31 Mart 2008 Pazartesi

haydari

"bile bile lades" diye bi laf var ya... işte öyle hep. hep "bile bile lades" bana. üstelik kötü de hissetmeden. bazen egoistçe. kendimi uzaktan seyredince, yani hani işte sınıfımda okuyan bi kız olsaydım mesela (cümleye gel)... sevgi-nefret arası bi şi beslerdim kendime. şu anda da durum bu zaten."bazen kendimi hiç anlamıyorum" filan derler ya.. yalan. çok iyi anlıyorum; ama anlamak işime gelmiyo. kendimi anlıyo olmam haklı bulduğum anlamına da gelmiyo.. "bunu yapan ben olamam" diyorum çokça mesela. ama benim işte. üstelik, "deryik saçmalama kendine gel, silkin" filan diye de eklemeden.... bile bile lades ve bu benim hoşuma gidiyo. kötü hissetmemeye üzülüyorum bazen; ama sonra zaten tonlarca katı üstüme çöküyo. bazen hayat mojo cumhuriyeti sanki. ya da ben öyle olsun istiyorum. evet galiba ikincisi maalesef.

blogda günah çıkarılmaz deryik ayıp. olan var olmayan var. neyse. günah olarak görseydin zaten çıkması gerekmezdi. buna da neyse.

filipinler'den norveç'e, lesotho'dan çin'e uzanan yaklaşık 20 baraj projesi okiycam. yarından itibaren. bugün kuş gibi hafif, şirin bi pazartesiydi. monday blues değil ilk kez. bi arkadaşım, ki adı ben idi, "ah yine monday blues" filan dediğimde, "derya senin haftanın günleriyle bi ilişkin olduğunu sanmıyorum" demişti. ota boka blues bi imajım varmış yani. hale bak.

aklımdan geçen bir sürü kare, an, fotoğraf, his, koku filan var. %90'ı istanbulda geçiyo. lodosta vapurda açıkta oturmak gibi. manzarada kedi severek bi şiler okumak gibi. hatta gayet turist bi şi biliyorum ama, mısır çarşısından mahmutpaşaya gitmek filan. modadan kadıköye yürümek, bostancı dolmuşu kuyruğundakilere acımak. yurt odamdan görünen ağaçtaki 8 cennet papağanını izlemek. bi de haydari ve boğaz. sürekli yürümek. düşünmeden, yorulunca bi otobüse binip sonra yine yürümek.

ankarada yürümek çok sinir bozucu. zira daha önce onlarca kez bahsettiğim üzere, bu şehir sokakların değil. sokaklar da insanların değil. bu şehir belediyenin ve araç sahiplerinin. yaya diye bi şi yok. otoban etrafında şekillenmiş yerleşim bölgeleri normal kabul ediliyo. eskişehir ya da konya yolu mesela, sıradan bi adres. yolda yürürken yanınızdan geçen uzun vasıta size havalı korna çalabilir ve haklıdır daima. siz yol kenarında, kaldırım bile olmadan, içgüdüsel bi şekilde yayalara ait olabileceğini düşündüğünüz bi hatta yürürsünüz. oysa değildir.

enver diyodu geçenlerde, "kızılay da gidiyo" diye. hakikaten, gidiyo işte. yavaş yavaş otoban kenarı toplu konutları başkenti olursa ya ankara... iyice yürünmez. yürümeden insan dertlerini atamaz ki. yıkanmak gibi bi şi yürümek. sokağa dökmek içini...

30 Mart 2008 Pazar

"adam mı öldü?"

Bodrum-pina yarımadası'na otel yapımı için denizi adeta kum havuzu gibi dolduran MNG holding yönetim kurulu başkanı mehmet nazif günal (aka. m.n.g), şikayetlere bu cevabı vermiş:



zira biliyosunuz, türkiye'de işler böyle bazal... adam öldürmedikçe, sorun yok. alacakaranlık kuşağı: kadın öldürseniz bile sorun yok. aslında, adam ölünce de yok bazen, mesela tersaneler. yani aklınızda olsun, böyle bakıyor iş yapanlar: adam mı öldü? yoo. e devam madem. kahve taştı ocak battı, olur öyle. mehmet nazif yatırımı bölgeye gelipduru, adam tanrı katından halka indi, daha ne isteriz gari.


pina yarımadası tezim sebebiyle, Torba sebebiyle hayatımda. Orda Halep Çamı ormanları var. Halp çamı sadece Akdeniz ikliminde yetişen, pek bi nadide, pek koruma altında, Türkiye'de az rastlanan bi çam türü. pina yarımadası da koruma altında bir bölge. geçen sene yarımada yandığında "otel gelicekmiş buralara" dediğinde insanlar, inanmıştım. tez hocam da bana "kaynak değil spekülasyon bu" diye itiraz etmişti, al buyur (kapak olsun hocam, öhöm). inanmıştım zira ben torba'da kare şeklinde yanan orman görmüş biriyim. böyle cetvelle çizilmiş gibi, "mangal yangını".


sonra mehmet nazif çıkıp tee abu dabi'den "biz dökmedik kamyon devrilmiş" deme cüretini bulur tabii. "ankaralarda istanbullarda hilton yapan MNG'nin prestijiyle oynamayın buraya dolar üzerinden mark üzerinden turist gelicek" der. hatta şantiye müdürü


Yaptığımız turistik tesis inşaatı için molozları bir yere dökmemiz lazımdı, nasıl olsa denize dolgu yapacağımız için hafriyatı denize döktük. İzin almayı bekleseydik zaman kaybederdik. Şimdi denizi doldurduk, verilecek cezayı bekliyoruz"


diyebilir. bunlar onun hakkı. yetişecek yeni sezona. o kadar emin ki bundan, 3 kuşak sonra bile değişmez bu kafa, geçmiş olsun. mesela o yarımadada hiçbir altyapı yok, zira yerleşime kapalı. bu tatil köyünün atıkları nolucak? "3-5 taş düşmüş nolcek ki" diyen zihniyet, yarın öbür gün "3-5 tuvalet boşaltmışız nolcek ki" de demez mi sizce?


MNG Holding'e telefon edip "çevre politikalarınıza dair kiminle görüşebilirim?" derseniz, işte o zaman eli ayağına dolaşır. anlamaz ki ne dediğinizi. başıma geldi, ordan biliyorum. bi yoklar sizi, ah gazeteci değil, tamam. adios amiga, muchos gracias senior. çat! bu kossskkkoccca holding'in malı o orman, o yarımada, o yeşil, o deniz. öyle. 500 kişiye iş verdiği için, onun oldu. parasıyla deel mi? adeta küçük mehmet parayı veriyo, düdüğü çalıyo. cezası da resmen "köpeğinin aylık yemek masrafı" kadar bi şi. ödüyo mehmet, döküyo nazif. 21 bin ytl. teknesinden sintine boşaltsaydı, 50 bin ytl ödiycekti. o derece komik.


bi tek mng midir peki? hayır. o da zaten "herkes yiyo ben mi bakıcam" diye düşündüğü için bunu yapıyo.


bu ülkenin kıyıları, denize kadar inen çam ormanlarıyla meşhur-du. lacivert denizin kıyısına köşesine yeşil gölgeler vurur-du. yeni kuşaksa "yangından sonra 3 yıl siyah kalan orman arazisi"ni bi bitki örtüsü sanıyo. Halep çamı, kızılağaç... Bir zamanlar Marmara denizinde cirit atan onlarca balık cinsinin nası dibine darı ektiysek, ağaçlar da aynı şekilde çırpınıyo. yakın. onlar da gidecek. her yangında ağaç değil, orman ekosistemi yanıyor. ilk kuşlar gidecek ve biz aval aval arkalarından bakıcaz. su dökeriz belki. ahaha, yok yok o suyu da doldurur m.n.g.


zira bu ülkede, çevre bakanlığı aslında turizm (ve yerine göre enerji) bakanlığı. danıştay da çevre bakanlığı. böyle bi rol değişikliği var. çevre bakanı en olmadık projelere onay ve destek verirken danıştay iptal ediyo. turizm bakanlığı mı neci? o da hmm... esnaf cini tapu kadastro memuru olabilir. hani dosya arası hediyeler kabul eden. gerçi tepkilerine bakarak aptal sarışın da seçebiliriz: "aa bilgimiz yok aa öyle mi olmuş aa-aa"...



halep çamları da "hani bana hani bana" demiş.

28 Mart 2008 Cuma

işte bunu seviyorum.


söz konusu erkek yurdu budur efendim.


kalabalıkmış. galiba. gördüm göreli, en iyi kalabalıklarından sanki... pankartlar facebook'a düştüğü kadarıyla pek çeşitli olmasa da, ah ben o erkek yurdunun üstündeki "kulüpler burdan gitmeyecek" afişini seveyim. "ayşe bizi diskoya götür, sosyalleşelim" filan da denebilirmiş. hatta bi tane BUREKTÖR diye kulüp kurulsaydı, rektörcülük oynasalardı. neyse, burda kalmasın diye umalım. bümed nerde acebağ, sesi niye çıkmıyo acebağ. öğrenci numerolarını vererek destek olsak mesela, imza kampanyası gibi gibi. evet beni bu ara geren tek dert bu, zira gazete manşetlerindeki politikacıların bakkal zihniyetli okul yönetimleriyle iyi geçinme ihtimalini yüksek görüyorum... ve dansından politikasına, ben bu kulüplerde geçirdim 4 yılımı, borcumdur.



biz rektörlük binasını severiz aslında.
devamı, detayları ve daha fazlası için:
ikinehir (mezunlar beklemede)
(galiba) emirbey (fotoğraf varmış)
ve tabii ki facebook.

güç ver durma öyle hadi güç ver

güç. bilek gücü iman gücü. deli kuvveti de olur. hayatta en hakiki mürşit ilimdir, hayatta en büyük enerji paniktir. bütün gece uyumazsa insan, ne doğuya ne batıya bakmayı becerebilmiş penceresinden sabahın ilk bej-mavi-sarı- gri rengini görürse... her sabah 5te duyduğu tuhaf sesin penceresinde sabahın ilk ışığıyla kurlaşmaya başlayan güvercinler olduğunu çözerse... sonra saate bakar, hala uykusu yok. uykuyu severim ben çok. hep uyurum. dün uykum gelmedi ilk kez. hür irademle ve çökmeyen internet bağlantımla yatağımda oturdum. insomniadan muzdarıp insanlara sırf bu yüzden imrenirdim, gün doğuşunu görmek... hevesimi aldım geçti. yani yıllarca yılbaşı kutlamalarından tiksnmiş giriyim ben, uyanık kalalım sabahlayalım filan dendiği için.

bi yumurta haşla, süt, kahvaltılıklar, defne anahtarını unutma, şalter in ve 7 saat kıpırdama.

şimdi bugün cuma ya, ayın 28i kendisi. 31 mart vakasını 1 nisan şakasına bağlayan dakikalarda öyle hafif olucam ki, yarattığım çince küfürler bile kulağa ninni gibi gelicek.

ama işte güç ver. güç al.

tembel değilim, sadece son dakika adrenalini bağımlısıyım.

26 Mart 2008 Çarşamba

aysaysbeybi.

geçen gün boncuklarımla tek gecelik uzatmalı bi aşk yaşadık. yine manasız derecede sallantılı ve asimetrik bi kolyem oldu. defne'ye de kolay küpe ve bilezik işte şıp şıp. buçukluk onlar. bi sonraki procem için kızılayın tamamında "pardon sizde kalın kadife kordone var mıığ" diye gezdim. ya kalın değildi, ya kadife değildi ya da kordone bile değildi. kordone terimini kullanınca insan kendini büyümüş hissediyo. sonra böyle parmağını uzatıp "böyle kalın olucak, kordone işte ya uf bilmiyosunuuuğğzz" diye içlenebilir bile. annemden arak kelime haznesi. var böyle terimler... "pili" filan yetmediğinde, "robadan elbise" mesela. vuhu jargona hakimiyetle kalplerde bi numara olabilirsiniz.


neyse işte, ilk gördüğüm yer olan sulu hana kös kös döndüm, aldım. fizikte ilk ne öğretilir: yer değiştirme sıfırsa iş yapmış sayılmazsın. işte böyle hayattan kopuk bi şi fizik. peh. onca yol git, yine de yaranılmaz.

Sâbuş biraz hasta. nefes alırken zorlanıyo, üşütmüş. alamadığı nefeslerin arasında "kolyene bakıcam" dedi. o hep görür kolyeleri filan. Bu diyarlarda mardi gras diye bi şi olsaydı, eminim en önde olurdu her sene, bütün kolyeleri kapardı. bi tane minicik, ufaltılmış kokoş çanta bulmuş,bozuk para koymak için. böyle sanki deri, sanki öğretmen çantası; ama avuç içi kadar. ben onu bileğimi takıp kırıttım, eğlendik. hırıltılı nefesinin arasında yeni yüzüğünü gösterdi. enerjisini bijüteriden mi alıyo, adeta bi anime karakteri midir, nedir bu hal diye düşünüyorum. mümkün. yaşla iyileşme hızı ters orantılı. velakin içi yaşlanmıyosa insanın, nası sinir oluyo bu geç iyileşme haline... 82 yaşında pasta yapmaya başladı kendisi. kahveli, vişneli, portakallı... bi de güzel, bi de hafif. gizli yardımcısı da var. yatakta uzanmış nefes açıcı şurubunu içerken "bunu da yapalım" diye karamelli bi şiler gösteriyodu. karamelli pastamız, şıkır sahte inci boncuklarımız ve çocuklar gibi şeniz. Sâbuş evi, en mutlu ve gizli kovuğum.

şimdi sabuş hastanede, oksijen takviyesi alıyo yarına dek, ilaç filan. iyiymiş. o hiç sevmez ki hastaneleri, beyaz gömleklileri... gerçi bazı doktorlarını sever, hatta bir kadın doktora kendi yaptığı kolyeyi hediye etmişliği vardır. her kolyesinin de hikayesi olur: kırmızılar alev alev yanar, maviler dalga dalga yüzer, yeşiller baharı getirir, sarılar ya güneş ya da papatyadır filan.

sabuş rüzgarda üşüttü, ciğerleri eskinin bronşit yorgunu zaten...
annem iddiası, kolyeleri görünsün diye ceketini iliklememiş olduğu. gözleri görünsün diye güneş gözlüğü takmayışı gibi.
ihtimal: bayaa yüksek.

anneannemi ben cidden çok, tuhaf derecede çok seviyorum.

24 Mart 2008 Pazartesi

jo kermit.

aklıselim'den uzaklaşmak kolay iş değil. deli olmak da öyle. sevimli bi şi de değil. "sevimli deli" mesela, dışardan bakanların anlamazlığı. küfür gibi laf aslında. kedi yavrusu seviyo sanki. hanimiş anlamazın delisi.

kendimi deli görmüyorum, hindistana bakınca da "jai guru deva om" görmüyorum. çok şükür, en çok buna. elimdeki kalemin şiir yazamadığını da biliyorum. buna da şükür, kaleme işkence etmiyorum. hintlilerin holi festivaline teğet geçmiştim ben geçen yıl, çok aklıma yatmıştı. bi nevi hint nevruzu; ama toz ve sıvı boyalarla. renk banyosu. çok eğlenceliydi. deli gibi eğlenmiştik. gibi gibiyim gibi gibiyim gibigibigibi. en fazla.

egzotikleştirebildiklerimizden misiniz. şimdi böyle doğal ilaçlar, alternatif tıp, ayurveda zart zurt çok bi popüler ya hani, inek dışkısından yüz maskesi yapmaya da var mısınız peki a güzeller? yoksunuz. zurnanız zortladı. egzotizme uzaktan kapılmak aşkların en güzeli. deli aşık, deli kadın. yok öyle şeyler. deli kadın şarkısını da hiç sevmem ayrıca. sopa mopa kâr etmiyomuş. bak sen. gerzek marşı. zaten itiraf ediyo sonra "aptal gibi, şapşal gibi, sevdin sandım.." diye sonra erkin koray. gibi gibi o da. madem sen gibisin, kadın niye deli. hiç işte. halbuki severim kendisini. seni her gördüğümde vardır mesela, yalnızlar rıhtımı filan. sarhoş gibiyim der sonra. gibi haller adamı.

paragrafın başına gelenlere bak. bazen insanlardan da kendimden de feci sıkılıyorum.
neyse aman ya.

geçenlerde aklıma geldi de:
ağaç, çiçek, balık, kuş, baharat ve şarap çeşitlerini bilen insanlara gizli bi saygı duyuyorum.
çiçekçideki 10 çiçeği bilsin, yeter. köri ve safran egzotikliği kalabilir.
burnunun ucunu görsün önce.

bi de ben yalıçiftlik'i özledim çok; ama yapıcak bi şi yok.
balıkrokabira.

22 Mart 2008 Cumartesi

boğaziçi kulüpleri

facebook arada işe yarıyo. bi grup gördüm. durum vahim.

şimdi benim eski okulum boğaziçinin insanın aklında kalan, 4 yılı çekilir yapan 2 şeyi vardır:
güney kampüs ve öğrenci kulüpleri. yazı bu ikincisiyle ilgili. sıkılacak olan okumasın... konu "öğrencisiz maarif ne kolay olurdu" zihniyetidir. benim içim acıdı. içim buruldu, kıyıldı, acıdı işte. manzaranın önüne çit çekilseydi de bu kadar olurdu tahminen.

ben son sınıftayken, 1.erkek yurdunun alt katındaki kulüplerin ordan kışkışlanacağı haberi gelmişti çoktan. MDS yıkılırken... aşağıdakini okusun bi herkes. özellikle maddeleri... yeni rektöre diş bilememe sebep olan şeyler bunun onda biri filandı heralde. kadın kulüplere takıldı. istemiyo. "hep sosyal faaliyetlerle gündeme geliyoruz burası akademik bi kurum"filan gibi şenlikli lafları var. ankara belediyesinden hallice bi rektörlük var karşımızda. Karakışla arada direniyo, ilgilenen tek hoca o sanki. okulun içine turkcell reklam panoları dikmeye kalkışabilen bir "işletme" mantığı, işletme fakültesinde bile yoktur. neyse, işine gelince "kulüplerimiz sosyal ortam" filan diye kaymağını yiyen bir okul yönetiminin kulüplere neler çektirdiği gayet net bi şekilde listelenmiş. bütçe kısıtlamaları filan da buna ek.

boğaziçili olup da buna katılmayan kampüsteki sosyal hayatından vazgeçebiliyor demektir. 1.erkek yurdu'nun alt katı kulüplerindir. nokta. bu kadar bu. akar, kokar evet. ama yüksek tavanı vardır. ders çalışanlar girip çıkar... hareket vardır. sinema kulübü ordadır, enso yanındadır, havacılık ordadır. orda bi düzen işler. ofis değil, öğrenci kulübüdür. insanlar ordadır. garanti bankası çirkinliğinde bir etkinlik yeri yapıldı, MDS'nin yerini alan. habire dışarıya kiralanıyo, öğrenciler sahnesiz kaldı. Kardeş türküler'i çıkarmış kulüplerin şimdi sahnesi yok. öğrenci hakkının ihlalidir o binanın yıkımı. onun yerine yapılan yeni yeri görmediğim için de huzurluyum. öğrenci kulüplerinin yere ihtiyacı var evet; ama çözüm 24 kulübü yerinden etmek değil. zaten toplamda 39 tane filan.

karakışla ilk dersinde şöyle demişti bize: "üniversite diploması yetmez. kendi bölümünüz dışında 2 tane daha alanı da bilerek mezun olmadan, 2 hobi sahibi olmadan burdan çıkarsanız aydın olamazsınız. aydın adam, ders kitabı dışında da bir şeyler bilendir". bu da bizim okulda, kulüplerle yapılır. dans uğuruna okulunu 8 yıla uzatan bir endüstri mühendisine insanlar saygı duyar, onu ayıplamaz. yani çok sayın eski rektörüm, siz kimbilir kime ne kiralayacaksınız diye... maalesef. zaten alttan alta geliyolardı. şimdi okuyanlara bol sabır...

13 Mart 2008 tarihinde Boğaziçi Üniversitesi öğrenci kulüplerine 1. Erkek Yurdu’nun altında bulunan odalarından daimi olarak çıkarılacakları haberi geldi. 1960’lardan itibaren öğrenci kulüplerinin çalışmalarını sürdürdüğü ve 24 kulübün oda sahibi olduğu 1. Erkek Yurdu’nun boşaltılacağı, kulüplerin GYM’e taşınacağı ve yapılacak olan GYM paylaşımında her kulübe 10 m2’lik bir alanın düşeceği bildirildi. Bu durum, uzun yıllardır Boğaziçi Üniversitesi’nin kültürel, sanatsal ve sosyal ortamına katkıda bulunan ve onu zenginleştiren öğrenci kulüplerinin çalışmalarına ket vuracak hatta birçok kulübün ana faaliyetlerini engelleyecektir. Fakat okul yönetiminin bu tavrı bir anda ortaya çıkmamıştır. Bu tavır Boğaziçi Üniversitesi’nin son yıllardaki öğrenci kulüplerinden başlayarak Boğaziçi öğrencisinin üretkenliğini yok eden ve asosyalleşmesine yönelik politikalarından bağımsız düşünülemez. Bunlardan bazılarını vurgulamak gerekirse:

• 1. Erkek yurduna asılan bez afişlerin “görüntü kirliliği” gerekçesiyle yasaklanması
• Öğrenci kulüplerinin organize ettiği partilerin yasaklanması
• Kulüp faaliyetlerine en çok katılma imkanı bulunan hazırlık öğrencilerinin Kilyos'tan buraya ulaşımları için olan servislerin yetersiz sıklıkta ve paralı olması
• Kulüp gelirlerinin %20’sine, öğrenci kulüplerine haber verilmeden, el konulması
• Kuzey Kampüs’teki 6 öğrenci kulübünün yoğunluklu olarak kullandığı Murat Dikmen Salonu’nun yıkılması
MDS yerine yapılan New Hall’ın Rektör tarafından söz verilmesine rağmen kulüplerin kullanımına kapatılması
• Kulüplere verilen (süreli veya süresiz) kapatma cezaları
• Kampüste yapılan açık hava konserlerinin sayısının azaltılması ve saat kısıtlamalarının getirilmesi
• Kulüp odalarının 23:00’da kapatılması kararı
• Öğrenci Faaliyetleri Binası’nın (ÖFB) anahtarının öğrencilerden alınması
• Saatli Bina’daki Büyük Toplantı Salonu’nun (BTS) öğrenci kulüplerinin kullanımının kısıtlanması
• Kulüp odalarının güvenlik görevlileri tarafından “keyfi bir biçimde” denetlenmesi
• Kulüplerin açtığı tanıtım masalarından müzik yayınına izin verilmemesi
• Okulun yeni öğrencilere tanıtıldığı oryantasyon döneminde kulüp tanıtımını yapma izninin Halkla İlişkiler Ofisi’nde çalışılması karşılığında verilmesi
• Kulüplerin verdiği ücretli kursların kaldırılması
• Kulüp etkinliklerini baltalayan fahiş salon ve mesai ücretleri

Yukarıda bahsi geçenler aslında son 4 yılda izlenen öğrenci faaliyetlerini baltalayan politikaya dair uygulamalardan sadece birkaçı. Bütün bunlarla birlikte düşünüldüğünde, aslında kulüplerin Güney Kampüs’ün merkezinden uzaklaştırılıp birçok öğrencinin yolunu bile bilmediği GYM’e hapsedilmek istenmesi tesadüf değildir. Öğrenci Kulüplerinin yaptığı çalışmalarla övünen ancak üniversitedeki öğrencilerin yer aldığı üretken kulüp ortamını yok etmeye çalışan okul yönetimini kınıyoruz. Boğaziçi Üniversitesi Öğrenci Kulüpleri olarak bütün bu uygulamaları reddediyoruz ve tüm Boğaziçilileri bu anlayışa karşı durmaya çağırıyoruz.
TEPKİSİNİ GÖSTERMEK İSTEYEN HERKESİ 27 MART PERŞEMBE GÜNÜ SAAT 13:00’DA GÜNEY MEYDAN’A ÇAĞIRIYORUZ!!!!

BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİ KULÜPLERİ


netice şu: 27 martta orda olmak gerek. boğaziçi'nden bir gram anıyla ayrılabilmek için. zira üniversite, lise değildir. öğrencilerindir. rektörün işlettiği bi şirket de değildir. yıllar yılı ot liboş bilinen bu okul öğrencilerinin neye kafasının atacağını da az buçuk kestirebiliyorum.

işte bu, onlardan biri. anlayana.

21 Mart 2008 Cuma

kartpostal

kartpostalım oldu. üstünde tokyo tower var. teeee japonyadan. nippon nippon pulu bile var. sevincimi tarif edemem. herkes sürekli birbirine nolur kartpostal yollasın. yollayan insan da çok ince, zevk sahibi ve niyeyse kıvırcık saçlı bi insandır, güzel güzel yazmış... sırıtmaktayım.






adeta ercan oldum. iki gündür bissürü güzel haber. allahım aklıma sahip ol cidden. hem hangimiz bir gün uğur gürsoyun kaleminin ucunda şekillenmedik ki evet evet.

20 Mart 2008 Perşembe

yimmimart

ya youtube yine gitmiş. elektrik gibi. türkiye youtube kurumu olsa da arasak, şikayet etsek. hayatta tek eğlencem zaten "charliee bit meee". püf. artık haber niteliği de taşımıyo galiba. kimbilir kime noldu... aa savcı filan, yök mök evet, ondandır, doğru. amaaan bu kesinti uzun sürer o zaman. halen hayatta olanlarla ilgili olunca daha uzun kesiyolar.
bugün ne güzel bi dündü (ayın 21i olmuş bile ) sevgili blog. 23 nisan şimdiden hepimize mutlu olsun. bi ay süreyle hazırlanalım rica ediciim. misafir yabancı öğrencim bile olucak bu yıl. ahaha çok eğlendim kendi kendime. ne güzeldi yahu cidden. canım yimmimart.
çizgi roman okumak istiyorum. böyle büyük, ciltli çok şık şeyler... the eternals filan. renkli büsbüyüüük..
biz ailecek devekuşu denen hayvana çok acırız. nedenini bilmiyorum. bi de tembelhayvan diye bi şi var, ona acırız. ben karada yürümeye çalışan deniz ayılarına da acıyorum. annem de bazen su içmeye çalışan zürafalara içlenir. kerizlik aslında. hayvan evrilmiş öyle, mutlu. bize noluyosa. çok zor görünüyo yahu, ondan sırf.
eurosport iyi ki var. buz pateni yarışması sürüyo. bugünkü "yaratıcı dans" gibi bi kategoriydi. herkes rus/balkan kostüm ve müzikleriyle kaplıydı. adeta yeni bi kural gibi... anlamadık. genç rus bi çift var, 17-18 yaş, onlar şirin ve başarılı. 4. olarak bitirdiler galiba. zorba'yla dans eden japon kardeş ikili en komikleriydi. yani iyilerdi de işte, korint sütun gibi giyinmeseler daha iyi olurmuş. yine kalinka gibi bi şiyle dans eden çinli çift ise kuzey komşularını hiç tanımamış, böyle pembeli parıltılı vasat bi kostümle çıktılar. cık. amerikalı çiftin "afrika dansı" dans ve müzik olarak ilginç, kostüm olaraksa boyama kitaplarından fırlamış bir bayağılıktı. panter desenli bikininin üstünden geçen mavi ve kırmızı kristal taşlı şeritleri, sırtındaki yine kristalden hilali filan, hâlâ tartışmaktayız. erkek olansa kahverengi file üst giymiş, afrika ten rengi sanırım...

evet biz aslında bu sporu kostüm kritiği için izliyoruz annemle.
biri düşünce gülmüyoruz.
bi tek japon çocuk düz yolda ablasını ezince güldük.

defne de eidenhoven'daki yüzme yarışlarından atletik ve yakışıklı yüzücü beğenecekti. genel olarak fiziken beğendiğim adamlar ilk 2'ye kaldılar. başarıyı gözünden tanırım adamım. bi de artık paçalı don/ Atatürk mayosu arası bi şi giyiyo yüzücüler. "bacak kıllarından kaynaklanan aerodinamik problemleri çözüyo, üstelik ağdasız" gibi bi zihri sinir fikir attım ortaya. bakalım. ha nedir derdim, niye anlatıyorum, böyle de bi şi var. eğlenceli olabiliyo yani. bacak kılı işin geyiği.
bi de bissürü minik procem var. dikiş bilmiyorum, elimden hiç iş gelmiyo, silikon tabancam yok, zaten tembelim (üşengeç deyince daha kibar sanki). kalıyolar. kafada arşivliyorum. bi gün aniden köşe olursam, bilin ki bu yüzden. karanlık divad, seni de işime ortak alıcam. o ofis sana dar.
hollandada 15 ay kalıp da şu battal boy, bir fili bile koruyabilecek şemsiyelerden almamış olmama çok yanıyorum. yağmur yağdığından değil gerçi.
ankarada musluk suyunu yanlışlıkla içerseniz filan bence doktora gidin. feci bir kimyasal tad var. kendinden zehirli değilse de kloru bastıkları için ölücez. öyle "kaynayınca geçer" bi şi gibi de durmuyo. su gibi bile durmuyo aslında ya, neyse. allahım gökçek ne içer neyle yıkanır o kadar merak ediyorum ki bazen. kendisiyle ilgili şehir efsanelerinin gerçekliğine de giderek inanıyorum. oğlunun dergisindeki ayşenur muydu neydi, o kızın çizdiği çiçek petalleri geliyo hep aklıma. oklu kalp.
yimmimart yimmimart. ne güzel günümüzdün sen.
dip not: hariçten gazel'in odtüdeki panelinin fotoğraflarında görülen "küçük emrah neşesi taşıyan hobbit" ben değilim, kadraja yanlışlıkla giren mendilci kız.

19 Mart 2008 Çarşamba

zam-an.

afilli bi adı var bunun. time management. zaman idaresi filan... daha önce vakit-nakit üzerinden yaptığım her teklifin aynen arkasındayım, talep ediyorum. citibank mesela, kesin bu işe girebilir, öğrenciyi bi de vakit üzerinden söğüşleyebilir, kampüslerde kredi kartını böyle pazarlayabilir. istersen olur citi.

nisan ayı var ya, ne lanet aymış yahu. nisan 2008, gelmeden ödümü kopartıyo. sürreal rüyalarla kabus eşiğindeyim yine. hatırlamıyorum uyanınca; ama ciddi bi adrenalin ve kalp çarpıntısı kalıyo. artık gece napıyosam... ışın kılıcıyla yanardağ ağzında filan çarpışıyorum heralde. abes; ama gerçeklik hissi son raddede olan rüyalar. ve her gün aynı şekilde uyanış: deryik, tarih: 19 mart. saat: 9. kıpırda.

önümdeki azıcık kalan mart ayı, ki bilirsiniz dert ayı, yavaş geçmeli. 12 gün sonra ben, muzaffer bir edayla halkı selamlayabilmeliyim. 12 de çokmuş aslında. yazınca moralim düzeldi. bugün yazı bitmeli... sonra 1 nisanda şaka gibi, iş başı koş koş delicesine koş, kör ol, oku filan... ne o son haftan boş kalsın. o hafta boş kalmalı, gelecekten misafirim var. back to the future hey-yo. nasıl olucaksa artık. olmalı. meli malı.

ve bu esnada nolur teknolojik kazıklar yemiym ben. kahve taşmasın, ocak batmasın. nolur ya. yoruluyorum. bi de artık telefon sapıkları ödemeli aramasın. bari kendi cebinden sapıklık yapsın. adamın tacizlerini de ben karşılamiym.

bi de turkcell'in nar uygulamasında bi cinlik var, hediye kontörler bi köşede dursa da kullanamıyorum. yani çünkü belirtmeyi unutmuşlar: 1) sadece turkcelllilerle kullanılıyo. 2) sms'te kullanılmıyo. nar gibi kazık. ne anladıysam ben bu işten.

*_*_*

bu ara sürmanşet devam eden brezilya dizisi dışında, patır patır ölen çocukları fark eden var mı acaba? "iski doğalgaz borusunu deldi, 9 yaşında bir ölü", "hastane hastane gezerken komaya girdi, 5 yaşında bir ölü". "1,5 ytl'lik ameliyati ipi yoktu, kanamadan öldü"...irili ufaklı, hemen peşinden "ihmalimiz olduğunu düşünmooruz" açıklamaları gelen... çocuk ölüler. bok yoluna niyazi... iski çukurları, kalas düşmesi filan.. niye normal ki? iski'ye çukurunu kapattıramamışken daha, sen ben biz ve siz, kime ne yaptırabiliriz ki, pardon ama? haşmetlüm kamuoyunu kim takar ki, bunu bile talep edememişken? dertler bizi germeden, olmuyor bu işler. boyundan böyyük sorunları malum olan bu topraklarda, biz niye hala, biz derken sen ben siz onlar; şehirdeki pamuk beyazlar, bile, dahi, bi bok talep edemiyoruz, ve onu elde edemiyoruz? çok bi kaymak elit bile, allah aşkına, kendini şehir dışındaki sitelere hapsetmeden, istediği gibi bi hayatı nereye kadar talep edebiliyor? peki ya mamak'ta bir metan gazı dağı üstünde oturanlar? ankarada metro kazısı yüzünden çürüğe çıkmış binalar var kızılayda. "deprem olsa dayanamaz" dendi, boşaltıldı. aralarında eski fransız kültür binası da var. çok normal di mi? metro yaptık diye... konyada zümrüt apartmanı, yalovada bütün bir şehir çökünce mesela, o da normalleşmiyor mu o zaman? bir başkent yonca şeklindeki köprülü kavşaklar ve oy oy eminem bileziği modeli üst geçitlerle dolarken... mamak.

"cumhuriyetçi chp ve demokrat akp" gibi mini amerika modellemelerinden geriye, ne kaloor elimizde? tayyiple bush arasındaki fiziki benzerlikler anketi mi? rögarda bitiveriyo işte hayat. çok sıradan, çok normal. iski doğalgaz borusunu delivermişmiş. tüh tüh. hay allah. geçiniz, sıradaki... baykal tayyip'e demiş ki.. tüh tüh vah vah.. geçiniz. sıradaki... bir adet bezgin bekirler ülkesi. bence. sokağa çıkan olursa da, 3 katı sayıda çevik ve çelik kuvvet var malum. yunus filan. sevimli. gazete manşetlerinden gündem takibi yapıyoruz, o kadar. o da sıkar iki güne kalmadan. ergenekondan da sıkılıverdik. tuzla'dan da. sosyal güvenlik yasası da bitti, sınır ötesi de... türbandan bile sıkıldık işte, tüh tüh vah vah geçiniz... bu ülkede kızılay AIDSli kan vermişti. noldu geriye ne kaldı? başka ihtimali olanlar kızılayı seçmez kan almak için, geriye kalanları allah kurtarsın. geçiniz...

sen ben biz siz onlar, bi gün mesela çıkıp "geçme kardeşim bi dur, bitmedi, konuşmadık" diyebilecek kadar aynı fikirde olsak. yani en azından, konuyu gündemde tutma konusunda uzlaşsak... bari. birden fazla gündemimiz olabilse... büyük, göbekli ve kel adamlara kalmasa bizim hayatımızın mühim maddelerini gündem diye sıralamak. iskinin doğal gaz borusu delmesi önemsiz olmasa. ne bileyim, çocuk yuvalarını, sığınma evlerini filan da dert edebilsek. laf sulukule'ye, tarlabaşı'na gelebilse... detaylarda boğulabilme lüksümüz olsa birazcık. azıcık. piinatcım batırcım demişti daha önce, sahi, siyasete biraz de sen ben biz siz onlar el atsak... hani bizim için ya kendisi aslında, bizim hayatımız ya konuşulan...

ufak meseleleri de çözseydik keşke, vatan millet kocaman konularda müsveddelenmek yerine. ne kadar becerebiliyoruz, bir de şu iski çukurları üzerinde deneseydik. mesela. sonra belki böyle sürreal, hafif gerzek, hafif esnaf cini gündemlerde taraf olma zorunluluğumuz olmazdı.. bu zorunluluğun getirdiği yorgunluk, bezginlik halini de üstümüzden atardık. insana benzerdik biraz. hani yemek yaparken "aldığı kadar" diye bi ölçü vardır, aldığı kadar su, aldığı kadar un filan... bize de aldığımız kadar dert, yüklenmezdi belki.

18 Mart 2008 Salı

deja

eveet yeni bir bilgisayar çökmesimsi durumla karşınızdayım. acil yetişmesi gereken işlerim varsa bilgisayarlar halimden anlayıp çöküçöküveriyolar. yazılar araştırmalar tokuşturmalar falan filan.... durdu hayat. neyse, bu sefer daha az hasarlı ve hatta, inanamıyorum ama, tamiri mümkün. teknoloji senden tiksiniyorum, on gönlüm olsa birini vermem; ama naparsın, kağıt üzerinde bi formalite evliliği bizimki.

gündemimiz bomba gibi evet yeterince. dokunsalar ağlayacak gibi bi gündem. şu ara dokunamıyorum. hem teknik hem manevi sebeplerden. içim şişti zira. şaşırmak da eskidi artık. anneannem Sâbuş hep der "sen hâlâ şaşırıcak şey buluyo musun" diye... onun gibi bi şi.


günün özeti: her derde deva olan tek şey çifte kavrulmuş fıstıklı lokumdur.

14 Mart 2008 Cuma

beş yıldızlı antalya oteli*

beriberi diye bi hastalık var. b vitamini eksikliği. çok beyaz ekmek yemekten oluyodu galiba. gugıla sorun. neyse. şarkı adı gibi. gel beri gel gel beri. neyse yine. bugün ankara 4 dereceydi. akşam -2 oldu. soğuduk hep beraber. odtü de güzel geçti, biz bize geçti, biz bize güzeldir.

ben an biriktirmeye başlayalı bikaç yıl oluyo. an ama, anı diil. anı biriktirmek başka. an biriktirince, fotoğraf karesi gibi, o an, bi an, bi kişi oluyo. bi kişinin anları oluyo hafızamda, 3 boyutlu anlar. çoğu zaman o kişinin gülüşü, gülerken dudağının nasıl eğrildiği... ben insanların dudaklarını çok severim. kıvrılır bazısı, eğilir kimi, kimi hiç açık vermez filan... yandançarklı gülenleri çok severim ben. var bikaç favorim ama söylemem. bi de kocaman gülümseyenler var böyle 32 diş, çok güzeldir onlar. parlak. onlardan da var ama söylemem. gizli gülenlere sevgim daha başka. bıyıkaltı, yandançarklı bi şi. kimi böyle hohoho çok ihtişamlı güler, kimi insanın gizli gamzeleri vardır, ah hele ece'nin bi gamzesi vardır ki yani... neyse, kimi munis munis gülümser, kimi gülüşünden oturaklıdır filan.

yeni tanıştığım insanlar gülümseyene kadar böyle gergin beklerim, sonra gülerler-- oh mis. daha sık görürsem ve daha sık gülerlerse daha da mis. gülmeyen adamdan korkacan arkadaş- tek el ve tek kaş havada bilirkişi raporu ve benim anlar/gülüşler arşivim.

anneannem, ki Sâbuş olur kendileri, kristal güler çok; ama ağzını açmaz. onun zaten ağzı açılmaz. fiziken yani, açamaz pek. ufak ağızlı. defne yandançarklı güler genelde "hıh" sesi duyulur. filan gibi bi şi. örneklemeler. bazı gülüşleri özlerim ben, gülenlerden bağımsız. görmek ister insan. fotoğraflar vardır bakarsın ama duymak ister insan. duyulmaz, olsun napalım olduğu kadar. bazı duyulmayan gülüşlerin fon rengi vardır, kimi mavi güler kimi yavruağzı. kimi füme. güzel bi şidir renklerle arşivlemek. duyamayınca, renk hatırlar insan. renklerin hisleri vardır, hislerle gelir gülüşler. falan fülün.


bi de şarkılar var onlar fena. adı aklından geçer, gözüne baskı.


*sâbuş'u ağırladığımız zamanlarda bizim eve verdiği isim.

13 Mart 2008 Perşembe

ankara bugün 13 dereceydi.

perşembe olur, biz perşembe pazarına gideriz. her perşembe gitmeyiz ama, yoksa sıkıcı olur. perşembeleri pazar olduğunu unutana kadar gitmeyiz. mevsim yazsa tepesindeki saç kızışır, ooo aptalca sıcak olur. mevsim kışsa bi şi olmaz, içi hep insan sıcaklığındadır. perşembe pazarına gideriz, don sutyen satan amcaları ve seçen teyzeleri izleriz, pembesini sorar bi kız, larcını sorar bi teyze, hepsi vardır, bulur amca. iş ticaret olunca ayıp yok amca. biliriz ki mesela o teyzeyle kızı o amcayla akşam vakti aynı otobüse düşseler, "bak pazardan aldım 5 tanesi 3 miyondu" diye açıp paketi gösteremezler, ayıp olur. kimse yol ortasında bi diğerine don sutyen gösteremez. ama o saçın altıdayken yol ortasında don sutyen takar satar oynar eller filan insanlar.o normal olur. adeta mesaili tiyatro. saatleri 5i vurunca, sutyenci amca halk adamı oluyo, roller bitiyo.


bi de penyeciler var hep isilik yapan kumaşlar satarlar, penye denemez. şanslıysan %100 pamuklu bi şi vardır bazen, ifil ifildir, oh ne güzeldir, hatta çok şanslıysan düz beyazdır. onlara ihraç fazlası denir. ihraç fazlası demek, bi pazarın en kaliteli malı demektir, etiketi kesilmiş ihraç fazlasının içini dışını kurcalarsak öğreniriz markasını. genelde H&M'dir. bu firmalar ihraç fazlası olup pazarda satılan maldan bile kar ederler. bu ne kadar, 15, 15 çokmuş, o ihraç fazlası. 15 el yapışır o penyeye. kepaze olur penye.

özbek işi azeri işi bi şiler satan teyze vardır, dösim'in seramik vazolarından satar, kimse bilmez kimse görmez. biz annemle her şeyi ellerken görürüz yanlışlıkla. kafasıkuşlukız olmayı ben hep sevdim zaten, kuşlar alırım kafama. toka olur iğne olur ohoo kolye olur bi şi bi şi. hepimiz derya baykal olabiliriz gerekirse. ama olmuyosak bi sebebi var.

sonra çantacılar vardır çantacılar içinde hiyerarşi vardır. hepsi kapalıçarşıdaki o adamdan mal aldıklarını iddia eder. kapalı çarşıdaki o adam bi markadır. zira marka olan çantaların hammaddesini, ara parçasını, detaylarını falan feşmekan italyadan getirtir, ayna gibi işçilikle yapar, 10 bin dolarlık çantayı üçyüsmiyon'a satar. kapalı çarşıdaki o adam'dan mal getirmek sizi hemen marlon brando yapar pazarda. halbuki ondan mal getiren bi tek adam vardır, saklanır. diğerleri sezon rengi yumurta sarısı, bol cepli kocaman çantalar yaparlar. saçını aynı renge boyamış kızlar aynı renkte çanta takmayı severler, hepsi bi sarıyı tutar, derken en süslü olan "ı-ıh" der, "ben bu sarıyı istemiyorum, daha güneş rengi olsun", aa hemen tü kaka olur sarı çantalar "ay evet daha güneş olsun bu daha bi-- ııı yumurta, ay hatta civciv" der diğerleri, hıh derler giderler.

bi de pusetteki çocuklar vardır, onlar çok korkarlar. herkes eller onları, onlar herkesi eller. yanlışlıkla olur bunlar. sıkıntıdan en yakındaki kolyeye yapışırlar, kolyeci teyze bağırır boncuklarım boncuklarım, çocuğun annesini bakarız, çok kritiktir o an. "ay pardon teyzesi renkli renkli gördü ya oynuyo" da diyebilir "ee ne bağrıyon be çocuk iki oynadı yemedi ya" da diyebilir. ikinciyi seçeni sevmeyiz, zaten gerginiz kavgaya bahane olur. politikacıların var ya hani toplumsal uzlaşı lafı, hah işte o perşembe pazarından araktır. o kadın ilk seçeneği seçer ve sakinleşiriz. kolyeci teyze de bazen "ay yok yani zararına satıyoruz zaten ehi eki" der, utanır. mis.

derken fiyat soran teyzeler vardır. size sorarlar. siz böyle bi şi ellersiniz mesela, tam o an "ne kadarmış" der teyze. "10" derseniz iyi kız olursunuz, "ben ne biliym" derseniz kötü kız. "hepsi değişiyo ama 10-15 galiba" derseniz gelinlik kız. ben hep gelinlik başlar kötü kapatırım. olsun. satıcı erkekse hemen atlar "10 abla" diye, kadınsa yorgundur, iti ite kırdırır, araya girmez. erkek satıcılar bağırır çağırır, tepeden kız keser, çok sıkılırsa yan tezgaha sataşır, sinir olduğu müşteriyi cümle aleme ilan eder hemen "aa yenge yaşlandım bak mal eridi elinde hadi bi yenge" der, "bi lira için polemiğe değmez abla" der filan. bağırır ama. hem ifşa eder hem uyarır. racon bu. zor. kimi daha kuul adamlardır, onlar "atlas pasajı malı bunlar abla" derler. gençlerin sevgilisidir onlar.

araya giren teyzeler vardır, kocaman çantalı çok poşetli. hep yorgundurlar, sırtınıza çıkmak isterler, çıkarmazsanız kızarlar. bi tezgahın başında eşelenenler arasında en genç olmak berbattır, sizin tuttuğunuz kesin en moda şeydir ve o teyzeler kızlarına da ondan almak ister. bunun hileleri vardır, dikkat dağıtmak için sezon rengi sarı bi ürün alınıp incelenir, sonra "tüh bedeni yokmuş" ya da "sarı beni soldurmasa..." denir. sesli ama. teyzeler duyar, içleri giderek o sarıyı izlerler, bazıları sabırsızdır "versene kızım bi onu" der. adil bi genç havaya atar. hop onlar sarı likralara koşarken gelinlik kötü kızlar beyaz pamuklu rüyası görür.

perşembe pazarına gitmenin en güzel yanı pazardan çıkmaktır. oh dünya mis, oksijen mis. kritik köşelerde şaşalcı vardır, daralanlar için su satar. hep bi niye geldik daraldık çıktık filan söylenir insan. her çıkan söylenir, adettendir. sonra dolmuşa binip eve dönerken ben eski liseme bakarım. annemin de eski lisesi. içinde artık belediyenin göbekli amcaları var. biz oraya bi 10 bin kişi sığardık ama belediyemiz sığamıyo. lisemi bari yurt yapsalar diye içlenirim, hiçbi şi yapmazlar. hüdaverdinin lokumlu bohça gibi şeylerini hatırlarım, bi daha kızılaya inince lokumlu bohçamsı şeyden alıcam derim, ama hüdaverdi hala açık mı ki. açıktır onu herkes sever. lokumlu bohşaösı şey yapan bi yer kapanamaz zaten.

sonra bazen sulu hana gideriz sulu hana giderken adı komik bi hamam vardır orda, minik kubbeleri çok güzeldir, bissürü ufak kubbe. bi de eski, taş bi çeşme vardır. hamamla çeşme bina ve tabelalardan utanıp pısarlar bi köşede. sıkma portakal suyu satan bi adam vardır, annem hiç içmez ordan, bi de üstelik, bana da içirmez. manyak manyak anti-hijyen paranoyaları vardır. ben gülerim. "mısırcılar o suda çorap yıkıyo di mi anne" derim, annem de güler. bu anneannemin paranoyasıdır. sonra sulu hana gideriz. üst katı incik boncuk, alt katı suni çiçekli sineklik satan bi handır. alt kattaki bu gayet özelleşmiş kitsch ürün satışını çok severim. tahta boncuklu taksici koltuğu süsü ve çin işi hasır sepet de satarlar. üst kattaki boncukçular delidir. herkes boncuk dizer. marangoz gibi bi adam vardır, zeki müren türkçesi konuşur. arada bi durup çiçek teli der, kapama halkası der filan, büyüler kadınları. o, bu mekanların james dean'idir. işten anlar. işten anlamayanlar siz mesela yün bakarken taklit inci gösterenlerdir. onlar işini sevmez, hop hemen anlarız, biz de onları sevmeyiz. sulu han hap nemlidir. içi serin ve nemli, dışı soğuk ve kurak.
ankara 13 derece olunca sulu han insanın ciğerine işler, insan çıkrıkçılar yokuşundan çıkmaya üşenir. fenadır. ankarada bahar kısa sürdüğü için, bir ihtimal ki bir sonraki sulu han zamanı da 33 derece olacaktır, çıkrıkçılar çıkrık çıkrık uzakta kalır hep. böyle uzun uzun yazıcak bi şi yok halbuki, her perşembe oluyo bunlar.
yek dü se car penc şeş. cardan çarşamba, pencten perşembe. haftanın ilk günü pazar aslında.

buluşbulaş

yarın 14:00 odtü. MM amfisi.

hariçten gazel ekibinden 4 kişi -öhöm biri de ben, evet- halka iniyor. canımız dergiciğimiz hakkında konuşmayı pek çok severiz.
buyrun bekleriz. gelirken bi de arkadaşınızı kapıp getirin hatta. alt başlığımız bile var:

edebiyat panelleri sıkıcı mı olur?
her zaman değil.

10 Mart 2008 Pazartesi

az zamandaaa çook ve büyük işler başardıııık

bu gece de uykusuz; ama bu son. bikaç gün için en azından.
yarın oku oku. ama bu son. bikaç gün için en azından.
sonra işte, bu haftasonu, sabaha kadar dans. ama bu son. bikaç gün için en azından.

ayrıca mozilla kullanıcılarının göremediği ama bu yazıda mevcut olan minik mouse ikonu kadar şenim ben. fıldır fıldır fıldır. ama bu son. bikaç gün için en azından.




bu mojito denen şey güney amerikada naneyle yapılmıyomuş, başka bi bitki kullanılıyomuş. çok dalga geçmişlerdi zamanında bizimle.

9 Mart 2008 Pazar

başka bi arzunuz?

boşa giden zamanları bi banka hesabında biriktirebilsek daha sonra kullanmak için, yatırım amaçlı yani..
ya da acil durumlarda "zaman kredisi" çekebilsek bankalardan.
ya da paramın 2/7'siyle zaman alabilsem ben.

vakit nakittir demeyi biliyolar. gerçek bankacılık esas budur.
vakit nakitse kardeşim, ben tüm naktimi vakte çevirmek istiyorum.
hadi bakalım!

8 Mart 2008 Cumartesi

mazi kalbimde yara

ankara haddinden fazla soğuk ama kuru bi kış geçirdi. yazın su işimiz meçhul. kızılırmak suyu konusunda ayağa kalkan çevrecileri ve bilim adamlarını püskürtmek için türlü hakaret kalıpları elbet bulunacaktır.

ama ben unutmamanız için, DSİ'den yetişmiş bir adam olan mevcut çevre bakanımızın diyebildiği cümlelerden seçmece yapıyorum... hazır tazeyken dondurup stoklamak gerek:

“Siz yüzdelere bakmayın. Ankara’da şu anda su seviyesi binde 5 görünüyor ama Ankara’da sular akıyor. Bizim kendimize has tedbirlerimiz var. Bu meslek sırrı. Ankara’da su akmaya devam edecek, yüzde sıfır olsa dahi” kasım 2007

"Biz Cenab-ı Allah’a güveniyoruz. İşimiz tabii ki Allah’a kaldı, Rabbimizin yardımını her zaman hissettik, çünkü biz onun yolunda devam ediyoruz." (su sıkıntıları için) şubat 2008.

"Sanayileşmiş ülkelerin sera gazı emisyonları ile mücadele kapasiteleri sanayileşmekte olan larınkinden yüksek. Alınacak önlemlerin, ekonomik büyümeleri sekteye uğratacağı endişesi var. Bu durum Türkiye için de geçerli." (Türkiye'nin Kyoto'yu neden imzalamadığını izah ederken.. sanayii diil çevre bakanı bunu dert eden) şubat 2008

bu da bonus:

"Biz kimseden emir almayız. Kesinlikle imha edeceğiz. İmha etmeden Mehmetçik oradan dönmez." (niyeyse harekat hakkında fikir beyan ederken.. "çöp imhası" konusundaki kelime haznesini cümle içinde kullanıyor) şubat 2008

AKP'den hazzetmediğim doğru; ama üzülmesinler, genel olarak devlet kurumuyla gül gibi geçinip giden bir insan değilim. rantçılık da, gerzek beyanlar da akp'yle başlamadı. Ahmet Haşim estetik dersi veriyordu güzel sanatlarda biliyorsunuz... estetik bulmadığı davranışlar yüzünden nişan atmışlığı varmış. Beşiktaş meydanını da mesela, zamanında yine aynı sebeplerle eleştirmiştir. ben kendisini sırf bu estetik anlayışı yüzünden, yani hayata karşı, günlük detaylara karşı böyle bir kıstasla yaklaşması yüzünden severim. şu kısacık ömürde dert etmeye değen, günü güzelleştiren bir şey bu. etrafta güzel şeyler görmeyi (murat belge de yazdı geçenlerde bunun hakkında) hak ediyoruz, bu bir lüks değil.

tüm bu bahsettiğim şeylerden sonra, yıl 2008, türk politikacıları bir gün toplaşmışlar. melen suyu gelicek...










bordo kravatlı protokol üyesine dikkat: fotoğraf çekiyo filan...

kadınlar günü tebriğinde demografik kaygılar

"üçer tane doğurun hanımlar- genç nüfusu korumamız lazım! ilerde avrupa mortliycak, kölemiz olucaklar, bak ben diğm sağa-- bize genç adam lazım" kıvamı: rte. söylenmemiş ek: zira 2050 yılı için bile bi sosyal güvenlik planı yok, sıçtınız. çocuğunuzun eline avcuna baktırıciiz sizi. yine tayyip istatistikleri cumhuriyeti: her çift üç tane doğurursa anca koruyomuşuz genç nüfus oranını. istanbul'a filan da kat çıkarız artık.

üzgünüm leyla, yürümez bu. ama istersen bi de gugıla sor, demografik fırsat pencerelerinin çan eğrisine nasıl mahkum olduğunu. tek esnaf cini sen diilsin. için gitti bi an duyunca biliyorum, "nası laan fırsat mıymış buu" diye... heyecan yapma. iktisatçı adamsın, çan eğrisi nedir bilirsin... ama ben sana baktıkça, 10 yıl önce "üreyin!" diye onbinlere seslenen halini hatırlıyorum da... fena.

bitmiyo: "benim 4 tane var, hepsi bereketiyle geldi".
evet tabii, çocuklarının düğünündeki hediyeleri düşününce hak veriyo insan...

ben üçer tane doğurmaya hazırım, benim süt iznime göz dikmesin mesela önce... üçü için de kaliteli kreş ve eğitim hizmeti sağlasın hele bi ... ah ama doğruya, 5 sene sonra mesela, ortada yok kendisi. "doğurun" deyip sonraki hükümetlere devretmek çok zekice. hem zaten kadınlar okusun dediysek, çalışsın da demedik yani. hohoyt. çalışıyosa da kutsal mesleklerden birini seçebilir: hemşire veya ilkokul öğretmeni. o kaa. ne kaa ekmek o kaa köfte hatta.

kadın ne kola makinası ne de yediveren gül. üç taneyi geçtim, tek doğumun bile kadın sağlığına etkileri ortada. yumurtlamıyoruz ya. bi de 3 istiyo. yarın çıkar ama, "biir kii üüç yetmeez, döört beeş altıı olsuun" diye. futbolcu biliyosunuz kendisi, sloganlarla yaşıyo ve yaşatıyo. alay eder gibi, aile planlaması, anne ve çocuk sağlığı üzerine çalışan bunca insanın emeğini sıfırlıyo. samimiyet kumkuması aslında, çok utangaç o yüzden belli edemiyo.

anne çocuk filan demişken.. nimet çubukçunun bu lafa göstereceği tepki(sizlik) için takipteyim. kendisi bence "kocamköy"lü kadınlardan bi adım ileride, "başbakanımköy"lü olmuş vaziyette.

stockholm sendromu da olabilir tabii.

6 Mart 2008 Perşembe

"save as" "farklı kaydet" demek diildir.

nefes alamıyorum. cümle kuramıyorum. kollarım dirseklerden hafifçe bükülü, klavyeye uzanmış halde asılı duruyo. bacaklarım sandalye bacağı, pek zarif kaba etim de koltuk pufu oldu. sürekli bi ctrl+s tiki.. bitmiyo. mail yazarken, msnde filan da. her şeyi kaydediyorum, güvenceye alıyorum sanki. adeta. oturduğum yerde eşya kaybediyorum, etrafı talan ediyorum, yine oturduğum yerden çıkıyor. parmaklarım pençe gibi. boynumu stresten kasıyorum galiba, omuz kaslarım filan, pıhhhlayan bi kedininki gibi. gözlerim timsah gözü. yaratık oldum. timsah. tismah. selim, ki kuzenim olur, hayvanat bahçesinde ilk kez timsah gördüğünde bana durumu "büyük komaman canacavcav" diye aktarmıştı. sürekli bi sayılar yazılar linkler yanlış yazılar yanlış sayılar yanlış linkler. içim kıyıldı ve yorgunum. yarın çevbakhukmüş'e gidicem. randevu için aradım, adam "gelirsin bakarsın, kimse varsa görüşürsün" dedi. durum bu mudur? olmasındır. neden arayınca hiçbi devlet dairesinde insan olmaz? olsundur. defne krep yapınca, onu tavadan atıp 3 kez çevirebiliyo. ben daha denemedim. fıldır fıldır çeviriyo. 10 saatte 4 kez ayağa kalktım. bilincim açık.

1 hafta süreyle dünya çok hızlı dönme kararı almış, bana söyledi. tutmasaydı düşüyodum zaten. ucundan yapıştım, uçuyoruz. sürekli duştayım. sanki su yorgunlukları akıtıyo.

yorgunum atam. şu yukardaki kızı da özledim. yüzüğü mor, belli olmuyo tam. suluboyayla ben boyamışım gibi olsun. puantist.

farkındaolmadanmodel: büyükmoryüzüklünaturakızı.

5 Mart 2008 Çarşamba

tilfon

bugün tuhaf bir şey oldu, iş aramaya kalmadan iş beni buldu. şanslıyım di mi? bi telefon geldi, kısa bir süre için bir projeye yardım edicem. çok büyük miktarlar kazanmiycam, umrumda da değil, deneyimi büyük olucak. böyle bi proje için de akla gelmiş olmak bana yetiyor zaten. hem evden yapabileceğim bir araştırma. yani neymiş, kalkınma okumuş olmanın faydası varmış. benim hala umudum var. daha var başlamasına ama, önümde nil havzası haritası açık. blue nile white nile... 10 ülkeli nil nehri. su su su. yine bana proje araştırması... kan çekiyo monşer. bi süre şeytanın tarafındayım gibi görünüyo ama bakalım o bu işi nası yapıyomuş. düşmanı tanımak gerek. artık tahtaya mı vurursunuz naparsınız bilemiyciim; ama ilk kez şansım yaver gitti. devamı gelsin diye dilemekten başka bi şi gelmez elden.


bu arada... sümela manastırında 20 yıldır süren restorasyonun YANLIŞ olduğunu yeni fark etmişler, aniden durdurulmuş. baştan yapılacakmış. Çatlaklar varmış kayalarda ve kaçak yapılar bile yıkılmamış...ve hatta manastırdaki freskler filan, mesela, restorasyon projesinde bile yokmuş önceden... hahahahaha... sırf sinirden. mimari restorasyon filan okumuş işsiz arkadaşlara sesleniyorum: daha çok beklersiniz. bu ülke işi bilene yaptırmayı akıl edene kadar önce bin hata yapmayı seviyo.

bi nevi, istiklale önce çin sonra da türk granitleri döşeyip bi de bunu "TÜRRRKKK granitleriiii: büyükşehir çalışıyorrrr" diye anons etmek gibi bi şi. ya da hmm başka... bırakın türkiyeyi akdeniz boyunca çok az yetişen Halep çamıyla kaplı ormanı yakıp sonra imara açmak gibi bi şi... ya da hımmm... kızılaydaki dökme beton iskele babası dekoru ve üst geçit bilezikleri gibi... rant da büyük R ile yazılıyo bu diyarlarda.


radikalden yine sancılı bi bülten efendim... tuzla, MEB, sulukule...





bu son: hollandada ikinci evimiz olan çok biricik prins bar, yani "prins taveerne" iflas ederek kapanmış. bu foto onun şerefine... 1630dan beri ordaydı ki bu tarih hollanda için antik zamanlar, fon filan ayırmaları lazım. ne güzel barımızdın sen prins. benim favorim ocaseys idi, o ayakta. aman.

foto bulanık ise, sebebi kendinden belli.



öyle işte. hepimiz gibi, beni de çalışmak kurtarır. cak. yakında.
telefonlara koşunuz. ihmale gelmeyen bi cihaz.

2 Mart 2008 Pazar

peh.

ne kadar gözetleme dikizleme meraklısıyız ya. binadan çıkarsın kafalar döner, kayıt tutulur, eve dönersin sanki deftere imza atarlar senin için. mahalle baskısı değil mahalle kaydı resmen. ivil ivil gözler, çipil çipil bakışlar, yargılara varmalar. bi gün çırılçıplak baştan başa koşucam şu sokakta, beklediklerini alsınlar bari. ifrit oluyorum ifrit. işine baksın adamlar ve kadınlar. saçından tırnağına süzüm süzüm süzmeler. çarpıp bölmeler, kıyaslar, sıralamalar. ya orospu ya frijit. aaaaaaaaa. her sokağa bi tane uzun mantolu adam lazım, hani içi çıplak. gül gibi geçinip gitsinler... açsın kapasın, dikkat dağıtsın.

kadınlar içebilsin, hatta içince kikirdeyerek anahtar da arayabilsinler. sürekli bi bugün cuma enseni kapa, götü kolla hali. sinir sinir. tek kaş havada, pencere pervazı insanlar. süzüm süzüm. bi de gidip öğrenci muhitine sotalanır bunlar, iyice malzeme çıksın diye. her binada bi refika. hırr. etek boyunu süzerken arada bacak dikizler, dekolteye cıkcıklarken arşivine malzeme toplar. save as. kerizdik biz de sanki. peh. bari değişik bi numarayla gelin, şaşırtın. kendinden belli, 3 hamle sonrası meydanda tavırlar. ya kendine ya oğluna kız ayıklayan bi kafa. gidip bi sevişip gelse rahatlayacak bissürü insan, onların hormon fazlası niyeyse beni geriyo... hırrrrrr.


daha önce oldu bunlar.
hatırlayıp sinirlendim.

kamikado

yağmur yağıyo sonunda. yumuşak bi şi yağmur. çok da güzel kokuyo toprak hem. toprakkokusuromantizmine sarmiycam hayır. güzel, o ayrı. her şeyin klişeleşmesi acı, o da ayrı.

burcu bu satırları okuyosun biliyorum. kimse okumasa sen okursun, güveniyorum. fotoğraflar lütfen. bağlayıcı olsun diye burdan yazdım, artık herkes senden fotoğraf bekliyo nıhahaha.

benim duvarımda bi fotoğraf asılı. hediyeydi. tahta bi iskele, Boğaz. bi taka, bi sandal. düz bi çizgi; köprü. siyah beyaz. sanki iskeleden koşup koşup tam ucunda zınk diye duracakmış gibi. hava bulutlu, istanbul gri. duvara asınca, sanki ordan gizli bi bölme varmış hissi veriyo. sistine şapeli tavanı gibi, göğe açılır gibi... denize doğru.

bugün ev kuşu kızı gibi bi şi olucam. zen. umarız. siz de umun nolur. vakit öldürmiycem. um. umumi. aslında umumi bi japon adı olabilirdi, ikinci u kısa okunsa.

ne ki şimdi bu yazı. niye yani... bi şi vardı aklımda, geçti gitti aslında.

gelecekten mesaj geldi. nihayet. 3 saat fark bahane, teknoloji şahane.

gökhan özgün bu ara çok sinirli ama ona yakışıyo. uysal yazandan ne hayır gördük di mi monşer. hem inatla tutarlı, mantıklı bi şiler yazıyo. sinirli falan ama sakin. ben seviyorum böyle esip gürleyen ama kendi kendine galeyana gelmeyenleri, sakin bi şekilde sinirlenenleri. bi de itiraf ediyorum, fotoğraftaki bakışını seviyorum.


denizli'de içki içmek isteyen varsa, yeni adres tabakhaneymiş. konuyla ilgili fıkra türeyebilir tabii (bok için zındıklar ha-ha-ha); ama deri koltuklarda oturacağımız kesin... tuzlada, deri fabrikası civarında yaşadığı için solunum yolları rahatsızlığı çekenler filan olmuş olabilir ama biz türküz, bişçik olmaz. hem alkol mikrop kırar. organize sanayii bölgesinde olan iş doğası gereği organize olur diye düşünmüş olmalılar. metil alkol falan içeriz artık.

bu, egzantrik "barlar sokağı yapıcaz, hepsini bi yere topliycaz, aynı kırmızı fener gibinnn" kafasının eseri olsa gerek. sonra da heralde "aa kırmızı fener sokağı bile kapatılmııış" derler. alakasız şeyleri birbirine benzetmedeki paravan niyeti anlamayan yok da, buna bi de avrupadan seçme örnekler yapıştırma zorunluluğu çok komik. avrupadaaan ahlaksızlığı aldıııkkk... bu iş çok zor yonca, çok. avrupadaki pub ve barlar bölgesiymiş. biz oraya kısaca turist söğüş hattı diyoruz. tek amacı içki satmak olan yerler istemiyolarmış. fıkra gibi di mi? "İnci Bar- içkiden bol sohbet var. valla bak".

a şeker, çeliştin de duruldun... git bi yandan eskişehir'i paris çakması yap, sonra avrupa ahlaksız olsun; ama barlarını oraya göre modelle, metrobüs filan getirt. kafan karışmış senin yavrum. o avrupanda ayrıca kaliteli şarap evleri falan var, koleksiyonerler için. safi içki satıyo, hem de kazık. ondan da isterük madem. ayrıca bi de gay pride yürüyüşü isterük. bira festivali isterük. daha sayayım mı? sigorta isterük. parasız eğitim isterük. sağlık reformu isterük. gece 12de arkamı kollamadan yürüyebilmek de isterim ben şahsen kendim bizzat... kız başıma içiyorum diye "haplı votka içmiş pavyok karısı" gibi görülmemek isterim ayrıca.

şaraplı risotto uğruna insanları görevden almayan bakan bile isteyebilirük hatta.
şımartmayın bizi derim.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker