31 Ekim 2007 Çarşamba

imren

imren diye bi isim var. cümle içinde kullaniym: ilk kadın bakanımız imren aykut. kullandım. imren aykut demişken, içimden niyeyse imren hanımın annesinin ilk aşkının adı da bi tesadüf eseri aykutmuş, "bak gör de imren, aykut aptalı... kaçırdın benim gibi kızı!" mesajını öz kızının nüfus kağıdına çakmışmış gibi bi his geldiii geçtiii... süper olurdu da konumuz imren hanım değil. ne de olsa her kadın bir kez aklından "oğlum olursa ilk kalp kırıklığımın adını vericem, adam gibi büyütücem" fantezisi geçirmiştir ve bunu bilen her erkek oğlunun adına şüpheyle yaklaşır. neyse, konumuz bu da değil.

imreniyorum efendim bu ara. tuhaf şeylere...
misal, 4 saat uyuyup sonra okuyazokuyaz üreten arkadaşlarım var. tamam hepsi sigara fosurduyo, patates cipsi ve patlamış mısırla yaşıyo; ama biz sağlıklı beslendik de noldu yani. bunların yanında koşuya falan da çıkıyolar. deli bi şi. enerci.

sonra pusetteki bebeklere. kolları iki yana ağzını tamamen açıp uyu. oooh mis. bu pozisyonda hareket etmeyi sürdür, üstelik sıfır enerji kaybı.

topuk üstünde koşturan kocaman kadınlar. bi kere buradaki hanımefendilerin bayaa haşmetli olduğunu belirtmek isterim. iriler. topuklu ayakkabı giyiyolar. askeri tempoda yürüyüolar. ağırlık merkezlerinin nerde olduğunu bilmiyorum; ama dengedeler. oysa ben her an yatağıma düşmek orda kalmak ve zzzz......

"güne kahveylee başladıımm" insanları. güne başlamayı geç, ben normalde kahve içemiyorum pek, çarpıntı yapıyo. ama zannımca, bu güne kahveyle başlama durumu kafein bazlı bi enerji, bi ayıklık hali yapıyodur. hah işte ben o hissi istiyorum. çayı denedim olmadı. sihirli iksir gibi benim için sabah kahvesi. sabahları 10 horoz gücünde uyanık olmak istiyorum.

ben bugün yemin ederim 8:30'da kalkmıştım aslında. yani yataktan çıkmıştım, uyanmak/ düşmek/ kalkmak arası bi eylemle... kendime rağmen... neyse, midem bulandı çok fena. uyumam gerekiyodu, direnmedim. oysa 1de mi ne yattım ben en geç... napalım bünye meselesi. hem sıcak bi yatak varken soğuk suyla yüzünü yıkayanlardan olamadım ben. icabında o çapaklar vücudumun yatakdışı sıcaklığa alışmasını bekleyebilir. hiç yani. bu da bi bahane- odam bence aşırı sıcak. pencere açık yatamıyorum, boynum tutuluyo. pencereyi kapıyorum havasız. kaloriferi kapatıyorum sabaha karşı soğuk, az buçuk açıyorum alevler içindeyim. oksijensiz kalan beyin uyansa nolur uyanmasa nolur. laf.

ama bi kahvaltı etmişim... beyaz peynir falan. mis.

falan feşmekan deryik hanım. faso fiso. bugün sanki ben bunları daha önce yazmıştım hissi veren tam 587 kelime yazdım, bi de yalan söyledim. yanımda duran kitaplara bakıp o piti piti yöntemiyle bi metodoloji, gak gak gubarak bi şiler belirlemem ve yazmam gerek.

ben cümle içinde "it", "them" falan dediğimde, "bu it neyi gösteriyo, them kim?" diye sıkılmadan soran bi hocam var. yuvarlak içine almış. halbuki biz bunu ünite 3'te işlemiştik hocam. misal:

*guys find me hot and i find them nuts.

burda them=guys oluyo. neyse hocam yaa.. fransızlığınıza veriyorum. bi daha it nedir derseniz bizim karabaşı çağırıcam. ho-ho-ho deryik komik misin nesin. nedir işte, saat beş... bari git beleşe yerleş, bi işe yara.

30 Ekim 2007 Salı

işgör

şöyle bi mail aldım:

derya merhaba, sanırım unuttun hatırlatmam gerekiyo. ben X, senin danışmanın oluyorum, sen bi tez yazıyosun. hala görüşmeye gelmedin, ofisim şu bu, hani unuttuysan, hatırlatırım.

evet acı acı acı. bu perşembe günü istanbul'dan bir prof gelecek. benim profum, proce profum, hem hocam hem işverenim. sonra yukardaki hocam, prof ve ben yemeğe gidicez. 2 akademik ve bir tembelin bir araya gelmesinde olacağı üzere bir yemek boyu benim iş görememe halimi masaya yatırıcaz. istemiyorum. kaçış yok. perşembeye kadar görüşmeye eli dolu gidip kısmen yırtmam şart. saat 12.20, saçım yeni kuruduğu için yele gibi kabarık, açım, bilgisayar hala bozuk ve yine yeniden uykum var. iş göremiyorum. bu ara durum bu. önümde 2 hafta önce yazılmış bi 27 sayfa ve bendeniz onu hiç sevmiyorum şu an. habire baştan yazmalar hali de sıkıntılı; içe sinmeme hali geçmiyor. erteliyorum erteliyorum iş göremiyorum. bugün bi şiler değişmeli yoksa kendimden umudu kesicem. ayıp yahu. hala röportaj lazım. şaka gibiyim gülemiyorum. bu da geçer ama nasıl olur bilmiyorum.


oysa bi kavanoz nutellanın çözemeyeceği stres yok.

ve fizik dersimiz der ki, yer değiştirme sıfırsa iş yapmış sayılmazsın.

28 Ekim 2007 Pazar

terör, şiddet ve tepki

işler ne kadar da kolayca sınırlarını aşıp çığrından çıkıyor di mi? herkes elele terörü lanetliyordu da bir anda işyerlerinin yağmalanması aşamasına nasıl geldik? adı/yüzü veya sıfatı yüzünden dayak yiyen, bıçaklanan, tehdit edilen veya zarara uğrayan insanlar varken, teröre hakikaten şiddetli bi hayır diyoruz.

terörle şiddet arasındaki temel fark, zannımca, şiddetin çok daha genel bi kavram oluşu. yani terör bir şiddet çeşidi. zaman zaman eşanlamlı kullanılsa da, yine zannımca, terör kavramının hukuki bir farkı vardır, haliyle bu yüzden PKK'yı terör listesine sokmak mühimdir; zira kimse şiddet yok demiyo ama adını da koymuyo. terör kısmını bi kenara koyarsak, bunun dışındaki şiddet çeşitleri de bir topluma eşit derecede, üstelik çaktırmadan, zarar verebilir.

şiddet biriken bir şey bence. hararetli ömürler tükettikçe patlayacak yer aramaların, gaza gelişlerin, gaza getirmelerin sonucu şiddet. sinir çıkarma aracı. bir tecavüzcünün bütün bir şehir tarafından linç edilmesini izlerken mesela, sizi bilmem ama ben histerik bir toplu şiddet görüyorum: tecavüzcü suçsuz olduğu için değil; masasında gazete okuyup çay içerken bi anda adamı öldürmek istediğine karar veren ve bunu da bi şekilde meşru gösteren ("şehrimizin adını kötüledi") bir güruh. ve sorumluluğun dağılması, darma duman, havada asılı, kimseye ait olmayan bir şey haline gelmesi. sorumluluktan uzaklaşmış ve her an her şeyi yapabilme hakkını kendinde gören bir güruh. en korkunç şey. hak, hukuk, adalet ve ceza mahkemesiymiş takmadan, dümdüz, kendi aklına, fikrine ve tahminen hayat boyu biriktirdiği bütün hınçların o yükselen, adrenalin yüklü patlamasıyla yaratılan bir şiddet: ve bu şiddet de yavru köpeğe sahip çıkan mahalle halkı kadar insani bi şey. galeyana gelme ihtimalimiz hep var. bununla barışmak ve bi şiler yapmak lazım. pire için yorgan yakma ara gazı.

ne acıdır ki, misal gazetelere baktıkça, benim aklıma 6-7 Eylül olayları geliyor. "Atatürk'ün evi bombalandı" haberiyle ve bi anda ortaya çıkıveren provakatörleriyle dükkan yağmalayan, insan kovalayan, ev basan, bunu da "vatan millet sakarya" için, kıbrıs için yapan yığınlar. İçinde bulundukları ruh halini anlamak zor değil; bu ülkede Atatürk dediğinizde, hele bi de "evini yunan bombalamış" dediğinizde, akan su durmaz, tersine akar. ama 2 gün süreyle şiddete teslim sokaklardan sonra... yıllar sonra... dönemin hükümetinin bu bombalama işinin arkasında olduğu, bu yaratılan ruh halinin kıbrıs politikalarında kullanıldığı, tek bir adamın 4-5 ayrı topluluğu organize edip insanlara bayrak ve resim dağıttığı ortaya çıktı. Bir hakimin günlüğünden. belgelerle. dönem hükümetinin yıllar sonra "evet yani biraz dahildik öhöm" laflarıyla... ve halen bu acının sergisi yapıldığında elinde yumurta ve domatesle baskına gelenler oluyor, evet. ama büyük bir çoğunluk da bu güruhu "gerçeklerle yüzleşmeye" çağırıyor- umarım.

işte şiddetin yaratılması böyle kolay bir şey. bir hedef koyarsın.belirsiz, bulanık ve çok genel. dişe diş, kana kan hedefler. öc almak için konmuş hedefler. sonra insanların vatansever duygularının sömürüsü ince ince işlenir. ben sanmıyorum ki bu saldırılara karışanların hepsi psikopat katiller olsun- "akan suların durduğu" anlardan birinde olduğunu sanan, iyi bi şi yaptığını sanan insanlar da vardı: zira başarı bu insanları şiddetin iyi olduğuna ikna edebilmiş olmak, sorgulamalarına izin vermeden hedefe doğru gütmekte. ha, bu da bizim koyun kafalı bir millet olmamızdan kaynaklanmıyor, hayır; bu bizim değerlerimizin bizim için aşırı hassas, aşırı kıymetli olmasından kaynaklanıyor. Bu değerlerle olan bağ analitik değil duygusal; bunda kötü bir şey yok ama analitik düşünmeye sekte vuracak aşamaya geldiğinde bir duygular havuzu dolusu şiddet oluyor işte elde. günlük falında "duygularınızla karar vermeyin, mantığınızı koruyun" tavsiyelerini okuyan binlerce insan, hayır bunu sadece sevgilisiyle ayrılma kararına uyguluyor.

savaş konusunda duygusal davranmak çok tehlikeli. savaş fazlasıyla analitik bir şey. bu sadece savaş teknikleriyle değil, toplumsal hafıza, sivil savaş vs vs kısmıyla da analitik bir şey. bu mesela, "türk milleti aslanlar gibi kükrüyor, tepkisini gösteriyorrrr" nidalarında gizli bir şey. türk milleti bi durup düşünmüyor: yahu illa bu askerler mi ölmeliydi tepki için? önceki tepkilerimi niye kimse ciddiye almadı? terörist askeri öldürdü diye ben niye kahvehane taşlıyorum? bu ikiliklerde kaybolup gitmiş yıllarım varken, yine niye oluyor bu? bu tabii ki duygusuzca strateji analizi yapalım demek değil; ama o duyguların sebebini sonucu da kaale almak.

daha da enteresanı, bence düşünme gerektiren kısmı, bu tepkilerin hiçbirinin devlete yönelmeyişi, devletin aksine bunları çok güzel bi şekilde "birlik beraberlik" aracı olarak kullanması. hedef terör tamam, ama devletin temel görevi beni korumak değil mi? herkes ağlıyor, anlıyorum; ama dediğim gibi, ben savaşın analitik kısmının ortadan yok edilmesini çok tehlikeli görüyorum. "Ey devlet, hesap ver!" diye de yürür mü yüzbinler? "bunca yıldır yeter bu acı!" diyebilir mi? misal, paşambüyükanıt'a, "sen sus artık halk konuşuyor!" denebilir mi? denemez. paşambüyükanıt mağrur bi şekilde teşekkür eder. "bize bu acıları yaşatanlara hayal edemeyecekleri acılar yaşatıcaz" der mesela. "he ya yaşatıcazzz" der güruhlar. belki kıyıda köşede, "ben vatan sağolsun demiycem" diyen o şehit annesini hatırlayan olur. niye öyle dediğini bi düşünürüz.

neyse, bu "tsk/devlet hiçbi şi yapmadı" yazısı değil, tabii ki... ama sokak ortasında evi- işyeri taşlanan sıradan insanların korunmasında devlet bu sefer biraz daha ortaya çıksa mesela... yine güruhlar halinde hareket etmesek... ben mesela, "bayraklı 1 milyon facebook profili" gibi bi şi gördüm. ah çetin altan, türkün türke propagandası. ne olacak allah aşkına? "teröre tepki gösteriyoruz"sa eğer- göstermeyen mi var, varsa sizin arkadaş listenizde işi ne? vs vs... çocuk oyunu sanki. pal sokağı. halbuki bayrak kutsaldı hani? o bayrağın altında namusuyla şerefiyle iş gören insanları sokak ortasında bıçaklayanların eline yakışmayacak kadar kutsaldı sanki? her durumda ya bismillah elde bayrak bi de atatürk fotoğrafı görünce, sanki insanlar bunları hep sokak kapılarının kenarında tutuyor da ilk vukuatta kapıp sokağa fırlıyor gibi hissediyorum.

dedim ya, şiddet bir sürü şekilde ortaya çıkıyor. kilometrelerce uzaktan gazeteleri takip eden bu kız da bu aralar hep 6-7 eylül olaylarını hatırlıyor. "aynı şey değil" diyeceksiniz, biliyorum. ama hiç mi benzerlik yok? domino etkisiyle, TKP'den tutun Afrika kökenli Türklerin derneğine, saçı uzun olanlara falan- herkes sıra dayağından geçiyor. en başta bahsettiğim, biriken ve büyük bir toplu adrenalin fışkırmasıyla ve tabii ki sorumluluğu üstünde kesinlikle hissetmeyen ("vur dediler vurdum") bir topluluğun hışmı bu şiddet. soğuk savaş zamanında taksimdeki rus lokantası "kömünist" damgası yememek için nasıl rus salatasını "amerikan salatası" diye satmışsa (ve halen bugün onun adını amerikan salatası sanan binlerce türk varsa...) yağmadan sonra "hepimiz türküz" afişi koyan adamın çaresizliği de aynı: vurmayın bana!

bu yazı şunun için yazıldı: samimiyetle acıları paylaşanlar, samimiyetle gözleri dolanlar, artık bi son olsun isteyenler tabii ki var. yok demek hıyarlık olur (ha bu "dursun" diyenlerin kimi bi savaşı gerekli görüyor, kimi görmüyor, o ayrı). sokaktaki her insan da elinde balta bi diğerine saldırmıyor; biliyorum. işte bu insanların varlığı zaten mühim olan: "ben de tepkiliyim ama kardeş adam gibi tepki ver" diyebilmeleri mühim. "ben o dükkan yağmalayıp adam dövenden farklıyım" deme ihtiyacı duymak, onları da terör kadar lanetlemek. gerektiğinde o adamı köşeye çekip "yangına körükle gitme hemşerim zaten bağrımız yanıyo, ne yapıyosun sen, adam mardinli diye dükkan yağmalanır mı" diyebilmek, bütün bu güruhları sakinleştirmek...

zira duygular denizi illa hışımla dışarı vurulacak bir şey değil. biraz akıl mantık, biraz ne demek istediğini ve ne demek istemediğini bilmek gerek. nasıl anlaşılacağı konusunda endişelenmek ve sorumluluğun buharlaşıp havada kaybolmasına izin vermemek. yoksa "ben sadece atatürkün evinin bombalanmasını protesto etmiştim" diyene nasıl "peki diğerlerini durdurmak için ne yaptın" diye soruyorsak, şimdi de aynısı mümkün...

ve bu son kısımla ilişkili olarak, anaakım türk basının insan duygularını sömürüp plazasından "ay protesto ediyorum ama ben şimdiiii" çektiği şu günlerde işte, birilerine sorumluluklarını hatırlatmak gerekiyor. bunu da bence bugün arıza kadın perihan çok güzel yaptı.



neyse, bu kadar işte.

27 Ekim 2007 Cumartesi

dutch street organ

eveet takvimler hızla ekim ayının sonlarına doğru ilerlerken bendeniz yeni bir halloween partisine katılıciim. ev sahibi bu sefer çok sevgili irish pub o'casey's. deryik de çinli olucak, elbisesi var, çıbıkları var, saçına takıcak. mış gibi yapıcak. bakalım, ne kadar olursa artık. bahane bunlar, canlı müzik için gidiyoruz.


bu yazı hollandanın sokaktaki en neşeli kısmını anlatmak için. isteyene bir korku filmi teması, isteyene anlık bi lunapark hissi, isteyene "aa at sevelim hadi hadi" hevesi. benim içinse sokağın bi köşesinde duyunca hemen kendisine doğru yöneldiğim, bozukluklarla dolu teneke kupasını sallayan amcaya bozukluk verdiğim, hevesle aletin nasıl çalıştığını seyrettiğim bir mut. her seferinde istisnasız bu yaşandığından, yanımdakilerin kocaman açılmış gözlerimle dalga geçmesi, "hadi şeker alıcaz sana, gidelim" falan gibi yöntemler denemesi mümkün. ama olsun. ben hep o kocaman makinanın arkasındaki nota defterimsi şeyleri yerleştirmelerini izliycem. atı sevemedim daha, çok yorgun görünüyo hep. hem o amcalar çok şeker. amcalar böyle tontonlar, ingilizce bilmeden anlaşıyolar. çocukları kucaklıyolar atı sevdirmek için... aman neyse çok kuru bi anlatım oldu.

her neyse yani, bu garabet havada, bu ciddiyetten yıkılan suratların ortasında yemin ederim anlık bi cıvıltı bi güneş kıpırtısı, bi neşe bulutu oluyo üstüme yağıyo bu müzik arabası mı diym ne diym bilemediğim şey. google'da adı "dutch street organ" diye geçiyo. hollanda sokak orgu. o kadar basit değil ama, bi de at var bunu çeken. iki tonton amca var.. ho hoo yani böyle kuru bi isim yetmez anlatmaya.
e tabii siz şimdi hizmette kusur ettiğimi, böyle bi fotoyla geçiştirdiğimi sandınız ama yanıldınız... dinlemeye vaktim olmadı, inşallah güzeldir. beğenmezseniz linkten linke güzeline ulaşın. yaşasın yutup.



23 Ekim 2007 Salı

mekan

bi kutu vişne suyusu. polonya işi. hollandalılar üretse alıcam ama yok napiym. polonya.


an itibariyle tezimin teslimine 3 hafta var. geçen günlerde yenen azarlar, uyarılar, hırslanmalar vb her türlü inişli-çıkışlı-harlı ruh hali kendini güneşsiz sabahlarda uzun uykulara bıraktı. hava ayaz mı ayaz ellerim ceplerimde günleri başladı burda. hani anneanneniz göğe bakıp "kar topluyo" falan der böyle ulu bir kızılderili reisi havasında, havayı koklar falan... hah işte o soğuklar hakim burda. oysa ben anneannemin "pastırma sıcakları" ve "cemre düştü" mimiklerine hasretim.


eczacım çok komik. "prospektüs hollandaca mı?" diyosunuz, evet diyo ve sessizlik- derken ta ta taam! iki dakika sonra prospektüsün tam 11 sayfalık ingilizce çevirisiyle karşımda durmakta beyfendi. çıktısını almış zımbalamış falan. ben nemli gözlerle "aa aa benim için mi? çok incesin sevgilim" bakışıyla (evet baş 45 derece yana eğik) teşekkür ederken kendisinde tepki yok. ekrana bakmakta fiyatı söylemekte. ama amca teşekkür ettim ben. mağrur bi "ne demek, görevimiz" falan çak bari. hiç işte. tamam neşeli günler modunda değilsin, bari görevimiz tehlike, zorro falan ol.


burda bi teşhisin zamanıdır: soru-cevap sırasında gereksiz etkileşime girmiyolar sizinle. misal "pardon bunun 38 numarası var mı acebağ?". "yok". net. ne o öyle "maalesef stoklarda kalmamış hanfendi" falan.. uzun. gereksiz. hatice değil netice ve neticede yok. nokta.


ama işte bunların ortasında bir iki mekan sizi mutlu eder. ve gitmenize 2 ay kala, gerçekten de den haag'dan ayrılırken yanınızda taşınmaz mal götüremeyecek olmaya içlenirsiniz.


biricik irish pub o'casey's mesela, inci minci kim birinci parlamakta. içeri girersiniz, gülümserler. hadi beni zaten bayaa bi tanıyolar, ama herkese gülümserler. "bira alabilir miyim" dersiniz "bira verebilirim" derler falan, gilad modundaysa bira bardaklarıyla ritm çalışması yapıp kendi kendine şarkı söyler, laura köşesinde ne olduğunu hiçbi zaman çözemediğim karışımını yudumlayıp bar müdavimleriyle muhabbet eder, kyle etrafına bakıp, 27 yaşında olduğunu unutup, olgun-ve-anlayışlı-barmen edasıyla "hepsi bi çatlak ama senden naber" bakışı çakar. falan filan. eğlencelidir benim barım. yeni gelen barmen varsa sizin eski olduğunuzu hemen kavrayıp bi merhaba der. tanışırsınız resmen. 3-4 maç aynı anda dev ekranlarda gösterilirken, 5 kişi aynı anda çalışırken dahi, sizi görünce içten gülümseyen, "nerelerdeydin" diyen arkadaşlarınız olur işte. o arkadaşlarınız size gizlice ev yapımı meyve suyu şişesini koklatıp "mis gibi di mi" der. böyle minik şeyler olur, iyi hissettirir. tarifi zor. "iki ay sonra gidicem" dediğinizde "e ama çok erken" diyen bu insanların niye bi irish pubda olduğunu sorgulamayı bırakırsınız.


sonra bi de küçük minik eat-up var. nokta kadar bi ayaküstü büfecik. hollanda standartlarında ucuz-ortalama fiyatlarıyla hollanda standartlarının çok üstünde sandeviç ve kek sunan minik yer. taze sıkılmış meyve suyu var hep. ama esas güzellik sandeviçleri... bi de sahibesi. bu küçük noktacık, kendine has son hız ritmi ve herkese gülümseyen o işbitirici sahibesiyle her genç kızın gönlünde yatan "bi gün kendi cafemi açıcam ben" hayalinin vücuda gelmiş hali. kararsız kaldığınızda "bence ben sana ikisinin karışımı yeni bi şi hazırliym" diyen bi hanfendi. bunun bu topraklarda nası bi nimet olduğunu anlatmak zor. ev yapımı keklerine artık ne koyuyo bilemiyorum ama bir dilimi bir ömre bedel. yoğun ve gerçekten ev yapımı yahu. dükkanın iki küçük duvarında sokak köpekleriyle ilgili afişler olur. yerden kazanmak için masalar dışarı atılır, içerde minicik bi barımsı köşe vardır. siz oraya tünediğinizde çayınızı getiren garson mesela, gülümser. acemidir, günde 3 bardak kırar; ama öğrenir zamanla. tahminen 6 m2'lik o mekanda herkes hep gülümser, yaptığı işi sever ve ne bileyim işte, o kek ve sandeviçler kadar mutlu görünürler. menünün 4 tatlısı vardır, adlarını prenses maxima ve kızlarından alan. maxima sufledir.2 kızı da tart. yeni doğan minik prenses ise çikolatalı kurabiyedir. daha ne diyeyim ben?


neyse işte... bu ara böyle bi arkamda bırakacağım mekanlara şimdiden hasret durumu var. özellikle şu şehirden ayrılırken en çok özleyeceğim şeyin bir irlanda barı olması tuhaf biliyorum; ama "veda partin burda olucak!!!" diyen bi bardan bahsediyoruz. bu ara istanbul hasretim yine tavan yapmış durumda, dillendirmiyorum. ama giderken de özleyeceğim şeylerin farkındayım.

ben mozaik yaptım. okulum seramikle mozaik arasındaki farkı bilmiyomuş anlaşılan. sevinçle sekerek koşarak gittiğimde karşımdaki sarışın hanfendiye "e ama bu mozaiiiiikk!!!" diye haykırmamalıydım; ama yaptım. neyse, mozaik de zevkliymiş efendim. masa yaptık iki saatte. omuz-boyun-sırt ağrısı konusuna girmiyorum; ve lakin fayans kırmak korkutucu bi zevk veriyo insana. allahtan kimsenin parmağını kırdığımı falan hayal etmiyodum. yok o aşamaya gelebilecek kadar fayans kırdım, yine de olmadı. resimde gördüğünüz gri bluzlu kol benim sol kolum. ha bi de, mozaik kırma işleminde sağlakmışım ben. komik di mi? bunca yıllık solağım, bunu bilmiyodum. hoca solaktı, o sol eliyle kırdı ama ben yapamadım. sonra fark ettim, takı yaparken de sağ elimi kullanıyorum. tespit işte. neyse, biz böyle debelenirken yan masada çikolata yapanlar vardı, bizi beslediler.

gazeteler, internet, her yer bayrak dolu. her yer bissürü bayrak. 29 ekim için değil, hayır. bi kısmı "savaş istiyoruz" bayrakları... "ölü istemiyoruz" bayrakları hem de. tuhaf. "ölü istemiyoruz o yüzden savaş istiyoruz" bayrakları. teröre hayır ama savaşa evet diyen bayraklar. neyse. ben bayrakları kabotaj bayramında seven biriyim. vapurlarda. ve evet, bu ara da sıcak gündem takibi yapmıyorum, haliyle medyacım nasıl bi ruh hali yaratmış ayırdında değilim. sadece tuhaf gelen, sanki ilk kez yaşanıyomuş gibi verilen tepkiler. sanki ilk kez Irak'a giricez, sanki ilk kez PKK, sanki ilk kez şehitler ve sanki ilk kez ABD... biz savaş barışındayız. savaşarak barışanlar... cama vuran sinekler gibi, çözümü hep aynı yöntemde görüp, deneyip, sonra nedense her beş yılda bi tekrar etmesine şaşanlar. medya eliyle hafıza kaybı- bir hezeyan yaratma aracı olarak yazılı ve görsel basın.
neyse, şimdi bunu okuyup "şehitlerin kanı" konulu bi yorum bırakan olur diye bininci kez hatırlatmak da yarar var: ben kanlar arası ayrım yapmıyorum diye kayba üzülmüyorum anlamına gelmez. nasıl üzüldüğüm de kimseyi ilgilendirmez. tüme varırken, aman diyim dikkat. kanlar arası da ayrım yapmiycam, üzgünüm. biz ekrandaki cenazeye ağlarken büyük adamların kapalı kapılar ardında ne konuştuğunu bilmek çok daha yardımcı olur bence. benim derdim yaratılan görüntüler ve duygularla. insanların birden bire türk bayraklı profil resimlerine düşkünleşmesiyle. yeni bir şey yok, yeni hiçbir şey yok. istatistiklerle savaş borazancılığı yapıp sonra kişisel öykülere ağlayan bir medyanın benim için kıymeti yok. yok yok yok.

neyse, gündeme teğet yazı kısmına nokta.

the kingdom adam gibi finaliyle hollywood filmleri içinde birazcık da olsa yüzeye çıkanlar arasında. tamam hala fazla bireyci, hala kahramancı, hala hollywood; ama yaratılmış kısır döngülere ithaf olsun. live! güzeldi bi de.

bi de, altunbaş kararı çıkmış sonunda. Yargıtay'dan. ha nedir, 1 yıl 7 ay hapis, bu kadar. ceza alan işkence mahkumları arasında eskilerden bi milletvekili adayı da var. o zamanlar başkomiser imiş.
ben böyle yazıp yazıp yazdıklarımı sevmeme hallerindeyim bu ara.

21 Ekim 2007 Pazar

632 yazılar

505 sayfalık bi rapor var elimde. AB adayı ülkeler AB cevre müktesebatına tam uyum gösterirse ne kazanırlar konulu bi rapor. Raporun yıldızıyız şimdilik. her bi dipnot "türkiyeden veri eksik ama olsun" diyo. desin. sonra mesela diyo ki "şu düzenlemelere uysa en yüksek ekonomik çıkarı türkiye sağlar" diyo. ekonomik bakmış adamlar tabii, henüz kimse "denizden bok kokusu duymamanın mutluluğu"nu ölçemedi. olsun. ekon ekon kazançlı olurmuşuz yani. hani maksat parra parra parra ise. buyrun. gerçi yıllardan 2001 rapor yazıldığında. olsun. bakınız özetleme:

mesela linyite bağlı bronşit miktarı azalırmış ülkemde. borminerallerilinyitmermer. coğrafya dersi.

içme suyu kalitesi yükselirmiş. temiz suyu olmayan yüzde 29luk nüfus su içermiş.

kimyasal ve evsel atık bir arada gömülmezmiş artık. bu "çöp istemiyosak toprağa gömeriz" mantığının ürünü olan kurşuna bağlı zehirlenmeler azalırmış. Ankara'da bu yığınların yıkılması sonucu ölen 39 kişinin ruhu huzura kavuşurmuş belki. bi daha olmazmış. bu atıklar mesela artık yeraltı sularından çeşmelere kuyulara karışmazmış.

ufak çocukların becerdiği geridönüşüm işini belki yetişkinler de üşenmeden yaparmış. paketleme poşetleme fetişimizin bi sonu gelirmiş. petrol ürünlerinin geri dönüşümünü beceren firmalar varmış ülkemde, aferinmiş, sayıları keşke artsaymış.

doğu ve batı karadeniz bi de akdenizin flora-fauna çeşitliliği dillere destanmış da ülkede korunma altına alınmış doğal alan tüm toprağın %1'i imiş (burda hemen hop açıklıyoruz: korumak etrafına çit çekmek diildiir).

Dicle'deki barajlar biyolojik çeşitliliğe tehdit imiş. türkiyedeki bitki türlerinin %31'i endemik imiş. bu aday ülkeler arasında en yüksek oran imiş. AB böyle bi oranı rüyasında bile göremezmiş. tehlike altındaki bitki türü oranımız da %20 imiş.kuşların da %33'ü endemik miş.

kontrolsüz büyüme ve şehirleşme sebebiyle Kuzeydoğu Anadolu ormanların %88'ini kaybetmişiz.

***

falaan filaan... kendi adıma "30 yıl sonra hepimiz küresel ısınıp ölüceezz" senaryolarını fazla fantastik, "bilinçlenmenin iyisi kötüsü olmaz" bazlı, "korkmadan iş görmez bunlar" yollu denemeler olarak görüyorum. biraz güvenin bana: sorun o değil. 30 yıl sonra küresel ısınıp ölmiycez dostlar. merak etmeyin. zaten dünyanın kıymeti de insanoğlunun yeryüzünden silinmesiyle ölçülmemeli. bu nası bi insansever fetiştir yahu. neredeyse yüzyıllarca yaşayacak teknolojiye ulaşmış bi canlıya "naniikk bak 50 yıla kalmadan ölücen" dersen panik olur tabii. çok komiğiz çok. "nası yaniiii... ben ölümsüzlüğü buldum bu sefer de üstünde yaşayacak gezegen mi yoookkk...ay ne fenaaa... Nuriii bi şiler yaaaappp!!! musluğu kapa Nuriii!!!"

şimdi o AL Gore denen canlının bir ABD başkan adayı olduğunu hatırlayalım. "ah kutup ayılarına baaak buz kalıbına sıkışıp kalmış" romantizmini yapmak için teeee buzullara kendi şahsi jetinden bol bol kloroflorokarbon saçarak gittiğini de bilelim. "ampulünüzü değiştirin. muslukları kapayın" demek kolay, yiyosa amerikalılara "hepinizin petrol ve yan ürünleri tüketimini kısıtliycam" desin, o zaman göreyim ben onu. kutup ayıları kovalayasıca. çevre felaketlerinde yanlış çevre politikalarının ve kaynak sömürüsünün yerini izah etsin bi. öyle içli içli kameraya bakarak olmuyo Al. yani bu bi tür "afrikalı bebeğe baak ne kadar aaaç, en iyisi mi bi kap yemek göndereyiiiim" vicdan titremesi. çözüm değil. kim dedi o ampullerin yeteceğini? harlı harlı yanan kaloriferlerinizden uzak kalmanız gerekse mesela... o da kabul mü?

hani derler ya "balık verme, tutmayı öğret". kardeşim balığı tutmak sorun değil, balığı kimin yediği mühim. yoksa evvelallah bu gezegenin bazı kulları icabında balığı sana tutturur, kılçığını ayıklatır sonra bi lokmada yutar gözünün önünde. sen de romantik romantik balık tutma becerine sevinir kalırsın. icabında.

misal... "organik giysiler giyelim" kampanyaları. onu üreten bir ingiliz firma. ya da hintli. neyse. siparişi veriyoruz, taşıma-kargo hizmetinin klorofloro klorofloro bize ulaştırdığı o güzide etek şimdi çevre dostu mu oluyo yani?! reca ediciim recaa...

ha nedir bunlar arasında en mantıklısı tükettiğiniz maddelerin yerel olmasına özen göstermek. bi sonraki emre kadar avokado yememek mesela, şart değil. onlar da can erik yemiyo. ulaşım sektörünün har har harcadığı emek ve kaynakları biraz kısmak ya da "ben istemiyorum kardeşim" demek, dedirtmek. bakkalınızı migrostan daha çok sevmek.

bi de... aşırı derecede sinirime dokunan "sınırsızca ürüyoruz, fareler gibi yok olucaazz" senaryolarına daha önce değindim. şahsen ben bi fareden daha zekiyim. bundaki o gizli, sempatik kafatasçılığı bi görmek lazım. "afrika aç çünkü kalabalık" derseniz adama sorarlar "e hani o tuttukları balıklar, kim yedi onları?" diye. niye bütün bi kıta "hani bana hani bana" diyo diye. neden en düşük doğum oranına sahipö en ufak kıta ordulara yeticek yemeği yutuyo diye...
neyse, anladınız siz. bu dünya bize yeter vaziyette. yeter ki yettirmeyi bilelim. gazetelerin arka sayfalarındaki felaket çığırtkanlığıyla bilinçlenmek yetmez. zira çevre kutup ayısı demek değil, allah aşkına burda kutup ayısı yok!!! sizin şehir çöplüğünüz de onun bi parçası. "korunması gereken doğa" diye bi şi yok- doğanın dışında değil tam içinde yaşıyosunuz. yatağan termik santrali de, kaz dağları da, çöplerinizi toplamayı geciktiren belediye de... hepsi hepsi. musluktaki suyunu içemeyip galon galon suya para akıtan bir memba suyu cennetiyiz. lütfen yani.

"en azından ampulüm doğa dostu" avuntularını unutun. artık en azını yapmak yetmiyor. en çoğunu yapmak lazım. en azı gerçekten yetmiyor. aldığınız ürünlerin arkasını çevirip teeek teeek kim nerde nasıl üretmiş okumak lazım. üşenmemek lazım. kutup ayıları çöle iner de peşinize düşer valla. demedi demeyin. bunlar biraz "benim adım hıdır, rahatımı kaçırmadan elimden gelen budur" önerileri. iyi niyetli belki; ama esas meseleyi atlıyo. sonra işte 8000 km yol tepmiş organik eteğinize bakıp kendinizle gurur duymanız an meselesi. komik olabiloor. onu diyorum.

eti azaltın bi de. hani vegan olmayı herkes istemiyo ya da beceremiyo tamam... misal ben de et yiyen biriyim. ama et ticaretinin zarar ziyanını bi bilseniz... sırf bu et uğruna dönen sermayenin haddi hesabı yok. arjantinden gelen bifteği yemek isteyen ingiliz köylüsü diye dehşet verici bi şi var. o eti kes, işle, paketle, gönder... allahım allahım... eti azlatın. bizimkiler illa ki kekik kokulu Anadolu otlaklardan çıkma Sarıkız değil, bolca ithal et var, aklınızda olsun. buğday ithal ediyoruz malum, et mi etmiycez.

bi de nolur mısır ve soya filizi yemeyin, gerçekten hepsi genetik değişime uğramış tohumlardan üretiliyo türkiyede. azaltın ya da, ne biliym. kuyruğunuz çıkarsa karışmam.


ay deja vu oldu. sanki yazmıştım ben böyle bi şi.

18 Ekim 2007 Perşembe

gitmek güzel.

ben bi işe karıştım... allah akıl fikir versin. mühim bi şi diil canım.
amsterdamda bi barcelona sergisi. bi kocaman, ev özleyenler yemeği. şarap şarap. uyku vakti.
yarınki kahvaltı konusunu yumurta eksperine devrettik efendim.


akla esince gitmek güzel. trenler de çok güzel bi de.

15 Ekim 2007 Pazartesi

mimoza

mim çiçeği oldum ben bu ara... ebe sobe mim. goddess artemis tarafından.

efendim fotoğraflarının büyük çoğunu teknolojiden yediği kazıkla kaybetmiş biri olarak zorlanacağımdır ve lakin konumuz "olduğun gibi görün" fotoğrafı imiş. makyajsız, poz vermeden falan fülün. elimdeki üç-beş foto içinde tarife uyan ve lakin loş ışık sayesinde bayaa bi yırttığım, afilli bi tanesini kullanacaktım ki yoo yoo dürüst olmaya karar verdim. poz veriyomuşum gibi ve lakin yoo yoo ben öyle bezgin bekir annemi dinlemekteyim. kameralı şahıs da defne. ankara öğlen yaz sıcağı. dışarı çıkmadan az önce. geçen yaz sanırım. çok yeni değil ama merak etmeyin, 15 yaşımdan beri aynı görüntüye sahibim.




çok daha melül fotoğraflarım evet vardı ve evet sunardım da -- ama kara bahtım kör talihim, yitip gittiler efendim. keh keh keh.

bu vesileyle efendiiiim.... indis'i mimlemek için yanıp tutuşsam da hmmmm.... yüzünügörmedengönüldensevilesilerden kendisi. daha var böyle. foto foto tutturmalık. yapmıyoruz şimdilik bakalım. hımm hımm :P

makyajsız halini merak ettiğimiz çalışan insan karanlık, bukle insanı morfasülye ve ve vişne vişne pépinot! buyrunuz.


elbet bi gün adam gibi madam gibi yazarım da ben.

13 Ekim 2007 Cumartesi

sunumu soracak olan varsa özetleyeyim... "bundan çok daha iyisini ve fazlasını yapabileceğini biliyoruz da niye yapmadığını anlayamıyoruz" gibi "çok yüklendik olmadı, bari biraz da ara gaz vermeyi deneyelim"ci, tabii ki yutmadığım bi yorum aldım. en şahanesi "ne çileler çekti de yazdı kısmına maalesef not vermiyoruz, bu kötü haber. ama iyi haber şu: kapasitenin altında iş yapınca da not kırmıyoruz" kısmıydı sanırım. eh, önümde bir ay ve toparlanması gereken bir tek şey var. sunumum yazılı halinden daha iyiymiş, avunuyoruz. 2,5 günde bu kadar oluyo, bi de 1 ayda napıcam onu göreyim bakayım.
beklediğim yorumları aldım, yani şok etkisi yaratmadı. bile bile lades. o kısım acıtıyo işte. "sen buraya ilk geldiğinde polanyi derdin, konuştuğunda derin laf ederdin, hani nerde onlar" dedi hocam. o koydu bak. bi tek o koydu sanırım. evet o koydu.

perşembe saat 3 itibariyle şalteri bi süreliğine indirdim ben, evet.
uykusuzluk sürmekte. olsun varsın. bugün uyurum artık.
amsterdam gezmesi yapıldı ufaktan. bi daha van gogh müzesine gidersem rehberlik yapabilirim sanırım. ve lakin gidicem; çünkü 1 adet barcelona sergisi var. şehrin 1880-1909 arası dönüşümünü anlatan... üstelik müze kartı olanlara bedava. öğrencilik yaşasın yaşasın.

gazeteleri iki gün (ya da hafta, neyse işte) boş bırakınca hulusi tarafından aydınlatılmam icap etti. böyle kısa bi update yaşadıktan sonra aynı boşluğa devam halime döndüm, evet. gazeteleri okumak zor geliyo bu ara. ABD ile ilişkiler kısmı bi yana mesela din dersi tartışmaları falan sürmekte... gazeteler ve türkiye gündemiyle ilişkim inişli-çıkışlı.

nereye varacağını artık kestirebildiğimiz ya da kestirmeye bile üşendirecek kadar monotonlaşmış konuları (bkz. ermenistan, bkz. ABD'nin PKK konusundaki desteği) bi de benden duymak isteyen olduğunu pek sanmıyorum. hem yazmak düşünmeyi gerektiriyor doğası gereği, bu konuları düşünmeyi de istemiyorum. gizliden düşündürüyo onlar gerektiğinde; ama gazetelere mola. galeyan beyanları okumak, birbirinin yankısı yorumlar görmek, en klişe şeyleri "amerikanın yeniden keşfi" misali bir heyecanla sunanlardan bunalmamak, karşı argümanlarını bilmeden konuşanların sıradanlaşmış yazılarını ayıklayıp beyni yormamaya çalışmak falan... enerji gerektiriyo. ayrıca her an kaldığı yerden yakalabilir diziler gibi hallerimiz. umursamamak değil bu, aksine...
can acıtıyo tekrarlara bulanmışlığımız.

efendim bayram sebebiyle endonezya sefaretindeydim, minik bir davet idi. kendi sefaretime niye gitmedim? zira kayıtlı değilim. endonezyalılar şeker insanlar. mutfaklarına da saygımız sonsuz; bi de şu burnumdan fışkıran acı baharat kısmını ayarlarsam daha iyi olucak... pilav konusundaki uzlaşmazlığımızı tavuk kısmı hallediyo. denge kujum, her işin başı. Bhinneka Tunggal Ika (Çeşitlilik içinde Birlik) diye bi sloganı var ülkenin. 17.508 tane de adası.

uyku ve temizlik günleri başlasın.

hiç kimse yazmak istemiyo sanki bu ara.

10 Ekim 2007 Çarşamba

uyk

saat 7:30.

dün kendime işkence etmekten vazgeçtiğimde, 34. sayfamın sonuna geldiğimde ve 10 saat aradan sonra ilk kez ayağa kalktığımda saat 23:30 idi. 2 bardak biranın boyun ağrısı için pek bir şey yapamadığını gördüm. yatağım 1:30.

sabah 5:45'te altın vuruş amaçlı gözümü açtım. yok kaynakçaymış, kapak sayfasıymış, hepsinin dibine vurdum. ctrl+S tikim var.

7.25 itibariyle dünyanın en kibar diliyle "geç kaldım ama iyi ki sizler varsınız" mealinde bi özür eşliğinde 37 sayfa gönderdim. yerlerse.

şimdi dünyanın en adi açlık-bira karışımı mide bulantısıyla uykuya geri dönüş. uyanırsam bilin ki yeniden uykuya dalmanın tadına varmak için olacak. zira bu iş burda bitmiyor. yarına sunum hazırlanacak, ayrıca en dayanaklı sinirler bileylenecek ki canım fransızım beni çiğnerken hazmım kolay olsun.

öğrencilik halim bitmiyo efendim. bugün ayrıca endonezya gençlik kamplarındaki dönüştürücü öğrenme hakkında bi tez okunacak ki yorum yapılsın, cuma gününe de gürcistan'da savaş sonrası kadın işgücüne dair bi tez okunacak yine aynı sebeple.

iki gün içinde bir arkadaşım amcasını, diğeri büyükannesini kaybetti. o kısma girmiyorum bile.

esenlikler efendim. şu an kıçınızda pireler uçuşuyo biliyorum... bari rüyanızda beni görün. yok yok, buyrun size galler sahilleri. sınırsız okyanuslar gibi uyuyun. ben de size katılayım hatta.

9 Ekim 2007 Salı

mimm

efendim sütlü hanım mimi geldi. taze. kendisi istanbul yollarında bu ara, gizliden imrenip bolca nazar değmesinler falan filan- bol şans dilemece.

yakınımızdaki (öhöm, tercihen okuduğumuz:P) kitabın 187. sayfasının ilk cümlesi meselesi malum... buyrun:

Fakir Baykurt, Yılanların Öcü, 2006, sf. 187:

Mezar gibi daralacak evimizin önü.

tahminen birçok kişi Yılanların Öcü'nün film olarak izlediğine göre bi şi ifade etmiştir. Bu fırsatla efendim, gidip kitabını okuyunuz diym ben. yapın kendinize bu iyiliği. Film(ler)de yönetmen(ler)i takdir ettiniz falan da, biraz da yazara övgü. hani yüzüklerin efendisi, hayri pıtır gibin. bi de ırazca rolü için, aliye rona nerdeee fatma girik nerde. neyse.

kitaplar üstüste durduğundan ve adil olmak adına, maalesef evet bunu da yapıcam. ikinci kitabımız tez hezeyanıma gelsin. ilk cümle 6 satır kadar ve yarısı kopuk, bi diğerine geçiyorum:

Hugh Stretton, Capitalism,Socialism and the Environment, 1976, sf 187:

Most of the new freedom and productivity depend on (among other things) distribution of private space.

böyle biri kısa biri sevimsiz cümlelerden sonra, karşı mim kısmına geçelim madem zevk ile:
bittabi okuryazar kızımız piinatbatır, mimlerin aranan ismi tuğçe ve geri dönüşü şerefine gülin. bu satırları okuması muhtemel QM bey, arşivden eski miminizi teslim alın artık.

*-*-*-*-*-*

bu tez işi sürmenajla biter yonca. hocam resmen "elinde ne varsa gönder, sonra devam!" dedi. sürekli klavye. henüz kendime bi şi ifade etmiyo, analiz kısmına gelemedim... ağlamiycam yonca. oysa bilsen yonca, geçen sefer başıma gelen bi tomar tuhaflık yine oldu yonca. ben kendime zararım bazen yonca. kendime ağlamam icap ettiğinde öyle güzel tıp tıp ki. ben hatta mazeretlerimi hocama, bloga ve kendime söyleyebilsem aslında bayaa iyi sebeplerim var.

insan sağlığı mühim bi mesele. di mi deryik? kendi sağlığın da. ve deja vu hiç komik bi şi diil. hıh.


evet, o meşhur sıçar gibi yazma ritmime geri dönmemek için zor duruyorum...ama ödünç bilgisayarla zor.

8 Ekim 2007 Pazartesi

tencere kapak



mevsimlerden kıştı, lille çok ufaktı.
bi tencere kulesi vardı, kilise kadardı.

küçük minik hatta cherry domates

dilencilere, sokakta müzik yapanlara,ya da işte genel olarak sokakta birilerinden gelecek parayı bekleyenlere kağıt para verenler kaç taneler acaba... bi 5 ytl koyup 3 ytl para üstü almadan, mızıkçılık yapmadan?

bağış kutularında olur kağıt paralar aslında.
var yani. belki de paraüstü mümkün olmadığı içindir.



tez taslağı bitti gibi. bu gece biter yani. geç olsun güç olmasın.


ama sonrasında bi süre ziyaretlerimi aksattığım yerlere uğramaya karar verdim.
size de benden bi hang on little tomato gelsin madem. videosu janjanlı değil, buyrun başka sayfalarda gezerken dinleme imkanı, hizmet bol...




7 Ekim 2007 Pazar

sanrı

sevgili günlük,

büyüyünce günlüğünü boşlayan kadınların "ah demek ki canım artık eskisi kadar acımıyo, yazma ihtiyacı duymuyorum bak" halüsinasyonu şerefine içelim. Ya da benim halüsinasyonumun, bütün kadınların ne günahı var? kendi yazılarını okuyup kenarına not düşen biriyim ben.

tansu çiller bi kere halüsinasyon diyememişti. perihan mağden de çok güzel dalga geçmişti durumla. kendisi zaten güzel dalga geçer. Neyse, tansu hanım "hasülünü...halüsünü... ee hasülünnn???" diye grup toplantısında kıvranırken efendim, kameraların yakınındaki milletvekillerimiz suflörlük denemesi yapmıştı "başkanım başkanım halüsinasyon!!" diye... tansu hanım da zaten hışımla bakıyodu yarım için, 70 milyona çaktırmadan... aslında en komik yanı o çabaydıç neyse, tansu hanım duyamamıştı ve başladığı cümle öyle yarıda bırakılmayacak kadar afilliydi. "halünüsün... öööeeeehh... halüsineyşın!" demişti. perihancım (kendisiyle sevgi-nefret ilişkisi yaşamayıp bu duygulardan birinde karar kılabilmişler parmak kaldırsın) da "kelimenin öztürkçesini beklemiyoduk zaten; ama söylemesi daha kolay aslında" demişti. tansu hanımsa "bilmediğimden değil, bi an dilim sürçtü" demişti. konuyla ilgili şık bi cemal süreya şiiri var, perihancım da öyle bi şiler demişti zaten. şair farkı bunu 4 satırda diyebilmek. nerden nereye çağrıştım gece vakti...

ben 2 bin kelime yazdım bugün. daha doğrusu günün ve üretkenliğimin hakkını yemeyelim, 2 saatte... kendime 12 bin umut hedefi koydum, gerçeğe döndüğümde 10 bin yazarsam şükürler ediyo olucam. pazartesiye kadar bitmeli. beklenti 15 bin. 15 saat yetmez hayır basit matematik hesaplarıyla moral vermek isteyen okuyucu... azalan fayda grafiği. olmuyo. olur olur. çare yok. daha da yazardım bugün aslında ama işte insanın bazen dil sürçüyo, bilmediğimden değil.

sonra işte başka.... 1 euroluk bilet bulup vergisiyle 19 euro'ya roma'ya gitti bi arkadaş. yağmurluymuş, merak etmeyin. başka biri de "yetti buralar bana" deyip gitti. nereye, bilmiyoruz. ama geri gelecekmiş.

7 ay sonra ilk kez odamdaki bütün ampüller yanıyo. süper bi his. bi de bugün çamaşır suyu katkılı, limon kokulu cif aldım. gelecek temiz günler için. Güler yüzlü, temiz oda. Ayrıca millet burda kırk yıllık cifi sif diye okuyo, bi de üstüne bana gülüyolar, kınıyorum.

şimdi benden duymak tuhaf gelicek biliyorum ama Celtics-AC Milan maçının son dakikadaki o adaletin yerini bulduğu Celtic golünden sonra (netekim boktan bi penaltıyla gelen beraberlik insanda gaz yapıyo) sahaya bi Celtic taraftarı fırladı ve Milan kalecisinin omzuna pat pat vurdu. hani "şiştin miiiiğğ" der gibi.... kaleci bi hışım arkasından koştu sonra "napıyorum lan ben, düşsem ya" dedi resmen kendi kendine ve pat diye gözünü tutarak yere düştü. tıbbi yardım geldiğinde ise çenesini tutuyodu. sedyeyle giderkense buzu yanağına koydular... ve ertesi gün gazeteler taraftara verilen cezadan bahsediyodu. "hadi hakemler görmedi... gazeteciler de mi kör???" diyerek ilk ve son futbol kritiğime son veriyorum. genel olarak oskarlık bi maçtı. evet, ben irish pub'ına sadakatini UEFA ve Rugby Dünya Kupası sırasında da gösteren bi kızım.


bolca çizgi film ve nutella. bi de her zamanki "stresle mücadele yöntemi olarak nezle kaçışı" başlar gibi oldu, duruma el koydum. icabında saatlerce çişini tutabilen bi türün evlatlarıyız, nezleyi mi atlatamiycaz? hiç işte.

bu perşembe sunumdan sonra amsterdam ve sergiler. daralarak kaçan deryik. ortaokulda en çok "azalarak artan" ve "artarak azalan" laflarını severdim. insan ilişkilerini falan nasıl açıklıyo aslında. bi de artarak artan var. üstüne üstüne geliyo insanın.

hadi uyu günlük. olmayan şarkılarımızdan 19th nervous breakdown senin için gelsin. evet bu bi mesaj kaygısıdır. bissürü şarkım oldu sevinçten şımarıyorum.

yurdun çevresinde gezdirilen beyaz köpek yavrusu... sahibin hollandalı olmasa, tepkisini tahmin edebiliyo olsam şimdiye aşkla oynuyo idik. kısmet.

2 Ekim 2007 Salı

deneme sesss sesss

bakın ben naptım:

üğşıöç

teşekkürler tugCe!!!! :)

efendim röportajlarım konusunda özet:

*iki hafta önce e-mail yolladığım ve cevap vermeyen nadir bey'i aradım. dün işten ayrılmış.
* başka bi oteli aradım. müdürleri şu an ameliyat oluyomuş.
*bi diğer otelin bütün müdürleri toplantıdaymış.
* çevre bakanlığı deniz ve kıyı yönetim daire başkanlığını aradım. bölgedeki kirlilik ya da sorun hakkında "bizim detaylı bi bilgimiz yok yalnız... görüşebileceğiniz kimse de yok, websitemize bakın" dediler. hanfendi ciddi olduğu için "dalga mı geçiyonuz lan siz benleeeğ?!" demedim. turizm falan pek ilgilenmiyolarmış. aynen alıntı bi cümledir.

ama nedir, işte en azından türkçe karakterlerimiz bizimle...

mr.brooks güzeldi de bu ara filmlerin sonlarıyla ilgili sorunlarım var. sanki hep daha önce ya da daha sonra bitmeleri gerekiyomuş gibi geliyo. spoiler olmasa açıklardım ama dostlar sağolsun. testere 4 gösterime girmek üzere... boku çıkan seri filmler kategorisinde ve nedense senaristin suça eğilimi konusunda korkularım var. hani 23teki gibi. "kitabı yazdım, zira ben yaptım" hesabı...

veee günün güzel haberi... seramiğini özleyen deryik'in okuluna bi günlüğüne seramik atölyesi geliyo. yaşasın çamur. çok mutluyum. 2 hafta sonra görün siz beni bi de :) gerçi nasıl olacak da fırınliycaz falan, bi muamma... olsun varsın.

şu üçlü satılan moleskine defterler var ya, ince olanlar... hah işte bilgisayar çökse dahi şu an telefon numarasından tut hödö bödö detayları hatırlamamı sağladıkları için şahaneler. üçü de aynı renk olduğu için ve sayfa kenarları yuvarlak olduğu için de... kağıt oldukları için. canlarım.

bu hengame içinde gazete takibim azaldı, beyni yormamak için. gerçi askerin "sivil anayasa" tartışmasında "biz de tarafız" demiş olması bence türk mizahının önde gelen örneklerinden ama maalesef gülen pek az. adamlar ciddi yahu. "anayasa taslağı açıklandığında kuşkusuz konuşacağız". kuşkusuz paşam. hatta rütbe ve protokol gereği siz ilk konuşacaksınız, anayasanızın sivil kısmı da 19 mayıs kıyafetleriyle jimnastik hareketleri sergileyecek. anayasa kısmıyla da artık... kağıttan gemi falan yaparız. donanma.

keşke bi gün de başbakan çıkıp "ordunun bütçesi açıklandığında kuşkusuz konuşacağız" diyebilse... misal... hani biz bilsek bütçemizin yegane kalemi nereye gidiyo nedir ne değildir. belki aynı gün deniz ve kıyı yönetim dairesi başkanlığı ege bölgesi yetkilisi bölgedeki arıtma ve kirlilik konusunda da bilgili olur. herkes kendi işini yaptığında. kendi işini yapmamak için başkasının işine sarmakla hiçbir iş yapmamak gibi iki seçenek arasında kalmadığımız günlerde.

boş vaktimde hrant dink cinayeti davasını sanıklarının ağız değiştirmesinin analizini yapmak istiyorum. böyle gazete küpürlerini kucağıma yayıp ne zaman kim ne demiş de bunlar ne demeye başlamış, kronolojik bi haritacık. akademik tatmin.

ee öö tabi belirtmeden olmaz... yine tuğçe tarafından hoş bi girişim efendim... kendisinin de bilgisayarı çöktü yakın geçmişte... haliyle ben ve o ve biz müziğe açız evet. şarkılarlarlar istiyoruz. limewire'dan indir demeyin, bazen bulunmuyo. neyse işte... e-mail adresim belli, ilgi ve sevgiye açım. mil mersi.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker