elbet görmüşsünüzdür, bugünün saçma haberi rize belediye başkanından geldi.
neresinden tutsanız elinizde kalır bir öneriyle, nifak tohumlarının "bertarafını" ikinci eş almakta, ikinci eşi zaten buna alışık olan kürtlerden seçmekte, böylelikle kürtler ve kürt olmayanlar arasında hısımlık kurmakta görmüş kendisi. bu derin sosyolojik tespit için kendisine teşekkür ediyoruz. hiç aklımıza gelmemişti. aynı anda hem cinsiyetçi hem de etnik ayrımcı olabilmek böyle bir kombo bombo. bir başkası için bakınız rojini dağa kaldıran serdar dıgıdık.
velakin yetmiyor, bitmiyor. bir kereyle yetinmiyor. "kompleci basın"ı suçlayarak özür diliyor belediye başkanımız. ah o yanlış anlaşıldı. konuyu acaba "bugüne bugüüüün kürt kızı hül.ya avşaaar, türkiyenin en güzel kadınıdıııır"a vardırır mı diye düşündüm okurken. düğünde terör meselelerini değerlendirmiş. kim? rize belediye başkanı. niye? çünkü evlenenler maraşa taşınıyor. ondan yani. "doğuyu terörle anmayallıııııım"cıların kulağı çınlasın.eşiyle van'a da gitmiş mesela kendisi.
başbakanımız da eşiyle etiyopya'ya gitmişti ve hatta kendisinin etiyopyalı bebekleri çok seveceğini düşünen sevgili eşi, "götürsek ya şunlardan 2 tane başbakana" diyerek pet shoptaki 18lik taze genç kız gibi neşelenmişti. niye her şey birbirini çağrıştırıyor bilmiyorum. beynime böyle bi dizi sahne doluşuyo. "hımm elma güzelmiş, sarın, alıyorum" gibi bi şi bu tavır. barış aracı olarak kürt kadınları.
yeni mi? değil. biz bugüne bugün, tüüüüm bir "osmanlı beyliğinin imparatorluğa geçiş dönemi"ni "evlilik yoluyla hede hödö beyliği osmanlıya katılmış oldu" diye okuduk. evlen evlen bitiremediler. çeyiz diye beylik verilmesi de gencecik yaşta tuhaf beklentilere soktu hepimizi. germiyanoğulları filan, diyelim ki sınavda atıcaz, iki şık vardı: ya kutlu zafer, ya mutlu evlilik. öyle yani. tarihten bugüne nikahta keramet var. bi tek çinli gelin alınca iyi etmedik, onlar yağlı şeylerle besleyip bizim tığ gibi atlılarımızın göt göbek bağlamasına sebep oldular, at taşıyamadı, sonrası işte malum. ya bi dakka çin yemeğiyle göbeklenmek mümkün mü? türk mutfağıyla kıyaslayınca yani. len... biri bizi kandırmış.
"türk, kürt,laz ve diğer unsurlar" diyo ya başkan bey, ay nasıl sinir oluyorum ben. dillendirmeye tenezzül ettiklerimizin müslümanlığında kesişiyor kümemiz. diğer unsurlar zaten, iç ve dış olmak üzere ikiye ayrılan nifaklar. onlardan kız almak ikinci bir çin sendromu yaratabilir. hem derdimiz barışmak. yani. hiç. en baştan.
akrabasızlıktan 25-30 yıldır kan dökülüyo yani, aklınızda olsun. yüzyıllardır hiiiiç evlenmeden, kan karışmadan, birbiriyle tanışmadan yaşayıp giden bu ari ırklar, bir gün uyanıp savaşa tutuşmuş. evlenseler geçecek. gerçi başkanla bi yerde aynı düşünüyoruz, ben de sıkça "bi sevişin geçer" diyorum mesela. tabii ben böyle dar sınırlara takılmıyorum, farkımız o. ama yani "savaşma, yasal çerçevede seviş" dedi diye adama kızmamalıyız. bakın kendisi nihayet bu topraklarda yaşayan milletleri düğünde dernekte buluşturuyor, cenazede değil. böyle de hayırlı bir belediye başkanı kendisi. bence toki hemen rizeye bi düğün salonu yapsın. alırız veririz, aile kurumuna can veririz. nolcek yani.
sosyoloji, politika gibi sosyal bilimler mezunları... bunu düşünememiştiniz işte. o diplomalarınızdan uçak yapın hadi. aile kurumu bu, boru değil. toplumun çimentosu. yaa yaa. böyle japon yapıştırıcısı gibi döküyoruz saçıyoruz etrafa, nuh desen de ayrılamıyorlar. misal, o kürt kadınlar 2. eş olacakmış. birinci kat'a surette olmaz, bırakmayız. ikinci dediysek, kocası hepsini eşit sevecek ve dövecektir eminim, "birini diğerinden üstün tutamam, ikisi de benim malım" gibi bi şi yani. ay yok, başkanımız özür diledi. 2. eşliği kastetmemiş. evet evet, bunun için özür diledi. en birinci lig sözü veriyor yani. geri kalanı her şey için mastercard heralde. sonra da gidip etiyopyadan bebek alırız. başbakan rizeliydi di mi?
bölgeler arası ticaretse beni benden aldı. başlık parası, çeyiz, kına ve düğün filan. alın, verin, ekonomiye de can verin eliniz değmişken. kız alıyosak, oohoo beşibiyerde takıcan, yüz görümlüğü var, yatak odası yemek odası filan, eh, müteahhit de çok karadenizde, sektör gelişir.
neyse, birileri dürter, başkanımız yarın da montaj der, makas der. küçük çocuklar gece altına kaçırınca utanıp "ben yapmadım miki işedi" derler ya, bu da öyle. ama utançtan değil. maalesef ki utançtan değil.
30 Haziran 2010 Çarşamba
29 Haziran 2010 Salı
gıpgri
elbiselerden vazgeçtim. el uzatan herkese bin teşkür; ama anladım ki elbiseyle boğuşmaya mecalim yok. küsüverdim. 2 günde yetişmez hem sanki. hem o parayla kumsalda mojito içicem. sonra sakin sakin buluveririm bi çözüm.
hava öyle gri ki, ruh halime öyle uyuyo ki, ben de kocaman bulutlandım. yüzüm bence kesin simsiyah. kömürcü çırağı gibi is vuruyo içimden dışıma. ofisten, işimden nefret ediyorum. üslupsuzluklar dehlizi. gitmek istiyorum. zaten kaynayarak patlayarak akıcaz duvarlardan, deliklerden.
şimdi tam şu an bi tek sana kaçabiliyorum blog. o yüzden iyi ki blogum var benim. ama nasıl gitmek istiyorum, bu kadar olur. bağıra bağıra aaaaa! dışarda yağmur yiyip, sıçana dönüp, bulutlarla kavga ediym istiyorum. onlar kesin beni döver zaten, hıncımı atarım. kıç üstü otururum. elbisesiz, sinirli, ıslak bi şi olurum.
hani küçükken insan doğumgününde her şeyin taaaam istediği gibi olmasını bekler de işte ne bileyim, saçının ayrığı az solda olunca dünya başına yıkılır ya. öyle bi haldeyim. yaşım 6, en sevdiğim renk mor, köftemi ketçaplı severim, büyüyünce akrobat olucam. öyle işte. tatilim öncesi güzel haber istedikçe, olmadı ve ben küstüm işte. bulut bulutum. öfke kümülüsü.
tatile hemen gitmeliyim o yüzden. kaçarak. iyi gelsin diye. yoksa yorganın altından çıkmiycam.
hava öyle gri ki, ruh halime öyle uyuyo ki, ben de kocaman bulutlandım. yüzüm bence kesin simsiyah. kömürcü çırağı gibi is vuruyo içimden dışıma. ofisten, işimden nefret ediyorum. üslupsuzluklar dehlizi. gitmek istiyorum. zaten kaynayarak patlayarak akıcaz duvarlardan, deliklerden.
şimdi tam şu an bi tek sana kaçabiliyorum blog. o yüzden iyi ki blogum var benim. ama nasıl gitmek istiyorum, bu kadar olur. bağıra bağıra aaaaa! dışarda yağmur yiyip, sıçana dönüp, bulutlarla kavga ediym istiyorum. onlar kesin beni döver zaten, hıncımı atarım. kıç üstü otururum. elbisesiz, sinirli, ıslak bi şi olurum.
hani küçükken insan doğumgününde her şeyin taaaam istediği gibi olmasını bekler de işte ne bileyim, saçının ayrığı az solda olunca dünya başına yıkılır ya. öyle bi haldeyim. yaşım 6, en sevdiğim renk mor, köftemi ketçaplı severim, büyüyünce akrobat olucam. öyle işte. tatilim öncesi güzel haber istedikçe, olmadı ve ben küstüm işte. bulut bulutum. öfke kümülüsü.
tatile hemen gitmeliyim o yüzden. kaçarak. iyi gelsin diye. yoksa yorganın altından çıkmiycam.
28 Haziran 2010 Pazartesi
çalışan kadının tatil düşleri
terzimle kavga ettim. keyifsizim. esnaf kapışmalarında esnafın bi kaybı olmaz, biliyorum.
ayın 12sinde dünyanın en basit dikişini yapacağı iki parça kumaş verdim, bi de 3. çetrefilli bi şey var ki acelesi yok dedim. 1 haftaya biter mi dedim, on gün istedi. kumaş, astar, model olarak kullanacağı elbise filan, hepsi benden. on gün sonra gittim, yapmamıştı. kız istemişler. başlamamış bile. kalfası 2 güne olur, ararız dedi. 2 gün geçti, aramadı. bugün yine gittim. yani ayın 28inde. bakınız 16 gün. "hı evet elbise. 30una anca" dedi ters ters. ben de yuh dedim. çünkü tatile gidicem ve hakikaten, tuvalet diktirmiyorum. telefon bıraktım, lütfedip söylemiyo.
düzenli müşteri olarak böyle zamanlarda anlayış göstermeliymişim. evet. böyle cümleler beni benden alıyor. "düzenli müşteri olarak, özür bekliyorum" dedim. telefon bırakmışım, 2 kez uğramışım, binbir rica etmişim. cık yetmiyor. fazladan 1 hafta daha öylece bekledim; nişanı varmış. nişanı bana takmadığından, mel mel suratına baktım. yola çıkıcam, 2 tane dümdüz, pamuklu kumaşa hakikaten yine dümdüz dikiş çekecek, üçüncüden vazgeçtim. pareo elbise gibi bi şi, tepede deliği var, kafamı sokuyorum. öyle basit. becersem kendim yapıcam. 18 gün süren bi macera olmamalı.
bi de üstüne ben nişan vakti arıza çıkaran "düzenli" mendebur oldum. "bana bunlar ne zamana lazım, çarşamba uygun mu, tatile mi gidicem, burda mıyım, sormuyosunuz bile" dedim. yaz bitecek ben elbise sayıklıyorum. "ütüm bozuk bugün" dedi. yani gerçekten aptal oluyorum böyle geçişlerde. ara dikiş için ütü lazımmış meğer. son dakikaya bırakılan işler böyle lanetlenir işte; ama niyeyse ben azarlanıyorum.
bıkkın bi şekilde "anlaşıldı, aliym kumaşları, kalsın" dedim. "siz zaten geçen hafta kalfama ustaya güvenmiyorum demişsiniz" dedi. "e neyinize güvenicem pardon, hep gecikme, telafi derdiniz yok, özür bile dilemiyosunuz" dedim. "böyle iş yapamayız" dedi. allahım 45 dakika boyunca tekerlekli bi saunadan çıkmışım, tek istediğim dandik iki elbiseyi giyeceğim o tatili hayal etmek. kumaşı satın alırken bile "deniz kenarında ne güzel olur ifil ifil" diye hayallenmiştim. elbiseleri evde deneyip saf saf gün saymak filan niyetindeyim. o iki elbiseyle bavula başka bi şi koymam gerekmiycek, öyle yazlık ve tiriller. gayet basit bi kadınım ben yani, bununla günlerce mutlu olucaktım. karşımdakiyse böyle diken diken etti beni.
film koptu. "son 3 seferdir, iş her seferinde gecikse de laf etmeyecek kadar; ama kendim söz verdim diye seller gittiğinde bile saatinde burda olacak kadar düzenli bir gerzekliğim var. yetmiyor, yine de gelip iş bırakıyorum, 1 hafta gecikiyor ve niye 2 gün daha beklemiyorum diye azar işitiyorum. anlayış bekliyosanız, kalfanıza iş öğretirsiniz, sabahlarsınız veya en baştan 'yetişmez' dersiniz, ben de başımın çaresine bakarım. cümlealem nişanlanıyor ama zaten ustalık özel durumlarda işi aksatmamakla oluyor. bana mı nişanlandınız? ya ben bu elbiseyi nişanımda giyeceksem? o zaman nolucak?" dedim. başka şeyler de saymış olabilirim. dırdır düğmeme bastı. iş yapamazmışız. breh breh. elime kumaşlarımı tutuşturdu, ben de "18 günde istanbul alınırdı" dedim son laf olarak niyeyse. saçma oldu evet.
sonra bi parçayı orda unuttuğumu farkettim. az önce aradı kendisi. "burda kalmış bi şi" dedi. evet dedim çarşamba gelip alıcam. "özür dileriz" dedi. kumaşları eksik poşetlediği için ama! hırrr. ben yarın yeni terzi bulmazsam, bu işi bi çabuk halletmezsem noliym. o elbiseler dikilecek ve giyilecek.
tatil hayalimin bi parçası. yoksa banane. deniz kenarı ifili olucak işte. yapıcam. saplantıysa da öyle.
tatile hasret bırakanlar utansın.
levent- etiler tarafında makul fiyatlı, iyi bi terzi bilen? mutsuzum abidin.
not: belediye otobüslerinde 2 durakta bir içeriye köpüklü su sıkılmalı. hatta muavin tellaklık da yaparsa bence nihayet o ter kokusu geçebilir.
ayın 12sinde dünyanın en basit dikişini yapacağı iki parça kumaş verdim, bi de 3. çetrefilli bi şey var ki acelesi yok dedim. 1 haftaya biter mi dedim, on gün istedi. kumaş, astar, model olarak kullanacağı elbise filan, hepsi benden. on gün sonra gittim, yapmamıştı. kız istemişler. başlamamış bile. kalfası 2 güne olur, ararız dedi. 2 gün geçti, aramadı. bugün yine gittim. yani ayın 28inde. bakınız 16 gün. "hı evet elbise. 30una anca" dedi ters ters. ben de yuh dedim. çünkü tatile gidicem ve hakikaten, tuvalet diktirmiyorum. telefon bıraktım, lütfedip söylemiyo.
düzenli müşteri olarak böyle zamanlarda anlayış göstermeliymişim. evet. böyle cümleler beni benden alıyor. "düzenli müşteri olarak, özür bekliyorum" dedim. telefon bırakmışım, 2 kez uğramışım, binbir rica etmişim. cık yetmiyor. fazladan 1 hafta daha öylece bekledim; nişanı varmış. nişanı bana takmadığından, mel mel suratına baktım. yola çıkıcam, 2 tane dümdüz, pamuklu kumaşa hakikaten yine dümdüz dikiş çekecek, üçüncüden vazgeçtim. pareo elbise gibi bi şi, tepede deliği var, kafamı sokuyorum. öyle basit. becersem kendim yapıcam. 18 gün süren bi macera olmamalı.
bi de üstüne ben nişan vakti arıza çıkaran "düzenli" mendebur oldum. "bana bunlar ne zamana lazım, çarşamba uygun mu, tatile mi gidicem, burda mıyım, sormuyosunuz bile" dedim. yaz bitecek ben elbise sayıklıyorum. "ütüm bozuk bugün" dedi. yani gerçekten aptal oluyorum böyle geçişlerde. ara dikiş için ütü lazımmış meğer. son dakikaya bırakılan işler böyle lanetlenir işte; ama niyeyse ben azarlanıyorum.
bıkkın bi şekilde "anlaşıldı, aliym kumaşları, kalsın" dedim. "siz zaten geçen hafta kalfama ustaya güvenmiyorum demişsiniz" dedi. "e neyinize güvenicem pardon, hep gecikme, telafi derdiniz yok, özür bile dilemiyosunuz" dedim. "böyle iş yapamayız" dedi. allahım 45 dakika boyunca tekerlekli bi saunadan çıkmışım, tek istediğim dandik iki elbiseyi giyeceğim o tatili hayal etmek. kumaşı satın alırken bile "deniz kenarında ne güzel olur ifil ifil" diye hayallenmiştim. elbiseleri evde deneyip saf saf gün saymak filan niyetindeyim. o iki elbiseyle bavula başka bi şi koymam gerekmiycek, öyle yazlık ve tiriller. gayet basit bi kadınım ben yani, bununla günlerce mutlu olucaktım. karşımdakiyse böyle diken diken etti beni.
film koptu. "son 3 seferdir, iş her seferinde gecikse de laf etmeyecek kadar; ama kendim söz verdim diye seller gittiğinde bile saatinde burda olacak kadar düzenli bir gerzekliğim var. yetmiyor, yine de gelip iş bırakıyorum, 1 hafta gecikiyor ve niye 2 gün daha beklemiyorum diye azar işitiyorum. anlayış bekliyosanız, kalfanıza iş öğretirsiniz, sabahlarsınız veya en baştan 'yetişmez' dersiniz, ben de başımın çaresine bakarım. cümlealem nişanlanıyor ama zaten ustalık özel durumlarda işi aksatmamakla oluyor. bana mı nişanlandınız? ya ben bu elbiseyi nişanımda giyeceksem? o zaman nolucak?" dedim. başka şeyler de saymış olabilirim. dırdır düğmeme bastı. iş yapamazmışız. breh breh. elime kumaşlarımı tutuşturdu, ben de "18 günde istanbul alınırdı" dedim son laf olarak niyeyse. saçma oldu evet.
sonra bi parçayı orda unuttuğumu farkettim. az önce aradı kendisi. "burda kalmış bi şi" dedi. evet dedim çarşamba gelip alıcam. "özür dileriz" dedi. kumaşları eksik poşetlediği için ama! hırrr. ben yarın yeni terzi bulmazsam, bu işi bi çabuk halletmezsem noliym. o elbiseler dikilecek ve giyilecek.
tatil hayalimin bi parçası. yoksa banane. deniz kenarı ifili olucak işte. yapıcam. saplantıysa da öyle.
tatile hasret bırakanlar utansın.
levent- etiler tarafında makul fiyatlı, iyi bi terzi bilen? mutsuzum abidin.
not: belediye otobüslerinde 2 durakta bir içeriye köpüklü su sıkılmalı. hatta muavin tellaklık da yaparsa bence nihayet o ter kokusu geçebilir.
26 Haziran 2010 Cumartesi
tarihte dün
yazmam lazım. çok kişisel, sıkıcı olabili, geçilebili. ama benim yazmam lazım.
hep söylediğim üzere, fabrika tipi bi liseden mezunum ben. mezuniyet törenimizde, 19 mayıs gösterisi gibi, elimizde renkli kartonlarla türkiye haritası, yaşasın atatürk filan gibi şekiller yapıp, bir stadyum dolusu veliye görsel şölen yaşatmıştık. gerçi uzaktan çoğu anlaşılmamış ama bozuntuya vermediler. yaz sıcağında cüppeli olarak yaptığımız bu sovyet tipi gösterinin hazırlık aşamasındaki provalarda mütemadiyen azar yemiş, "atatürkün burnu eksik, adam gibi tutun kartonu", "okulunuzun adını yazamıyosunuz bre densizler, kartonu kırmızı 2 yönünde kaldırın" gibi, hani hala arada bi beynimde yankılanan seslerle dolu 2 gün geçirmiştik. kepli, cüppeli ve terli 600 adet ergen mezun oluyodu, kolay değil. okulumuz da sağolsun, disiplin konusunda az buçuk hassas olduğundan, yemin ederim terbiye edilmiş vahşi hayvan şovu gibi bi şiydi halimiz. "bakınız ebeveynler, işte şimdiiii, doğanın en vahşi yaratıklarından berk ve alper, bize marş okuyacak" filan gibi. ay uzattım çok.
kardeşiminkiyse... bambaşka oldu. ufak bir salondaydı bi kere. avizeler, heykeller ve piyano vardı mesela. solumda, ilyada'dan "aşil'in ölümü" sahnesi resmedilmiş devasa bir duvar halısı vardı ki baya bi dikkatimi dağıttı. sandalyelerde adımız yazıyodu ve çocuklar çok süslü ve güzellerdi. sefir bey ellerini sıktı, adet yerini bulsun diye hocalarının beylik laflarını söyleyip dalga geçti çocuklar, müdür hepsini tebrik etti filan. ben fransızca anladım hem. diplomalarını alıp, kocaman bi bahçede şarap içtiler. kokteyl havasında. cüppesiz. 30 kişi. törensiz, marşsız ve ayyy o iğrenç panolardan eksik kalarak. hocalarıyla, aileleriyle, arkadaşlarıyla birlikte. acelesiz. ben galiba her türlü töreni kokteyl tadında seviyorum. hem o minik ikramlar çok zevkli. Sâbuş da vardı hem, en güzeli veli de oydu. sonra okullarına gittik, akşam yemeği, bahçede mezunlar için dikilmiş ağacın "açılış" töreni, havaifişekler ve ta-taa. biz döndük, onların gecesiyse sabaha sürdü.
ben de işte böyle, aralıksız çektiğim 150 fotoğraf, defne kıyafetine ve saçına yaptığım süsü beğendi diye içim rahat, belki bir iki gözyaşıyla, ortada dolandım. ne hüzünlü; ama mutlu, saçma bir hismiş o "büyüdü işte" gururu. takdir alan 5 öğrenciden biriydi, çok şık ve güzel bir inekti kendisi. kelebek gibi bi şi. resmen duygu karmaşası, ben böyle saçma hissetmemiştim. o büyüdü, ben ağlamaklıyım, e ben de büyümüşüm. tuhaf bi uyanış hali. el kadar bıraktıklarım 18, "yeni doğdu" denenler 12 yaşına erişmiş. ben hepsine "sayılı gün çabuk geçer, 4 yılınız var iyi kullanın" tadında bi şiler geveledim işte. dinlediler de. o garip zaten. dinliyolar ve anlıyolar, çünkü artık 8 yaş farkın verdiği aynı dili konuşamama uçurumu kapandı. dehşetengiz. ve gidecek. 2 ay sonra, uzakta. bininci kez idrak ediyorum.
ankara dün o gri bulutlara rağmen çişini tutan çocuk gibi azmetti ve anca bugün yağmur yağdı. arada böyle hoşlukları oluyor hınzırın. bugün ve yarın, dolanmaca, düzenli olarak sıçana dönmece. anne yemeği. bi huzur ki çok güneşli. kendi hayatım da düzene girse, daha ne isterim.
onun dışında, herrr dergiyi getirdiği için boğaziçi etiler kapının ordaki büfeyi seviyorum.
şu yaz güzel geçsin olur mu. bi de tatilime bir hafta kaldı, çabuk bitsin.
anneannemin nişan fotoğrafını buldum. yani o bulmuş, ben gördüm. siyah beyaz ve gencecik, dedemin elini tutmuş gülümsüyor. yemin ederim marilyn monroe gibi, az koyu saçlısı. bi fotoğraf daha var, Sabuş abisiyle bisiklet turunda, sahilde mola vermişler. fotoğraflar silah gibi bazen. bakınca hatırlamak hüzünlü olmalı. dijital bırakmayın fotoğrafları, bastırın.
10 kaplan gücünde bi duygu topuyum. az önce de minik bi pıtırtı haberi aldım ki, ona da pıt pıt.
hep söylediğim üzere, fabrika tipi bi liseden mezunum ben. mezuniyet törenimizde, 19 mayıs gösterisi gibi, elimizde renkli kartonlarla türkiye haritası, yaşasın atatürk filan gibi şekiller yapıp, bir stadyum dolusu veliye görsel şölen yaşatmıştık. gerçi uzaktan çoğu anlaşılmamış ama bozuntuya vermediler. yaz sıcağında cüppeli olarak yaptığımız bu sovyet tipi gösterinin hazırlık aşamasındaki provalarda mütemadiyen azar yemiş, "atatürkün burnu eksik, adam gibi tutun kartonu", "okulunuzun adını yazamıyosunuz bre densizler, kartonu kırmızı 2 yönünde kaldırın" gibi, hani hala arada bi beynimde yankılanan seslerle dolu 2 gün geçirmiştik. kepli, cüppeli ve terli 600 adet ergen mezun oluyodu, kolay değil. okulumuz da sağolsun, disiplin konusunda az buçuk hassas olduğundan, yemin ederim terbiye edilmiş vahşi hayvan şovu gibi bi şiydi halimiz. "bakınız ebeveynler, işte şimdiiii, doğanın en vahşi yaratıklarından berk ve alper, bize marş okuyacak" filan gibi. ay uzattım çok.
kardeşiminkiyse... bambaşka oldu. ufak bir salondaydı bi kere. avizeler, heykeller ve piyano vardı mesela. solumda, ilyada'dan "aşil'in ölümü" sahnesi resmedilmiş devasa bir duvar halısı vardı ki baya bi dikkatimi dağıttı. sandalyelerde adımız yazıyodu ve çocuklar çok süslü ve güzellerdi. sefir bey ellerini sıktı, adet yerini bulsun diye hocalarının beylik laflarını söyleyip dalga geçti çocuklar, müdür hepsini tebrik etti filan. ben fransızca anladım hem. diplomalarını alıp, kocaman bi bahçede şarap içtiler. kokteyl havasında. cüppesiz. 30 kişi. törensiz, marşsız ve ayyy o iğrenç panolardan eksik kalarak. hocalarıyla, aileleriyle, arkadaşlarıyla birlikte. acelesiz. ben galiba her türlü töreni kokteyl tadında seviyorum. hem o minik ikramlar çok zevkli. Sâbuş da vardı hem, en güzeli veli de oydu. sonra okullarına gittik, akşam yemeği, bahçede mezunlar için dikilmiş ağacın "açılış" töreni, havaifişekler ve ta-taa. biz döndük, onların gecesiyse sabaha sürdü.
ben de işte böyle, aralıksız çektiğim 150 fotoğraf, defne kıyafetine ve saçına yaptığım süsü beğendi diye içim rahat, belki bir iki gözyaşıyla, ortada dolandım. ne hüzünlü; ama mutlu, saçma bir hismiş o "büyüdü işte" gururu. takdir alan 5 öğrenciden biriydi, çok şık ve güzel bir inekti kendisi. kelebek gibi bi şi. resmen duygu karmaşası, ben böyle saçma hissetmemiştim. o büyüdü, ben ağlamaklıyım, e ben de büyümüşüm. tuhaf bi uyanış hali. el kadar bıraktıklarım 18, "yeni doğdu" denenler 12 yaşına erişmiş. ben hepsine "sayılı gün çabuk geçer, 4 yılınız var iyi kullanın" tadında bi şiler geveledim işte. dinlediler de. o garip zaten. dinliyolar ve anlıyolar, çünkü artık 8 yaş farkın verdiği aynı dili konuşamama uçurumu kapandı. dehşetengiz. ve gidecek. 2 ay sonra, uzakta. bininci kez idrak ediyorum.
ankara dün o gri bulutlara rağmen çişini tutan çocuk gibi azmetti ve anca bugün yağmur yağdı. arada böyle hoşlukları oluyor hınzırın. bugün ve yarın, dolanmaca, düzenli olarak sıçana dönmece. anne yemeği. bi huzur ki çok güneşli. kendi hayatım da düzene girse, daha ne isterim.
onun dışında, herrr dergiyi getirdiği için boğaziçi etiler kapının ordaki büfeyi seviyorum.
şu yaz güzel geçsin olur mu. bi de tatilime bir hafta kaldı, çabuk bitsin.
anneannemin nişan fotoğrafını buldum. yani o bulmuş, ben gördüm. siyah beyaz ve gencecik, dedemin elini tutmuş gülümsüyor. yemin ederim marilyn monroe gibi, az koyu saçlısı. bi fotoğraf daha var, Sabuş abisiyle bisiklet turunda, sahilde mola vermişler. fotoğraflar silah gibi bazen. bakınca hatırlamak hüzünlü olmalı. dijital bırakmayın fotoğrafları, bastırın.
10 kaplan gücünde bi duygu topuyum. az önce de minik bi pıtırtı haberi aldım ki, ona da pıt pıt.
24 Haziran 2010 Perşembe
sonbisaat
nefes. pek güzel nefes. az yorgun ben ve az hasta o, yine de en güzel nefes. nedensiz gülümsemek çok zor iş çünkü, dişleri göstermeden. pina sen ne güzel kadınsın. -dın değil, -sın, hala. keşke akm açık olsaydı, istediğin yerde, o kocaman sahnede alınıp verilseydi o nefes. olsun varsın. bazen olur böyle, küsmemek gerek.
aynı bizdeki gibi.ne kadar aklımdaydı da ne güzel oldu. ah birazcık daha takatim olsaydı keşke.
isner ve mahut gibi uyumak diye bi deyim türeticem ben, maç hele bi bitsin.
ofisten not:
herkes kendi işini yapsın, benim olmayan işin stresini çekmek kadar bela bi şi yok. sıkıldım artık, devretmem gereken kişi üstüne alınmıyor niyeyse. çünkü ben herkesin eşeğini benimkiymiş gibi telaşla arıyorum, türkü çığıramıyorum. yardım etmek için debeleniyorum; ama galiba karşı taraf bunu görevim sanıyor. ahtopot gibiyim, her işe bi şekilde teğetim. yavaşlığa, uyuşukluğa tahammülüm yok; çünkü birikip sel oluyor. telefonda her aloya 15 dakika harcamayı da, kibarlıktan taviz vermeyi de, tepeden bakmayı da anlamıyorum. herkes çalışan neticede, havan kime yani. bu sayede, işim düştüğünde insanlar çok yardımcı oluyor bana. hem paniklediğimde de iş bitirici biri olabiliyorum, evet. işe yaradığımı biliyorum. iyi bi özelliğini "ah sanırım tek zaafım bu" diye kötüleyenlerden değilim. "fazla çalışkanım, ondan kaybediyorum" filan. çok gülerim öyle şeylere.
neyse, if it's good, then it's good. bu sayede çok kıç kurtarmışlığım da var, kendiminki dahil. ama işe yeni başlamış biri, yüz kere sözlü, 10 kere de yazılı anlattığım bir iş için, beni salak yerine koyup "ay her ofise senden lazım valla, bak sen ne çabuk yapıveriyosun, bi daha yapsana" dediğinde, böyle pışpışlamayla karışık gerzek gazı, atıyor atıyor çiviler tahtalar, gelsin kaptan hadok.
ortancalar açtı. kocaman ve köpük köpükler.
pembeden maviye dönerken mora uğruyolar filan, harikalar.
annemler 3 gündür istanbuldaki bütün sergileri gezdi resmen. defne tek başına cihangirde kayboldu, annem kuzenini gördü, bolca ıslandılar ve denize doydular. bensiz de güzeldi yani. hıh.
öyle yerlere gideceğim ki dönmeyebilirim blog. az kaldı.
~
ölene üzülünce, üzülür insan. ölmesin ister bok yoluna. gebzede sele kapılmasın, kör kurşunla vurulmasın, mayına basmasın veya manyağın teki domuz düğümü atmasın ister. ölmesin ecelsiz. çünkü önlenebilir ölüm vardır. önlensindir o zaman. öle öle ölüm engellenmez ki. şehit haberlerinde bağrı yananların aşkla asker uğurlaması, "tanrılar kurban istiyor" izlenimi yaratıyor bende. bunu söyleyince de kutsal değerlere saldırmış oluyorum. oysa mesela, 15inde bakire kızın yanardağa atlayarak kurban edilmesini isteyen tanrılar da kutsaldır birileri için. haliyle kutsallar ortak olmasa da, ölmek çok ortak bir şey. "az ölmek" veya "çok ölmek" diye bir şey yok. sürünerek ölmek, işkenceyle ölmek, bir anda ölüvermek var; ama az-çok değil. belediye çukuruna düşerek ölmek kadar saçma, 30 yıldır bitmeyen bir kana eklenmek.
ah ama canım polanyi ne güzel de anlatmıştı, ekonomik sebeplerle kendi içinde barışı nihayi kılmaya karar veren savaş ihracatçılarını. savaşı meşru kılmak için yüz bin sebep sayabilenlerin barışa tembellikleri beni düşündürüyor.çünkü illallah demek, intikamdan vazgeçmek değildir ki. barış, bunu demeden, baltaları gömebilmek kadar zor bir şey işte. acı tesbihini uzatmamak ama ölenleri de unutmamak. her iki taraftan da, evet. yani üzülürken niye seçici olmamız gerek anlamıyorum. gözyaşı kıt kaynak filan galiba, israfa gelmiyor.
kuşaklar boyu kan davası sürdürmek, doğal bile gelebilir insana. bıksa bile. nefret etse bile, başka bir varoluş bilmemenin yüküdür o. alışkanlığı savaştır, kandır. insan savaşa da alışabilir evet. o çok istediği barışın ne olduğunu artık bilmiyor olmak, korkutabilir. koşmaktan yorulursunuz da yine de duramazsınız ya, nefessiz kalmak korkutur, o kıvam. intikam kara bir sinek gibi kafanızda vızıldayabilir.
o yüzden barış zor. o yüzden ölenlere iyi ki öldüler demek ayıp ve o yüzden daha da ölsünler demek insafsızca. kimse ölmesin. bunu diyebilmek mi zor? kimse ölmesin artık. sahiden yeter. yapılabilecek onlarca şey varken, ağzı köpüklüler bildik şiirleriyle sömürmesinler ölüleri. çünkü o savaş ölülerinin bildirisi önceden yazıldı.
aynı bizdeki gibi.ne kadar aklımdaydı da ne güzel oldu. ah birazcık daha takatim olsaydı keşke.
isner ve mahut gibi uyumak diye bi deyim türeticem ben, maç hele bi bitsin.
ofisten not:
herkes kendi işini yapsın, benim olmayan işin stresini çekmek kadar bela bi şi yok. sıkıldım artık, devretmem gereken kişi üstüne alınmıyor niyeyse. çünkü ben herkesin eşeğini benimkiymiş gibi telaşla arıyorum, türkü çığıramıyorum. yardım etmek için debeleniyorum; ama galiba karşı taraf bunu görevim sanıyor. ahtopot gibiyim, her işe bi şekilde teğetim. yavaşlığa, uyuşukluğa tahammülüm yok; çünkü birikip sel oluyor. telefonda her aloya 15 dakika harcamayı da, kibarlıktan taviz vermeyi de, tepeden bakmayı da anlamıyorum. herkes çalışan neticede, havan kime yani. bu sayede, işim düştüğünde insanlar çok yardımcı oluyor bana. hem paniklediğimde de iş bitirici biri olabiliyorum, evet. işe yaradığımı biliyorum. iyi bi özelliğini "ah sanırım tek zaafım bu" diye kötüleyenlerden değilim. "fazla çalışkanım, ondan kaybediyorum" filan. çok gülerim öyle şeylere.
neyse, if it's good, then it's good. bu sayede çok kıç kurtarmışlığım da var, kendiminki dahil. ama işe yeni başlamış biri, yüz kere sözlü, 10 kere de yazılı anlattığım bir iş için, beni salak yerine koyup "ay her ofise senden lazım valla, bak sen ne çabuk yapıveriyosun, bi daha yapsana" dediğinde, böyle pışpışlamayla karışık gerzek gazı, atıyor atıyor çiviler tahtalar, gelsin kaptan hadok.
ortancalar açtı. kocaman ve köpük köpükler.
pembeden maviye dönerken mora uğruyolar filan, harikalar.
annemler 3 gündür istanbuldaki bütün sergileri gezdi resmen. defne tek başına cihangirde kayboldu, annem kuzenini gördü, bolca ıslandılar ve denize doydular. bensiz de güzeldi yani. hıh.
öyle yerlere gideceğim ki dönmeyebilirim blog. az kaldı.
~
ölene üzülünce, üzülür insan. ölmesin ister bok yoluna. gebzede sele kapılmasın, kör kurşunla vurulmasın, mayına basmasın veya manyağın teki domuz düğümü atmasın ister. ölmesin ecelsiz. çünkü önlenebilir ölüm vardır. önlensindir o zaman. öle öle ölüm engellenmez ki. şehit haberlerinde bağrı yananların aşkla asker uğurlaması, "tanrılar kurban istiyor" izlenimi yaratıyor bende. bunu söyleyince de kutsal değerlere saldırmış oluyorum. oysa mesela, 15inde bakire kızın yanardağa atlayarak kurban edilmesini isteyen tanrılar da kutsaldır birileri için. haliyle kutsallar ortak olmasa da, ölmek çok ortak bir şey. "az ölmek" veya "çok ölmek" diye bir şey yok. sürünerek ölmek, işkenceyle ölmek, bir anda ölüvermek var; ama az-çok değil. belediye çukuruna düşerek ölmek kadar saçma, 30 yıldır bitmeyen bir kana eklenmek.
ah ama canım polanyi ne güzel de anlatmıştı, ekonomik sebeplerle kendi içinde barışı nihayi kılmaya karar veren savaş ihracatçılarını. savaşı meşru kılmak için yüz bin sebep sayabilenlerin barışa tembellikleri beni düşündürüyor.çünkü illallah demek, intikamdan vazgeçmek değildir ki. barış, bunu demeden, baltaları gömebilmek kadar zor bir şey işte. acı tesbihini uzatmamak ama ölenleri de unutmamak. her iki taraftan da, evet. yani üzülürken niye seçici olmamız gerek anlamıyorum. gözyaşı kıt kaynak filan galiba, israfa gelmiyor.
kuşaklar boyu kan davası sürdürmek, doğal bile gelebilir insana. bıksa bile. nefret etse bile, başka bir varoluş bilmemenin yüküdür o. alışkanlığı savaştır, kandır. insan savaşa da alışabilir evet. o çok istediği barışın ne olduğunu artık bilmiyor olmak, korkutabilir. koşmaktan yorulursunuz da yine de duramazsınız ya, nefessiz kalmak korkutur, o kıvam. intikam kara bir sinek gibi kafanızda vızıldayabilir.
o yüzden barış zor. o yüzden ölenlere iyi ki öldüler demek ayıp ve o yüzden daha da ölsünler demek insafsızca. kimse ölmesin. bunu diyebilmek mi zor? kimse ölmesin artık. sahiden yeter. yapılabilecek onlarca şey varken, ağzı köpüklüler bildik şiirleriyle sömürmesinler ölüleri. çünkü o savaş ölülerinin bildirisi önceden yazıldı.
22 Haziran 2010 Salı
şemsiyesiz
ne güzel şehir ve hava ne sıcak. yapış yapış ama olsun, güzel. yağıyomuş hatta şimdi. istanbula ne kadar aşk mektubu yazdım di mi bu blogda? hala devam ediyor. hani evlendik ama aşkımız ölmedi. yolda minicik de olsa denizi görüyorum her gün ve Sâbuş'un dediği gibi, sahiden deniz her gün başka renk. kendi kendime "bugün lacivert" diyorum, "bugün turkuaz", "bugün gri", "bak bugün tam gök rengi". boğaza bakıyorum o köşeyi dönerken. her seferinde sanki bıraktığım yerde bulamayacakmışım gibi bi heyecan, sonra bi rahatlama. kampüse gitmek, kampüs ışığı, kampüs kokusu. o başka bi yoklama.
odamdan öyle kızıl batıyo ki gün, ankaranın yegane güzel yanını da özlememe gerek kalmıyor. aylarlar geçecek. defne gidecek, annem gelecek, bakalım biz annemle nasıl napıcaz. ben nerde olucam. eveet geleneksel deryik taklaları şenlikleri. fırfır düşünmeceler. istanbul o kadar güzel ki oysa, bi şi yapmak bile gerekmiyor. misal, evinizde oturup kitap okumak bile istanbulda güzeldir. martı gaklar, yok efendim akşamüstü serinliği, pencere çarpar, kediler azar filan, hepsi burada güzeldir. martıyı geçtim, erguvan diye bi şi var bi kere. salkım biter hanımeli açar, oo sonra yaseminler filan. üstelik, benim kimselerin beğenmediği sokağım hepsinden kokar sırayla. öyle saygılıdır çiçeklere ve ağaçlara.
(şu çizime bakıp bakıp gülüyorum bu ara. her ikisi de benim galiba)
benim sokağımdan hala "pattissoan"cılar geçiyo. haftasonları tuhaf kampanyalar dinliyorum. "halı temizletene 5li bıçak seti bedava" filan. hani cinayet mi işleyeceksiniz, bıçak bizden, sonra cesedi sardığınız halıyı temizleyip delil de karartıyoruz. aynı bıçakla karpuzunuzu da dilimliyosunuz üstüne. öyle bi hizmet.
fransız kahvaltısı tam bi deli işi. kan şekerim fırlıyo, bayılacak gibi oluyorum. aç karnına şeker şeker yüklenilmez ki. üstelik yağlı. ben akdeniz usulü, peynirimi zeytinimi katık eder, taşfırın ekmeğiyle yerim. domates biber kuru meyve reçel filan işte. ah yumurta bi de. en şenlik şey.
üstüne basılma sezonu açılan ve hatta geçmek üzere olan bi diğer meyve: dut. dutdutdut. vişneler de düşer. dutlara basarsınız, iyk o ne öyle vıcık vıcık, aa bi bakarsınız, dut. dut bile çıkmış. nazik narin dut. yerde dut, havada dut, çok mutlu bir şey bence. sinek arı filan yapıyo ama olsun. o da lazım. bizim sokaktakini sallamadılar, çürüdü gitti. sallanması gereken şeylerden bir şey dut ağacı.
şu yukardaki şeyin fon rengi değişik olsa, alıp en görünen yerlere asıcam. i do work hard, i do have fun zira. drama konusunda da fena değilim. misal geçenlerde bir salı gecesi gözlerim akana kadar sayılarla boğuştum, işim için değildi ve çok güzeldi. ama işte, dubakali.
iş demişken, ki genelde diyorum, hani böyle bi "geri geliciim" demiştim ya. söküğümü diktim gibi. yaptım o konuşmayı. sinirlerim alınmış bir sakinlikle, aferin bana, gözler dolmadan ama sabır taşarak. sonuç? nutuk tutuk, kalakal. ah böyle, en güzelinden donakal. ama ama ama. insan kendi etkisine şaşıyor. fakat tabii olağan şüpheli, hiç üstüne alınmadı. komplo teorileri, "bu kız niye böyle durdu durdu kudurdu" hikayeleri filan çoğaltmış arkamdan. yahu nedenini net söyledim ben, "bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin" üstüne, "gidiyorum bütün aşklar yüreğimde" tadında bir şeydi. hatta bi grafiklerle çizmediğim kaldı, onu da el hareketlerimle anlattım. bir kelime bir işlem. hiç dolandırmadan dümdüz, huşu içinde 2 cümlede özetledim, kendim de şaştım. neyse, mini bir tsunami yarattım; ama tabii ki şimdi deniz sakin. hiçbi şi olmamış gibi. olsun, etkim 2-3 gün sürdü ki aslında uzun. yaa yaa. en siniri de bana hukuki zırvalarla sahte rahatlatmalar sunulması, en zevklisi de sakin bi şekilde püskürtüp "yooğ ciğerim, o ööle deel" demek.
hava ne kadar basık, çatlayacak gibi güzeldi. ölümüne sıcak. çatladı rahatladı. sıçana döndüm hatta arada. istanbul sahiden muson iklimine geçiyo ufaktan. yapış yapış nefessiz, sonra yağ yağ yağmur.
dergilerim var, başucumda dergi sepetim duruyor, kat kat tat oldu, sığmıyor. insanın elinin altında dergi olması hep güzel şey. eskilerini atmazsınız, dönüp bakarsınız filan. şimdi evde olsam gömülürdüm. okuyamadıklarımdan özür dilerdim.
yapmak istediğim şeyler var, erteleye erteleye sonunda kendi kendilerini yapacaklar. nasıl bıkıyorum kendimden böyle zamanlarda. hani çekirgeler kabuk değiştirir de eski kabuğu zar halde, öylece çimlerde bulursunuz ya günün en erken saatinde, öyle bi şi lazım bana. tatil tatlısı ya da. pek yakında, en mis.
galata kulesine kancayı taktım, boynuma taktım. galata kolyesi artık o. en güzelinden.
bir anda bir sürü seçenek... ki ben iki tanesiyle bile daralıyorum. basıp kaç basıp git.
ablalık zor zanaat. böyle işte hafif gözleri dolu dolu "neden ama" diyo ya, insan birilerini sarsmakla katil olmak arasında gidip geliyor. ah ben şiddeti sevmezdim ama cinneti anlıyorum. onun yerine dertleşmece. öyle olgun ve makul bir şekilde konuşuyo ki kesinlikle 15 yıl önce makarnasını avuçlayıp neşe içinde salona saçan, oyuncak ayısını almaya giderken koridorda uyuyakalan kız bu olamaz. ne bileyim, 2-3 yaşında, kafasını sallayarak zıplarken popo üstü oturup kısa bi şaşkınlıktan sonra gülüp, ayağını ağzına sokmaya çalışmak ve bu sefer de sırtüstü düşmek gibi bi dizi saçma hareketini biliyorum. cidden enteresan şey büyümek.
bi de seçmen listeleri askıya çıkmış, bu hafta iniyomuş. referandum öncesi, buyrun bi bakın.
odamdan öyle kızıl batıyo ki gün, ankaranın yegane güzel yanını da özlememe gerek kalmıyor. aylarlar geçecek. defne gidecek, annem gelecek, bakalım biz annemle nasıl napıcaz. ben nerde olucam. eveet geleneksel deryik taklaları şenlikleri. fırfır düşünmeceler. istanbul o kadar güzel ki oysa, bi şi yapmak bile gerekmiyor. misal, evinizde oturup kitap okumak bile istanbulda güzeldir. martı gaklar, yok efendim akşamüstü serinliği, pencere çarpar, kediler azar filan, hepsi burada güzeldir. martıyı geçtim, erguvan diye bi şi var bi kere. salkım biter hanımeli açar, oo sonra yaseminler filan. üstelik, benim kimselerin beğenmediği sokağım hepsinden kokar sırayla. öyle saygılıdır çiçeklere ve ağaçlara.
(şu çizime bakıp bakıp gülüyorum bu ara. her ikisi de benim galiba)
benim sokağımdan hala "pattissoan"cılar geçiyo. haftasonları tuhaf kampanyalar dinliyorum. "halı temizletene 5li bıçak seti bedava" filan. hani cinayet mi işleyeceksiniz, bıçak bizden, sonra cesedi sardığınız halıyı temizleyip delil de karartıyoruz. aynı bıçakla karpuzunuzu da dilimliyosunuz üstüne. öyle bi hizmet.
fransız kahvaltısı tam bi deli işi. kan şekerim fırlıyo, bayılacak gibi oluyorum. aç karnına şeker şeker yüklenilmez ki. üstelik yağlı. ben akdeniz usulü, peynirimi zeytinimi katık eder, taşfırın ekmeğiyle yerim. domates biber kuru meyve reçel filan işte. ah yumurta bi de. en şenlik şey.
üstüne basılma sezonu açılan ve hatta geçmek üzere olan bi diğer meyve: dut. dutdutdut. vişneler de düşer. dutlara basarsınız, iyk o ne öyle vıcık vıcık, aa bi bakarsınız, dut. dut bile çıkmış. nazik narin dut. yerde dut, havada dut, çok mutlu bir şey bence. sinek arı filan yapıyo ama olsun. o da lazım. bizim sokaktakini sallamadılar, çürüdü gitti. sallanması gereken şeylerden bir şey dut ağacı.
şu yukardaki şeyin fon rengi değişik olsa, alıp en görünen yerlere asıcam. i do work hard, i do have fun zira. drama konusunda da fena değilim. misal geçenlerde bir salı gecesi gözlerim akana kadar sayılarla boğuştum, işim için değildi ve çok güzeldi. ama işte, dubakali.
iş demişken, ki genelde diyorum, hani böyle bi "geri geliciim" demiştim ya. söküğümü diktim gibi. yaptım o konuşmayı. sinirlerim alınmış bir sakinlikle, aferin bana, gözler dolmadan ama sabır taşarak. sonuç? nutuk tutuk, kalakal. ah böyle, en güzelinden donakal. ama ama ama. insan kendi etkisine şaşıyor. fakat tabii olağan şüpheli, hiç üstüne alınmadı. komplo teorileri, "bu kız niye böyle durdu durdu kudurdu" hikayeleri filan çoğaltmış arkamdan. yahu nedenini net söyledim ben, "bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin" üstüne, "gidiyorum bütün aşklar yüreğimde" tadında bir şeydi. hatta bi grafiklerle çizmediğim kaldı, onu da el hareketlerimle anlattım. bir kelime bir işlem. hiç dolandırmadan dümdüz, huşu içinde 2 cümlede özetledim, kendim de şaştım. neyse, mini bir tsunami yarattım; ama tabii ki şimdi deniz sakin. hiçbi şi olmamış gibi. olsun, etkim 2-3 gün sürdü ki aslında uzun. yaa yaa. en siniri de bana hukuki zırvalarla sahte rahatlatmalar sunulması, en zevklisi de sakin bi şekilde püskürtüp "yooğ ciğerim, o ööle deel" demek.
hava ne kadar basık, çatlayacak gibi güzeldi. ölümüne sıcak. çatladı rahatladı. sıçana döndüm hatta arada. istanbul sahiden muson iklimine geçiyo ufaktan. yapış yapış nefessiz, sonra yağ yağ yağmur.
dergilerim var, başucumda dergi sepetim duruyor, kat kat tat oldu, sığmıyor. insanın elinin altında dergi olması hep güzel şey. eskilerini atmazsınız, dönüp bakarsınız filan. şimdi evde olsam gömülürdüm. okuyamadıklarımdan özür dilerdim.
yapmak istediğim şeyler var, erteleye erteleye sonunda kendi kendilerini yapacaklar. nasıl bıkıyorum kendimden böyle zamanlarda. hani çekirgeler kabuk değiştirir de eski kabuğu zar halde, öylece çimlerde bulursunuz ya günün en erken saatinde, öyle bi şi lazım bana. tatil tatlısı ya da. pek yakında, en mis.
galata kulesine kancayı taktım, boynuma taktım. galata kolyesi artık o. en güzelinden.
bir anda bir sürü seçenek... ki ben iki tanesiyle bile daralıyorum. basıp kaç basıp git.
ablalık zor zanaat. böyle işte hafif gözleri dolu dolu "neden ama" diyo ya, insan birilerini sarsmakla katil olmak arasında gidip geliyor. ah ben şiddeti sevmezdim ama cinneti anlıyorum. onun yerine dertleşmece. öyle olgun ve makul bir şekilde konuşuyo ki kesinlikle 15 yıl önce makarnasını avuçlayıp neşe içinde salona saçan, oyuncak ayısını almaya giderken koridorda uyuyakalan kız bu olamaz. ne bileyim, 2-3 yaşında, kafasını sallayarak zıplarken popo üstü oturup kısa bi şaşkınlıktan sonra gülüp, ayağını ağzına sokmaya çalışmak ve bu sefer de sırtüstü düşmek gibi bi dizi saçma hareketini biliyorum. cidden enteresan şey büyümek.
bi de seçmen listeleri askıya çıkmış, bu hafta iniyomuş. referandum öncesi, buyrun bi bakın.
20 Haziran 2010 Pazar
tatl
çevre bakanı doğa derneğine dava açmış. ah nasıl da hassas. doğa derneği sitesini bi inceleyin nolur ya.
annem burda, kardeşim burda. dün böyle kokteyl havalı bi düğündeydik, tarabyada, sakin. püfür püfür lacivertli. ankaradaki projelerlerler boyu çalıştığım kişinin oğlunun düğünü. herkesin ayakta sohbet ettiği, masalar ve limonatalar ve kuru pastalar olmadan geçen, ifil ifil bir düğün. zaten uzun zamandır birlikte yaşadıklarından, oğlan bizim kız bizim gibi bi durum yoktu, sakince tebrik edildiler. buldumcuk olmamışlar, o güzeldi. hani iki ilerdeki düğünle kıyaslanınca, dostlar partisi gibiydi. tesadüf kategorisinden ecciciim de ordaydı, oh mis. sonra defneyle ben, 18 yaş şenlikleri kapsamında tünele gittik. o planlar yapıyor, günler tasarlıyor kendine. "biri kimlik sorsa keşke" diye diye dolandı ama ona değil bana soruyolar genelde. sevgili ev arkadaşım defnenin pastasıyla süplisss diye çıkıverdi mutfaktan, kup griye üstüne tam çikolatalı pasta denizinde dalgalandık. ya isilik ya çürük diş.
bugün kale kahvaltısı, emirgana doğru güneşli voltalar. birazdan hazırlanıp eşek şakası festivaline gidicez sanırım, gençlere velilik yapıcam. annemler haftaiçi de burda, sonra beraber kep törenine gidicez. kepi takan taraf olmadığım ilk tören. ağlayabilirim üstelik.
şu ara o kadar alakasız yerlerden o kadar şaşkınlık verici seçenekler çıkıyo ki düşünemiyorum bile.
pasaport ücretleri yarı yarıya inmiş 7 haziranda. bendeniz 19 mayısta 1 yıllık paramı bayılmıştım. acaba emniyete gidip "öncekinin üstüne üç otuz ekleyip 4 yıla uzatsam olur mu ağabeyyy" desem, kabul ederler mi?
mezunlar günü şenliklerle güneyi işgal etmiş durumda. takatim yok aşağı inecek. ilk kez gitmiyorum, üstelik bu kadar yakında otururken. napalım, benim yerime imza atar birileri artık.
pof. sıcak.
annem burda, kardeşim burda. dün böyle kokteyl havalı bi düğündeydik, tarabyada, sakin. püfür püfür lacivertli. ankaradaki projelerlerler boyu çalıştığım kişinin oğlunun düğünü. herkesin ayakta sohbet ettiği, masalar ve limonatalar ve kuru pastalar olmadan geçen, ifil ifil bir düğün. zaten uzun zamandır birlikte yaşadıklarından, oğlan bizim kız bizim gibi bi durum yoktu, sakince tebrik edildiler. buldumcuk olmamışlar, o güzeldi. hani iki ilerdeki düğünle kıyaslanınca, dostlar partisi gibiydi. tesadüf kategorisinden ecciciim de ordaydı, oh mis. sonra defneyle ben, 18 yaş şenlikleri kapsamında tünele gittik. o planlar yapıyor, günler tasarlıyor kendine. "biri kimlik sorsa keşke" diye diye dolandı ama ona değil bana soruyolar genelde. sevgili ev arkadaşım defnenin pastasıyla süplisss diye çıkıverdi mutfaktan, kup griye üstüne tam çikolatalı pasta denizinde dalgalandık. ya isilik ya çürük diş.
bugün kale kahvaltısı, emirgana doğru güneşli voltalar. birazdan hazırlanıp eşek şakası festivaline gidicez sanırım, gençlere velilik yapıcam. annemler haftaiçi de burda, sonra beraber kep törenine gidicez. kepi takan taraf olmadığım ilk tören. ağlayabilirim üstelik.
şu ara o kadar alakasız yerlerden o kadar şaşkınlık verici seçenekler çıkıyo ki düşünemiyorum bile.
pasaport ücretleri yarı yarıya inmiş 7 haziranda. bendeniz 19 mayısta 1 yıllık paramı bayılmıştım. acaba emniyete gidip "öncekinin üstüne üç otuz ekleyip 4 yıla uzatsam olur mu ağabeyyy" desem, kabul ederler mi?
mezunlar günü şenliklerle güneyi işgal etmiş durumda. takatim yok aşağı inecek. ilk kez gitmiyorum, üstelik bu kadar yakında otururken. napalım, benim yerime imza atar birileri artık.
pof. sıcak.
17 Haziran 2010 Perşembe
meleb ev
yorgunum.
salı günü 3 saatlik uykuyla, saat 7de güne başladım. saat 10da toplantıdan çıktım. 11de de yola. 13.45 paris uçağı charles de gaulle'deki grev yüzünden 1,5 saat rötarla kalktı. yolda ağzım açık uyumasaydım kendime gelemezdim. yemek dağıtımı sırasında thy'de bir ilk yaşandı ve bize yemek kalmadı. evet resmen bize yemek veremiyolardı ki bana bi yerden tavuk, müdürüme de hint mutfağı seçkisi yarattılar. bahtsızlığımız bizimle aynı fuar için yola çıkmış olan hanfendiyle devam etti. 3 yaşında çocukla yola çıksam daha kolay olurdu sanırım. sürrreekli ama sürekli tek başına nasıl gideceğini bilmediğini söyledi, anlattım. şu yani: "bizden 2 durak sonra inip, 9. hatta binin. son durakta inin." alim değilim ve bu zor değil. gerçekten değil. o kadar çok sordu ve tekrar etti ki artık ben de bilmiyodum yani.
neyse, elimizdeki valizler varillere döndü, tonlarca ağırlığa dönüştü yorgunluktan. o la la paris metrosunda yürüyen merdiven tabii ki yok. biz ve amorf şekilli gurbetçi bavullarımız, otele nasıl gittik bilmiyorum ama saat 8 idi. 10 dakika dinlenme, ordan fuar alanına kadar yine bi hamallık. ama fuar alanı louvre müzesindeydi, oh mis tabii. müzenin içinde az biraz marangozluk filan. çıktığımızda saat 10du ve hava aydınlıktı ve biz buna aldanıp yürüyelim azıcık bari dedik. sonra soğudu hava. bi yer bulup oturduğumuzda 11'e geliyodu ve akşam yemeğimizin önümüze gelmesi 11.45'te gerçekleşti. gece evet. gece yarısında da kalktık zaten.
parise dair pek bi şi görmedim. fuar alanı spotları baş ağrısı yapıyor, dikilmekten ayaklarım şişti, iğrenç saçma bi yorgunluk. resmen durarak yorulmak. bi ara rivolide volta atıp geri geldim, o kadar. sonra akşam görev bilinciyle trocadero meydanı. gecesi güzel işte. ama çok yorgunluk, hop geri dön, hop uyu. bu arada kargoya verilmiş, postane ulaşmış ama yaklaşık 400 m ötedeki fuar alanına bi türlü gelemeyen 75 kiloluk kolilerin izini sürdük. çok tatlı caroline çözdü allahtan, en azından 25 kilosuna kavuştuk. diğer 50 hiçbir zaman varolmadı. yine bu arada, gece yarısına kadar ofisten aradılar desem, bence bize acırsınız.
trocaderoya gelince eyfeli göreceksin, sakın şaşırma diye bi versiyonu olabilirdi köşebaşı-bodrumun.
vittel denen su ne fena ne çirkin bir şeydir. galon galon su içicem şimdi. evian da dandik. tatsız tutsuz şeyler. bi tane bulduk, tadı erikli gibiydi, ağlıyoduk sevinçten. şu avrupanın suları krizini hala aşamadım. hollandada musluk suyu içiliyodu ama hani ola ki dışardan almak gerekir filan, aman aman çirkin sular. hem tatsızlar hem de misal, müdürüme dokundu. su yani, kaçış yok, içiyosun.
paris metrosunda turist bakınması değil de "üf çekilin, işim var, geç kaldım" koşturmacası yaptım, pek havalı.
bu sefer quick'e uğrayamadım, o kaldı içimde.
caddelerin, kaldırımların ne geniş, ne ferah senin paris. ihtişamın ondan zaten. binalar da tabii ki güzel ama sokak dediğiniz şey öyle boylu boyunca 3 şerit yaya, 4 şerit araç ve bi 3 şerit daha yaya olmak üzere serilince, kudretine şapka çıkıyor şehrin. sonra parklar... gezemedim bu sefer, çok içimde kaldı. uzaktan bakması bile güzel parklara. sonra tabelasızlık. o kadar güzel ki binaların ilk 3 katını da görebilmek. hani biz istanbulda tabeladan boş kalan yerlerini görüyoruz ya anca.. hoş gördüğümüz binalar aynı değil; ama olsun. planlamasına hayran kala kala paris işte.
birbirine çok yakın olan 4 tane "restaurant istanbul" saydık, eminim daha vardır. ya müthiş bi zincirleşme ya da yaratıcılık sınırlı. bi tanesinde, bi amca yoldan geçenlere eşeeek eşeeek diye bağırıyodu.
h&m isveç markası ya, kesinlikle yaz kreasyonu çalışamıyo. bunu da ben söylemiyorum, kendi itirafları. amerikada 4 mevsim yaz olan şehirlerde mağaza açmıyolar. ha bi de istanbula eylül- ekim gibi geliyomuş, forum istan.bul'a. yığma mala doyarız. kışın fena değil; ama yazın bence açmayabilirler kepenkleri.
parisliler bu sefer çok kibarlardı. hani daha önceden odunluklarını görmüştüm ama yok bu sefer şehir olarak kibarlardı, o yorgunluğa iyi geldi. en kibarı da resepsiyondaki yaşlı amcaydı.
fransızca anlıyorum ben! valla anlıyorum. yani oturup descartes tartışmadığımız için tabii ki ama olsun. takip edebiliyorum, sevindim ve şaşırdım. hatta konuştum bile, derdimi anlattım filan. can havliyle açıldı valla.
hava değişikliği iyi gelebilirdi eğer bu kadar yorgun olmasaydım, fare deliğine tıkılmayıp temiz hava alsaydım falan filan. olsun. iyidir heralde yine de. elbet.
salı günü 3 saatlik uykuyla, saat 7de güne başladım. saat 10da toplantıdan çıktım. 11de de yola. 13.45 paris uçağı charles de gaulle'deki grev yüzünden 1,5 saat rötarla kalktı. yolda ağzım açık uyumasaydım kendime gelemezdim. yemek dağıtımı sırasında thy'de bir ilk yaşandı ve bize yemek kalmadı. evet resmen bize yemek veremiyolardı ki bana bi yerden tavuk, müdürüme de hint mutfağı seçkisi yarattılar. bahtsızlığımız bizimle aynı fuar için yola çıkmış olan hanfendiyle devam etti. 3 yaşında çocukla yola çıksam daha kolay olurdu sanırım. sürrreekli ama sürekli tek başına nasıl gideceğini bilmediğini söyledi, anlattım. şu yani: "bizden 2 durak sonra inip, 9. hatta binin. son durakta inin." alim değilim ve bu zor değil. gerçekten değil. o kadar çok sordu ve tekrar etti ki artık ben de bilmiyodum yani.
neyse, elimizdeki valizler varillere döndü, tonlarca ağırlığa dönüştü yorgunluktan. o la la paris metrosunda yürüyen merdiven tabii ki yok. biz ve amorf şekilli gurbetçi bavullarımız, otele nasıl gittik bilmiyorum ama saat 8 idi. 10 dakika dinlenme, ordan fuar alanına kadar yine bi hamallık. ama fuar alanı louvre müzesindeydi, oh mis tabii. müzenin içinde az biraz marangozluk filan. çıktığımızda saat 10du ve hava aydınlıktı ve biz buna aldanıp yürüyelim azıcık bari dedik. sonra soğudu hava. bi yer bulup oturduğumuzda 11'e geliyodu ve akşam yemeğimizin önümüze gelmesi 11.45'te gerçekleşti. gece evet. gece yarısında da kalktık zaten.
parise dair pek bi şi görmedim. fuar alanı spotları baş ağrısı yapıyor, dikilmekten ayaklarım şişti, iğrenç saçma bi yorgunluk. resmen durarak yorulmak. bi ara rivolide volta atıp geri geldim, o kadar. sonra akşam görev bilinciyle trocadero meydanı. gecesi güzel işte. ama çok yorgunluk, hop geri dön, hop uyu. bu arada kargoya verilmiş, postane ulaşmış ama yaklaşık 400 m ötedeki fuar alanına bi türlü gelemeyen 75 kiloluk kolilerin izini sürdük. çok tatlı caroline çözdü allahtan, en azından 25 kilosuna kavuştuk. diğer 50 hiçbir zaman varolmadı. yine bu arada, gece yarısına kadar ofisten aradılar desem, bence bize acırsınız.
trocaderoya gelince eyfeli göreceksin, sakın şaşırma diye bi versiyonu olabilirdi köşebaşı-bodrumun.
vittel denen su ne fena ne çirkin bir şeydir. galon galon su içicem şimdi. evian da dandik. tatsız tutsuz şeyler. bi tane bulduk, tadı erikli gibiydi, ağlıyoduk sevinçten. şu avrupanın suları krizini hala aşamadım. hollandada musluk suyu içiliyodu ama hani ola ki dışardan almak gerekir filan, aman aman çirkin sular. hem tatsızlar hem de misal, müdürüme dokundu. su yani, kaçış yok, içiyosun.
paris metrosunda turist bakınması değil de "üf çekilin, işim var, geç kaldım" koşturmacası yaptım, pek havalı.
bu sefer quick'e uğrayamadım, o kaldı içimde.
caddelerin, kaldırımların ne geniş, ne ferah senin paris. ihtişamın ondan zaten. binalar da tabii ki güzel ama sokak dediğiniz şey öyle boylu boyunca 3 şerit yaya, 4 şerit araç ve bi 3 şerit daha yaya olmak üzere serilince, kudretine şapka çıkıyor şehrin. sonra parklar... gezemedim bu sefer, çok içimde kaldı. uzaktan bakması bile güzel parklara. sonra tabelasızlık. o kadar güzel ki binaların ilk 3 katını da görebilmek. hani biz istanbulda tabeladan boş kalan yerlerini görüyoruz ya anca.. hoş gördüğümüz binalar aynı değil; ama olsun. planlamasına hayran kala kala paris işte.
birbirine çok yakın olan 4 tane "restaurant istanbul" saydık, eminim daha vardır. ya müthiş bi zincirleşme ya da yaratıcılık sınırlı. bi tanesinde, bi amca yoldan geçenlere eşeeek eşeeek diye bağırıyodu.
h&m isveç markası ya, kesinlikle yaz kreasyonu çalışamıyo. bunu da ben söylemiyorum, kendi itirafları. amerikada 4 mevsim yaz olan şehirlerde mağaza açmıyolar. ha bi de istanbula eylül- ekim gibi geliyomuş, forum istan.bul'a. yığma mala doyarız. kışın fena değil; ama yazın bence açmayabilirler kepenkleri.
parisliler bu sefer çok kibarlardı. hani daha önceden odunluklarını görmüştüm ama yok bu sefer şehir olarak kibarlardı, o yorgunluğa iyi geldi. en kibarı da resepsiyondaki yaşlı amcaydı.
fransızca anlıyorum ben! valla anlıyorum. yani oturup descartes tartışmadığımız için tabii ki ama olsun. takip edebiliyorum, sevindim ve şaşırdım. hatta konuştum bile, derdimi anlattım filan. can havliyle açıldı valla.
hava değişikliği iyi gelebilirdi eğer bu kadar yorgun olmasaydım, fare deliğine tıkılmayıp temiz hava alsaydım falan filan. olsun. iyidir heralde yine de. elbet.
15 Haziran 2010 Salı
makula dejeneresansı
bu akşam uyumiycakmışım ben. uykum öyle dedi. deneyince karanlığın içini görüyorum, tuhaf. hatta tam olarak şöyle ki: sarı noktalar görüyorum gözümü kapayınca. neydi o göz hastalığı ya, vardı ya hani "sarı nokta" diye. durun bulucam:
Sarı nokta, gözümüzün arkasında yer alan retina kısmında en net gördüğümüz ve içinde sarı renkli maddelerin olduğu görme merkezidir.Bu merkezi bozan tüm hastalıklar makula dejeneresansı olarak adlandırılıyor. Sarı Nokta hastalığında gözün arkasındaki sarı noktada lekeler oluşuyor.
En sık ve en erken belirti net görememeyle birlikte cisimlerin ortasını eğik,çarpık görme ve bakılan şeyin ortasını karanlık görmedir. Bunları takiben görme kalitesi ve gücü zamanla azalır ve hasta uzaktaki nesneleri göremediği gibi kitap da okuyamaz hale gelir.
böyleyken böyle yani. bence daha güzel bi tarif olamaz. hatta post başlığı bu olsun, havalı durur. geçmiş olsun tabii hastalık sahiplerine, şakaya gelmez. ben sadece şaştım bu tarife. sarı nokta adına. yaşla gelirmiş. üstelik, tek gözden diğerine de geçermiş. sarı noktalar öyle şeyler işte. kadınlarda yaygınmış üstelik.
buradan o kadar bağırıyorum ki. halı altlarında karınca yuvası gibi tepecikler biriktirdim.
bu akşam sana bi tepeden baktım aziz istanbul. o tepenin sahipleri sırf paradan ordalardı. martıları görmediler. sen de onları görme bence. martıları görenleri, vapurları duyanları filan farket sadece. seçici ol birazcık. yoksa hiç adil değil. öbür türlü oysa, sarı nokta gibi bi şi. geri kalan şeyler için mastercard ama paranın satın alamayacağı şey ol sen istanbul. buraya taşınırken nasıl pırpırdım, hep öyle tut beni istanbul. küsüşmeyelim. küsüşebiliriz gibi geliyor. olmasın öyle. sarı nokta, görme merkezi.
saat daha 02.22.
5 saat sonra ofiste olmam gerek. zaman geçmek bilmeyecek, ne fena.
Sarı nokta, gözümüzün arkasında yer alan retina kısmında en net gördüğümüz ve içinde sarı renkli maddelerin olduğu görme merkezidir.Bu merkezi bozan tüm hastalıklar makula dejeneresansı olarak adlandırılıyor. Sarı Nokta hastalığında gözün arkasındaki sarı noktada lekeler oluşuyor.
En sık ve en erken belirti net görememeyle birlikte cisimlerin ortasını eğik,çarpık görme ve bakılan şeyin ortasını karanlık görmedir. Bunları takiben görme kalitesi ve gücü zamanla azalır ve hasta uzaktaki nesneleri göremediği gibi kitap da okuyamaz hale gelir.
böyleyken böyle yani. bence daha güzel bi tarif olamaz. hatta post başlığı bu olsun, havalı durur. geçmiş olsun tabii hastalık sahiplerine, şakaya gelmez. ben sadece şaştım bu tarife. sarı nokta adına. yaşla gelirmiş. üstelik, tek gözden diğerine de geçermiş. sarı noktalar öyle şeyler işte. kadınlarda yaygınmış üstelik.
buradan o kadar bağırıyorum ki. halı altlarında karınca yuvası gibi tepecikler biriktirdim.
bu akşam sana bi tepeden baktım aziz istanbul. o tepenin sahipleri sırf paradan ordalardı. martıları görmediler. sen de onları görme bence. martıları görenleri, vapurları duyanları filan farket sadece. seçici ol birazcık. yoksa hiç adil değil. öbür türlü oysa, sarı nokta gibi bi şi. geri kalan şeyler için mastercard ama paranın satın alamayacağı şey ol sen istanbul. buraya taşınırken nasıl pırpırdım, hep öyle tut beni istanbul. küsüşmeyelim. küsüşebiliriz gibi geliyor. olmasın öyle. sarı nokta, görme merkezi.
saat daha 02.22.
5 saat sonra ofiste olmam gerek. zaman geçmek bilmeyecek, ne fena.
14 Haziran 2010 Pazartesi
13 Haziran 2010 Pazar
parise gidiyorum, eyfeli çok seviyorum.
(başlığımız koçtaş cıngılı melodisinde)
boşuna ütü yapmak gibisi yok. 50 derece sıcakta su akıtan ütüyle 4 gömlek ütüledim. ne o, parise ütülü gidicem. bok var. tabii ki parise ütülü gidemiyceksin suelın. gerzeksin sen. buruşmayan pantolonum ve eteğim var. buruşmayan bluzum ve hırkam da var; ama gömleğim yok. ütüye sadece gömlek yüzünden muhtacım. ütüledim bitti. bavulu atıp atıp tutacaklar, içinden dertop olmuş kumaş öbeği çıkacak. deliricem.
resmen boş umutlar. sahiden yani, boş umut nedir deseniz, buruşacağını bile bile gömlek ütüleyip bavula koymak derim. ütü sinir bir şey. hele sıcakta. keza, saç düzleştirici. yok bunun o kadar dayanmayacağını biliyorum; ama yarın sabahı bile çıkarmiycak ve bana yarın akşam lazım. daha da ilginci, zaten saçlarım düzleşmiş bile değil. ütüye doyamadım, kafamda devam ettim resmen. oh harlı harlı, yüzüm gözüm pişti. saçım, kırışıklıkları açılmak yerine ezilmiş bir gömleğe benziyor. gömlekler zaten öyle. haliyle acıklı bir durumdayım. watsonstan aldığım, "uçağa alınabilir" boy ve hacimdeki boş şampuan şişelerini dolduracak ve hatta kullanacak olmanın sevinciyle yetinicem. sahiden tek atraksiyonum bu. onun için bu kutlu anı erteliyorum.
fena, çok fena. ben bavul yapmayı çok severim oysa ve iyi de yaparım. ütü oysa, çok başka. ütü kötü.
boşuna ütü yapmak gibisi yok. 50 derece sıcakta su akıtan ütüyle 4 gömlek ütüledim. ne o, parise ütülü gidicem. bok var. tabii ki parise ütülü gidemiyceksin suelın. gerzeksin sen. buruşmayan pantolonum ve eteğim var. buruşmayan bluzum ve hırkam da var; ama gömleğim yok. ütüye sadece gömlek yüzünden muhtacım. ütüledim bitti. bavulu atıp atıp tutacaklar, içinden dertop olmuş kumaş öbeği çıkacak. deliricem.
resmen boş umutlar. sahiden yani, boş umut nedir deseniz, buruşacağını bile bile gömlek ütüleyip bavula koymak derim. ütü sinir bir şey. hele sıcakta. keza, saç düzleştirici. yok bunun o kadar dayanmayacağını biliyorum; ama yarın sabahı bile çıkarmiycak ve bana yarın akşam lazım. daha da ilginci, zaten saçlarım düzleşmiş bile değil. ütüye doyamadım, kafamda devam ettim resmen. oh harlı harlı, yüzüm gözüm pişti. saçım, kırışıklıkları açılmak yerine ezilmiş bir gömleğe benziyor. gömlekler zaten öyle. haliyle acıklı bir durumdayım. watsonstan aldığım, "uçağa alınabilir" boy ve hacimdeki boş şampuan şişelerini dolduracak ve hatta kullanacak olmanın sevinciyle yetinicem. sahiden tek atraksiyonum bu. onun için bu kutlu anı erteliyorum.
fena, çok fena. ben bavul yapmayı çok severim oysa ve iyi de yaparım. ütü oysa, çok başka. ütü kötü.
potin
kardeşim dediğini yaptı. okuldan kabul gelmiş, o da evet demiş, resmen gidiyor lyon'a. sormasam söylemeyecek, o kadar normal bi şi ki onun için. "hı evet kabul geldi bi de". benimse böyle içimden bir "hııı" geçti ki... hani evet, sahiden, gidiyor. doğumgününe çok hazırım. hediyelerim hazır. bir manevi, bir ihtiyaç, bir de ihtişam hediyesi. 18 şenlikleri. sürekli takvim takibindeyim bu ara.
cumartesi saat 12.00'de, ben iki kez terziye bir kez de eminönüne uğramış, lokum ve bavul almış biriydim. çünkü çünkü, bu salı günü ben, 2 gece 3 güncük için ve hayır tatil için değil, 3. kez parise gidiyorum. 3 gün çok iddialı oldu aslında. salı akşamı orda olup, perşembe öğlen döneceğimden, 1,5 gündüz gözüyle günüm var; o da kapalı alanda geçecek. haliyle benim aslında 2 gecem var yani. olsun varsın, hem uyuz patronum değil eğlenceli müdürümle gidiyorum. parizyen hanımı da bi ariycam, belki nihayet buluşuruz. ay ne güzel olur aslında! sonra da annem, defne, şenlikler.
kalamar tava bence bi nimet. boğaz kenarında, eski bir yalıda şerbet içmek de. mümkün ve güzel şeyler.
şimdi pazar günü buruşukluğuyla duş, kahvaltı, ay belki hatta bavul filan. yarın 19.30'da toplantısı olan ben zavallısı, ayrıca salı sabah 7.30'da da ofiste olucam. etimden sütümden. ütüyü bavulu filan da cinler yapıcak.
hani anneler der ya "koyu renk bi şi aldığınızda önce bi ayrı yıkayın evladım" diye. onlar bilir. siyah bir elbise giydim, çıkardım ve ellerim kömür gibiydi. boya sabitlenmemiş, son yıkama yapılmamış, bana bırakmışlar o işi. tüketiciyi üretim sürecine dahil etmek istemişler. sempatik şeyler. yıkandı ve geçti.
bu arada, dondurma dediğin yoğurtlu olurmuş efendim. bir kez daha ispatlandı.
cumartesi saat 12.00'de, ben iki kez terziye bir kez de eminönüne uğramış, lokum ve bavul almış biriydim. çünkü çünkü, bu salı günü ben, 2 gece 3 güncük için ve hayır tatil için değil, 3. kez parise gidiyorum. 3 gün çok iddialı oldu aslında. salı akşamı orda olup, perşembe öğlen döneceğimden, 1,5 gündüz gözüyle günüm var; o da kapalı alanda geçecek. haliyle benim aslında 2 gecem var yani. olsun varsın, hem uyuz patronum değil eğlenceli müdürümle gidiyorum. parizyen hanımı da bi ariycam, belki nihayet buluşuruz. ay ne güzel olur aslında! sonra da annem, defne, şenlikler.
kalamar tava bence bi nimet. boğaz kenarında, eski bir yalıda şerbet içmek de. mümkün ve güzel şeyler.
şimdi pazar günü buruşukluğuyla duş, kahvaltı, ay belki hatta bavul filan. yarın 19.30'da toplantısı olan ben zavallısı, ayrıca salı sabah 7.30'da da ofiste olucam. etimden sütümden. ütüyü bavulu filan da cinler yapıcak.
hani anneler der ya "koyu renk bi şi aldığınızda önce bi ayrı yıkayın evladım" diye. onlar bilir. siyah bir elbise giydim, çıkardım ve ellerim kömür gibiydi. boya sabitlenmemiş, son yıkama yapılmamış, bana bırakmışlar o işi. tüketiciyi üretim sürecine dahil etmek istemişler. sempatik şeyler. yıkandı ve geçti.
bu arada, dondurma dediğin yoğurtlu olurmuş efendim. bir kez daha ispatlandı.
11 Haziran 2010 Cuma
suskun değil sokakta, saklı değil örgütlü.
her senenin en önemli olaylarından olan hormonlu domates ödülü adayları açıklandı.
mış yani, geç yakaladım.
lambdaistanbul yine tüm gücüyle var, buluyor, takip ediyor, peşini bırakmıyor. buradan adayları yakından tanıyabilir, döne döne oy kullanabilirsiniz. alenen homofobik ve cinsiyetçi olanların takkeleri düşsün, kelleri görünsün, hatta belki bir gün jetonları da düşsün diye.
şu blog aleminde kendi kendini kral ve kraliçe ilan eden süpersonik egolar arasında bi hormonlu domates de ben dağıtmayı planlıyorum. kasalarca lazım. onlar ki "saygı duyarım"ın sonuna "ama" getirmeden cümle kuramayanlardır. "ay sen çok anlayışlısın ama oğlun/kızın bu durumda olsa böyle rahat konuşamazdın, ben hoşlanmama özgürlüğümü kullanıyorum" tadındadırlar. bu durum neyse artık. o her türlü özgürlüğüyle insanları parmakla göstererek iğrenç diyebilir ama "evlerinde sevişsinler canım ona bi şi demiyorum ki" diye sınır çizdikleri o çizgileri aşınca kıyamet kopar. "o kadar da demedik" felsefesi bu, gücünü aldığı yer, arkasını yasladığı tüm değer, gelenek, kurum, kuruluş ve yüce isimler. on kaplan gücü. üstelik okunacağını bildiği için yazı malzemesi yaparak parsayı toplarken de ayrı bir cingözdür. rahatsız olmayanlar da marjinallik adına fazla rahat insanlardır. aile kurumu falan filan. cıkcıkcıktır, allah kurtarsındır.
daha da fenası transseksüelliktir; çünkü onlar, istese de "dışarıdan bakınca normal" gibi yapamazlar ve hatta: istemezler. "normal, kime normal?" derler. cüret bebeğim, cüret! daha da fenası, hormonlu domatesler trans bireyleri görmezden gelemezler. kaçacak delikleri kalmaz. eşcinselliği gözüne soksanız bile "yokmuş gibi" yapan "onların seviyesine inmemek" felsefesinin çöktüğü noktadır yani. o evlerinde yaşamaları gereken şeyleri kendi bedenine taşımak isteyen bazı bireyler, her daim öcüleridir bu toplumun. iyyy, metroda otobüste görse yanına oturmaz bu domatesler. konu bile etmezler bu çarpıklığı. üstelik daha da komik bir şekilde, her eşcinsel erkeğin annesinin kıyafetlerini deneyen gizli bir travesti, geleceğin de transseksüeli olduğundan emindirler. cinsel kimlik ne yönelim ne, ben bilmem beyim bilir. atarlar tutarlar, billur tuz gibi, akar akar ve akarlar.
dedim ya kasalarca domates gerekiyor. neyse, bu konuyu da böyle geçiyorum. yolunuz da farınız da açık olsun, iyi bir çocuk olursanız şirinleri görebilirsiniz.
mesaj çok net:
çünkü haklılar, heteroseksüeller de glbtt bireyler kadar özgür. fazlasını beklemeyin.
mış yani, geç yakaladım.
lambdaistanbul yine tüm gücüyle var, buluyor, takip ediyor, peşini bırakmıyor. buradan adayları yakından tanıyabilir, döne döne oy kullanabilirsiniz. alenen homofobik ve cinsiyetçi olanların takkeleri düşsün, kelleri görünsün, hatta belki bir gün jetonları da düşsün diye.
şu blog aleminde kendi kendini kral ve kraliçe ilan eden süpersonik egolar arasında bi hormonlu domates de ben dağıtmayı planlıyorum. kasalarca lazım. onlar ki "saygı duyarım"ın sonuna "ama" getirmeden cümle kuramayanlardır. "ay sen çok anlayışlısın ama oğlun/kızın bu durumda olsa böyle rahat konuşamazdın, ben hoşlanmama özgürlüğümü kullanıyorum" tadındadırlar. bu durum neyse artık. o her türlü özgürlüğüyle insanları parmakla göstererek iğrenç diyebilir ama "evlerinde sevişsinler canım ona bi şi demiyorum ki" diye sınır çizdikleri o çizgileri aşınca kıyamet kopar. "o kadar da demedik" felsefesi bu, gücünü aldığı yer, arkasını yasladığı tüm değer, gelenek, kurum, kuruluş ve yüce isimler. on kaplan gücü. üstelik okunacağını bildiği için yazı malzemesi yaparak parsayı toplarken de ayrı bir cingözdür. rahatsız olmayanlar da marjinallik adına fazla rahat insanlardır. aile kurumu falan filan. cıkcıkcıktır, allah kurtarsındır.
daha da fenası transseksüelliktir; çünkü onlar, istese de "dışarıdan bakınca normal" gibi yapamazlar ve hatta: istemezler. "normal, kime normal?" derler. cüret bebeğim, cüret! daha da fenası, hormonlu domatesler trans bireyleri görmezden gelemezler. kaçacak delikleri kalmaz. eşcinselliği gözüne soksanız bile "yokmuş gibi" yapan "onların seviyesine inmemek" felsefesinin çöktüğü noktadır yani. o evlerinde yaşamaları gereken şeyleri kendi bedenine taşımak isteyen bazı bireyler, her daim öcüleridir bu toplumun. iyyy, metroda otobüste görse yanına oturmaz bu domatesler. konu bile etmezler bu çarpıklığı. üstelik daha da komik bir şekilde, her eşcinsel erkeğin annesinin kıyafetlerini deneyen gizli bir travesti, geleceğin de transseksüeli olduğundan emindirler. cinsel kimlik ne yönelim ne, ben bilmem beyim bilir. atarlar tutarlar, billur tuz gibi, akar akar ve akarlar.
dedim ya kasalarca domates gerekiyor. neyse, bu konuyu da böyle geçiyorum. yolunuz da farınız da açık olsun, iyi bir çocuk olursanız şirinleri görebilirsiniz.
mesaj çok net:
çünkü haklılar, heteroseksüeller de glbtt bireyler kadar özgür. fazlasını beklemeyin.
pıtır pıtır
1,5 yıla yakın sinir stres içinde çalışmanın ardından uçak bileti almak kadar güzel bir his yok.
ay yalan söyledim, olmaz mı, tabii var. o da olcek umarım. adım adım, tane tane.
~
bir de deryikten sonsuz, sorunsuz amme hizmeti:
"bu akşam ne pişirsem" sorusuna tam 19.000 sonuç.
"bugün ne yesek" derseniz, 37.800 sonuç.
"bugün ne pişirsem" içinse 58.100 sonuç.
yani rica edicem online ev hanımları, bunu sohbet konusu yapmayın. bakın sizin için gugılladım, sırf sohbet malzemeniz, tek konunuz, baş geyiğiniz bu olmasın diye. hayır yani, karşınızdakinin dediğini mi pişireceksiniz? hem ne kadar enteresan bi fikir gelebilir? ayrıca alt tarafı bir öğün yani, her gün üç kere var bundan. buyrun, binlerce cevap size. şimdi bunu dedim diye beni taşlamayınız, öldürmeyiniz. fikrim budur: geyik yapma gugıla sor. gerçekten lazım ise.
~
efes pilsen'e defneyle gidecektik. 18. yaşını kutliycaktık. şimdi ortaya bi hayati saçmalığı attılar. burnumdan pöflüyorum. kardeşime yaptığım programı resmen baltalıyolar. ben o hayatiler ordayken eğlenemem. eğlenemediğim yere de niye gideyim? bi de gururla basın bülteni dağıtmak filan. güneş kremimi taşıyacakmış, yetmez, beni de sırtliycakmış. ya bence hayati sizin yerinize de yaşasın, size hiç zahmet olmasın. organizatörler, aman aman o dandik kuyruklara böyle dahiyane ve sevimli çözümler geliştirdikleri için alkış bekliyolar. nasıl bir reklam nasıl bir pazarlama hezeyanı bu? o çok sevgili müdürleri baş hayati olmadıkça bana huzur yok. gerizekalılar. kırk yılın başı kardeşimle program yaptım, bozuyolar. biletleri de zaten çoktan sattılar tahminen, 10 gün kala patlattıkları şeye bak. burnumdan ejderha pöfü.
editovski: efes pilsen bunun bi espri olduğunu, "tabii ki" yapılmayacağını söylemiş. iyi madem.
velakin esprilerine gülemedim bile, o başka. sinirlendirirken tanıtmak, güldürürken düşündürmek gibi bir girişim galiba. sizi gidi hınzır marketingciler sizi.
~
deccal dedikleri filmi uncut izlemiş olmak çoktan. ah monşer, böyle ileriden geliyorum.
~
dün akşam tesadüfen bir vedaya eşlik ettik. güzel bir vedaydı, bol selamlamalı.
müzikli, danslı, biralı ve hüzünlü.
ay yalan söyledim, olmaz mı, tabii var. o da olcek umarım. adım adım, tane tane.
~
bir de deryikten sonsuz, sorunsuz amme hizmeti:
"bu akşam ne pişirsem" sorusuna tam 19.000 sonuç.
"bugün ne yesek" derseniz, 37.800 sonuç.
"bugün ne pişirsem" içinse 58.100 sonuç.
yani rica edicem online ev hanımları, bunu sohbet konusu yapmayın. bakın sizin için gugılladım, sırf sohbet malzemeniz, tek konunuz, baş geyiğiniz bu olmasın diye. hayır yani, karşınızdakinin dediğini mi pişireceksiniz? hem ne kadar enteresan bi fikir gelebilir? ayrıca alt tarafı bir öğün yani, her gün üç kere var bundan. buyrun, binlerce cevap size. şimdi bunu dedim diye beni taşlamayınız, öldürmeyiniz. fikrim budur: geyik yapma gugıla sor. gerçekten lazım ise.
~
efes pilsen'e defneyle gidecektik. 18. yaşını kutliycaktık. şimdi ortaya bi hayati saçmalığı attılar. burnumdan pöflüyorum. kardeşime yaptığım programı resmen baltalıyolar. ben o hayatiler ordayken eğlenemem. eğlenemediğim yere de niye gideyim? bi de gururla basın bülteni dağıtmak filan. güneş kremimi taşıyacakmış, yetmez, beni de sırtliycakmış. ya bence hayati sizin yerinize de yaşasın, size hiç zahmet olmasın. organizatörler, aman aman o dandik kuyruklara böyle dahiyane ve sevimli çözümler geliştirdikleri için alkış bekliyolar. nasıl bir reklam nasıl bir pazarlama hezeyanı bu? o çok sevgili müdürleri baş hayati olmadıkça bana huzur yok. gerizekalılar. kırk yılın başı kardeşimle program yaptım, bozuyolar. biletleri de zaten çoktan sattılar tahminen, 10 gün kala patlattıkları şeye bak. burnumdan ejderha pöfü.
velakin esprilerine gülemedim bile, o başka. sinirlendirirken tanıtmak, güldürürken düşündürmek gibi bir girişim galiba. sizi gidi hınzır marketingciler sizi.
~
deccal dedikleri filmi uncut izlemiş olmak çoktan. ah monşer, böyle ileriden geliyorum.
~
dün akşam tesadüfen bir vedaya eşlik ettik. güzel bir vedaydı, bol selamlamalı.
müzikli, danslı, biralı ve hüzünlü.
9 Haziran 2010 Çarşamba
ileride
yaşlanmak bizi korkutuyor bence blog. evet evet tespit yaptım. elden ayaktan kesilmek, bakıma muhtaçlık geliyor akla. yaşlanmak deyince noel baba veya o klasik, bisiklet tepesinde öpüşen yaşlı ama mutlu çift görüntüsü düşünenleri tenzih ederim. uzun yazı alarmı, kaçacaksanız en sona kaçınız.
üç kuruş emeklilik maaşımız olsun diye gençken saçlar beyazlıyor. ah bu da ne değişik bi tespit, di mi? bu aralar, nesiller arası bayrak teslim yaşlarıma yaklaştığımı hissediyorum, ondan. annem 52 yaşında. henüz genç, evet. ama o artık yorulan biri. o artık doktora daha düzenli gitmesi gereken bir kadın. o artık, benim her zaman çelik gibi, kapı gibi, deniz feneri gibi gördüğüm kadından biraz daha halsiz. daha çabuk ağlıyor mesela ve az biraz daha unutkan. hala enerjik, hala coşkulu; ama ben annemin beni doğurduğu yaştayım. bunu ikinci kez tekrar dahi edemiyorum, korkutucu. yani annem benim kadar yaşamış, beni doğurmuş ve sonra bi benim kadar daha yaşamış ve sonuç bu. düşünün! o yaşlanırken ben şu an onun anneanneme yaptığı gibi, sorumlulukları devralıcam. böyle olacak, her ailede yaklaşık olarak yaşandığı gibi. kiralık ev ararken "binanın asansörü yoksa 2. kattan yüksek olmasın, yorulur" gibi. anlatabiliyo muyum? sorumluluk ekseni kayacak.
çünkü buralarda hayat sadece sağlıklı gençlere uygun. oysa yabancı turist kafilelerine bi bakın. 60-80 yaş arası, hayatının ikinci baharında, zihnen ve bedenen sağlıklı, ayağında spor ayakkabı, hakikaten ikinci baharlarını yaşıyorlar. çalışmış, biriktirmiş ve hep hayal ettiği gibi, şimdi geziyor. kıtalar aşıyor, görmeyen gözleriyle kartpostal yolluyorlar. fotoğraflarını facebook'a koyamasalar da dostlarıyla şakalaşıyorlar. beni bile gömerler, diyoruz hatta. çünkü onlarınki ikinci ilkbahar; ama bizim buralarda ikinci bahar sonbahara tekabül ediyor.
bu ülke için yaşlanmak, yaşarken ölmek gibi çoğu zaman, bir sürü kısıt içeriyor. toplu taşıma veya genel olarak seyahat bir sorun. sağlık sorunları, düzenli bakım ve spor eksikliğinden iyice şahlanıyor.gençken cepten tükettiğimiz birçok organ yorgun. düzensiz gelir zaten tam bir muhtaçlık hali. yani biz resmen, bir tek gençken yaşayıp, ileriki zamanlarda kendimizi anca geçindirecek parayı istiflemek üzerine kurulu bir düzenin mensuplarıyız.
karıncayız biz hep. şaşkın ve panik olmuş karıncalar. bugün panik içinde biriktiriyoruz. şu an için bunun sebebini kendince mesleki hırs, kariyer hedefi, voleyi vurmak diye tanımlayan yaşıtlarıma selam eder, pek çok gülerim. değil kuzum. korkuyorsunuz. iyi düşünün. orta yaşa gelince, ebeveynlerimize ve çocuklarımıza bakıyoruz, 2 nesil birden. sonra bakımda sıra bize gelince, o koskooccaa bilmem ne beyler ve hanımlar olarak "bakılacak" durumda olmanın yükü yanaklarımızı kızartıyor, eski çıkınımızdan yapabildiğimiz destekle çocuklarımıza yük olmamaya çalışıyoruz. torunlarımıza bakıyoruz 60-70 yaşımızdan sonra, yükü hafiflesin diye çocuğumuzun. o yaşımızda evet, dadılık yapıyoruz resmen, içimizden gelse bile bu böyle. vicdan bazen gaz formunda aramıza çöreklenir. ha bu arada aşık olmak, mutlu olmak, gezmek dolaşmak, eğitim almak vesaire, bir yaşa kadar. ondan sonrası, arasında kaldığımız bir üst ve bir alt nesilden çalmak anlamına geliyor, o da yüz kızartıcı.
ortalama hikaye bu, çalışıp biriktirme imkanınız olduğu varsayımına dayalı. daha kötüsü ve iyisi elbet mümkün. emeklilerin %75'i açlık sınırında oysa. yüzde yetmişbeş. ilaç almak bile bir dert. yani siz, bu gencecik nüfuslu ama işsiz ülkenin bakmak zorunda olduğu bir avuç yaşlı, yüksünüz devlete. evet evet, siz ve ileride biz, istenmeyişimizin verdiği bir görünmezlikle, gaza dönüşüyoruz. yaşlı nüfusun yüksek olduğu japonyada örneğin, gençler isyan ediyor imiş, "bunlara bakmak istemiyoruz, vergileri düşürün!" diye. bizde durum bu değil oysa. biz bakarız. kendimiz ama. devletime ödediğimiz onlarca vergi buna gitmez. biz, devlet adına sosyal güvenlik görevlisi olur, ana-babamıza, evladımıza bakarız. bizden başka kimseye güvenmeyiz, güvenemeyiz. oysa devlet, tam da buna çok güvenir. bizim her iki nesli de üstlenecek kadar kendimizi paralamaktan hayatımızdan vazgeçebileceğimize güvenerek, bu iki nesle de bakmaz. eğitimi de ilacı da paralı yapar mesela. böyle çünkü, bizim vatana millete, anaya babaya borcumuz öde öde bitmez, ilk günah gibi bir şeydir bu. adem bile aklanır da bizim yükümüz hafiflemez. sistem bunun üzerine kuruludur.
ailemiz bizi 18 yaşımızda kapının önüne koyup "kendi düzenini kur" demediği gibi, 80'e gelince de biz onlara "hadi huzur evine" demeyiz. sokağa atmak, terk etmektir çünkü bu. of of, türlü felaketlerdir. elin avrupalısı bunu yapınca "uuu vicdansızlar, aile kurumu çatır çatır" deriz. bi bize aile zira, onlar ne bilir sarı pipililer, 14ünde anneler. bu aile kurumu sübaplığından, 3 nesil boyu mahrum bırakıldığımız sosyal güvenlik haklarımızı sorgulamayız. sorgulayan hayırsız evlattır. "ay ne yani baban mı yük oldu, annen mi zor geldi, bugünler için varsın". biz varız tabii, sadece biz. bunun yüküyle omuzlar düşer.
hemen "adam ölmüş ama haftalar sonra fark etmişler" hikayeleri anlatılır, arayanı soranı yokmuş, ah o çocuklarının yüzünü şeytan görsünmüş. bir çocuk, hele ki bir kız çocuğu, iş hayatı yaşlarında, vicdan sızısı çekmeden, "bensiz nasıl olur, ileride ne olur, ben ne yapıyorum ben" diye defalarca tartmadan yurtdışına filan gidemez genelde. aklı kalır. giderse, her tatil, her fırsat, ailenindir. özleme kısmından bahsetmiyorum; kontrolden, sistemden bahsediyorum. "bi ihtiyacın var mı"nın sorulması gereğinden. uzaktan kumandadan.
yani bakınız bizim tvde ne izleyeceğimize bile "aile" standartları karar verir. her şey aile içindir, bakanlığı var hatta. sosyal güvenliğin de var güya. ben şimdi kardeşime ve anneme bakmak zorunda olmamayı istesem, of ne biçim boktan bi evlat, kıymet bilmez bir andaval olurum. oysa ben onların bana muhtaç olmayacak kadar onurlu bir yaşam sürebilmelerini, bağımsız kalabilmelerini istiyorum sadece. Benim annem bana, birini kendine muhtaç etmeden veya ona muhtaç olmadan sevmeyi öğretti çok şükür. hepsi onun suçu.
ben annemin ileriye dönük seyahat planları yapmayışına üzülüyorum hep. yapmıyor resmen. "hele bi"leri var. hele bi defne, hele bi deryik, hele bi annesi... sıra gelmiyor. ben küçükken, Sâbuş'un deli arkadaşı gibi fıldırfişek gezer sanardım yaşlıları. yaşlanmak gezmekti. oo-hoo, mısır uçağından inip amerikaya gitmekti. ne zaman ki bu arkadaşın kendine has bir güzide örnek, resmen bir numune olduğunu idrak ettim, o zamandan beri sevemem o bisiklet üstünde öpüşen yaşlı çift resimlerini. hep söylerim, benim dedem 3 kalp krizini de rakı sofrasında geçiren, akıllanmaz bir ehlikeyifti. yaşlılık, hayatı iyice öğrendikten sonra nihayet doya doya keyfini sürebilme dönemi olmalı biraz da. gezebilmeli insan. yoksa öyle uçakla yurtdışında ameliyata yetişmek, tedavi için okyanus aşmak filan, pek de seyahat sayılmıyor.
karıncalar tek numaraları deli gibi çalışmak olan salak hayvanlardır. kanmayın.
hakkınızı şimdi koruyun. kendiniz için değil, 3 nesil için. böyleyken böyle brütüs.
*
buraya kadar okuyan olduysa, şu ahir ömrümde onlar baraj yapmadan ve ben elden ayaktan düşmeden macahel'e gitmek istiyorum. sağ sütuna, en üste link koydum. okuyun. içimi parçalıyor bu haber. söylediler daha önce oysa; ama otele direnmişti artvinliler, mucize umuyorum ben. çünkü biyosfer rezervi olduğunda sevinçten döne döne uçan bi kuştum ben.
bu yaptıkları o kadar ayıp ki blog, bu kadar olur. böyle yaşlanıyorum ben asıl. acıyor.
üç kuruş emeklilik maaşımız olsun diye gençken saçlar beyazlıyor. ah bu da ne değişik bi tespit, di mi? bu aralar, nesiller arası bayrak teslim yaşlarıma yaklaştığımı hissediyorum, ondan. annem 52 yaşında. henüz genç, evet. ama o artık yorulan biri. o artık doktora daha düzenli gitmesi gereken bir kadın. o artık, benim her zaman çelik gibi, kapı gibi, deniz feneri gibi gördüğüm kadından biraz daha halsiz. daha çabuk ağlıyor mesela ve az biraz daha unutkan. hala enerjik, hala coşkulu; ama ben annemin beni doğurduğu yaştayım. bunu ikinci kez tekrar dahi edemiyorum, korkutucu. yani annem benim kadar yaşamış, beni doğurmuş ve sonra bi benim kadar daha yaşamış ve sonuç bu. düşünün! o yaşlanırken ben şu an onun anneanneme yaptığı gibi, sorumlulukları devralıcam. böyle olacak, her ailede yaklaşık olarak yaşandığı gibi. kiralık ev ararken "binanın asansörü yoksa 2. kattan yüksek olmasın, yorulur" gibi. anlatabiliyo muyum? sorumluluk ekseni kayacak.
çünkü buralarda hayat sadece sağlıklı gençlere uygun. oysa yabancı turist kafilelerine bi bakın. 60-80 yaş arası, hayatının ikinci baharında, zihnen ve bedenen sağlıklı, ayağında spor ayakkabı, hakikaten ikinci baharlarını yaşıyorlar. çalışmış, biriktirmiş ve hep hayal ettiği gibi, şimdi geziyor. kıtalar aşıyor, görmeyen gözleriyle kartpostal yolluyorlar. fotoğraflarını facebook'a koyamasalar da dostlarıyla şakalaşıyorlar. beni bile gömerler, diyoruz hatta. çünkü onlarınki ikinci ilkbahar; ama bizim buralarda ikinci bahar sonbahara tekabül ediyor.
bu ülke için yaşlanmak, yaşarken ölmek gibi çoğu zaman, bir sürü kısıt içeriyor. toplu taşıma veya genel olarak seyahat bir sorun. sağlık sorunları, düzenli bakım ve spor eksikliğinden iyice şahlanıyor.gençken cepten tükettiğimiz birçok organ yorgun. düzensiz gelir zaten tam bir muhtaçlık hali. yani biz resmen, bir tek gençken yaşayıp, ileriki zamanlarda kendimizi anca geçindirecek parayı istiflemek üzerine kurulu bir düzenin mensuplarıyız.
karıncayız biz hep. şaşkın ve panik olmuş karıncalar. bugün panik içinde biriktiriyoruz. şu an için bunun sebebini kendince mesleki hırs, kariyer hedefi, voleyi vurmak diye tanımlayan yaşıtlarıma selam eder, pek çok gülerim. değil kuzum. korkuyorsunuz. iyi düşünün. orta yaşa gelince, ebeveynlerimize ve çocuklarımıza bakıyoruz, 2 nesil birden. sonra bakımda sıra bize gelince, o koskooccaa bilmem ne beyler ve hanımlar olarak "bakılacak" durumda olmanın yükü yanaklarımızı kızartıyor, eski çıkınımızdan yapabildiğimiz destekle çocuklarımıza yük olmamaya çalışıyoruz. torunlarımıza bakıyoruz 60-70 yaşımızdan sonra, yükü hafiflesin diye çocuğumuzun. o yaşımızda evet, dadılık yapıyoruz resmen, içimizden gelse bile bu böyle. vicdan bazen gaz formunda aramıza çöreklenir. ha bu arada aşık olmak, mutlu olmak, gezmek dolaşmak, eğitim almak vesaire, bir yaşa kadar. ondan sonrası, arasında kaldığımız bir üst ve bir alt nesilden çalmak anlamına geliyor, o da yüz kızartıcı.
ortalama hikaye bu, çalışıp biriktirme imkanınız olduğu varsayımına dayalı. daha kötüsü ve iyisi elbet mümkün. emeklilerin %75'i açlık sınırında oysa. yüzde yetmişbeş. ilaç almak bile bir dert. yani siz, bu gencecik nüfuslu ama işsiz ülkenin bakmak zorunda olduğu bir avuç yaşlı, yüksünüz devlete. evet evet, siz ve ileride biz, istenmeyişimizin verdiği bir görünmezlikle, gaza dönüşüyoruz. yaşlı nüfusun yüksek olduğu japonyada örneğin, gençler isyan ediyor imiş, "bunlara bakmak istemiyoruz, vergileri düşürün!" diye. bizde durum bu değil oysa. biz bakarız. kendimiz ama. devletime ödediğimiz onlarca vergi buna gitmez. biz, devlet adına sosyal güvenlik görevlisi olur, ana-babamıza, evladımıza bakarız. bizden başka kimseye güvenmeyiz, güvenemeyiz. oysa devlet, tam da buna çok güvenir. bizim her iki nesli de üstlenecek kadar kendimizi paralamaktan hayatımızdan vazgeçebileceğimize güvenerek, bu iki nesle de bakmaz. eğitimi de ilacı da paralı yapar mesela. böyle çünkü, bizim vatana millete, anaya babaya borcumuz öde öde bitmez, ilk günah gibi bir şeydir bu. adem bile aklanır da bizim yükümüz hafiflemez. sistem bunun üzerine kuruludur.
ailemiz bizi 18 yaşımızda kapının önüne koyup "kendi düzenini kur" demediği gibi, 80'e gelince de biz onlara "hadi huzur evine" demeyiz. sokağa atmak, terk etmektir çünkü bu. of of, türlü felaketlerdir. elin avrupalısı bunu yapınca "uuu vicdansızlar, aile kurumu çatır çatır" deriz. bi bize aile zira, onlar ne bilir sarı pipililer, 14ünde anneler. bu aile kurumu sübaplığından, 3 nesil boyu mahrum bırakıldığımız sosyal güvenlik haklarımızı sorgulamayız. sorgulayan hayırsız evlattır. "ay ne yani baban mı yük oldu, annen mi zor geldi, bugünler için varsın". biz varız tabii, sadece biz. bunun yüküyle omuzlar düşer.
hemen "adam ölmüş ama haftalar sonra fark etmişler" hikayeleri anlatılır, arayanı soranı yokmuş, ah o çocuklarının yüzünü şeytan görsünmüş. bir çocuk, hele ki bir kız çocuğu, iş hayatı yaşlarında, vicdan sızısı çekmeden, "bensiz nasıl olur, ileride ne olur, ben ne yapıyorum ben" diye defalarca tartmadan yurtdışına filan gidemez genelde. aklı kalır. giderse, her tatil, her fırsat, ailenindir. özleme kısmından bahsetmiyorum; kontrolden, sistemden bahsediyorum. "bi ihtiyacın var mı"nın sorulması gereğinden. uzaktan kumandadan.
yani bakınız bizim tvde ne izleyeceğimize bile "aile" standartları karar verir. her şey aile içindir, bakanlığı var hatta. sosyal güvenliğin de var güya. ben şimdi kardeşime ve anneme bakmak zorunda olmamayı istesem, of ne biçim boktan bi evlat, kıymet bilmez bir andaval olurum. oysa ben onların bana muhtaç olmayacak kadar onurlu bir yaşam sürebilmelerini, bağımsız kalabilmelerini istiyorum sadece. Benim annem bana, birini kendine muhtaç etmeden veya ona muhtaç olmadan sevmeyi öğretti çok şükür. hepsi onun suçu.
ben annemin ileriye dönük seyahat planları yapmayışına üzülüyorum hep. yapmıyor resmen. "hele bi"leri var. hele bi defne, hele bi deryik, hele bi annesi... sıra gelmiyor. ben küçükken, Sâbuş'un deli arkadaşı gibi fıldırfişek gezer sanardım yaşlıları. yaşlanmak gezmekti. oo-hoo, mısır uçağından inip amerikaya gitmekti. ne zaman ki bu arkadaşın kendine has bir güzide örnek, resmen bir numune olduğunu idrak ettim, o zamandan beri sevemem o bisiklet üstünde öpüşen yaşlı çift resimlerini. hep söylerim, benim dedem 3 kalp krizini de rakı sofrasında geçiren, akıllanmaz bir ehlikeyifti. yaşlılık, hayatı iyice öğrendikten sonra nihayet doya doya keyfini sürebilme dönemi olmalı biraz da. gezebilmeli insan. yoksa öyle uçakla yurtdışında ameliyata yetişmek, tedavi için okyanus aşmak filan, pek de seyahat sayılmıyor.
karıncalar tek numaraları deli gibi çalışmak olan salak hayvanlardır. kanmayın.
hakkınızı şimdi koruyun. kendiniz için değil, 3 nesil için. böyleyken böyle brütüs.
*
buraya kadar okuyan olduysa, şu ahir ömrümde onlar baraj yapmadan ve ben elden ayaktan düşmeden macahel'e gitmek istiyorum. sağ sütuna, en üste link koydum. okuyun. içimi parçalıyor bu haber. söylediler daha önce oysa; ama otele direnmişti artvinliler, mucize umuyorum ben. çünkü biyosfer rezervi olduğunda sevinçten döne döne uçan bi kuştum ben.
bu yaptıkları o kadar ayıp ki blog, bu kadar olur. böyle yaşlanıyorum ben asıl. acıyor.
7 Haziran 2010 Pazartesi
dut
devasa flaman tipi şemsiyemi kaybettiğime en çok bugün üzüldüm. minicik şemsiyeyle sıçana döndüm resmen. bi yandan tuhaf da bi haz, duş başlığı altında gibi yürüdüm. göğsüm sıkışıyor bu ara yine, bi tak tak ediveriyor. kalbime yumruk yemişim gibi. sonra iki nefeste geçiyor. kas sancısı. dobermanların beyni büyürmüş de kafatasına sığmazmış ya, sanki ciğerlerime öyle bi şi oluyo. vakumlamak istiyorum tüm havayı. ama geçiyor. takılmıyorum. yine de 6 yıldır ertelenen tiroid testi için fena bi zaman değil galiba? ah ben kendime çok ayıp ediyorum bazen. amaan, stresten bikbik. biliyorum ben cevabı.
bi defneye süs, bi kendime kolye. biriktirdiklerim bitiyor böylece.
dut ve kiraz doluydu yerler, fazla temizlenecek şimdi.
bi defneye süs, bi kendime kolye. biriktirdiklerim bitiyor böylece.
dut ve kiraz doluydu yerler, fazla temizlenecek şimdi.
sıradan
en bi sıradan "haberler, haberler, haberleeerr" postu. böyle link link iki bıkbık yapmam çok mu sıkıcı acaba diye düşünüyorum ama valla egoistçe, kendim için. sonra dönüp okuyorum filan, bulması kolay oluyor. bazı yazılar var ki ben böyle sıçar gibi yazdıkça (bu kalıp vardı, kullanılırdı, noldu sonra?) geride kaybolup gidiyor efendim, ama napalım, azmeden bulur okur. çok mühim ya. peh peh bana.
TÜBİTAK ve ali nesin çarpışması devam ediyor. daha doğrusu ali bey cama vuruyor vuruyor vuruyor. TÜBİTAK ve konseptleri kapı duvar. şirince'de bir matematik köyü var. "eskiden olsa" bile çözemeyeceğiniz soruları, ileri matematiği, matematik bilimini öğretiyor çocuklara. bu çocuklara para lazım. ali bey, AB fonlarına değil TÜBİTAK'a başvurduğu için cezalandırılıyor. 1 öğrencinin masrafı, her şey dahil 350 TL. siz destek olmak isterseniz, mektubu burda. ben okudukça sinir harbi yaşıyorum. bilmem, belki bunları gören, duyan, "sosyal sorumluluk" adı altında üstlenecek firmalar da vardır; ama hani böyle etrafı logolarıyla kaplamadan, efendice, matematiğin önüne geçip rol çalmadan. hani ne bileyim, "bu da şanından olsun, adımızı aygaz kamyonu gibi bağırmasak da olur" diyerek yapacak bir yer. belki de sponsor kabul etmiyodur köy? ama bence eder. belli koşullarda olacaksa, niye etmesin ki? şu tübitak'a 7 kere gidecek sabrı olmuş mesela.
beni bi şi dürtmüş olmalı ki ali bebek'i hatırladım. bak hop, üzerine bu haber. ah vatandaşın istekleri! sizin için bir emir, değil mi? maksat müşteri memnuniyeti. vatandaş, onlarca inşaat firmasının yargılanmasını da istemişti, afla davalar düşmeden önce. yaşayan, gören, okuyan biliyor. o fay hattı üstünde bir bina tuzla buz olurken, bir diğerinin kale gibi durabildiğini de herkes biliyor. velakin ben güvenemiyorum. gönül ister ki fay hattına ev yapma fikri bizi korkutmasın, mühendise, inşaat firmasına güvenelim. hayır, güvenmiyorum. ladesin de bi adabı olmalı. ben duydukça kasılıyorum, yaşamadan. yaşayanlara bol sabır.
express'in davası sonuçlandı malum, yıldırım türker de bi güzel yazdı. irfan aktan, ajans haberleri üzerine yorum yapmanın ötesine gazetecilik yapan bir adam. yoksa bakınız, ajans haberleri üzerine yorumu ben bile yapıyorum :) evet tabii ki benimkiyle aynı şey değil, henüz o kadar şişkin bir egom yok; ama "habercilik" de başka bir şey. muhabirlik, böyle bir şey. olsun isterim ben şahsen bizzat kendim.
*
bi de bi yazı daha, maksat uzatmak:
bu dünyada 60’lı yıllardan günümüze kadar Filistin halkının hakkını ve hukukunu savunan, onların emperyalizme ve siyonizme karşı yürüttüğü mücadeleyi bütün gücüyle destekleyen, işgal altındaki topraklara giderek Filistinlilerle birlikte savaşmanın onurunu taşıyan ve bu uğurda onlarca yol arkadaşını yitiren devrimcilere ve sosyalistlere karşı, bütün bu yakın tarih boyunca “Allahsız kızıl komünistler, anarşistler ve teröristler” diye ABD emperyalizminin yanında ve Türk derin devletinin hizmetinde saldıranlanların birdenbire Filistin halkıyla gösterdikleri dayanışma, belli ki bu toplumun bir kesimi tarafından hala samimi bulunmuyor.
çok özür dileyerek, bu bir kesim içinde olduğumu söylemem gerek. öyleyim, elimden başkası gelemiyor. ha netice felaket, yaşanmasaydı filan, o başka. ama olay bitti. yani bu tarafını da düşünebiliriz artık, değil mi? oturup sakince aslında ne olduğunu düşünebiliriz. "hırsızın hiç mi suçu yok" densin diye yazmıyorum bunu. israilin melaike adam olmadığı açık, konu da zaten karşı taraf. gerçekten, hissettiğim şey daha özet bir paragraf halini alamazdı.
tek kaşım havada, evet. isterseniz samimiyet sınavı deyin. yazının geri kalanında biraz fazla genellenmiş kısımlar var bence de; ama bu paragrafı koparıp seçiverdim. yo hayır, katarakt ameliyatlarıyla bir derdim yok. sadece işte, filistin başka bir vaka. ayrıca hamas- fkö konusunu da şöyle net yazan az oldu bu aralar. ne ara hamas hamas der olduk? arafat taklalar atıyor yattığı yerde. uzaktan, burdan, ben böyle görüyorum, evet. düşmanımın düşmanı dostumdur felsefesi sakat bi şi, tek bildiğim bu. kutuplaşmalara kapılıvermek kötü.
ah bir de şu basit ve güzel cümle, maalesef:
Türkiye solunun normal hayatı, örgütlenmeyi ve seferberliği önüne alan bir hayat değildir.
TÜBİTAK ve ali nesin çarpışması devam ediyor. daha doğrusu ali bey cama vuruyor vuruyor vuruyor. TÜBİTAK ve konseptleri kapı duvar. şirince'de bir matematik köyü var. "eskiden olsa" bile çözemeyeceğiniz soruları, ileri matematiği, matematik bilimini öğretiyor çocuklara. bu çocuklara para lazım. ali bey, AB fonlarına değil TÜBİTAK'a başvurduğu için cezalandırılıyor. 1 öğrencinin masrafı, her şey dahil 350 TL. siz destek olmak isterseniz, mektubu burda. ben okudukça sinir harbi yaşıyorum. bilmem, belki bunları gören, duyan, "sosyal sorumluluk" adı altında üstlenecek firmalar da vardır; ama hani böyle etrafı logolarıyla kaplamadan, efendice, matematiğin önüne geçip rol çalmadan. hani ne bileyim, "bu da şanından olsun, adımızı aygaz kamyonu gibi bağırmasak da olur" diyerek yapacak bir yer. belki de sponsor kabul etmiyodur köy? ama bence eder. belli koşullarda olacaksa, niye etmesin ki? şu tübitak'a 7 kere gidecek sabrı olmuş mesela.
beni bi şi dürtmüş olmalı ki ali bebek'i hatırladım. bak hop, üzerine bu haber. ah vatandaşın istekleri! sizin için bir emir, değil mi? maksat müşteri memnuniyeti. vatandaş, onlarca inşaat firmasının yargılanmasını da istemişti, afla davalar düşmeden önce. yaşayan, gören, okuyan biliyor. o fay hattı üstünde bir bina tuzla buz olurken, bir diğerinin kale gibi durabildiğini de herkes biliyor. velakin ben güvenemiyorum. gönül ister ki fay hattına ev yapma fikri bizi korkutmasın, mühendise, inşaat firmasına güvenelim. hayır, güvenmiyorum. ladesin de bi adabı olmalı. ben duydukça kasılıyorum, yaşamadan. yaşayanlara bol sabır.
express'in davası sonuçlandı malum, yıldırım türker de bi güzel yazdı. irfan aktan, ajans haberleri üzerine yorum yapmanın ötesine gazetecilik yapan bir adam. yoksa bakınız, ajans haberleri üzerine yorumu ben bile yapıyorum :) evet tabii ki benimkiyle aynı şey değil, henüz o kadar şişkin bir egom yok; ama "habercilik" de başka bir şey. muhabirlik, böyle bir şey. olsun isterim ben şahsen bizzat kendim.
*
bi de bi yazı daha, maksat uzatmak:
bu dünyada 60’lı yıllardan günümüze kadar Filistin halkının hakkını ve hukukunu savunan, onların emperyalizme ve siyonizme karşı yürüttüğü mücadeleyi bütün gücüyle destekleyen, işgal altındaki topraklara giderek Filistinlilerle birlikte savaşmanın onurunu taşıyan ve bu uğurda onlarca yol arkadaşını yitiren devrimcilere ve sosyalistlere karşı, bütün bu yakın tarih boyunca “Allahsız kızıl komünistler, anarşistler ve teröristler” diye ABD emperyalizminin yanında ve Türk derin devletinin hizmetinde saldıranlanların birdenbire Filistin halkıyla gösterdikleri dayanışma, belli ki bu toplumun bir kesimi tarafından hala samimi bulunmuyor.
çok özür dileyerek, bu bir kesim içinde olduğumu söylemem gerek. öyleyim, elimden başkası gelemiyor. ha netice felaket, yaşanmasaydı filan, o başka. ama olay bitti. yani bu tarafını da düşünebiliriz artık, değil mi? oturup sakince aslında ne olduğunu düşünebiliriz. "hırsızın hiç mi suçu yok" densin diye yazmıyorum bunu. israilin melaike adam olmadığı açık, konu da zaten karşı taraf. gerçekten, hissettiğim şey daha özet bir paragraf halini alamazdı.
tek kaşım havada, evet. isterseniz samimiyet sınavı deyin. yazının geri kalanında biraz fazla genellenmiş kısımlar var bence de; ama bu paragrafı koparıp seçiverdim. yo hayır, katarakt ameliyatlarıyla bir derdim yok. sadece işte, filistin başka bir vaka. ayrıca hamas- fkö konusunu da şöyle net yazan az oldu bu aralar. ne ara hamas hamas der olduk? arafat taklalar atıyor yattığı yerde. uzaktan, burdan, ben böyle görüyorum, evet. düşmanımın düşmanı dostumdur felsefesi sakat bi şi, tek bildiğim bu. kutuplaşmalara kapılıvermek kötü.
ah bir de şu basit ve güzel cümle, maalesef:
Türkiye solunun normal hayatı, örgütlenmeyi ve seferberliği önüne alan bir hayat değildir.
6 Haziran 2010 Pazar
uzuncacık
bu haftasonu için dersimiz: müze adabı.
evet, müze adabı diye bi şi var. sinemada tiyatroda da var ama bu başka. genel olarak, kamuya açık toplu alanlarda yazılı olmayan davranış kuralları diyebiliriz. bu sebeple, bu haftasonundan sonra müzelerin girişinde kibar bir dille yazılmış "müzemizde dikkat etmenizi rica ederiz" notu dağıtılmasının şart olduğuna karar verdim. evet ben karar merciiyim. gıcığım, takıyorum, bu konuda gestapoyum.
istanbul arkeoloji müzesinin vestiyerinde görevli amca, vestiyer bakınız, ses yapar diye erik yemiyo. eriğini alıp çayhaneye gidiyo. bu bir özen, adap ve işine saygıdır. koskoccaaa arkeoloji müzesini gezmeye gelenlerin anca birkaçında olan bir şey. geri kalanlar, beynini verip yerine facebook hesabı edinmiş. heykellere sarılarak fotoğraf çektiren mi ararsınız, kucağına yatan mı? arkeoloji ilmi eseri gün ışığına çıkarsın, müzecilik sergiye hazır hale getirsin ama facebook yüzünden heykelin üstü parmak izi dolu olsun!o cancağızım kadeş anlaşmasına bakıp "ay bu niye camekanda!" diyenler gördüm blog. anlattıkça sinir geliyor. çünkü kendileri çivi yazısı tabletleri teek teek elleyerek gerçekten çiviyle yazıldığını onayladılar defalarca. metrodaki sarı çizgiyi illa ki ve inatla geçmek gibi bir saplantı sanılabilir; ama bu daha fena. misal, eser bir kaide üstünde. yanından geçenlerin ayakkabısı kaideye sürtüyor. öyle bir dibine girmek. hani görülmeyecek bir şey de değil çünkü 2 metrelik bir heykel! niye niye niye, anlamıyorum. günlük hayatta komşusuna "nerden geldin, nereye gidiyosun" diyecek, otobüsteki yabancının dibine girecek bir kişi bu benim gözümde. özel alan ihlali. hani kol boyu mesafeyi bırakamamak. temel bi sorun bence. evet, takıntılıyım demiştim. sinir oluyorum.
merak deseniz o da değil. resmen eserleri bırakıp gezenleri inceledim. yok, ben anlamıyorum. "flaşlı fotoğraf çekmek yasaktır" yazıyo. yazıyo yani, yazmışlar. ama çekiyolar. güvenlik de bıkmış, bi uçtan "noo flaaaş" diyo. öyle bi hengame. izin olan bölümde bile çekilmemeli aslında. çünkü ayıp. ben oraya senin flaşından etkilenmeye gelmedim. bir değil, on değil, yaptığın da sanat değil. ellerindeki makinalara bakıyorum, çoğu "museum" ayarı olan modellerden. yani çekerken değil flaş, ses bile çıkarmayan bir ayar mevcut- sırf müzeler için. istersen yaparsın. tabii sen facebook profilinde saçının heykelin neresine denk gelmesi gerektiğine taktıysan, buna özenmemen doğal. çıkılak topuklu kızın koridorlarlarlar boyunca yürümesi, tek bir parçaya bile kafayı çevirip bakmaması, sakızlı çift... hepsi hepsi benim takıntım. yoksa orası güzel bi müze. hava sıcakken gitmeyin sadece, "müzeye girelim ya serin olur" diyen bi güruh mevcut.
sonra, bugün, sabancı. çünkü hava tam müzelikti. o sergiye bi 5-10 kere daha gidebilirim, bence gayet güzeldi. gerçi girişteki islambol saçmalığını atlıyorum. koca sergi yap, girişinde "islambol" yazsın istanbulun isimleri arasında. ayy ay. neyse. dedim ya, geçiyorum, girsem çıkamiycam.
burda da benim erken yaşta asabi, nevrotik bir tiroid hastası olmama yol açacak ikinci grupla tanıştık: entel teyzeler. onlar zaten biliyor. hatta bıraksak onlar bu sergiyi kendileri yapacaklar. ev sahibi havasında, biz ölümlülere bilgi vermek adına, bağıra çağıra her bir eseri tartışıyolar. çünkü sakıp bey evini onlar için köşke çevirmiş, bu kişiye özel bi sergi. ikimizin de bilete aynı parayı ödemiş olması onları bağlamaz. sankülot tayfayım ben. benim önümde duran binlerce yıllık tarihle arama, tüm sergi boyunca bu 3 kadının görüş, bilgi, değerlendirme, analiz ve uydurmasyonları giriyor. birinin elinde audio guide, dinleyip diğerlerine aktarıyor. ama dibimde. ah ama onlar nasıl da özenli! konuşmuyorlar, fısıldaşıyolar! bir fısıltı ki bıçak gibi keskin, tuhaf bir frekansta, tüm odayı kaplıyor. kahkahalarsa hep bilgiden, sırf bilgiden. biz anlamayız. ah silahtarağa camii mi? tabii ki eski evinin hemen arkasındaki sokaktaydı! ah bizantion mu, siz bilmezsiniz, ayasofya bıkbık!
resmen ellerinde değil, enteller. her adımda bilgi taşıyor, istanbul 2010 avrupa kültür başkenti gevezeleri olarak, benim dikkatimin içine ediyolar. takılınca da takılıyorum, ne yapsalar ifrit. yalnız ne kadar enteresandır ki, aynı ekip, "vaay suriyede incili arapçaya çevirmişler, vaoov ne enteresan! eh mardin gibi, oralarda da var böyle karışımlar" gibi dahiyane şaşkınlıklar yaşıyor. mardinliler kovalasın seni teyze. "bilmek ne zor di mi teyze?" demiyorum.
derken, rehberli tur başlıyor, genç bi kız. bildiğini anlatıyor, bilemediği sorularda gülümseyerek "tam bilmiyorum ama xxx olabilir" diyor. efendi bi kız işte. rehber rol çalıyor ya, "iyk sesi ne antipatik, bir sus ya" diyo teyze. hikayemizin zirve noktası. tüm sergi boyu iki adım ilerde veya gerideler. asabi bakışlarımı bir tanesi anlıyor; ama o çakma şalvarlı "ah bizim atlar! koş gel nesriiiin!" diye üst kata bağıran ukala teyze asla ve asla anlamıyor! elleri cebinde, caka satacak. o bunların hepsini zaten biliyordu, sidik yarıştırarak onay alması lazım. benim gibi ucubikler de şikayet etmek yerine dinleyerek bilgilenmeli. "ah british museum! biz buraya önümüzdeki ay gidicez, orijinallerini görürüz artık. ne fena çaldırmışız ya, gerçi iyi ki çalmışlar diyorum yoksa biz bakamazdık. böyle düşünüyorum ben bizzat kendim ve beynim" gibi, geyiğin geyiği her türlü demeci, her eserin önünde, itinayla, sektirmeden, dakikalarca veriyolar. tarihin arka bahçesi. derya deniz bilgilenmeler; ama kendisi henüz müze gezmek nedir öğrenememiş. british museum'dan atılacağı hayaliyle sergiyi bitiriyorum. ha diyeceksiniz ki sen hiç mi gık demiyosun... tabii ki diyorum. yanımdaki kişinin kulağına. en fazla 10 kere. 100 değil. gevezeyim ama müzede değil. otobüste sakız patlatmadığım gibi, sinemada da patlamış mısır filan da yemem zira. paket program.
*
defneye boncuklar aldım, mezuniyet elbisesine rötuş elimden öpermiş. tarif etti, yapması kaldı. cumartesi sabahım bununla geçti, renk renk ton ton. peşinden sergi. sonra okul üstünden kıyı şeridi, diplomasına 5 kalan kavalyemle kutlamaya yakın bi akşam yemeği. uyku sersemliği sonra, gün kaymaları. pazar günüyse yağmur ve müze. sonra roland garros, yine nadal ve roze şarap. nadal da hep kazanıyo ya. gerçi ağlaması filan, şaşırttı beni niyeyse. hırsı gözünden çıkıyo çünkü. soderling öyle monotondu ki son oyunda uyudum, itiraf ediyorum. yine de maç vuruşuna gözümü açacak kadar dakik biriyim, huyum kurusun. schiavone'yi izlemedim ama, o ne içten bir sevinmek, o ne tatlı bir konuşma heyecanıdır yahu, izlemek istedim. şimdi müze posterlerimi çerçeveletme planları. zaten bu mevsim genelde tadilat, kuru temizleme ve çerçeveciyle geçiyor niyeyse.
*
nerden çıktıysa, canım kabakçiçeği dolması istedi. kendisi bodrum bir şeydir, en güzel mezedir, en neşeli atıştırmalıktır. cadı kazanı hala küçük bi kafeydi o zamanlar ve biz henüz aynı yerde tatil yaptığını bilmeyen 2 teğet kişiydik. hayat ne kadar garipse, tesadüfler de o kadar şaşkın şeyler.
evim değişsin, işim değişsin. değişiklik isteğim %93 çıkmıştı lisedeki psikoloji testinde.
hahaha. ondan değil valla, sinirden güldüm. hepsi değişecek blog. yine bir ekim, yine bir takla.
onun dışında, bu ara sahiden, kelimeler zindanı. çıkmak lazım.
evet, müze adabı diye bi şi var. sinemada tiyatroda da var ama bu başka. genel olarak, kamuya açık toplu alanlarda yazılı olmayan davranış kuralları diyebiliriz. bu sebeple, bu haftasonundan sonra müzelerin girişinde kibar bir dille yazılmış "müzemizde dikkat etmenizi rica ederiz" notu dağıtılmasının şart olduğuna karar verdim. evet ben karar merciiyim. gıcığım, takıyorum, bu konuda gestapoyum.
istanbul arkeoloji müzesinin vestiyerinde görevli amca, vestiyer bakınız, ses yapar diye erik yemiyo. eriğini alıp çayhaneye gidiyo. bu bir özen, adap ve işine saygıdır. koskoccaaa arkeoloji müzesini gezmeye gelenlerin anca birkaçında olan bir şey. geri kalanlar, beynini verip yerine facebook hesabı edinmiş. heykellere sarılarak fotoğraf çektiren mi ararsınız, kucağına yatan mı? arkeoloji ilmi eseri gün ışığına çıkarsın, müzecilik sergiye hazır hale getirsin ama facebook yüzünden heykelin üstü parmak izi dolu olsun!o cancağızım kadeş anlaşmasına bakıp "ay bu niye camekanda!" diyenler gördüm blog. anlattıkça sinir geliyor. çünkü kendileri çivi yazısı tabletleri teek teek elleyerek gerçekten çiviyle yazıldığını onayladılar defalarca. metrodaki sarı çizgiyi illa ki ve inatla geçmek gibi bir saplantı sanılabilir; ama bu daha fena. misal, eser bir kaide üstünde. yanından geçenlerin ayakkabısı kaideye sürtüyor. öyle bir dibine girmek. hani görülmeyecek bir şey de değil çünkü 2 metrelik bir heykel! niye niye niye, anlamıyorum. günlük hayatta komşusuna "nerden geldin, nereye gidiyosun" diyecek, otobüsteki yabancının dibine girecek bir kişi bu benim gözümde. özel alan ihlali. hani kol boyu mesafeyi bırakamamak. temel bi sorun bence. evet, takıntılıyım demiştim. sinir oluyorum.
merak deseniz o da değil. resmen eserleri bırakıp gezenleri inceledim. yok, ben anlamıyorum. "flaşlı fotoğraf çekmek yasaktır" yazıyo. yazıyo yani, yazmışlar. ama çekiyolar. güvenlik de bıkmış, bi uçtan "noo flaaaş" diyo. öyle bi hengame. izin olan bölümde bile çekilmemeli aslında. çünkü ayıp. ben oraya senin flaşından etkilenmeye gelmedim. bir değil, on değil, yaptığın da sanat değil. ellerindeki makinalara bakıyorum, çoğu "museum" ayarı olan modellerden. yani çekerken değil flaş, ses bile çıkarmayan bir ayar mevcut- sırf müzeler için. istersen yaparsın. tabii sen facebook profilinde saçının heykelin neresine denk gelmesi gerektiğine taktıysan, buna özenmemen doğal. çıkılak topuklu kızın koridorlarlarlar boyunca yürümesi, tek bir parçaya bile kafayı çevirip bakmaması, sakızlı çift... hepsi hepsi benim takıntım. yoksa orası güzel bi müze. hava sıcakken gitmeyin sadece, "müzeye girelim ya serin olur" diyen bi güruh mevcut.
sonra, bugün, sabancı. çünkü hava tam müzelikti. o sergiye bi 5-10 kere daha gidebilirim, bence gayet güzeldi. gerçi girişteki islambol saçmalığını atlıyorum. koca sergi yap, girişinde "islambol" yazsın istanbulun isimleri arasında. ayy ay. neyse. dedim ya, geçiyorum, girsem çıkamiycam.
burda da benim erken yaşta asabi, nevrotik bir tiroid hastası olmama yol açacak ikinci grupla tanıştık: entel teyzeler. onlar zaten biliyor. hatta bıraksak onlar bu sergiyi kendileri yapacaklar. ev sahibi havasında, biz ölümlülere bilgi vermek adına, bağıra çağıra her bir eseri tartışıyolar. çünkü sakıp bey evini onlar için köşke çevirmiş, bu kişiye özel bi sergi. ikimizin de bilete aynı parayı ödemiş olması onları bağlamaz. sankülot tayfayım ben. benim önümde duran binlerce yıllık tarihle arama, tüm sergi boyunca bu 3 kadının görüş, bilgi, değerlendirme, analiz ve uydurmasyonları giriyor. birinin elinde audio guide, dinleyip diğerlerine aktarıyor. ama dibimde. ah ama onlar nasıl da özenli! konuşmuyorlar, fısıldaşıyolar! bir fısıltı ki bıçak gibi keskin, tuhaf bir frekansta, tüm odayı kaplıyor. kahkahalarsa hep bilgiden, sırf bilgiden. biz anlamayız. ah silahtarağa camii mi? tabii ki eski evinin hemen arkasındaki sokaktaydı! ah bizantion mu, siz bilmezsiniz, ayasofya bıkbık!
resmen ellerinde değil, enteller. her adımda bilgi taşıyor, istanbul 2010 avrupa kültür başkenti gevezeleri olarak, benim dikkatimin içine ediyolar. takılınca da takılıyorum, ne yapsalar ifrit. yalnız ne kadar enteresandır ki, aynı ekip, "vaay suriyede incili arapçaya çevirmişler, vaoov ne enteresan! eh mardin gibi, oralarda da var böyle karışımlar" gibi dahiyane şaşkınlıklar yaşıyor. mardinliler kovalasın seni teyze. "bilmek ne zor di mi teyze?" demiyorum.
derken, rehberli tur başlıyor, genç bi kız. bildiğini anlatıyor, bilemediği sorularda gülümseyerek "tam bilmiyorum ama xxx olabilir" diyor. efendi bi kız işte. rehber rol çalıyor ya, "iyk sesi ne antipatik, bir sus ya" diyo teyze. hikayemizin zirve noktası. tüm sergi boyu iki adım ilerde veya gerideler. asabi bakışlarımı bir tanesi anlıyor; ama o çakma şalvarlı "ah bizim atlar! koş gel nesriiiin!" diye üst kata bağıran ukala teyze asla ve asla anlamıyor! elleri cebinde, caka satacak. o bunların hepsini zaten biliyordu, sidik yarıştırarak onay alması lazım. benim gibi ucubikler de şikayet etmek yerine dinleyerek bilgilenmeli. "ah british museum! biz buraya önümüzdeki ay gidicez, orijinallerini görürüz artık. ne fena çaldırmışız ya, gerçi iyi ki çalmışlar diyorum yoksa biz bakamazdık. böyle düşünüyorum ben bizzat kendim ve beynim" gibi, geyiğin geyiği her türlü demeci, her eserin önünde, itinayla, sektirmeden, dakikalarca veriyolar. tarihin arka bahçesi. derya deniz bilgilenmeler; ama kendisi henüz müze gezmek nedir öğrenememiş. british museum'dan atılacağı hayaliyle sergiyi bitiriyorum. ha diyeceksiniz ki sen hiç mi gık demiyosun... tabii ki diyorum. yanımdaki kişinin kulağına. en fazla 10 kere. 100 değil. gevezeyim ama müzede değil. otobüste sakız patlatmadığım gibi, sinemada da patlamış mısır filan da yemem zira. paket program.
*
defneye boncuklar aldım, mezuniyet elbisesine rötuş elimden öpermiş. tarif etti, yapması kaldı. cumartesi sabahım bununla geçti, renk renk ton ton. peşinden sergi. sonra okul üstünden kıyı şeridi, diplomasına 5 kalan kavalyemle kutlamaya yakın bi akşam yemeği. uyku sersemliği sonra, gün kaymaları. pazar günüyse yağmur ve müze. sonra roland garros, yine nadal ve roze şarap. nadal da hep kazanıyo ya. gerçi ağlaması filan, şaşırttı beni niyeyse. hırsı gözünden çıkıyo çünkü. soderling öyle monotondu ki son oyunda uyudum, itiraf ediyorum. yine de maç vuruşuna gözümü açacak kadar dakik biriyim, huyum kurusun. schiavone'yi izlemedim ama, o ne içten bir sevinmek, o ne tatlı bir konuşma heyecanıdır yahu, izlemek istedim. şimdi müze posterlerimi çerçeveletme planları. zaten bu mevsim genelde tadilat, kuru temizleme ve çerçeveciyle geçiyor niyeyse.
*
nerden çıktıysa, canım kabakçiçeği dolması istedi. kendisi bodrum bir şeydir, en güzel mezedir, en neşeli atıştırmalıktır. cadı kazanı hala küçük bi kafeydi o zamanlar ve biz henüz aynı yerde tatil yaptığını bilmeyen 2 teğet kişiydik. hayat ne kadar garipse, tesadüfler de o kadar şaşkın şeyler.
evim değişsin, işim değişsin. değişiklik isteğim %93 çıkmıştı lisedeki psikoloji testinde.
hahaha. ondan değil valla, sinirden güldüm. hepsi değişecek blog. yine bir ekim, yine bir takla.
onun dışında, bu ara sahiden, kelimeler zindanı. çıkmak lazım.
5 Haziran 2010 Cumartesi
hatırlatma notu
17 ağustos depremini şahsen yaşamadığım halde, çok somut bir anım var. ali bebek. 1 yaşındaki o güzel, kocaman gözlü ali bebek, çocukluk arkadaşımın kuzeni. bi telefon, haberi geldi. günlerce uzaktan, hayalet gibi, anlayamadan denizi seyretmiştim ben. denizi seviyo diye, hava güzel diye, birazcık daha güneş görsün diye, tatili 3 gün daha uzamıştı ali bebeğin. derken işte, kötü şeyler. annesini babasını düşünmüştüm, çıldırmışlar mıdır diye. ben böyle boş boş ufka bakıyodum, komşumuz ilaç bile önermişti, ben de kadına başkalarınınki dururken, gerçek sahipleri dururken benim acımı ciddiye aldığı için çok sinirlenmiştim, basıp gitmiştim. babasının greyder kiralayıp yalovaya gidişini anlatmıştı adaşı özdemir. annem donakaldığında, "aydınlık oğlumuz ali, seninle tanışmak güzeldi" gibi bir ilan vardı gazetede. doğumgününün 30 aralık olduğunu ben hiç unutmadım, her sene bir mum üfledim. diyeceksiniz ki sana noluyor... bazı olaylar, sanırım bizi acı gerçeklerle tanıştırıp büyüten olaylar kadrosundan sahiplendiğimiz anılar halini alıyor. bu da benim için öyle. yani hatırlamam gereken çünkü hatırladıkça yoklamada "burda!" diyebildiğim bir olay. ya da saplantı yaptım haberim yok, bilemeyeceğim.
sonra ailesi delirmedi. uzaklaştılar ve sımsıkı bir aile olarak yaşama devam ettiler. işte alinin babasının nasıl bir heykeli dikilecek adam olduğunu, hikayesini o zamanlar annemden öğrendim ben. kendisi cunta döneminde bok yoluna 14 ay hapis yatmış, ablası bombalı saldırıda öldürülmüş, oğlunu, annesini ve babasını depremde kaybetmiş bir adam. hala delirmemiş, düşünün. şimdi bir kızları var, alinin bilmediği ablası. kocaman oldu heralde. annesiyle de arada karşılaşıyorduk okul zamanlarında, görmüştüm.
ben bunu 2000 yılından beri düşünüyorum. kendisi bu konuyu yalnızca bir kez, o da patlayacak gibi olunca yazdı. ben olsam her allahın günü duvarlara işlerdim kanaviçe gibi. aradaki fark da bu zaten. dıgının dıgısı kadrosundan tanıdığım cüneyt bey, çok güçlü biri. hani "aslında daha ne kadar zor olacak ki" dediğim anlarda, böyle ense köküm ağrıdığında, haberler yüzünden gözlerim şiştiğinde, kendimden, herkesten, her şeyden, buralardan utandığımda, uzaktan sevgiyle düşündüğüm biri.
bu devletin de borçlu olduğu biri. hani gün olur da hesap defterini kapamak isterler, aklınızda olsun.
cüneyt beyin alacağı birikti. ben bunu hiç unutmadım ya, aklıma gelmişken yazayım dedim.
hayır, bu bir ben x'i tanıyorum yazısı değildir; çünkü çok uzaktan. ayrıca, teesüf ederim, konumuz / derdim bu değil.
sonra ailesi delirmedi. uzaklaştılar ve sımsıkı bir aile olarak yaşama devam ettiler. işte alinin babasının nasıl bir heykeli dikilecek adam olduğunu, hikayesini o zamanlar annemden öğrendim ben. kendisi cunta döneminde bok yoluna 14 ay hapis yatmış, ablası bombalı saldırıda öldürülmüş, oğlunu, annesini ve babasını depremde kaybetmiş bir adam. hala delirmemiş, düşünün. şimdi bir kızları var, alinin bilmediği ablası. kocaman oldu heralde. annesiyle de arada karşılaşıyorduk okul zamanlarında, görmüştüm.
ben bunu 2000 yılından beri düşünüyorum. kendisi bu konuyu yalnızca bir kez, o da patlayacak gibi olunca yazdı. ben olsam her allahın günü duvarlara işlerdim kanaviçe gibi. aradaki fark da bu zaten. dıgının dıgısı kadrosundan tanıdığım cüneyt bey, çok güçlü biri. hani "aslında daha ne kadar zor olacak ki" dediğim anlarda, böyle ense köküm ağrıdığında, haberler yüzünden gözlerim şiştiğinde, kendimden, herkesten, her şeyden, buralardan utandığımda, uzaktan sevgiyle düşündüğüm biri.
bu devletin de borçlu olduğu biri. hani gün olur da hesap defterini kapamak isterler, aklınızda olsun.
cüneyt beyin alacağı birikti. ben bunu hiç unutmadım ya, aklıma gelmişken yazayım dedim.
hayır, bu bir ben x'i tanıyorum yazısı değildir; çünkü çok uzaktan. ayrıca, teesüf ederim, konumuz / derdim bu değil.
4 Haziran 2010 Cuma
haber etsem karşıki dağlara
bugün aldığım cins cins haberlere bi yenisi eklendi. yani bunu duymuştum ama detayına yeni inebildim, idrak yollarım tıkandı (yeni bi tanesi daha eklendi hatta).
sırayla gideyim:
1) maliye bakanlığı, bilgi taleplerinin yoğunluğuyla başa çıkamamış, paralı hale getirmiş. çünkü bildiğimiz tek talep yönetici sistem fiyatlandırmak. öte yandan, tv'deki aklıselim adamın dediği gibi, bir sıkça sorulan sorular köşesi yapmak kimsenin aklına gelmiyor. modern zamanlarda online değiliz. esnaftan 200 tl, şirketten 2000 tl. evet, maliye bakanlığı, kayıtlı kurallı iş yapmak isteyip de nasıl yapacağından emin olamayınca üçkağıta yatmak yerine devletten öğrenmeyi tercih eden vatandaşını cezalandırıyor resmen. sormiyciin. bilicin (billy jean. demiycektim ama.. çok geç). mali müşavirler mesela, bas bas paraları leylaya yapacaklar heralde, sürekli soru soranlar onlar. hani noldu bilgi edinme hakkı? hani noldu e-devletim? yıllar yılı hayali ihracat, naylon fatura, batan banka boğuş, sonra sana soru sorandan para al. yani para da değil, bi asgari maaşın bilmemkaç katı bi ceza kes resmen. allahtan öğretmenler ve imamlar bu sisteme geçmiyor diyor, şükürcüler tarikatına selam çakıyoruz.
2) Google'a kısıtlama geliyor. ama modern zamanlarda google'ı sansürlemek heralde pek yemeyeceğinden, youtube meselesi üzerinden ip'ler kırpılıyomuş mu neymiş, pek anlamıyorum. bu cümlem bile devşirme. ama anladığım kadarıyla, her haltın google çatısında toplanmasını bekleyip sonra bloke etmek, çok zekice. blogger hala buralardayken, yazın yazın yazın- ve okuyun. yasaklanan siteler solda.
yani neymiş, biz bilgi edinmemeliymişiz. devletim, bilgi edinme hakkı bir, ulaşım hakkı iki, hala anlayabilmiş değil. otoban kenarına kuş yuvası gibi ev dizip toplu taşıma koymamak gibi bir şey bu. internet var ama o güzergahta otobüs işlemiyor yani. bir bilene sorarsanız para alıyor. çünkü bilgi güçtür. ama temel bilgiler değil bebeğim, en hayati iletişim hakkı senin elindeki kudret olmamalı. aman diym, sizin görmediğiniz tenha köşelerde fısıldaşırız diye mi, yoksa ah bu kadar teknolocik süpersonik işlere dair yasal düzenleme, denetim altyapısı filan olmadığından, bu konudaki tüm uyarılara agop'un kazı gibi baktığınızdan, köküne kibrit suyu dökmeyi tercih etmiş olabilir misiniz? bi ihtimal? kolaycılıklar denizi?
3) devam edeyim, express dergimiz, şalalamız. dava açıldı. çünkü youtube gibi onlar da mihrak propagandası yapmışlar, haberleri yok. dava açılıyor, yargılanıyorlar. ne demişler oysa? sahiden bi okuyun, ne demişler? ama tersane ve maden sahipleri kaderin koruduğu sevgili kullar olarak ahireti bekliyor. adaletin bu mu dünya diycem de konuların adalet bakanlığına intikal etmiş olması bile tuhaf, davanın özü tuhaf.
güzel güneşli günler göreceğiz ama. inatla görücez çocuklar. bu sözü veren adama inanmazsak olmaz.
ne kadar zorlasalar da biliyorum ben, aslında zor değil. birine vahiy gelip psikopos öldürüyor ya hani, bana da geldi o vahiyden. münferit olayları yan yana dizip sabır tesbihi yapmam salık verildi. yerseniz. güneşli günlere doğru sabır tesbihi. bak, dinkin avukatı da kanı halıya akanlardan oldu. evinin en merkezindeki halısına kendi kanı bulaşarak ölmek. bunlar reva görülüyor insanlara. bunları duyacağınız kanalları tıkarlar işte. sonra ne kadddaarr böyyük bir memleket olduğumuzun türküsü çalınır. ama duymasanız da oluyor, gerçek bu.
o köy bizim köyümüzdür çünkü. bence o şarkı, "gitmesek de görmesek de" hani, bi çocuğa aşılanabilecek en güzel sorumluluktan bahsediyor. kiminde bu aşı kaşıntı yapıyor, o başka.
*
şurda bahsettiğim dev örümceğin annesi, 98 yaşında gitti.
çocukluğumun en güzel anılarından birinin, en zarif mimarına benden karanfiller.
sırayla gideyim:
1) maliye bakanlığı, bilgi taleplerinin yoğunluğuyla başa çıkamamış, paralı hale getirmiş. çünkü bildiğimiz tek talep yönetici sistem fiyatlandırmak. öte yandan, tv'deki aklıselim adamın dediği gibi, bir sıkça sorulan sorular köşesi yapmak kimsenin aklına gelmiyor. modern zamanlarda online değiliz. esnaftan 200 tl, şirketten 2000 tl. evet, maliye bakanlığı, kayıtlı kurallı iş yapmak isteyip de nasıl yapacağından emin olamayınca üçkağıta yatmak yerine devletten öğrenmeyi tercih eden vatandaşını cezalandırıyor resmen. sormiyciin. bilicin (billy jean. demiycektim ama.. çok geç). mali müşavirler mesela, bas bas paraları leylaya yapacaklar heralde, sürekli soru soranlar onlar. hani noldu bilgi edinme hakkı? hani noldu e-devletim? yıllar yılı hayali ihracat, naylon fatura, batan banka boğuş, sonra sana soru sorandan para al. yani para da değil, bi asgari maaşın bilmemkaç katı bi ceza kes resmen. allahtan öğretmenler ve imamlar bu sisteme geçmiyor diyor, şükürcüler tarikatına selam çakıyoruz.
2) Google'a kısıtlama geliyor. ama modern zamanlarda google'ı sansürlemek heralde pek yemeyeceğinden, youtube meselesi üzerinden ip'ler kırpılıyomuş mu neymiş, pek anlamıyorum. bu cümlem bile devşirme. ama anladığım kadarıyla, her haltın google çatısında toplanmasını bekleyip sonra bloke etmek, çok zekice. blogger hala buralardayken, yazın yazın yazın- ve okuyun. yasaklanan siteler solda.
yani neymiş, biz bilgi edinmemeliymişiz. devletim, bilgi edinme hakkı bir, ulaşım hakkı iki, hala anlayabilmiş değil. otoban kenarına kuş yuvası gibi ev dizip toplu taşıma koymamak gibi bir şey bu. internet var ama o güzergahta otobüs işlemiyor yani. bir bilene sorarsanız para alıyor. çünkü bilgi güçtür. ama temel bilgiler değil bebeğim, en hayati iletişim hakkı senin elindeki kudret olmamalı. aman diym, sizin görmediğiniz tenha köşelerde fısıldaşırız diye mi, yoksa ah bu kadar teknolocik süpersonik işlere dair yasal düzenleme, denetim altyapısı filan olmadığından, bu konudaki tüm uyarılara agop'un kazı gibi baktığınızdan, köküne kibrit suyu dökmeyi tercih etmiş olabilir misiniz? bi ihtimal? kolaycılıklar denizi?
3) devam edeyim, express dergimiz, şalalamız. dava açıldı. çünkü youtube gibi onlar da mihrak propagandası yapmışlar, haberleri yok. dava açılıyor, yargılanıyorlar. ne demişler oysa? sahiden bi okuyun, ne demişler? ama tersane ve maden sahipleri kaderin koruduğu sevgili kullar olarak ahireti bekliyor. adaletin bu mu dünya diycem de konuların adalet bakanlığına intikal etmiş olması bile tuhaf, davanın özü tuhaf.
güzel güneşli günler göreceğiz ama. inatla görücez çocuklar. bu sözü veren adama inanmazsak olmaz.
ne kadar zorlasalar da biliyorum ben, aslında zor değil. birine vahiy gelip psikopos öldürüyor ya hani, bana da geldi o vahiyden. münferit olayları yan yana dizip sabır tesbihi yapmam salık verildi. yerseniz. güneşli günlere doğru sabır tesbihi. bak, dinkin avukatı da kanı halıya akanlardan oldu. evinin en merkezindeki halısına kendi kanı bulaşarak ölmek. bunlar reva görülüyor insanlara. bunları duyacağınız kanalları tıkarlar işte. sonra ne kadddaarr böyyük bir memleket olduğumuzun türküsü çalınır. ama duymasanız da oluyor, gerçek bu.
o köy bizim köyümüzdür çünkü. bence o şarkı, "gitmesek de görmesek de" hani, bi çocuğa aşılanabilecek en güzel sorumluluktan bahsediyor. kiminde bu aşı kaşıntı yapıyor, o başka.
*
şurda bahsettiğim dev örümceğin annesi, 98 yaşında gitti.
çocukluğumun en güzel anılarından birinin, en zarif mimarına benden karanfiller.
1 Haziran 2010 Salı
engin
iyi şeyler de oluyor. oluyor valla. aslında zor değil demek için bulut arkası güneşi.
geç evet, ama oldu.
geç evet, ama oldu.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)