"EVLENME VE BOŞANMA İSTATİSTİKLERİ, 2008
2007 yılında 638 311 çift evlenirken bu sayı 2008 yılında 641 973’e yükselmiştir. Kaba evlenme hızı 2008 yılında binde 9,03 olarak gerçekleşmiştir.
İlk kez evlenen çiftler arasındaki ortalama yaş farkı 3,3’tür.
2008 yılı verilerine göre ortalama ilk evlenme yaşı erkekler için 26,2, kadınlar için 22,9’dur. Erkek ile kadın arasındaki ortama ilk evlenme yaşı farkı 3,3’tür. Bölgesel düzeyde en yüksek ortalama ilk evlenme yaşı, erkeklerde 27, kadınlarda 23,9 ile İstanbul Bölgesi’nde görülmektedir. En düşük ortalama ilk evlenme yaşı erkeklerde 25,1, kadınlarda ise 21,6 ile Orta Anadolu Bölgesi’nde görülmektedir.
2007 yılında 94 219 çift boşanırken 2008 yılında bu sayı 99 663’e yükselmiştir. Kaba boşanma hızı 2008 yılında binde 1,40 olarak gerçekleşmiştir. Kaba boşanma hızı binde 2,06 ile en yüksek Ege Bölgesi’ndedir. Ege Bölgesi’ni binde 1,78 ile Batı Anadolu Bölgesi izlemektedir. Kaba boşanma hızının en düşük olduğu bölgeler ise binde 0,50 ile Kuzeydoğu Anadolu ile Ortadoğu Anadolu Bölgeleridir.
2008 yılı verilerine göre boşanmaların % 41,3’ü evliliğin ilk 5 yılı içinde, % 23,1’i ise 16 yıl ve daha fazla süre evli olan çiftlerde gerçekleşmiştir."
gibi bir sosyal veri bile mevcut ülkemizde. ilgilenenler için.
bu arada, en düşük ilk evlilik yaşı 21,6. imiş. ilahi tüik, güldürürken düşündürüyor.
misal bir hanehalkı özellikleri/ev işlerinin genellikle kimin tarafından yapıldığına dair veri filan var. desteksiz atmayanlara özel. yemek: %87 kadın. ütü: %84 kadın. vuhuhu.
29 Haziran 2009 Pazartesi
kily
nihayet nihayet, yüzdüm. hem de denizde. yaşasın okulumuz, yaşasın burçbiç. kelebek kostümümü giydim, yola çıktık. ben "ah 50 faktörlü güneş koruma kremim!! şapkam yok hepimiz ölücez!! " diye debelenirken güneş çekildi, hava bulutlandı filan. gittiğimizde resmen serindi hava. aynı gün şehrin muhtelif yerlerine dolu yağmış, yıldırım düşmüş, yeni öğrendim.
yine de, yüzdük işte, oh. duba sınırını "beli geçmesin" diye çekmişler, çok üzgünüm, geçildi. iki ileri bi geri. kulaç atmak uçmak gibi bi his veriyo bana, kanat hareketi gibi. gerçi kulaç atan bi kuş hafif histerik bi görüntü olurdu; ama anladınız siz. ben denizin çocuk havuzu gibi olmasına tahammül edemiyorum. deniz derin bi şidir, derin olması gerekir. denizde yürünmez. torba'da denizin içinde vadi var, bir iki adım derken hop derinleşir, ayağınızın altında mavi-yeşil bi dünya olur. işte deniz o. alıştıranlar utansın. çakışan geçmişler vol.2: torbada yaz tatilleri bölümüne istinaden, dubayı aştık, boyu geçirdik işte. biraz mısır, biraz güneş. geri kalan vakitte dj'in "mariachi bira 6 tl veren herkese bedava!!" nidası yankılandı. defalarca, bıkmadan tekrarlarda.
sonra lens kaybı, erken dönüş telaşı. kilometrelerce trafik, saatlerce dur dur dur. sarıyer nasıl bir girdap yahu, nasıl bir fecaat! isim-şehir-bitki-hayvan-eşya oynayarak trafikle mücadele. sonra ev, sonra balkon. sevgili eliyle kocaman sosisli sandviç ve bira ve puslu bir ilk dördünümsü bir ay.
saçı tuzlu bi ofis çalışanıyım ben. içimden tatiller geçiyo.
deniz siftahımı da yaptım ya, bu hafta daha güzel başladı.
yine de, yüzdük işte, oh. duba sınırını "beli geçmesin" diye çekmişler, çok üzgünüm, geçildi. iki ileri bi geri. kulaç atmak uçmak gibi bi his veriyo bana, kanat hareketi gibi. gerçi kulaç atan bi kuş hafif histerik bi görüntü olurdu; ama anladınız siz. ben denizin çocuk havuzu gibi olmasına tahammül edemiyorum. deniz derin bi şidir, derin olması gerekir. denizde yürünmez. torba'da denizin içinde vadi var, bir iki adım derken hop derinleşir, ayağınızın altında mavi-yeşil bi dünya olur. işte deniz o. alıştıranlar utansın. çakışan geçmişler vol.2: torbada yaz tatilleri bölümüne istinaden, dubayı aştık, boyu geçirdik işte. biraz mısır, biraz güneş. geri kalan vakitte dj'in "mariachi bira 6 tl veren herkese bedava!!" nidası yankılandı. defalarca, bıkmadan tekrarlarda.
sonra lens kaybı, erken dönüş telaşı. kilometrelerce trafik, saatlerce dur dur dur. sarıyer nasıl bir girdap yahu, nasıl bir fecaat! isim-şehir-bitki-hayvan-eşya oynayarak trafikle mücadele. sonra ev, sonra balkon. sevgili eliyle kocaman sosisli sandviç ve bira ve puslu bir ilk dördünümsü bir ay.
saçı tuzlu bi ofis çalışanıyım ben. içimden tatiller geçiyo.
deniz siftahımı da yaptım ya, bu hafta daha güzel başladı.
26 Haziran 2009 Cuma
lokum
hollandanın kült filmi, "yüzyılın filmi" seçtikleri film, bi nevi flaman "selvi boylum al yazmalım"ı olan filmin adı bu: turkish delight/ turks fruit. yıl 1973. yok, konu esmer türk kızı- sarı pipili flaman aşkı değil. ama lokum bildiğimiz lokum. süplis.
neyse, işte bu film "hollanda sineması denince sahi..." konulu muhabbetlerde hep geçerdi, duyardım, "aa bak adı da turkish delight, nası bilmezsin" filan diye anlatırlardı; ama izlememiştim. sen 15 ay kal, adamların filmini izleme, bi de utanmadan istanbul filmleri izlet. neyse işte, dvdciler sağolsun (bu arada "yuva" dvdcilere düşmüş, müjdemi isterim), klasikler arasında aa bi baktık turkish delight; türkçe alt yazılı hem de.
aynı zamanda hollandanın ayrı noktalarında olduğunu bilen; ama hiç karşılaşmadan okumuş iki kişi olarak,"çift" olduktan sonra kendi hollandamızı mı bulduk, neyse artık, benim için özeldi. birlikte olmasa da gezdiğimiz amsterdam sokaklarının 1973'teki halini birlikte izlemekten olabilir, trenden, yağmurdan, bisikletten ve su bardağında sofraya getirilen biradan olabilir. bilmiyorum ki... filmden, şarkıdan dilek tutan biri değilim pek; ama bu film öyle bi etki yaptı işte. geçişken, teğet zamanların hatrına. neyse, başka bi zaman izlememiş olduğuma sevindim. bu romantik ek bilgilerin yanında film de güzeldi işte. "daaag!" nidasını duydum, o da yeter. bir yaz gecesi izlenilebülü.
hava çok sıcak, her yer uçan haşere kaynıyo, ısırıyolar, kaşınıyo, soğuk meyve en güzel gıda ve ben kuşluk vakti ofisteyim genelde. ofiste sürekli karpuz- peynir yeniyo. bu sıcaklarda sırayla müdürümü, sevgilimi ve diğer 2 ofis arkadaşımı tatile göndericem. bu yılki tatil planım bu: gidenlerin ardından su dökme.
haftasonu başlasın, müsait bi yerde yüzecek var.
neyse, işte bu film "hollanda sineması denince sahi..." konulu muhabbetlerde hep geçerdi, duyardım, "aa bak adı da turkish delight, nası bilmezsin" filan diye anlatırlardı; ama izlememiştim. sen 15 ay kal, adamların filmini izleme, bi de utanmadan istanbul filmleri izlet. neyse işte, dvdciler sağolsun (bu arada "yuva" dvdcilere düşmüş, müjdemi isterim), klasikler arasında aa bi baktık turkish delight; türkçe alt yazılı hem de.
aynı zamanda hollandanın ayrı noktalarında olduğunu bilen; ama hiç karşılaşmadan okumuş iki kişi olarak,"çift" olduktan sonra kendi hollandamızı mı bulduk, neyse artık, benim için özeldi. birlikte olmasa da gezdiğimiz amsterdam sokaklarının 1973'teki halini birlikte izlemekten olabilir, trenden, yağmurdan, bisikletten ve su bardağında sofraya getirilen biradan olabilir. bilmiyorum ki... filmden, şarkıdan dilek tutan biri değilim pek; ama bu film öyle bi etki yaptı işte. geçişken, teğet zamanların hatrına. neyse, başka bi zaman izlememiş olduğuma sevindim. bu romantik ek bilgilerin yanında film de güzeldi işte. "daaag!" nidasını duydum, o da yeter. bir yaz gecesi izlenilebülü.
hava çok sıcak, her yer uçan haşere kaynıyo, ısırıyolar, kaşınıyo, soğuk meyve en güzel gıda ve ben kuşluk vakti ofisteyim genelde. ofiste sürekli karpuz- peynir yeniyo. bu sıcaklarda sırayla müdürümü, sevgilimi ve diğer 2 ofis arkadaşımı tatile göndericem. bu yılki tatil planım bu: gidenlerin ardından su dökme.
haftasonu başlasın, müsait bi yerde yüzecek var.
24 Haziran 2009 Çarşamba
sinirlenmenin de bi adabı var.
şu blogda kendimle, özel hayatımla, ailemle, okulumla, işimle ilgili çizdiğim basit sınırlara saygı duymak insanlara zor geldiği için bir süre yokum. herkesin yumuşak karnı var, benimki de bu.
23 Haziran 2009 Salı
nida
talisman yaz dedi, yazıyorum.
aklımdaydı zaten; ama videoyu görmemiştim. yani websiteye konduğunu filan.
dünden beri şunu düşünüyorum: nidanın videosu ile münevveri öldüren testerenin ifşa edilmesi arasında fark var mı? münevverle anılan testere, üstünde kan ve saçlarla manşete taşınmıştı malum, "habercilik" adına. bence testerede haber yoktu, haber olan şey testere değildi yani. sadece kan pornosuydu. nida'da haber var, o kesin. vuruluşu, ölümü, ölümünü cep telefonuyla görmemiz, basına konan tüm yasaklara rağmen bir ülkenin, kaynayan bir ülkenin her türlü teknolojiyle dış dünyaya ulaşması. nida genç yaşında olayların ortasında, özgürlük isterken öldürüldüğü için, babasının kollarında can vermesi gibi detayların dışında da önemli. sansürün, teknolojiye yenilmesini gösterdiği için de. twitter denen nanenin devrime hizmet etme ihtimali sizi de heyecanlandırmıyo mu pardon ama?
peki ya haberin yanına videoyu koymak? benim okuduğum haberlerde video yoktu, sadece videodan bahsediyor, anlatıyordu haber. o kadarı da yetti. izlemem. neyin ne olduğunu anladım. nida sesini çıkaramadan, soluvermiş.
milliyet koymuş videoyu sanırım. birkaç tane daha olağan şüphelimiz vardır heralde. bak bak bak işte bu video o video! düşünüp duruyorum işte. nidanın ölümü, o videonun yarattığı isyan hissi, videosuz anlaşılmıyor mu? onbinlerce, milyonlarca insan izledi o videoyu, defalarca öldü nida. video izlene izlene yayıldıysa, izlemeden anlamak mümkün müdür? görmemiz gereken ölümlerden miydi yoksa nida, ben de mi izlemeliydim?
ben böyle videoları izlerken niye ölüyü yoruyo gibi hissediyorum, rahat vermiyomuşuz gibi? saçma bi duygusallık mıdır nedir? yani nidanın sembolleşmesini çok iyi anlıyorum, 1 mayıs'ta dayak yiyen göstericileri seyredip kasılarak ekrana söven bir millet, gencecik bir kızın öldürülüşüne duyulan öfkeyi anlar zaten, bir zahmet. ama milliyet denen gazete ntv, cnn değil ki. hadi onlar tv kanalı, bi derece belki daha anlarım o videoyu orada görmeyi. kanın fışkırdığı anın altını çizecek kadar kötü bir habercilikleri yok gerçi allahtan. saçma gelebilir; ama gazeteler video işinden anlamıyosa kelimeleri kullansın lütfen. şimdi girip baktım, milliyetin haberi şöyle: 1. foto-nida vesikalıkta gülümsüyor, 2. foto- nidanın yüzü gözü kan içinde, ölü. vaov milliyet, etkileyici hakikaten.
bir ölünün feri sönmüş gözlerinin içini görecek kadar yakından fotoğrafını çekip portre yapmayı ben anlamıyorum. hayır, ölülerden korkmuyorum; ama "aa bak nasıl da ölü! nasıl da öldürülmüş! hadi ağla ağla!" hallerinin gül gibi bi kızın bok yoluna ölüşünün önüne geçmesine dayanamıyorum. depremde de yaptılar. gazeteler ölülerin öldüğünden emin olmak istiyor.
evet, örneğin halepçe katliamı o fotoğraflarla akla kazındı ve evet: önemliydi, görmeliydik. bir derdi var en azından bir kısmının, nasıl ölündüğü konusunda. ama ya bu bahsettiğim nida fotoğrafı? şart mıydı yani, kız sanki canlı yayında öldürülüyo gibi? ay dağılıyorum, nolur anlatmadan anlayın.
her olayda, her ayaklanmada, bok yoluna ölenler oluyor ve onların acısı aileleri aşıyor - isyanı tetikliyor. hala 1 mayıs'ta taksime çıkmak meseleyse zamanında açılan ateşle ölenlerin acısı yüzünden, o isyanın hala yeniden parlamasından korkanların vicdan azabı yüzünden, yarattıkları acıların sönmediğini bildiklerinden. ölenler öldüğüyle kalmıyor. öldükleriyle kalmamaları için gereken de yüzü gözü kanlı fotoğraflar değil, detaylı ve gerçek habercilik. onu da şu ara iran halkı kendi kendine yapıyor.
ülkeye yabancı basın mensubu giremiyoken ve insanlar canları pahasına cep telefonuyla video çekiyoken mesele nida artık; nidanın kanlı yüzü değil. mesele, nidanın adının o ülke için bir anlam ifade etmesi; özgürlük için ölen bir çığlık olması... evet semboller kimilerine fazla romantik gelebilir, abartılı gelebilir, reel politikçiler kıçlarıyla gülebilir. hatta bu "bir tek ölümün büyütülerek popülerleşmesi üzerinden çakma devrimcilik" olarak küçümsenebilir. bkz hemen ertesine bi 10 kişi daha öldü, onlar daha mı az kurbandı?
ama insanoğlu nida diye bir kızın ölümünde özgürlük çığlığı görmeye ihtiyaç duyacak kadar reel politikten uzak işte. böyle ölümlerin böyle işlevleri yüzyıllardır varsa, daha "reel" ne var pardon? iran bu ölüm aracılığıyla diğer tüm patlayamamış volkanlarına kavuştu. . belki patlar, belki yine üstüne oturur, bilinmez. ama nida gibi tekil ölümler, boşa gitmiyor. iran sembolünü buldu, her şeyi özetleyecek, ortak dili oluşturacak "kod"unu buldu. buldu ve tutunuyor. bu "nida öldü; ama bak işe yaradı" faydacılığı değil, çok daha basit bir gerçek: masallarda kahramanları sevebiliriz; ama gerçek hayatta gerçek kurbanlar daha çok bağra basılıyor. onyıllardır süren baskıya isyan için bir "son damla" gerekebiliyor, o son damlada insanlar geçmişlerini ve geleceklerini görüyor.
bunun için işte, tutup da videoyu koymak, şart değil. haberinize haber katmıyor, yasaklar yüzünden sizin yapamadığınız haberciliği yapmış sıradan bir iranlının tanıklık videosu bu. tamam, basit bir ölüm değil belki; ama okunması bile yetiyor bence. iranlıların haberi ulaştırmak için başka bir yöntem yok elinde; ama milliyetin var. defalarca feci şekilde ölmesin nida. play-pause tuşları arasında sıradan bi video olmasın.
aklımdaydı zaten; ama videoyu görmemiştim. yani websiteye konduğunu filan.
dünden beri şunu düşünüyorum: nidanın videosu ile münevveri öldüren testerenin ifşa edilmesi arasında fark var mı? münevverle anılan testere, üstünde kan ve saçlarla manşete taşınmıştı malum, "habercilik" adına. bence testerede haber yoktu, haber olan şey testere değildi yani. sadece kan pornosuydu. nida'da haber var, o kesin. vuruluşu, ölümü, ölümünü cep telefonuyla görmemiz, basına konan tüm yasaklara rağmen bir ülkenin, kaynayan bir ülkenin her türlü teknolojiyle dış dünyaya ulaşması. nida genç yaşında olayların ortasında, özgürlük isterken öldürüldüğü için, babasının kollarında can vermesi gibi detayların dışında da önemli. sansürün, teknolojiye yenilmesini gösterdiği için de. twitter denen nanenin devrime hizmet etme ihtimali sizi de heyecanlandırmıyo mu pardon ama?
peki ya haberin yanına videoyu koymak? benim okuduğum haberlerde video yoktu, sadece videodan bahsediyor, anlatıyordu haber. o kadarı da yetti. izlemem. neyin ne olduğunu anladım. nida sesini çıkaramadan, soluvermiş.
milliyet koymuş videoyu sanırım. birkaç tane daha olağan şüphelimiz vardır heralde. bak bak bak işte bu video o video! düşünüp duruyorum işte. nidanın ölümü, o videonun yarattığı isyan hissi, videosuz anlaşılmıyor mu? onbinlerce, milyonlarca insan izledi o videoyu, defalarca öldü nida. video izlene izlene yayıldıysa, izlemeden anlamak mümkün müdür? görmemiz gereken ölümlerden miydi yoksa nida, ben de mi izlemeliydim?
ben böyle videoları izlerken niye ölüyü yoruyo gibi hissediyorum, rahat vermiyomuşuz gibi? saçma bi duygusallık mıdır nedir? yani nidanın sembolleşmesini çok iyi anlıyorum, 1 mayıs'ta dayak yiyen göstericileri seyredip kasılarak ekrana söven bir millet, gencecik bir kızın öldürülüşüne duyulan öfkeyi anlar zaten, bir zahmet. ama milliyet denen gazete ntv, cnn değil ki. hadi onlar tv kanalı, bi derece belki daha anlarım o videoyu orada görmeyi. kanın fışkırdığı anın altını çizecek kadar kötü bir habercilikleri yok gerçi allahtan. saçma gelebilir; ama gazeteler video işinden anlamıyosa kelimeleri kullansın lütfen. şimdi girip baktım, milliyetin haberi şöyle: 1. foto-nida vesikalıkta gülümsüyor, 2. foto- nidanın yüzü gözü kan içinde, ölü. vaov milliyet, etkileyici hakikaten.
bir ölünün feri sönmüş gözlerinin içini görecek kadar yakından fotoğrafını çekip portre yapmayı ben anlamıyorum. hayır, ölülerden korkmuyorum; ama "aa bak nasıl da ölü! nasıl da öldürülmüş! hadi ağla ağla!" hallerinin gül gibi bi kızın bok yoluna ölüşünün önüne geçmesine dayanamıyorum. depremde de yaptılar. gazeteler ölülerin öldüğünden emin olmak istiyor.
evet, örneğin halepçe katliamı o fotoğraflarla akla kazındı ve evet: önemliydi, görmeliydik. bir derdi var en azından bir kısmının, nasıl ölündüğü konusunda. ama ya bu bahsettiğim nida fotoğrafı? şart mıydı yani, kız sanki canlı yayında öldürülüyo gibi? ay dağılıyorum, nolur anlatmadan anlayın.
her olayda, her ayaklanmada, bok yoluna ölenler oluyor ve onların acısı aileleri aşıyor - isyanı tetikliyor. hala 1 mayıs'ta taksime çıkmak meseleyse zamanında açılan ateşle ölenlerin acısı yüzünden, o isyanın hala yeniden parlamasından korkanların vicdan azabı yüzünden, yarattıkları acıların sönmediğini bildiklerinden. ölenler öldüğüyle kalmıyor. öldükleriyle kalmamaları için gereken de yüzü gözü kanlı fotoğraflar değil, detaylı ve gerçek habercilik. onu da şu ara iran halkı kendi kendine yapıyor.
ülkeye yabancı basın mensubu giremiyoken ve insanlar canları pahasına cep telefonuyla video çekiyoken mesele nida artık; nidanın kanlı yüzü değil. mesele, nidanın adının o ülke için bir anlam ifade etmesi; özgürlük için ölen bir çığlık olması... evet semboller kimilerine fazla romantik gelebilir, abartılı gelebilir, reel politikçiler kıçlarıyla gülebilir. hatta bu "bir tek ölümün büyütülerek popülerleşmesi üzerinden çakma devrimcilik" olarak küçümsenebilir. bkz hemen ertesine bi 10 kişi daha öldü, onlar daha mı az kurbandı?
ama insanoğlu nida diye bir kızın ölümünde özgürlük çığlığı görmeye ihtiyaç duyacak kadar reel politikten uzak işte. böyle ölümlerin böyle işlevleri yüzyıllardır varsa, daha "reel" ne var pardon? iran bu ölüm aracılığıyla diğer tüm patlayamamış volkanlarına kavuştu. . belki patlar, belki yine üstüne oturur, bilinmez. ama nida gibi tekil ölümler, boşa gitmiyor. iran sembolünü buldu, her şeyi özetleyecek, ortak dili oluşturacak "kod"unu buldu. buldu ve tutunuyor. bu "nida öldü; ama bak işe yaradı" faydacılığı değil, çok daha basit bir gerçek: masallarda kahramanları sevebiliriz; ama gerçek hayatta gerçek kurbanlar daha çok bağra basılıyor. onyıllardır süren baskıya isyan için bir "son damla" gerekebiliyor, o son damlada insanlar geçmişlerini ve geleceklerini görüyor.
bunun için işte, tutup da videoyu koymak, şart değil. haberinize haber katmıyor, yasaklar yüzünden sizin yapamadığınız haberciliği yapmış sıradan bir iranlının tanıklık videosu bu. tamam, basit bir ölüm değil belki; ama okunması bile yetiyor bence. iranlıların haberi ulaştırmak için başka bir yöntem yok elinde; ama milliyetin var. defalarca feci şekilde ölmesin nida. play-pause tuşları arasında sıradan bi video olmasın.
22 Haziran 2009 Pazartesi
vanlav
kardeşim canım deffoşum onyedisinde benimleydi.
bunca yılın birikmiş telafilerini toptan hallettim, resmen hatta: diyetimi ödedim. yılın ablası ödülüne adaylığımı koydum. yanında olamadığım doğumgünlerinin rötarlı hediyeleri yerine, böylesi çok daha içime sindi. o da ağrıyan bacakları ve kollarıyla yarı uykulu otobüse bindi bugün, mutluydu. ben daha ne isterim, hiç.
17 yaşındaki kız kardeşim, 2 günlük eşya olarak bir bavul bir de sırt çantasıyla çıkagelince ilk tepkim "ben büyümüşüm, yaşlanmışım" oldu. o ne kadar eşya taşıma hali! ve netice: son gün benim giysilerim daha uygun bulundu, renkler ve uyum ve bluz boyu gibi değişkenler meselesi. ben giderek annem oluyomuşum, çok güldü. biletler için sıpeşıl tenks tu bap. jonglörlük hevesiyle bir çanta dolusu geliverdi defne, festival alanında da bunun için ayrılmış yer ve onlarca dönen poi vardı zaten, pek yanımızda durmadı. yüzünün sahneye dönük olduğu an bile azdı hatta. olsun, eğlendi ya. arkadaşları da geldi sonra. toplar ve renkli kumaşlar ve bir sürü şey çevrildi. 4 top öğrenmişmiş. hatta gece ben ışıklı astrojax'imle boğuştum, defnaanım aldı elimden, atraksiyonlar yaptı, ben yine "hmm ne var ki hamlaşmışım hmmm" diye oturdum yerime. mavi ışıklar uçuştu gözümde. herkese bi alet edevat. sevgiliminki devils sticks, güvenliğin ısrarla "bu ne" diye sorduğu ve benim "sopa" dediğim şeyler. haha defne bak bi onu yapamadı:) yemek ve pembe pancar sosu. her yer bira bi de. o kadar çok bira ki artık hiçbi arpa ürününü görmek istemiyorum.
aslında, öncesinde biraz sahil turlaması. denize doğru inmeden istanbul mu olurmuş. nihayet, en nihayet, karkade denedim zevkle. hatta bu arada bi de powerboats yarışı vardı, vınn vınnn ronn ronnn. 2 gün festivallenince ben yorgun, ben yaşlı. son gün tenhada kıvrılıp az buçuk uyku. yasemin mori "pazaaaaarrr" dedikçe ben bi soğudum ondan. sahnede tatlıydı, şarkıları da güzeldi ama, sevgilimin belirttiği üzere "janis olmak isterdi" bence de. bi zorlamalı haller sanki. mümkünse şarkı aralarında konuşmasın, o "hıssss... nasılısınızsss bu pazaaarr günüsss.. hısss..." sesleri, ı-ıh. "karanlık bir nil olmaktan ötesiyim" çabasıysa, gerek yok. öylesin zaten. böğürtlenli dondurma güzel bi şi ama. alternatifgül ve alternatifcanlar da bizimleydi, renklendirdiler etrafı.
sonra, son gün son konser: röyksopp. ben çok aşık, çok mutlu. sahne ışıklı, gözler ışıklı, böyle bi güzellemeler hali. her şey güzel işte. haftasonum daha güzel olamazdı. şu an uykudan ölüyorum; ama sırıtmadan duramıyorum bi yandan da. defneyle çektirdiğimiz, mariachi çerçevesindeki fotoğraf kaybolmuş. bi ona içim acıdı.
bi de gecenin bi körü arabanın altına girip havlayan ve beni uyutmayan köpeğin kedilerden korktuğunu ve tüm yemeğini onlara kaptırdığını fark edince üzüldüm. ama napiym, uyuyamıyorum. köpeğe köpeklik öğreticem. boşa havlıyo öyle, korkunca arabanın altına saklanıp havlıyo, uluyo filan. kafası karışık diye uykusuz kalamiycam.
öyle işte. bu haftasonunu bi kenara not etmem gerekiyodu.
bunca yılın birikmiş telafilerini toptan hallettim, resmen hatta: diyetimi ödedim. yılın ablası ödülüne adaylığımı koydum. yanında olamadığım doğumgünlerinin rötarlı hediyeleri yerine, böylesi çok daha içime sindi. o da ağrıyan bacakları ve kollarıyla yarı uykulu otobüse bindi bugün, mutluydu. ben daha ne isterim, hiç.
17 yaşındaki kız kardeşim, 2 günlük eşya olarak bir bavul bir de sırt çantasıyla çıkagelince ilk tepkim "ben büyümüşüm, yaşlanmışım" oldu. o ne kadar eşya taşıma hali! ve netice: son gün benim giysilerim daha uygun bulundu, renkler ve uyum ve bluz boyu gibi değişkenler meselesi. ben giderek annem oluyomuşum, çok güldü. biletler için sıpeşıl tenks tu bap. jonglörlük hevesiyle bir çanta dolusu geliverdi defne, festival alanında da bunun için ayrılmış yer ve onlarca dönen poi vardı zaten, pek yanımızda durmadı. yüzünün sahneye dönük olduğu an bile azdı hatta. olsun, eğlendi ya. arkadaşları da geldi sonra. toplar ve renkli kumaşlar ve bir sürü şey çevrildi. 4 top öğrenmişmiş. hatta gece ben ışıklı astrojax'imle boğuştum, defnaanım aldı elimden, atraksiyonlar yaptı, ben yine "hmm ne var ki hamlaşmışım hmmm" diye oturdum yerime. mavi ışıklar uçuştu gözümde. herkese bi alet edevat. sevgiliminki devils sticks, güvenliğin ısrarla "bu ne" diye sorduğu ve benim "sopa" dediğim şeyler. haha defne bak bi onu yapamadı:) yemek ve pembe pancar sosu. her yer bira bi de. o kadar çok bira ki artık hiçbi arpa ürününü görmek istemiyorum.
aslında, öncesinde biraz sahil turlaması. denize doğru inmeden istanbul mu olurmuş. nihayet, en nihayet, karkade denedim zevkle. hatta bu arada bi de powerboats yarışı vardı, vınn vınnn ronn ronnn. 2 gün festivallenince ben yorgun, ben yaşlı. son gün tenhada kıvrılıp az buçuk uyku. yasemin mori "pazaaaaarrr" dedikçe ben bi soğudum ondan. sahnede tatlıydı, şarkıları da güzeldi ama, sevgilimin belirttiği üzere "janis olmak isterdi" bence de. bi zorlamalı haller sanki. mümkünse şarkı aralarında konuşmasın, o "hıssss... nasılısınızsss bu pazaaarr günüsss.. hısss..." sesleri, ı-ıh. "karanlık bir nil olmaktan ötesiyim" çabasıysa, gerek yok. öylesin zaten. böğürtlenli dondurma güzel bi şi ama. alternatifgül ve alternatifcanlar da bizimleydi, renklendirdiler etrafı.
sonra, son gün son konser: röyksopp. ben çok aşık, çok mutlu. sahne ışıklı, gözler ışıklı, böyle bi güzellemeler hali. her şey güzel işte. haftasonum daha güzel olamazdı. şu an uykudan ölüyorum; ama sırıtmadan duramıyorum bi yandan da. defneyle çektirdiğimiz, mariachi çerçevesindeki fotoğraf kaybolmuş. bi ona içim acıdı.
bi de gecenin bi körü arabanın altına girip havlayan ve beni uyutmayan köpeğin kedilerden korktuğunu ve tüm yemeğini onlara kaptırdığını fark edince üzüldüm. ama napiym, uyuyamıyorum. köpeğe köpeklik öğreticem. boşa havlıyo öyle, korkunca arabanın altına saklanıp havlıyo, uluyo filan. kafası karışık diye uykusuz kalamiycam.
öyle işte. bu haftasonunu bi kenara not etmem gerekiyodu.
19 Haziran 2009 Cuma
cennetten çıkanlar ve cennete girenler
"dayak cennetten çıkmadır". böyle bi laf var. neresinden çıkmış acaba? hani ademle havva da cennetten kovuldu filan, nihayetinde bildiğimiz her şey cennetten çıkma o zaman.
dayak cennetten çıkınca, vurulan yerde gül bitince filan, sosyo-kültürel araştırmacılar ne der bilmiyorum; ama sado-mazo bi ruhumuz olduğu tescilleniyo sanki. dün link verdiğim haber işte: "onun bi suçu yok, evlilik bana zor gelmişti". öldüren 26, ölen 17. güce tapanlar tenhada kendi güç denemesini yapıyo. babasından dayak yiyen erkekler önce gecelerce kabus görüp altına yapıyo, sonra biraz palazlanınca kız kardeşlerini dövüyo, errkek oluyo. o kızlar da oyuncak bebeklerini tekmeliyo. hepimizden cennet taşması, cennetlik cinnetler. ama babalar oğullarına sarılmıyor, abiler kız kardeşlerine bir "nasılsın" demiyor. sevgi çünkü, cehennemlik.
engin çeber, biliyosunuz, işkenceden öldü. dövülerek. cennetten çıkan dayakla cennete girdi resmen. 12 yaşında bir çocuk öldürüldü. işkencesiz, üzülmeyin; DOKUZ kurşunla. adli tıp olayı özetliyor: "Sırtında 9 kurşun yarası olan bu yaştaki çocuğun ateş açmasının mümkün olmadığına"... mahkeme diyor ki: kendini koruyan bir polismiş beyefendi, ondan. koruya koruya bir hal oldular zaten. kolluk kuvetleri gerçekten korunmaya muhtaç sanırım. gelen vuruyor giden vuruyor, eh onlar da cennetten çıkmışlarını toparlayıp kendilerini koruyor haliyle. daha doğal ne olabilir ki? 12 yaşında sivil bir çocuktan kim korkmaz? polis dediysek o kadar da değil, kör cesaret istemeyelim devletten. 12 yaşında bir çocuğa neredeyse yaşı kadar çok kurşun atan bir polis haklıdır.
mesela karakollar, tamamen ürkek polislerin nefsi müdafaa kozası. korunmak için sığınıveriyolar. bu arada 2 yılda 13 kişi öldüyse, o onların saldırganlığı. celaleddin cerrah gitmeden önce bize öğretti: mağdur her zaman suçludur. öyle yani. vergi mükellefleri olarak, bizi dövecek kişilere bakmakla yükümlüyüz, her an korunmaları gerekebilir, silahları dolu, copları parlak, kendilerini korumalılar. polis mi saldırdı? çünkü en iyi savunma saldırıdır. adeta büyük taarruz, izmirden denize dökercesine. hatta bu bi zaferdir, adam dövünce annenize müjdeleyebilirsiniz, az önce ülkeyi kurtardınız.
hani kore savaşının bittiğini bilmeden yıllarca ormanda yaşayan, savaşı sürüyo sanan bir(kaç) adam bulunmuştu... o hesap. daimi taarruz hali, orman dışındaki öcülerden ülkeyi korurken olmayan bir savaşın saldırganlığı. askerde yemeğe şap katılırmış ya, polisinkine de komplo teorisi ekleniyo galiba. ne ara, nasıl oluyor, nasıl bir eğitim, teşkilatlanma ve görevlendirme sonrası insanlardan "anne bak bak naaptım ben, adam dövdüm, sev beni" diyen bir tuhaf hal yaratabiliyorsunuz ki? aslan oğluyla gurur duyan anneler, oğlunu karakolda kaybeden annelerle altın gününde yan yana düşer mi? ne bileyim, daha küçükken mahallede kavgaya karışsa telaşa kapıldığınız oğlunuz palazlanıp devlet adına adam döver hale gelince gurur mu duyuluyor? ne oluyor nasıl oluyor? o polisler evlenince eşine çocuğuna pamuk şeker mi? cennet mi vaad ediyor yoksa?
üniforma fetişi midir nedir, hepsini düşünüyorum. ya bu konuyu ben uzun zamandır düşünüyorum, kim düşünmüyo ki. netice, daireler çiziyorum. malum hikaye: ferhan şensoy, nazi üniforması ve istiklal caddesi boyunca her dediğini yaptırması. askerci bir milletiz tamam ama zabıta bile kendini terminatör, sokak arası tanrısı filan sanıyo. sınırsız bi haller. avukat cübbesi, doktor önlüğü bile kimi zaman terörize edebiliyo ülkeyi malum. "üstüne bi şi geçirmişler"den gelecek her türlü hasar yan etki sayılıyor galiba.
kimin lafıydı sahi: psikoloji ilmi der ki savaş anında çıplak birine ateş etmek, giysiliye kıyasla daha zordur. soyunun!
neyse. küçük çocuklarınıza silah almayın, sarı vosvos minibüs alın. sünnetinde filan üniforma giydirmeyin. çok isterse kaptan üniforması giysin bari, en azından evlendirme yetkisi filan var, daha romantik. diğer üniformalılardan da ne korksun ne de onlara tapsın: sevsin. diğer herkesi sevdiği kadar.
sevmeyi bilenler tenhalarda, gizlice, çocuklarına sevmeyi öğretsin. en zorunu başarsın.
bütün bu korunması gereken cennetlik saldırganlara sımsıkı sarılalım, bi şi olsun, uyansınlar. geçsin bitsin. yetermiş artıkmış, bitsin. annesini arayıp "anne adam dövdüm affet" desin bari, ağlayamadıkça adam dövmek yerine. cennetten çıkanlarla cennete girmesin insanlar, dünyevi takılalım bir süre. nolur ki yani.
içimde bi yerde hep imagine çalıyo yarabbim, napiym.
dayak cennetten çıkınca, vurulan yerde gül bitince filan, sosyo-kültürel araştırmacılar ne der bilmiyorum; ama sado-mazo bi ruhumuz olduğu tescilleniyo sanki. dün link verdiğim haber işte: "onun bi suçu yok, evlilik bana zor gelmişti". öldüren 26, ölen 17. güce tapanlar tenhada kendi güç denemesini yapıyo. babasından dayak yiyen erkekler önce gecelerce kabus görüp altına yapıyo, sonra biraz palazlanınca kız kardeşlerini dövüyo, errkek oluyo. o kızlar da oyuncak bebeklerini tekmeliyo. hepimizden cennet taşması, cennetlik cinnetler. ama babalar oğullarına sarılmıyor, abiler kız kardeşlerine bir "nasılsın" demiyor. sevgi çünkü, cehennemlik.
engin çeber, biliyosunuz, işkenceden öldü. dövülerek. cennetten çıkan dayakla cennete girdi resmen. 12 yaşında bir çocuk öldürüldü. işkencesiz, üzülmeyin; DOKUZ kurşunla. adli tıp olayı özetliyor: "Sırtında 9 kurşun yarası olan bu yaştaki çocuğun ateş açmasının mümkün olmadığına"... mahkeme diyor ki: kendini koruyan bir polismiş beyefendi, ondan. koruya koruya bir hal oldular zaten. kolluk kuvetleri gerçekten korunmaya muhtaç sanırım. gelen vuruyor giden vuruyor, eh onlar da cennetten çıkmışlarını toparlayıp kendilerini koruyor haliyle. daha doğal ne olabilir ki? 12 yaşında sivil bir çocuktan kim korkmaz? polis dediysek o kadar da değil, kör cesaret istemeyelim devletten. 12 yaşında bir çocuğa neredeyse yaşı kadar çok kurşun atan bir polis haklıdır.
mesela karakollar, tamamen ürkek polislerin nefsi müdafaa kozası. korunmak için sığınıveriyolar. bu arada 2 yılda 13 kişi öldüyse, o onların saldırganlığı. celaleddin cerrah gitmeden önce bize öğretti: mağdur her zaman suçludur. öyle yani. vergi mükellefleri olarak, bizi dövecek kişilere bakmakla yükümlüyüz, her an korunmaları gerekebilir, silahları dolu, copları parlak, kendilerini korumalılar. polis mi saldırdı? çünkü en iyi savunma saldırıdır. adeta büyük taarruz, izmirden denize dökercesine. hatta bu bi zaferdir, adam dövünce annenize müjdeleyebilirsiniz, az önce ülkeyi kurtardınız.
hani kore savaşının bittiğini bilmeden yıllarca ormanda yaşayan, savaşı sürüyo sanan bir(kaç) adam bulunmuştu... o hesap. daimi taarruz hali, orman dışındaki öcülerden ülkeyi korurken olmayan bir savaşın saldırganlığı. askerde yemeğe şap katılırmış ya, polisinkine de komplo teorisi ekleniyo galiba. ne ara, nasıl oluyor, nasıl bir eğitim, teşkilatlanma ve görevlendirme sonrası insanlardan "anne bak bak naaptım ben, adam dövdüm, sev beni" diyen bir tuhaf hal yaratabiliyorsunuz ki? aslan oğluyla gurur duyan anneler, oğlunu karakolda kaybeden annelerle altın gününde yan yana düşer mi? ne bileyim, daha küçükken mahallede kavgaya karışsa telaşa kapıldığınız oğlunuz palazlanıp devlet adına adam döver hale gelince gurur mu duyuluyor? ne oluyor nasıl oluyor? o polisler evlenince eşine çocuğuna pamuk şeker mi? cennet mi vaad ediyor yoksa?
üniforma fetişi midir nedir, hepsini düşünüyorum. ya bu konuyu ben uzun zamandır düşünüyorum, kim düşünmüyo ki. netice, daireler çiziyorum. malum hikaye: ferhan şensoy, nazi üniforması ve istiklal caddesi boyunca her dediğini yaptırması. askerci bir milletiz tamam ama zabıta bile kendini terminatör, sokak arası tanrısı filan sanıyo. sınırsız bi haller. avukat cübbesi, doktor önlüğü bile kimi zaman terörize edebiliyo ülkeyi malum. "üstüne bi şi geçirmişler"den gelecek her türlü hasar yan etki sayılıyor galiba.
kimin lafıydı sahi: psikoloji ilmi der ki savaş anında çıplak birine ateş etmek, giysiliye kıyasla daha zordur. soyunun!
neyse. küçük çocuklarınıza silah almayın, sarı vosvos minibüs alın. sünnetinde filan üniforma giydirmeyin. çok isterse kaptan üniforması giysin bari, en azından evlendirme yetkisi filan var, daha romantik. diğer üniformalılardan da ne korksun ne de onlara tapsın: sevsin. diğer herkesi sevdiği kadar.
sevmeyi bilenler tenhalarda, gizlice, çocuklarına sevmeyi öğretsin. en zorunu başarsın.
bütün bu korunması gereken cennetlik saldırganlara sımsıkı sarılalım, bi şi olsun, uyansınlar. geçsin bitsin. yetermiş artıkmış, bitsin. annesini arayıp "anne adam dövdüm affet" desin bari, ağlayamadıkça adam dövmek yerine. cennetten çıkanlarla cennete girmesin insanlar, dünyevi takılalım bir süre. nolur ki yani.
içimde bi yerde hep imagine çalıyo yarabbim, napiym.
18 Haziran 2009 Perşembe
günün zeytinyağlısı: çalı fasulye
ben şimdi ah demin az önce bi şiler yazıcaktım. şunun üzerineydi. okumak iyidir ve ben bu ara bu konuda her türlü araştırma, karıştırma, sovuşturma, eveleme geveleme deve kuşu kovalamaları okudum. yoruldum. yazmadım, linkledim.
kahveyi ve vapuru köpüklü sevenlerdenim. az önce az buçuk şekerli türk kahvesi içtim. içen 4 kişiden 3ü fal kapattı; ama bakacak kimse yok. çok kahve içmediğim için şeker ve kahve enerji bombası yaptı beni.
az önce yine, binbir rica ve aciliyetine vurgu murgu ile ilettiğim "150 kişinin aranması gerek" işi şöyle sonuçlandı: 2,5 saatte sadece 15 telefon görüşmesi (her biri maksimum 3 dakika süren) yaparak gözümün içine baka baka benle alay eden kişinin arkasından dil çıkarttım. içimden. olsun. dışımdan olsa küfür çıkıcaktı.
----- şimdi ofis söylenmesi, isteyen geçsin----------
kim yazdı geçenlerde hatırlamıyorum ama okuyosa kaleye mum diksin, ben de o boş taksi faturalarına "arayı kapamak için istediği miktarı yazan apla"lardan olamıyorum. ben keyfine baştan yarım saat sondan yarım saat iş saatimden kırpamıyorum. 15 dakika gecikince vicdanım tırmalanıyo. ne işkoliğim ne de profesyonel, sadece rahat edemiyorum. işi geçtim, kendime saygım var. böyle olması gerekiyosa bu kadarını yaparım. atla deve değil. yapmamak da bi beceri değil. kimse de arkamdan "şuna bak, ne biçim kaytarıyo" diyemez hem. örümcek adamla büyümüş her çocuk büyük güçlerin büyük sorumluluk demek olduğunu bilir. eh, küçüklere de uygulanmalı bu. ben birinin gözünün içine bakıla bakıla kerizlenmesine karşıysam, kerizlemem de. nokta. fındık kabuğunu doldurmayan iş deneyimlerimin sonucu budur: kimse salak değil, kimse kör değil. ve birisi "bunları yap!" demek yerine "yapar mısın lütfen" diyorsa, en son kerizlenecek odur; yumuşak atın çiftesi pek olur. içimde vapur köpükleri kabarıyo sinirden.
bu azıcık zamanda ben çok sakin, çok kibar patronlarla, kimi zaman sinirden kudursam da ve kudurtsam da, adabıyla iş yapmayı öğrenmişim. bunu fark ediyorum. üslubuyla, yerinde zamanında, olması gerektiği gibi. ben çirkefliği görmedim ofislerde, bilmiyorum. car car bağırmalar, free-riderlar, tehditler kazıklar filan, görmedim. free-ride'lık bi yer yok zaten 2 kişiyken. plazalarda değil kuytularda çıraklık yaptım; ama çıraklık yaparken ustalarım iyiydi en azından. tonla bilgi yanında, bana edebi adabı öğrettiler, bu da yanıma kârdır. bağırmayan patrondan en ufak bi hayal kırıklığı cümlesi duymak en büyük çığlıktan çok can yakıyo, bunu biliyorum ben. telafi etmek için yırtınıyosunuz.
hele geçen 1 yıl boyunca tonton bir hobbit olan patronumu düşündükçe, bu kaytarma krallarının kendilerini en bi sivri zeka sanmaları beni delirtiyo, dayanamıyorum. harcamadığı emeği başkalarının alın terinin, vaktinin üstünde görmek çok büyük bir terbiyesizlik. tamam günün sözü olmayabilir; ama ben cidden dayanamıyorum. hele bu insanlar benden büyükse ve yapacakları şey alt tarafı bi telefon görüşmesiyse, gerektiğinde ben işim olmadığı halde yardım ediyosam ve ben zaten işi olan bi şeyi sanki bi jestmiş gibi fazlaca kibarca rica ettiysem. nokta. bu benim salaklığım değil, ilk tercihimdi. bundan sonra ikinci tercihe geçiyoruz madem.
--ofis söylenmesi bitti, devam--------
günün fıkrası: " Cinayet çözümlenmemiş değil. Cinayeti çözdük. Zanlı belli. Sadece yakalanmadı. Mutlaka yakalanacaktır. Onun için hiç bir eziklik taşımıyorum. Benim polisim delillerini ortaya çıkarmıştır. Harhangi bir eziklik yok" celaleddin cerrah- münevver karabulut cinayeti üzerine
ay neyse.
kardeşim yarın daha onyedi onyedi onyediiydiii olucak. ben de yılın ablası ödülüne adaylığımı koydum, kendisini istanbula davet ettim, cümleten festivalleniciiz haftasonunda. sonra daimi kavalyemin ablası da geliyomuş, böyle bi "ablalar ve kardeşleri kombosu bombası", güzel işte. kardeşim 3 top, astrojax, poi vb takım taklavatını da getirirse hakikaten bir şenlik havası olabilir.
onyedi demişken:
bazı haberler, bir dosyaya konup saklanmalı. dosyanın ne kadar çabuk dolduğuna bakıp bakıp içmeli. yıllar geçtikçe, dosyayı açıp ağlamalı, ağlamalı, ağlamalı.
sayılara, tesadüflere, bildiklere selam ola.
kahveyi ve vapuru köpüklü sevenlerdenim. az önce az buçuk şekerli türk kahvesi içtim. içen 4 kişiden 3ü fal kapattı; ama bakacak kimse yok. çok kahve içmediğim için şeker ve kahve enerji bombası yaptı beni.
az önce yine, binbir rica ve aciliyetine vurgu murgu ile ilettiğim "150 kişinin aranması gerek" işi şöyle sonuçlandı: 2,5 saatte sadece 15 telefon görüşmesi (her biri maksimum 3 dakika süren) yaparak gözümün içine baka baka benle alay eden kişinin arkasından dil çıkarttım. içimden. olsun. dışımdan olsa küfür çıkıcaktı.
----- şimdi ofis söylenmesi, isteyen geçsin----------
kim yazdı geçenlerde hatırlamıyorum ama okuyosa kaleye mum diksin, ben de o boş taksi faturalarına "arayı kapamak için istediği miktarı yazan apla"lardan olamıyorum. ben keyfine baştan yarım saat sondan yarım saat iş saatimden kırpamıyorum. 15 dakika gecikince vicdanım tırmalanıyo. ne işkoliğim ne de profesyonel, sadece rahat edemiyorum. işi geçtim, kendime saygım var. böyle olması gerekiyosa bu kadarını yaparım. atla deve değil. yapmamak da bi beceri değil. kimse de arkamdan "şuna bak, ne biçim kaytarıyo" diyemez hem. örümcek adamla büyümüş her çocuk büyük güçlerin büyük sorumluluk demek olduğunu bilir. eh, küçüklere de uygulanmalı bu. ben birinin gözünün içine bakıla bakıla kerizlenmesine karşıysam, kerizlemem de. nokta. fındık kabuğunu doldurmayan iş deneyimlerimin sonucu budur: kimse salak değil, kimse kör değil. ve birisi "bunları yap!" demek yerine "yapar mısın lütfen" diyorsa, en son kerizlenecek odur; yumuşak atın çiftesi pek olur. içimde vapur köpükleri kabarıyo sinirden.
bu azıcık zamanda ben çok sakin, çok kibar patronlarla, kimi zaman sinirden kudursam da ve kudurtsam da, adabıyla iş yapmayı öğrenmişim. bunu fark ediyorum. üslubuyla, yerinde zamanında, olması gerektiği gibi. ben çirkefliği görmedim ofislerde, bilmiyorum. car car bağırmalar, free-riderlar, tehditler kazıklar filan, görmedim. free-ride'lık bi yer yok zaten 2 kişiyken. plazalarda değil kuytularda çıraklık yaptım; ama çıraklık yaparken ustalarım iyiydi en azından. tonla bilgi yanında, bana edebi adabı öğrettiler, bu da yanıma kârdır. bağırmayan patrondan en ufak bi hayal kırıklığı cümlesi duymak en büyük çığlıktan çok can yakıyo, bunu biliyorum ben. telafi etmek için yırtınıyosunuz.
hele geçen 1 yıl boyunca tonton bir hobbit olan patronumu düşündükçe, bu kaytarma krallarının kendilerini en bi sivri zeka sanmaları beni delirtiyo, dayanamıyorum. harcamadığı emeği başkalarının alın terinin, vaktinin üstünde görmek çok büyük bir terbiyesizlik. tamam günün sözü olmayabilir; ama ben cidden dayanamıyorum. hele bu insanlar benden büyükse ve yapacakları şey alt tarafı bi telefon görüşmesiyse, gerektiğinde ben işim olmadığı halde yardım ediyosam ve ben zaten işi olan bi şeyi sanki bi jestmiş gibi fazlaca kibarca rica ettiysem. nokta. bu benim salaklığım değil, ilk tercihimdi. bundan sonra ikinci tercihe geçiyoruz madem.
--ofis söylenmesi bitti, devam--------
günün fıkrası: " Cinayet çözümlenmemiş değil. Cinayeti çözdük. Zanlı belli. Sadece yakalanmadı. Mutlaka yakalanacaktır. Onun için hiç bir eziklik taşımıyorum. Benim polisim delillerini ortaya çıkarmıştır. Harhangi bir eziklik yok" celaleddin cerrah- münevver karabulut cinayeti üzerine
ay neyse.
kardeşim yarın daha onyedi onyedi onyediiydiii olucak. ben de yılın ablası ödülüne adaylığımı koydum, kendisini istanbula davet ettim, cümleten festivalleniciiz haftasonunda. sonra daimi kavalyemin ablası da geliyomuş, böyle bi "ablalar ve kardeşleri kombosu bombası", güzel işte. kardeşim 3 top, astrojax, poi vb takım taklavatını da getirirse hakikaten bir şenlik havası olabilir.
onyedi demişken:
bazı haberler, bir dosyaya konup saklanmalı. dosyanın ne kadar çabuk dolduğuna bakıp bakıp içmeli. yıllar geçtikçe, dosyayı açıp ağlamalı, ağlamalı, ağlamalı.
sayılara, tesadüflere, bildiklere selam ola.
16 Haziran 2009 Salı
heykelgül, heykelcan, heykelsu
yok bu heykel işi benim içime oturdu, vazgeçemiyorum.
şekil 1-a'da göreceğimiz üzere bir kavram kargaşası var:
1) "renklerle türkiye" şovunu sambacı kızlar açıyor.
2) devamında tabii ki olmazsa olmaz: semazenler. onlar da dansçı ya hani. müezzinler de şarkıcı zaten. ilahi dediğin de müslüman gospeli ya, ondan. törkiş kovboylar.
3) antalya'da türk bir heykeltraşın heykeli ahlaksız diye kaldırılıyor.
bu üçü aynı kişinin güzellemesi.
ne dindarım ne milliyetçi, bunlar bana ters geliyo, anlamıyorum.
yemişim yemişim diye bağırasım var.
şahsen sambacı kızlara desteğim tam. çalkalamaları taraftarıyım. ahlak bozmuyolar, o bi dans. salaklaşmayalım, samba açılımı demek değil. hem onları belinden tutup havaya atan yok. ama rio tam olarak bu ülkenin neresine düşüyo, hangi rengimiz, ne zaman latin amerikaya kadar gidebildik, kanuni hindistan derken turu tamamlayıp latino mu olmuştu, sorular sorular, falan fülün. sambacılarla ilgili türkiyedeki tek renk muhtelif zamanlarda yedikleri taciz olabilir, o kadar. sambacıların arkasındaki saz heyeti fotoğrafını da çerçeveletmek istiyorum. komik ama napiym. kanuncuya bakın bi.
peşinden semazenler. ben bu "şov" işini sevmiyorum, anlamıyorum. halk oyunları ekibine çevirdiler. kilise korosundan farkı da şudur, bilmek isteyene: kilise korosu "eğlence amaçlı" konser de yapar. yıl sonu gösterisi yapar mesela. ibadetlerine şahit olma değildir yani kilise korosu konserleri. whoopi goldberg teyzemiz gerçek olabilecek bir karakterdir. siz gidip rahibi sahneye taşırsanız, belki dengi olabilir. naomi der ki, her yürüyüş catwalk değildir. eh her dönüş de vals değil şeker. bu konudaki "işimize geldiğinde mevlana, işimize gelmediğinde ırz düşmanı metal heykel" ikiyüzlülüğünü de tüm sevenlere armağan ediyorum. "eteklivedönenruhaniadamlar" oryantalizmi de artık kendine uzaylı bi hal, girmiycem bile. ney de çalınmaz, üflenir. bu bilgiyle hava atan profesörler tanıyorum, kıymetini bilin.
heykel konusunda yeterince dalgalandım da duruldum. haliyle bi daha kabaramiycam. her şeyin ötesinde, tüm bu gösteriler şovlar filan, birer estetik suçu. o ne yani. dekorasyon desen çakma, etraf boğum boğum kadife perde tahminen. yerler pis. herkes terli. havalandırma yok ve ışıklar patlıyo. estetik kaygılarım var. çirkin işte, sinir oluyorum. mümkünse her şey çok güzel olsun, bizi güzellik kurtarsın, sevmek kurtarsın. kirlenmek de güzeldir şeker, benim dediğim güzellik başka, anladın sen. içimdeki ahmet haşim. yani bu ülkeye bu kadar aşkla bağlı olması gerekenler, hani ben vatan hainiyim ya, ne bileyim adı üstünde adamlar milliyetçi hareket partisi, estetik kaygı niye gütmez? güdü güdü. gıdı gıdı. estetik dersi, her eve lazım. bendeki tavan yaptığı için diil, keşke yapsa, da yani tabanda da değilim çok şükür. ay bu iş çok zor yonca. bilmem mi. yazdıkça aklıma bok rengi takım elbiseler, uzun paçalar, yağlı saçlar, taşmış rujlar filan geliyo. elitistan sananlar dişini fırçalasın, anlayanlar kaleye mum diksin.
sothyz ve jelatin ikilisi benim bu estetik kaygılarımı anlar ve hatta bu konuda çatır çatır yazarlar. "birlikte yazmaları gerek" diye düşündüyseniz, sitem ediniz efem. hişt siz ikiniz... etrafta yarı ölü blog bırakmayın. böyle de sataşırım, ifşa ederim.
----------------
bu arada: baaak nolmuuş, hatta baak bu da olmuş, kısa günün kârı.
dikili chp'ye mi kalmış ayrı konu; ama bu da bi şi, bu da bi şi.
diğeri de "exxon valdez çarpasıca" gibi beddualar üretecek kadar içimizden bi vakaydı günlerden 2007'yken. hey gidi günler hey. 500 milyon dolar alay eder derecede düşük bir meblağ bence ama ossun varsın. "41,64 milyon litre petrol 1,930 kilometre uzunluğundaki kıyıyı kirletmişti" diyo haber. türkiye kıyı şeridi uzunluğu 8333 km. ona göre düşünün rica edicem.
ay ya da düşünmeyin. ya sambacı olun ya da semazen; ama sakın heykel yapmayın. kanlı canlı hödüklükler alkışlanırken cansız sevgi gösterilerine diş biliyoruz ne de olsa.
şekil 1-a'da göreceğimiz üzere bir kavram kargaşası var:
1) "renklerle türkiye" şovunu sambacı kızlar açıyor.
2) devamında tabii ki olmazsa olmaz: semazenler. onlar da dansçı ya hani. müezzinler de şarkıcı zaten. ilahi dediğin de müslüman gospeli ya, ondan. törkiş kovboylar.
3) antalya'da türk bir heykeltraşın heykeli ahlaksız diye kaldırılıyor.
bu üçü aynı kişinin güzellemesi.
ne dindarım ne milliyetçi, bunlar bana ters geliyo, anlamıyorum.
yemişim yemişim diye bağırasım var.
şahsen sambacı kızlara desteğim tam. çalkalamaları taraftarıyım. ahlak bozmuyolar, o bi dans. salaklaşmayalım, samba açılımı demek değil. hem onları belinden tutup havaya atan yok. ama rio tam olarak bu ülkenin neresine düşüyo, hangi rengimiz, ne zaman latin amerikaya kadar gidebildik, kanuni hindistan derken turu tamamlayıp latino mu olmuştu, sorular sorular, falan fülün. sambacılarla ilgili türkiyedeki tek renk muhtelif zamanlarda yedikleri taciz olabilir, o kadar. sambacıların arkasındaki saz heyeti fotoğrafını da çerçeveletmek istiyorum. komik ama napiym. kanuncuya bakın bi.
peşinden semazenler. ben bu "şov" işini sevmiyorum, anlamıyorum. halk oyunları ekibine çevirdiler. kilise korosundan farkı da şudur, bilmek isteyene: kilise korosu "eğlence amaçlı" konser de yapar. yıl sonu gösterisi yapar mesela. ibadetlerine şahit olma değildir yani kilise korosu konserleri. whoopi goldberg teyzemiz gerçek olabilecek bir karakterdir. siz gidip rahibi sahneye taşırsanız, belki dengi olabilir. naomi der ki, her yürüyüş catwalk değildir. eh her dönüş de vals değil şeker. bu konudaki "işimize geldiğinde mevlana, işimize gelmediğinde ırz düşmanı metal heykel" ikiyüzlülüğünü de tüm sevenlere armağan ediyorum. "eteklivedönenruhaniadamlar" oryantalizmi de artık kendine uzaylı bi hal, girmiycem bile. ney de çalınmaz, üflenir. bu bilgiyle hava atan profesörler tanıyorum, kıymetini bilin.
heykel konusunda yeterince dalgalandım da duruldum. haliyle bi daha kabaramiycam. her şeyin ötesinde, tüm bu gösteriler şovlar filan, birer estetik suçu. o ne yani. dekorasyon desen çakma, etraf boğum boğum kadife perde tahminen. yerler pis. herkes terli. havalandırma yok ve ışıklar patlıyo. estetik kaygılarım var. çirkin işte, sinir oluyorum. mümkünse her şey çok güzel olsun, bizi güzellik kurtarsın, sevmek kurtarsın. kirlenmek de güzeldir şeker, benim dediğim güzellik başka, anladın sen. içimdeki ahmet haşim. yani bu ülkeye bu kadar aşkla bağlı olması gerekenler, hani ben vatan hainiyim ya, ne bileyim adı üstünde adamlar milliyetçi hareket partisi, estetik kaygı niye gütmez? güdü güdü. gıdı gıdı. estetik dersi, her eve lazım. bendeki tavan yaptığı için diil, keşke yapsa, da yani tabanda da değilim çok şükür. ay bu iş çok zor yonca. bilmem mi. yazdıkça aklıma bok rengi takım elbiseler, uzun paçalar, yağlı saçlar, taşmış rujlar filan geliyo. elitistan sananlar dişini fırçalasın, anlayanlar kaleye mum diksin.
sothyz ve jelatin ikilisi benim bu estetik kaygılarımı anlar ve hatta bu konuda çatır çatır yazarlar. "birlikte yazmaları gerek" diye düşündüyseniz, sitem ediniz efem. hişt siz ikiniz... etrafta yarı ölü blog bırakmayın. böyle de sataşırım, ifşa ederim.
----------------
bu arada: baaak nolmuuş, hatta baak bu da olmuş, kısa günün kârı.
dikili chp'ye mi kalmış ayrı konu; ama bu da bi şi, bu da bi şi.
diğeri de "exxon valdez çarpasıca" gibi beddualar üretecek kadar içimizden bi vakaydı günlerden 2007'yken. hey gidi günler hey. 500 milyon dolar alay eder derecede düşük bir meblağ bence ama ossun varsın. "41,64 milyon litre petrol 1,930 kilometre uzunluğundaki kıyıyı kirletmişti" diyo haber. türkiye kıyı şeridi uzunluğu 8333 km. ona göre düşünün rica edicem.
ay ya da düşünmeyin. ya sambacı olun ya da semazen; ama sakın heykel yapmayın. kanlı canlı hödüklükler alkışlanırken cansız sevgi gösterilerine diş biliyoruz ne de olsa.
15 Haziran 2009 Pazartesi
bir mezunlar gününün daha sonuna geldik.
gerçi bizimki sıradan bir mezunlar günü değil, koskoca bir "homecoming"dir, havalıdır şeker, cismi isminden belli olmalıdır falan filaan.
3 yıldır gözle görülen fark, stand sayılarındaki artışla doğru orantılı olarak mezunların meydan dışına kaçışı. çimlerde 5 stand ile kafe pi bir rekor kırdı. koca çimleri muhtelif çitlerle karelere bölerek bahçeler ilan edilmiş filan. mezunlara yer kalmadı. minderli yerleri kapanlara imrendiğim için de böyle konuşuyo olabilirim. mehtap hanımcığım mesela, bir koltuk, bir minder olmadan yanımıza oturmadı da oturmadı. nedir, sonra minderi kaptı yanımıza geldi o ayrı. patenli gençler rampalarda takla attı, bi alengirli haller işte. beni yoruyo ama coşku iyidir.
onun dışında, görmeyi beklediğim blogırları göremedim ya da araya standlar girdi. göreceğimden emin olduklarımı gördüm, diğerleriyle manen buluştuk hohoho. çok kalabalıktı yahu. yaşlanıyoruz galiba. kısmi bölüm buluşması, yurttan buluşmalar, taa 1. sınıftaki dans partnerimin bilmem kaç yıl arayla kampüse gelmesi, bir anda 3-5 kişiyi görmeler filan. yine kendince amacına ulaşmış bi mezunlar günüydü. sözler, yapalım edelim, mutlakalar. bu kez yalan olmasın diye kendime bi daha söz. bi de cumartesi üşümesinin devamı pazar titremesi.
alx (link verirken duraksadığımız isimler no.1) "bi not vermişim parmaklarını yirsin" edasıyla kalabalığa karışmak üzereyken görüldü. sonra divad ve pınar ordaydı, peştamalımı serdim, tura çıktım. yürü yürü yürü. kampüsün arka tarafları güzel ve sakin ve boş ve iyi işte. bolca peştamal çimlerin en gerekli şeyi şeker. divad tanıdığım en hoş sohbet adamlardandır, dedikodusu da iyidir bak şimdi, dizimi kırıp oturabildiğim sürelerde konuştuk bolca. şarapçı ve ekürisi kurabiye canavarıyla da bu vesileyle tanışmış olduk.
sonra bir pazar günü, mezunlar gününe rağmen ders çalışması gerekenler de nihayet nihayet yanımıza geldi. kampüs olarak en içten eşlik ettiğimiz şarkı, söyleyenin de tahmin ettiği ve bize ithaf ettiği üzere, fesupanallah oldu. jukebox sonrası levent yüksel. levent yüksel yeni şarkı yapmasın, erkek ajda olsun hep eskileri söylesin. sonra gece 12 civarı doğa firmasının elimize tutuşturduğu "poşet çay ipi asma yeri olan bardak"lar. yani öyle bi fonksiyonu vardır elbet, bütün bardaklar aynı yerden kırılmış olamaz. kuşlu muşlu, pek güzel. çay içtiğim tek yer ofis olduğu için, hemen ofise.
sonra işte, teletabiler gibi bir bir eve.
gözüm ağrıyarak uyandım, hala ağrıyor.
akılda kalmamış olmasını tercih edeceğimiz görüntü: 1. boğaziçi kolbastı yarışması.
çimden bildirdim, bitti.
yaşasın ofisimiz.
3 yıldır gözle görülen fark, stand sayılarındaki artışla doğru orantılı olarak mezunların meydan dışına kaçışı. çimlerde 5 stand ile kafe pi bir rekor kırdı. koca çimleri muhtelif çitlerle karelere bölerek bahçeler ilan edilmiş filan. mezunlara yer kalmadı. minderli yerleri kapanlara imrendiğim için de böyle konuşuyo olabilirim. mehtap hanımcığım mesela, bir koltuk, bir minder olmadan yanımıza oturmadı da oturmadı. nedir, sonra minderi kaptı yanımıza geldi o ayrı. patenli gençler rampalarda takla attı, bi alengirli haller işte. beni yoruyo ama coşku iyidir.
onun dışında, görmeyi beklediğim blogırları göremedim ya da araya standlar girdi. göreceğimden emin olduklarımı gördüm, diğerleriyle manen buluştuk hohoho. çok kalabalıktı yahu. yaşlanıyoruz galiba. kısmi bölüm buluşması, yurttan buluşmalar, taa 1. sınıftaki dans partnerimin bilmem kaç yıl arayla kampüse gelmesi, bir anda 3-5 kişiyi görmeler filan. yine kendince amacına ulaşmış bi mezunlar günüydü. sözler, yapalım edelim, mutlakalar. bu kez yalan olmasın diye kendime bi daha söz. bi de cumartesi üşümesinin devamı pazar titremesi.
alx (link verirken duraksadığımız isimler no.1) "bi not vermişim parmaklarını yirsin" edasıyla kalabalığa karışmak üzereyken görüldü. sonra divad ve pınar ordaydı, peştamalımı serdim, tura çıktım. yürü yürü yürü. kampüsün arka tarafları güzel ve sakin ve boş ve iyi işte. bolca peştamal çimlerin en gerekli şeyi şeker. divad tanıdığım en hoş sohbet adamlardandır, dedikodusu da iyidir bak şimdi, dizimi kırıp oturabildiğim sürelerde konuştuk bolca. şarapçı ve ekürisi kurabiye canavarıyla da bu vesileyle tanışmış olduk.
sonra bir pazar günü, mezunlar gününe rağmen ders çalışması gerekenler de nihayet nihayet yanımıza geldi. kampüs olarak en içten eşlik ettiğimiz şarkı, söyleyenin de tahmin ettiği ve bize ithaf ettiği üzere, fesupanallah oldu. jukebox sonrası levent yüksel. levent yüksel yeni şarkı yapmasın, erkek ajda olsun hep eskileri söylesin. sonra gece 12 civarı doğa firmasının elimize tutuşturduğu "poşet çay ipi asma yeri olan bardak"lar. yani öyle bi fonksiyonu vardır elbet, bütün bardaklar aynı yerden kırılmış olamaz. kuşlu muşlu, pek güzel. çay içtiğim tek yer ofis olduğu için, hemen ofise.
sonra işte, teletabiler gibi bir bir eve.
gözüm ağrıyarak uyandım, hala ağrıyor.
akılda kalmamış olmasını tercih edeceğimiz görüntü: 1. boğaziçi kolbastı yarışması.
çimden bildirdim, bitti.
yaşasın ofisimiz.
14 Haziran 2009 Pazar
iz
arjantin'de arşivler bulunmuş; kayıp arşivleri.
böyle bir arşiv hazine değerinde olmalı. bulan bulduklarının yanına oturup ağlar heralde. binlerce insanın izini bulmak; üstelik arkeolojik kazı değil alt tarafı 25 yıl öncesine dair iz sürerken. kayıplar dolusu rahatlar insan, hafifler.
ben sadece, biz mi daha az arşivci, belgeleyici bir milletiz, yoksa arjantinliler mi arşivlerini yakmayı akıl edemeyecek kadar saf onu düşünüyorum. "karda yürü, iz bırakma" diye bi laf duymamışlar heralde. cık cık cık. çok amatörce.
böyle bir arşiv hazine değerinde olmalı. bulan bulduklarının yanına oturup ağlar heralde. binlerce insanın izini bulmak; üstelik arkeolojik kazı değil alt tarafı 25 yıl öncesine dair iz sürerken. kayıplar dolusu rahatlar insan, hafifler.
ben sadece, biz mi daha az arşivci, belgeleyici bir milletiz, yoksa arjantinliler mi arşivlerini yakmayı akıl edemeyecek kadar saf onu düşünüyorum. "karda yürü, iz bırakma" diye bi laf duymamışlar heralde. cık cık cık. çok amatörce.
11 Haziran 2009 Perşembe
ankardım
gecenin 11'inde kapıyı açıp karşısında beni gören annem durumu ertesi sabah anca sindirdi. allahtan defneye haber vermişim, ikisi birden şoka girebilirdi. kuş gib hop uç hop kon. bütün gün çevre bakanlığı. aay ay. bakanlığın sadece belli saatlerde belli katlara giden 6 asansörü, toplantının yerini bilmeyen görevliler ve 22. kattan 4. kata bir türlü ulaşamayan ben zavallısı. her çilenin bi sonu var tabii ama üstümde takım elbise, sırtımda kolumda çantalar, abesle iştigal bi halde, ağlamaklı ağlamaklı dolanmak, sabahın 9unda hele, hiç iyi gelmedi.
yangın merdiveni, acil çıkış filan var biliyorum; ama en son sabancı center'da kendimi acil çıkışın olduğu, basamaklar dolusu kulemsi yere kitlediğimden beri o tenha merdivenlerle aram iyi diil. ana arterleri açık tutalım şeker. sabancı centerdaki o acil çıkışın da çıkışı yok bu arada. kapıyı açıp merdivenlere doğru ilerliyosunuz, kapı kapanıyo ve bir daha açılmıyo. daha doğrusu, hiçbir kapı içerden açılmıyo ara katlarda. ses de geçirmiyo. çıkışlar da kitli. çünkü o aslında kullnaılmayan acil çıkış. iki tane var. yaa yaa. benim gibi "olsuun laan elimde yemek vaar kalırım burdaağ" eşiğinde aç değilseniz, panik olabilirsiniz. sonra iyi insanlar sizi kurtarır. "kim var ordaağ...... kim var ordaaağ......" seslerine koşarak temiz havaya çıkarsınız.
neyse, toplantı doğası gereği sıkıcıydı. mühim değil. tez yazmak için devlet kapısı aşındıranların eşiği yüksek oluyo, elf türküsü gibi geldi kulağıma valla o monoton tartışmalar.
milyonuncu kez: online check-in ne büyük nimettir öyle.
sonra işte istanbulmuş evmiş, koşarak sevgiliye gidilmiş dı eeend.
yangın merdiveni, acil çıkış filan var biliyorum; ama en son sabancı center'da kendimi acil çıkışın olduğu, basamaklar dolusu kulemsi yere kitlediğimden beri o tenha merdivenlerle aram iyi diil. ana arterleri açık tutalım şeker. sabancı centerdaki o acil çıkışın da çıkışı yok bu arada. kapıyı açıp merdivenlere doğru ilerliyosunuz, kapı kapanıyo ve bir daha açılmıyo. daha doğrusu, hiçbir kapı içerden açılmıyo ara katlarda. ses de geçirmiyo. çıkışlar da kitli. çünkü o aslında kullnaılmayan acil çıkış. iki tane var. yaa yaa. benim gibi "olsuun laan elimde yemek vaar kalırım burdaağ" eşiğinde aç değilseniz, panik olabilirsiniz. sonra iyi insanlar sizi kurtarır. "kim var ordaağ...... kim var ordaaağ......" seslerine koşarak temiz havaya çıkarsınız.
neyse, toplantı doğası gereği sıkıcıydı. mühim değil. tez yazmak için devlet kapısı aşındıranların eşiği yüksek oluyo, elf türküsü gibi geldi kulağıma valla o monoton tartışmalar.
milyonuncu kez: online check-in ne büyük nimettir öyle.
sonra işte istanbulmuş evmiş, koşarak sevgiliye gidilmiş dı eeend.
10 Haziran 2009 Çarşamba
nihayet.
okumakla da olur ama şahsen dinlemek kadar insanı vurmuyor.
nijeryalı tanıdığınız varsa, sıradan anılarından bir kuple paylaştıysa, shell benzin istasyonlarındaki kırmızı sizin için kandır.
ilkokul bahçelerinin orta yerinden petrol borusu geçen bir ülke düşünün. hastanelerden, yoldan sokaktan. gömülmeye bile tenezzül edilmemiş. borulardan sızan petrol olay olmasın diye "şifalıdır, yarasın" diyen hükümet yetkilileri, çocuklarını petrolle yıkayan aileler... daha ne hikayeler, insanlığınızdan utanacağınız. bir diktatör, diktatör var diye orda olan bir firma, ortalık yer para.
sonra bu ülkeden insanlar düşünün, dayanamayan, isyan eden. Mosop: ogoni halkı için uğraşan bi avuç deli. isyanı bastırmak için para alan ve sanatını başarıyla icra eden dikta askerleri, ölenler, öldürülenler, mahkemelenmeler ve 9 idam. benzin yorgunu bir ülke. sürgünde ogoniler ve onların yerinde litrelerce petrol.
shell 15.5 milyon dolar ödeyecek. burda meblağ önemli değil. shell suçunu itiraf etti. etmek zorunda kaldı. kırmızısını kandan aldığını artık shell de kabul ediyor. nihayet, nihayet.
bu haberi okumanın yarattığı rahatlamanın benimle ilgisi yok. ben sonradan duyan, okuyan. bu mutlu haber, hollandada olmaktan vicdan azabı duyarak okuyan Nijeryalı arkadaşlarım için burada. 15 ayı dünyanın dört bir yanından sürgün acısı ve cinayetler dinleyerek geçirdiysem, biz hep beraber duyduklarımıza ağladıysak, insanın ilk paylaştığı şey acılar oluyosa, unutmamak boynumun borcudur.
nijeryalı tanıdığınız varsa, sıradan anılarından bir kuple paylaştıysa, shell benzin istasyonlarındaki kırmızı sizin için kandır.
ilkokul bahçelerinin orta yerinden petrol borusu geçen bir ülke düşünün. hastanelerden, yoldan sokaktan. gömülmeye bile tenezzül edilmemiş. borulardan sızan petrol olay olmasın diye "şifalıdır, yarasın" diyen hükümet yetkilileri, çocuklarını petrolle yıkayan aileler... daha ne hikayeler, insanlığınızdan utanacağınız. bir diktatör, diktatör var diye orda olan bir firma, ortalık yer para.
sonra bu ülkeden insanlar düşünün, dayanamayan, isyan eden. Mosop: ogoni halkı için uğraşan bi avuç deli. isyanı bastırmak için para alan ve sanatını başarıyla icra eden dikta askerleri, ölenler, öldürülenler, mahkemelenmeler ve 9 idam. benzin yorgunu bir ülke. sürgünde ogoniler ve onların yerinde litrelerce petrol.
shell 15.5 milyon dolar ödeyecek. burda meblağ önemli değil. shell suçunu itiraf etti. etmek zorunda kaldı. kırmızısını kandan aldığını artık shell de kabul ediyor. nihayet, nihayet.
bu haberi okumanın yarattığı rahatlamanın benimle ilgisi yok. ben sonradan duyan, okuyan. bu mutlu haber, hollandada olmaktan vicdan azabı duyarak okuyan Nijeryalı arkadaşlarım için burada. 15 ayı dünyanın dört bir yanından sürgün acısı ve cinayetler dinleyerek geçirdiysem, biz hep beraber duyduklarımıza ağladıysak, insanın ilk paylaştığı şey acılar oluyosa, unutmamak boynumun borcudur.
biri gitti, çoğu kaldı.
9 Haziran 2009 Salı
sendeki hava lastiğimde var
bugün az kalsın beni ezecek olan kamyonun önünde bu yazıyodu.
günübirlik gibi bi ankara seyahatim olucak. git gel hop güm. annemlerin yanında uyumaya ve uyanmaya gidiyorum resmen. çevre bakanlığı'na "randevu dilenen tezci kız" dışında bi şekilde gitmek enteresan olacak. daha da enteresanı çenemi tutabilmem olacak ya, kısmet.
balık hafızalı bir milletiz. su konusunda, iki damla yağmurun bizi rahatlatamayacağını kabul etmek gerek. bi zahmet, tasarruf. arabanıza halınıza başlatmayın. misal, van gölü de sizlere ömür. giden treni seyreden öküzler bile daha interaktif, kusura bakmayın. sinir yapıyo bende.
ah naomi, napacağını bilemeden yardım toplayıp sonradan akıl danışmak ne güzel. dostlar alışverişte görsün. ne güzel yahu, ay bize de bekleriz. ay ay bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin. çünkü böyle bi şidir kızların eğitimi konusu, ayaküstü light protokollenmelerde konuşulur. yoo yoo naomi, sorun sende diil, bende. sıcak atmosferlerde hayati konular konuşmadığım için oluyo bunların hepsi.
federer oturup ağladığında, herkes bi sevindi ama herkes aynı şeyi düşündü: "nadalı yenseydin tam olcaktı". ne fena ya, adam 4 grand slam kupası kaldırdı, tarihe geçti; ama nadal kupası diye sanal bir engele takılıyo. kendi de takılıyo üstelik.
semih kaplanoğlu'nun süt-yumurta-bal üçlemesinin balı euroimages desteği alıyormuş. mis gibi mis.
şöyle bi sergi varmış, hatta üçüncüsüymüş. "erkek eli sergisi" diye bi şi olmasa da, zira kadın el işleri dışında kalan her şey erkek sayılsa da ve ben buna gıcık olsam da, süryani işi telkari dediniz mi akan sular durur. üzgünüm, telkari zaafım var. ama "eşine bir miktar da para verip, durumu iyi olmayan genç kızlar için çeyiz almasını istemek" bir nedir, nasıl bir, aaaayh. bilemedim. neyse.
bence n7e şu marmaray kazısından çıkanlara, limana, köye filan da gezi düzenlesin. müze filan yoktur, özel izinle gezelim. ne biliym gidip görelim. icabında tel örgü aşılır. açık teklif. pışt!
bütün linkleri tıklayıp hepsini okuyan varsa sabrına şaşarım.
günübirlik gibi bi ankara seyahatim olucak. git gel hop güm. annemlerin yanında uyumaya ve uyanmaya gidiyorum resmen. çevre bakanlığı'na "randevu dilenen tezci kız" dışında bi şekilde gitmek enteresan olacak. daha da enteresanı çenemi tutabilmem olacak ya, kısmet.
balık hafızalı bir milletiz. su konusunda, iki damla yağmurun bizi rahatlatamayacağını kabul etmek gerek. bi zahmet, tasarruf. arabanıza halınıza başlatmayın. misal, van gölü de sizlere ömür. giden treni seyreden öküzler bile daha interaktif, kusura bakmayın. sinir yapıyo bende.
ah naomi, napacağını bilemeden yardım toplayıp sonradan akıl danışmak ne güzel. dostlar alışverişte görsün. ne güzel yahu, ay bize de bekleriz. ay ay bekledim de gelmedin, hiç mi beni sevmedin. çünkü böyle bi şidir kızların eğitimi konusu, ayaküstü light protokollenmelerde konuşulur. yoo yoo naomi, sorun sende diil, bende. sıcak atmosferlerde hayati konular konuşmadığım için oluyo bunların hepsi.
federer oturup ağladığında, herkes bi sevindi ama herkes aynı şeyi düşündü: "nadalı yenseydin tam olcaktı". ne fena ya, adam 4 grand slam kupası kaldırdı, tarihe geçti; ama nadal kupası diye sanal bir engele takılıyo. kendi de takılıyo üstelik.
semih kaplanoğlu'nun süt-yumurta-bal üçlemesinin balı euroimages desteği alıyormuş. mis gibi mis.
şöyle bi sergi varmış, hatta üçüncüsüymüş. "erkek eli sergisi" diye bi şi olmasa da, zira kadın el işleri dışında kalan her şey erkek sayılsa da ve ben buna gıcık olsam da, süryani işi telkari dediniz mi akan sular durur. üzgünüm, telkari zaafım var. ama "eşine bir miktar da para verip, durumu iyi olmayan genç kızlar için çeyiz almasını istemek" bir nedir, nasıl bir, aaaayh. bilemedim. neyse.
bence n7e şu marmaray kazısından çıkanlara, limana, köye filan da gezi düzenlesin. müze filan yoktur, özel izinle gezelim. ne biliym gidip görelim. icabında tel örgü aşılır. açık teklif. pışt!
bütün linkleri tıklayıp hepsini okuyan varsa sabrına şaşarım.
6 Haziran 2009 Cumartesi
cumtes
askılı-şort-sandalet. yaşasın haziran.
yaşasın ıslak saçlarla sinüzit olma korkusunun bitişi.
kitapsızlığa sevgili desteği, ah hem de çağlar keyder hem de istanbul.
reflüm olduğunu kabul etmem gerekiyo artık. taze soğan ve sarımsak yiyemiyorum. kokusunda bile asit sörfü. pişince de abartamamak gerekiyo. oysa makarna dediğin şey zeytin yağı, domates, sarımsak ve keyfe göre fesleğen, keyfe göre nane içermelidir. marisolle bu duruma "TOG" diyoduk: tomato-olive oil-garlic. her yemekte olmalı. kendisi bi de peynir katıyodu ama her yemek yani. neyse, bence sarımsak insanoğlunun pişirmeyi akıl ettiği için gurur duyması gereken bir nimettir.
marisol demişken, şu haberdeki olaylardan bahsederdi hep uzun uzun. bezmiş bi şekilde. umutsuz. "isyankar"ların yanında katıldığı yürüyüşlerde beyaz tenli, kızıl saçlı oluşundan utanışını anlatırdı, polis ona hiç vurmadığı için. yakın tarihinde öğretmenler sendikasının diktatöre destek oluşu gibi fantastik detaylar, "altın yol"cular, falan filan: peru çok bi tanıdık bi ülke. kişiler değişse de roller aynı. hiç işiniz yoksa tarihini okuyun.
dün yuva'yı izledik. bir sürü sayı, oran, uyarı havada uçuştu. gerçeklik kayboldu. kaynadığını fark etmeyen kurbağalar gibiyiz, bi kez daha içim daraldı. bi kez daha niye 15 ay kendime eziyet den haag günleri yaşadığımı, okurken aslında ne kadar umut dolu olduğumu hatırladım. bi kez daha kendime aferin dedim, sonra flash-forward yaşayıp bugüne döndüm, kendime sustum. bi kez daha henüz 25 bile olmadığımı düşündüm, iyi geldi. bi kez daha... öyle işte, sustum izledim.
carrefour ve migros reklamları dönüyor dönüyor. bi durup izleyin, kumaş çantanız olsun.
ortaokul-lise yaşlarımızla iş hayatımız arasındaki cennet döneme üniversite diyoruz. bi düşünün. üniversite öncesi ve sonrası sabah uyanma saatleriniz nerdeyse aynı. gün içinde okulda/işte geçirdiğiniz süre de aynı. patron stresiyle öss stresi de yarışabilir. haftasonlarını aynı heyecanla bekliyosunuz. yani üniversite, her şeyden önce zamandır. boş vakittir. zaten aslında en çok bunun için özleniyo. yükseklisans ve sonrası için aynı şeyi diyebilir miyim bilmiyorum.
okyanus ötesi beklenen paket hala gelemedi. şu an gümrükçü amcalar arasında çiçekli taç takan olabilir.
gidip bir sürü peruk deneyesim var. siyah saçlı olsam nolurmuş, platin, kızıl olsam falan filan. olacağımdan değil, merak ediyorum. ama deneyip deneyip almayan müşteriler tarafından oyuncakçıya çevrilmiş mağazanın sahibinden çok utanıyorum. zaten bende alıcı tipi görmeyecek, niyetim baştan belli. öfleye pöfleye sabredecekler. bari adam üç-beş kazansın. denenen peruk başına 1 lira alsa, o bile bi şidir.
mayın temizlemesi bile başlı başına mesele olan bir ülkeyiz. sanki çok yeni bir konuymuş gibi amerikanın tekrar keşfiyle uğraşıyoruz. derin nefesler alıp "iş görmeyişini meşrulaştırmaya çalışan 550 insanı seyrediyorum. üstüne diğer kurumların kadrolarını da ekleyebilirsiniz. bu abidik gubidik tartışmaların hepsi, "bakın böyle böyle sorunlar olduğu için bundan önce bi şi yapamamıştık" şovundan başka bi şi diil benim için. üstüne de tabii ki "ama naparsınız, bitmek bilmeyen cesaretimizle işin peşindeyiz" propagandası. daraltıcı. sivil toplum diye bi şi duymamış ülkemizde "uluslararası sivil toplum" iyice gizli formül gibi kalıyor galiba. oysa mümkün. neyse susuyorum. ah mayın da neymiş, patlar mıymış. kahrol düşman al sana bomba.
roland garros (hep metin ucayı anıyorum: rolınd gros deyişini) devam ediyo. nadal yok, federer 5 sette de olsa var. söderling diye bi isveçli türemiş, yeniler geliyomuş. çok da izleyemedim bu yıl; ama bari finaller izlensin. kadınlar tarafını hepten es geçmiş haldeyim. finaller heyecanlı ama. yanımdaki yorumcu eurosport'taki komik adamlardan çok daha net yorum yapıyo, şanslıyım. eurosport'un tenis yorumlarını geçen yıllarda duyduğum "adeta raketle dans ediyor.. yani topla dans ediyor.. yani raket ve topla rakibini dans ettiriyor" ikileminden sonra dinlemeyi bıraktım. bir de tabii efsanevi "hadi roger.. ah bee" sesi var ki, ağlamak istiyorum sayın seyirciler.
futbola karşı çok yüzeysel bir "ne yani, 90 dakika izliycem ve tek bir gol mü olacak" tavrım olduğundan, basketbolu yeğlerim. voleybol da bi derece. hareket bereket, skor güzel şey. ama tenis açık ara favorim, bi şi izliyosak tenis maçı olsun. çok daha bireysel, çok daha heyecanlı. annemin yaz sıcağında soğuk efesle yaptığı tezahüratlar eşliğinde gelsin roland garros, gitsin wimbledon, aylar geçirirdik biz. şimdi burda, tenis bi adamla izlemek ayrı bi zevk.
yaşasın ıslak saçlarla sinüzit olma korkusunun bitişi.
kitapsızlığa sevgili desteği, ah hem de çağlar keyder hem de istanbul.
reflüm olduğunu kabul etmem gerekiyo artık. taze soğan ve sarımsak yiyemiyorum. kokusunda bile asit sörfü. pişince de abartamamak gerekiyo. oysa makarna dediğin şey zeytin yağı, domates, sarımsak ve keyfe göre fesleğen, keyfe göre nane içermelidir. marisolle bu duruma "TOG" diyoduk: tomato-olive oil-garlic. her yemekte olmalı. kendisi bi de peynir katıyodu ama her yemek yani. neyse, bence sarımsak insanoğlunun pişirmeyi akıl ettiği için gurur duyması gereken bir nimettir.
marisol demişken, şu haberdeki olaylardan bahsederdi hep uzun uzun. bezmiş bi şekilde. umutsuz. "isyankar"ların yanında katıldığı yürüyüşlerde beyaz tenli, kızıl saçlı oluşundan utanışını anlatırdı, polis ona hiç vurmadığı için. yakın tarihinde öğretmenler sendikasının diktatöre destek oluşu gibi fantastik detaylar, "altın yol"cular, falan filan: peru çok bi tanıdık bi ülke. kişiler değişse de roller aynı. hiç işiniz yoksa tarihini okuyun.
dün yuva'yı izledik. bir sürü sayı, oran, uyarı havada uçuştu. gerçeklik kayboldu. kaynadığını fark etmeyen kurbağalar gibiyiz, bi kez daha içim daraldı. bi kez daha niye 15 ay kendime eziyet den haag günleri yaşadığımı, okurken aslında ne kadar umut dolu olduğumu hatırladım. bi kez daha kendime aferin dedim, sonra flash-forward yaşayıp bugüne döndüm, kendime sustum. bi kez daha henüz 25 bile olmadığımı düşündüm, iyi geldi. bi kez daha... öyle işte, sustum izledim.
carrefour ve migros reklamları dönüyor dönüyor. bi durup izleyin, kumaş çantanız olsun.
ortaokul-lise yaşlarımızla iş hayatımız arasındaki cennet döneme üniversite diyoruz. bi düşünün. üniversite öncesi ve sonrası sabah uyanma saatleriniz nerdeyse aynı. gün içinde okulda/işte geçirdiğiniz süre de aynı. patron stresiyle öss stresi de yarışabilir. haftasonlarını aynı heyecanla bekliyosunuz. yani üniversite, her şeyden önce zamandır. boş vakittir. zaten aslında en çok bunun için özleniyo. yükseklisans ve sonrası için aynı şeyi diyebilir miyim bilmiyorum.
okyanus ötesi beklenen paket hala gelemedi. şu an gümrükçü amcalar arasında çiçekli taç takan olabilir.
gidip bir sürü peruk deneyesim var. siyah saçlı olsam nolurmuş, platin, kızıl olsam falan filan. olacağımdan değil, merak ediyorum. ama deneyip deneyip almayan müşteriler tarafından oyuncakçıya çevrilmiş mağazanın sahibinden çok utanıyorum. zaten bende alıcı tipi görmeyecek, niyetim baştan belli. öfleye pöfleye sabredecekler. bari adam üç-beş kazansın. denenen peruk başına 1 lira alsa, o bile bi şidir.
mayın temizlemesi bile başlı başına mesele olan bir ülkeyiz. sanki çok yeni bir konuymuş gibi amerikanın tekrar keşfiyle uğraşıyoruz. derin nefesler alıp "iş görmeyişini meşrulaştırmaya çalışan 550 insanı seyrediyorum. üstüne diğer kurumların kadrolarını da ekleyebilirsiniz. bu abidik gubidik tartışmaların hepsi, "bakın böyle böyle sorunlar olduğu için bundan önce bi şi yapamamıştık" şovundan başka bi şi diil benim için. üstüne de tabii ki "ama naparsınız, bitmek bilmeyen cesaretimizle işin peşindeyiz" propagandası. daraltıcı. sivil toplum diye bi şi duymamış ülkemizde "uluslararası sivil toplum" iyice gizli formül gibi kalıyor galiba. oysa mümkün. neyse susuyorum. ah mayın da neymiş, patlar mıymış. kahrol düşman al sana bomba.
roland garros (hep metin ucayı anıyorum: rolınd gros deyişini) devam ediyo. nadal yok, federer 5 sette de olsa var. söderling diye bi isveçli türemiş, yeniler geliyomuş. çok da izleyemedim bu yıl; ama bari finaller izlensin. kadınlar tarafını hepten es geçmiş haldeyim. finaller heyecanlı ama. yanımdaki yorumcu eurosport'taki komik adamlardan çok daha net yorum yapıyo, şanslıyım. eurosport'un tenis yorumlarını geçen yıllarda duyduğum "adeta raketle dans ediyor.. yani topla dans ediyor.. yani raket ve topla rakibini dans ettiriyor" ikileminden sonra dinlemeyi bıraktım. bir de tabii efsanevi "hadi roger.. ah bee" sesi var ki, ağlamak istiyorum sayın seyirciler.
futbola karşı çok yüzeysel bir "ne yani, 90 dakika izliycem ve tek bir gol mü olacak" tavrım olduğundan, basketbolu yeğlerim. voleybol da bi derece. hareket bereket, skor güzel şey. ama tenis açık ara favorim, bi şi izliyosak tenis maçı olsun. çok daha bireysel, çok daha heyecanlı. annemin yaz sıcağında soğuk efesle yaptığı tezahüratlar eşliğinde gelsin roland garros, gitsin wimbledon, aylar geçirirdik biz. şimdi burda, tenis bi adamla izlemek ayrı bi zevk.
5 Haziran 2009 Cuma
üç nal bir at.
dövme arayışım (şimdilik) bitmiştir.
bilinen bi şi, yepyeni değil; ama böylesi güzel, yeri güzel.
şimdi yer, zaman, kararlılık, cesaret falan filan gerek. bkz. başlık.
tabii her an değişebilir.... pof yine mi olmadı ki ne.
bilinen bi şi, yepyeni değil; ama böylesi güzel, yeri güzel.
şimdi yer, zaman, kararlılık, cesaret falan filan gerek. bkz. başlık.
tabii her an değişebilir.... pof yine mi olmadı ki ne.
4 Haziran 2009 Perşembe
feşmekan
ayh 3 gündür çok saçma bi şekilde ofiste değildim, can sıkıcı bir şeydi. gerçi iyi bir zamanda ofise ara verdim, ama 3 gün uzun. ofis de sıkıcı ama napiym en azından iş güç hallediyosun, her daim koket durman gerekmiyo. bir kez daha: benden organizasyoncu filan çıkmaz. pazarlamacı hiç çıkmaz. "10 saat süren toplantıda dikkati dağılmadan dinleyip not tutan kız" çıkar; o da konuya bağlı. cık yani. zaten öyle bi meslek yok, ona öğrencilik diyolardı, onu da geçtim artık. ne sıkıcı bi ilk paragraf şeker.
yıllardır blogunu takip ettiğim kişiler mezun oluyo/ oldu. öyle tek tük de değil yani, topluca. bildiğin "bloggır mezun günü" filan yapılabilir, online balo gerçekleştirilebilir. kep töreni hatta.. haliyle burdan anlıyoruz ki ben ağırlıklı olarak benden küçükleri okuyorum. ellerimle büyüttüm hepsini. az önce saydım, en az bi 5-6 çıkardım mezuniyet vakti gelen. eh az diil. şimdi bu insanlar mezun olunca bi süre bi "ay napcam ben" krizi yaşiycaklar, ki doğal. sonra ne yapacakları belli olucak. işte bütün bu sürede ben bencilce "ya blogu boşlarlarsa" derdindeyim. yahu az değil gerçekten. yarısı doğrudan işe girse ve bloga vakit bulamasa, 3 blog kaybı eder. daha bile fazla sayı. okumaya devam etsinler o yüzden bence. blogır bursu konsun. bi yandan da, hayat onları nereye sürükleyecek (ne kadar tavuk suyuna çorba bi kalıp bu) merak ediyorum.
ay yazdım sildim. olur öyle.
"iş kıyafeti alışverişi" denen depresif şeyi bitirdim. döne döne giyicem, permütasyon kombinasyon, her şey hazır. bi akşam vakti delirip bi batında hallettim. bundan sonra da anca "acaba rahat ütülenir mi" derdi olmayan ürünlere bakıcam ve hiçbirini almiycam. yeter. yok ütüsü, yok temizliği, yok kuru temizlemesi, yok paçası, yok yakası.. aaaaa. sırf tulum giyiliyo diye kaynak işçisi olmayı düşünmeye başlamıştım.
akp demek edepsizlik oluyomuş. yüksek seçim kurulu basıp basıp önümüze oy pusulası diye koyarken haberi yokmuş demek ki. bu ara okuduğumu anlamıyorum resmen. işsizlik maaşlarını diyo heralde. memur maaşına gelene kadar, asgari maaştan filan da konuşabiliriz ama yine nakaratlanmak isteyen var mı bilmem. bence başbakanın tatil vakti gelmiş. geçen senelerde de olmuştu, bi deniz havası iyi geliyodu.
mevsim bitkileri güncellemesi: kayısı, kiraz ve dut. mahallemizin meyvelerinden. ağaçlar dolusu kayısı kaplı etraf. ayrıca sabah bastığım dut da açılışı yapan bi diğer meyve. sarmaşık güller de açtı ayrıca.
geçen gün balkondan kafama "buzla karışık artık yemek" atan 2 velet... allahtan sıyırıp geçti. hem kafamı yaracaktınız hem de içine havuç dolduracaktınız. kikir kikir içeri kaçtınız zaten, kızamadım. bu ne yani, hem buz, hem de yemek. iyice gaddar olmuş bu çocuklar.
mezunlar günü geliyo. burdan sothyz hanıma açık davet: görüp de merhaba demeyeni aynı gün pelin öpsün. çimler çimler ne güzel olucak. mezunlar gününü bütün garabet kalabalıklığına rağmen seviyorum ben.
geçen seneki mezunlar gününde el ele, şimdi yine. yineler güzel şeyler blog. yineler boyunca güzel şeyler yinelenince filan.
kış fotoğrafları da. kış fotoğraflarına bakmak da. manzara da.
yıllardır blogunu takip ettiğim kişiler mezun oluyo/ oldu. öyle tek tük de değil yani, topluca. bildiğin "bloggır mezun günü" filan yapılabilir, online balo gerçekleştirilebilir. kep töreni hatta.. haliyle burdan anlıyoruz ki ben ağırlıklı olarak benden küçükleri okuyorum. ellerimle büyüttüm hepsini. az önce saydım, en az bi 5-6 çıkardım mezuniyet vakti gelen. eh az diil. şimdi bu insanlar mezun olunca bi süre bi "ay napcam ben" krizi yaşiycaklar, ki doğal. sonra ne yapacakları belli olucak. işte bütün bu sürede ben bencilce "ya blogu boşlarlarsa" derdindeyim. yahu az değil gerçekten. yarısı doğrudan işe girse ve bloga vakit bulamasa, 3 blog kaybı eder. daha bile fazla sayı. okumaya devam etsinler o yüzden bence. blogır bursu konsun. bi yandan da, hayat onları nereye sürükleyecek (ne kadar tavuk suyuna çorba bi kalıp bu) merak ediyorum.
ay yazdım sildim. olur öyle.
"iş kıyafeti alışverişi" denen depresif şeyi bitirdim. döne döne giyicem, permütasyon kombinasyon, her şey hazır. bi akşam vakti delirip bi batında hallettim. bundan sonra da anca "acaba rahat ütülenir mi" derdi olmayan ürünlere bakıcam ve hiçbirini almiycam. yeter. yok ütüsü, yok temizliği, yok kuru temizlemesi, yok paçası, yok yakası.. aaaaa. sırf tulum giyiliyo diye kaynak işçisi olmayı düşünmeye başlamıştım.
akp demek edepsizlik oluyomuş. yüksek seçim kurulu basıp basıp önümüze oy pusulası diye koyarken haberi yokmuş demek ki. bu ara okuduğumu anlamıyorum resmen. işsizlik maaşlarını diyo heralde. memur maaşına gelene kadar, asgari maaştan filan da konuşabiliriz ama yine nakaratlanmak isteyen var mı bilmem. bence başbakanın tatil vakti gelmiş. geçen senelerde de olmuştu, bi deniz havası iyi geliyodu.
mevsim bitkileri güncellemesi: kayısı, kiraz ve dut. mahallemizin meyvelerinden. ağaçlar dolusu kayısı kaplı etraf. ayrıca sabah bastığım dut da açılışı yapan bi diğer meyve. sarmaşık güller de açtı ayrıca.
geçen gün balkondan kafama "buzla karışık artık yemek" atan 2 velet... allahtan sıyırıp geçti. hem kafamı yaracaktınız hem de içine havuç dolduracaktınız. kikir kikir içeri kaçtınız zaten, kızamadım. bu ne yani, hem buz, hem de yemek. iyice gaddar olmuş bu çocuklar.
mezunlar günü geliyo. burdan sothyz hanıma açık davet: görüp de merhaba demeyeni aynı gün pelin öpsün. çimler çimler ne güzel olucak. mezunlar gününü bütün garabet kalabalıklığına rağmen seviyorum ben.
geçen seneki mezunlar gününde el ele, şimdi yine. yineler güzel şeyler blog. yineler boyunca güzel şeyler yinelenince filan.
kış fotoğrafları da. kış fotoğraflarına bakmak da. manzara da.
2 Haziran 2009 Salı
az uyumaktan hepsi
böyle toplantılarda filan, "blog nedir, blogcuların gücü" konulu "geleceği bugünden yakalama" ipuçları duyuyorum bazen. kendi kendime en ciddi halimle hmm hmm diye kafa sallıyorum; ama bi gün fırlayıp "benim de blogum var! hahayt az bile dediiii çok daha güzel bi şi bi kereee" filan deme ihtimalim var. bugün de oldu misal.
galiba bu yüzden geçenlerde rüyamda şöyle bi sahne gördüm: toplantıdayım, çok ciddi bi halde bi şiler dinliyorum. takım elbiseli. takım elbiseli günler ciddi günlerdir çünkü. derken masa altından bana bi not geliyor: "deryiksin, biliyorum". imzasız. karşımda 10 kişi var, hangisi anlayamıyorum. sonra 2-3 tane daha geliyo aynı nottan. ve iş yerinde blogır çalıştırmak yasakmış. "napçam ben?!" diyorum, ellerinde "evet bu kız bi deryiktir" tutanaklarıyla beni tehdit ediyolar. sonra ben sıçrayarak 4 saatlik uykumun sonuna geliyorum, gün başlıyo.
galiba bu yüzden geçenlerde rüyamda şöyle bi sahne gördüm: toplantıdayım, çok ciddi bi halde bi şiler dinliyorum. takım elbiseli. takım elbiseli günler ciddi günlerdir çünkü. derken masa altından bana bi not geliyor: "deryiksin, biliyorum". imzasız. karşımda 10 kişi var, hangisi anlayamıyorum. sonra 2-3 tane daha geliyo aynı nottan. ve iş yerinde blogır çalıştırmak yasakmış. "napçam ben?!" diyorum, ellerinde "evet bu kız bi deryiktir" tutanaklarıyla beni tehdit ediyolar. sonra ben sıçrayarak 4 saatlik uykumun sonuna geliyorum, gün başlıyo.
daha çok uyku, daha az saçmalama.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)