde bi avuç sivil toplum kuruluşu olduğu için sosyal faaliyetten altın gününü anlayan nice nesiller geçti, bunu az buçuk aşmış olmak bence aferinlik bir şey değil, olması gereken. aynı şekilde bakınız: kitap okuyor olmasıyla övünenler, alkış bekleyenler. sergiye gidince "kültürlü" oluverenler. tonla işe başlayıp yarım bırakan ama tamamlamış gibi pazarlayanlar. ikinci nesil sınıf atlama: paranın yetmediğini çözenler ama avamlığı aşamayanlar. hadi kendime link.

özellikle de kadınlardan çıkıyor bu beynini kullanıp, kendi de bu becerisine şaşıp sonra da alkış bekleyen tayfa. evet, onca nöron bu günler için var hanımlar. sürpriz.

yok yok, tabii ki diplomalılar, maharetliler, dillerinde mürekkep. tam paket olmak bunu gerektiriyor çünkü. çünkü yine burjuvazi der ki: kapıcı karısından bi farkın olmalı. gerçi kapıcı (ay pardon, "apartman görevlisi". kapıcılık niyeyse ayıp) karısı dediğin zat eşekler gibi çalışan; ama yine de hakkını alamayan, birçok şeyi de kendine hak bile görmeyen bi güzel kadın tahminen.

"mağrur olma padişahım senden büyük allah var" derlermiş ya hani köleler padişahlara. ondan lazım birçok insana anlaşılan. üniversite zamanı çalışmamış olmamı bile yediremiyorum ben (kendime edit: son yıl çalıştım. eşek gibi hem de, unutmuşum) , "bakılıyorum" ne büyük bir utanç kaynağı olurdu benim için. "muhtaç"lık hissi başka bir şey, ben öyle hissetmek istemem. "muhtaçlıktan değil" dense de dokunur, öyle büyüdüm, elimden gelmez. süperlik değil bu, benim geçmişim. o yüzden mümkünse, bakılmiym ben, aklım almaz sonra.

ola ki bakılırsam da buna romantik burjuva kılıflar uydurmayacak kadar dürüst kalayım bari.

4 Ocak 2010 Pazartesi

vicis

nefes alamıyorum. ciğerime fil oturmuş resmen. nefes alamiym diye de hortumunu burnuma filan sokuyo. pazartesi sendromu mudur, rüyadan uyanmak mıdır, müdür müdür müdür. bugün uzun gün, 2 haftada bir. çok dert değil. sorun sabahtı. öyle geldik ki ofise, herkesin aklında saç savurarak kapı çarpmak, fark ettirmeden çekip gitmek, üst yönetimin tamamına mail döşemek vb sahneler var. aklımda aklımda. özelcipskolakilit. çünkü biliyoruz ki bilinç akışı yöntemiyle maaşlı eleman olunmuyor.

dövme fikrim vardı, beğenmedi. zaten içime sinemiyo, eledim. dövme demişken, galiba giderek şekilleniyo. yani "düşününce insanın içine sinmesi, taşımak istemesi" hissini anladım en azından, bu da bi şi. daha yerine filan karar vericem.bu kadar düşünüp taşınıp sonra bileğime ufak bi yıldız, kalp filan yaptırırsam da beni bulun ve ayıplayın. bileğinde yıldız/ kalp olanları tenzih ederim ho ho ho.

istemeden hobi: ibb'nin meclis kararlarını takip etmek. sokak isimlendirmeleri eğlenceli mesela (işimi seviyorum işimi seviyorum). adı olmayan bi çıkmaza 15 gün önce "esinti sokağı" adını vermek istemişler ama varmış ondan, onun içi adı akik sokak olmuş. amber çıkmazı ve nurtanesi sokağı da yeni mesela. ayrıca: kirazdalı sokak, ateşböceği sokak, zeytindalı sokak vs vs. sokak ismi seçmek, teklif etmek ve bunu görüşmek, eğlenceli bi iş bence. olabülü.

gizli bi cafemiz var artık ofisçe. daracık ve kesinlikle fark edilmeyen bir yokuşta. ayın 25inde hepimize el yapımı noel kurabiyesi hediye etti hera hanım. minik poşetler içinde, fiyonklu. sadece 3 kez bile gitmiş olsanız sizi seveilen biridir, atlamaz işte insanları. sever ama yani gerçekten, miş gibi yapacak biri değil. çok kesin konuşuyorum ama öyle işte, belli. nokta kadar bi yer, içinde uzun zamandır yediğim en özenli zeytinyağlılar yapılıyo. gizli hazinemiss. fırsatlar yaratıp, koşarak gidip, sakin sakin yemek yemek terapi gibi. ikileye ikileye.

sonra: sonrası gazeteler. böyk.

ha bir de, bence yılbaşında ntv'nin en iyi eğlenceyi sunması, diğer kanallar için utanç verici olmalı. bu derece basit bir şey ama işte avamlıktan sıra gelemediği için, zevkli işler en "haber kanalı" haliyle ntv'ye düşüyor. saatlerce açık kaldı ve ben şahsen çok eğlendim. "light" eğlencelerin berbat olması gerekmiyor. gerektiğinde eller havaya bittabi. bir de tespit, benden de kafa sallama: sahnede eller önemli. şarkı söylerken elleriyle tüm seyirciyi emir komuta zincirine sokabiliyo eskiler. tempo tutmazsanız tokatlayabilirmiş, eğlenmezseniz dövebilirmiş gibi. güzel işte

3 Ocak 2010 Pazar

daanossun.

2 değil de 3 gün tatil yapmanın bu derece mi farkı olur yahu? dinlendim, sakinleştim, yenilendim, harikayım, bomba bile olabilirim.

yılbaşında gideceğimiz "ev oturması"nın ev sahiplerinden biri ateşlendi, biz ntv'de neşe karaböcek ve göksel'le çok mutlu olduğumuzu fark ettik, şarap da vardı hem, mis gibi evdeydik neticede. sonuç: tombaladan bi menekşem oldu, en mor, en goncalı. ayrıca çiçekçi "çiçekten anlama" skalasında üst basamaklarda yer alan "çiçekleri biliyosunuz apla siz" cümlesini de kurdu. bilmek yetmiyo tabii, meramını anlayıp bi de çare bulabilirsem çiçek bakmış olucam. kısmet.

ayrıca "ikibinbon"un devamı niteliğinde, "ikibindon", "ikibinson" gibi kelime oyunları da yaptım. çok bereketliymiş. sonuncuyu 2019'un son günlerinde bi gazeteye satıcam, "onlu yıllar nasıldı" muhabbetine malzeme olsun. böyle de ileriye dönük, böyle de çıkarcı, planlı bi şiyim.

hediye paketi açmak harika bi şi. gayri meşrutiyet ve neyi sevdiğinizi bilen bi adam ise süper bi formül. kocaman, tarihsiz bi defter-ajanda. tam da düşünürken, bakınırken.

sahil kahvaltısı, 20 derecede filan. yürürürürü. insan denizi özlüyo, martıları, kayıkları. dibimdeyken özleyecek kadar uzak kalmak da benim ayıbım. cuma günü lodos partisiydi resmen. okul yokuşlarını da özlemişim, hepsi birden. hala yemyeşil mesela o yokuş.

bebek ama, rahatsız edici derecede kalabalıktı. yılın ilk günü bok var di mi, geç git. var işte, bi oturup kahve içmek istiyo insan. yanımızdan geçerken "sizin ne vardı" diyerek sipariş almaya çalışan, asla durmayan, durup dinlemediği için "bana tanınan 10 saniyelik sürede hangi kelimeleri seçip en etkin şekilde bağırmalıyım" stresi yaratan garson beyler yüzünden, cık, olamadı. sevmiyorum işte. şey pardon pardon şey. 15 dakika boyunca pinpon. basket oynasak omuz atıp deviricem, en azından durup dinlerler. sipariş de şu: ekler. pişmiyo bile yani. alıp gelecek. yemin ederim kolay diye seçtim. gelmiyosa iptal edicem. "ay bi durup dinleyin deliricem!" isyanım da beni huysuz arsız kız yaptı tahminen. oysa tam on dakika boyunca masaları aralarında bölüşme sistemi tasarlayıp sonunda "ayh neyse, kim gelirse baksın" dedikleri için oldu hepsi.

neyse. yaşlandım, sevmiyorum. verdiğin siparişin tutarına oranlı bir ilgi, sevmiycem de işte. tamam yorgun ve yoğunlar ama benim günahım ne. karamelli istemedim ekleri diye kafama geçiriyodu resmen. böhü. bebekten kaçarak uzaklaşmasaydık tekliflerin teklifini yapan hanfendiye de ce-e derdik elbet. daha sakin zamanlarda.

ne güzel bi 3 gündü yahu, sahiden. çok çok iyi geldi. geç kahvaltı harika bi şi bi kere. ve hatta: soul kitchen. alkazar. hemen de siftah. sonra sokaklar, mavra ve hatta iyice dolandıktan sonra dönüp dolaşıp: enginar. kaçacak delikler. güzel işte. misal: son 10 dakikası eksik DVDlerle savaşı kazanmak: barbarian invasions yarım kalmadı. aa ayrıca: Ms.45'i de izledik efem. değişik diyelim evet, değişik.

2010'a başlama telaşı da bittiğine göre, plan program vaktidir.
defterim de var ho ho ho.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker