29 Nisan 2007 Pazar

laleler... laleler laleler..

evet efendim... benden bekleneni rötarlı da olsa yerine getiriyorum. On yüz bin milyon çeşit lale içinde kaybolduğumuz bir cumartesi eğlencesi. (bizden aldılar biliyoruz efendim, kabul ediyolar zati)... her çiçekle fotoğraf çeken azimliler grubu. neyse, siz renklerle eğlenin. doğa bir garip bir şey.








beni çiçeklere verin tarlalara atın efendim... bir tek lale değil görüldüğü üzere, lavantadan ortancaya, lilyuma her bi çiçekle haşır neşir olduk. ha bi de nergis çok sevdiğimiz bir çiçek olmakla beraber, adam yiyen bu boyu biraz korkuttu yahu. gerçi kokusundan bahsetmiyorum, rüya gibiydi rüya. narsislere hediyem olsun :)

26 Nisan 2007 Perşembe

bi alttaki posta ekleyip dinleyin, olur mu?

>puf!<

daraldım. yine oldu.

mütemadiyen ölüme girişime halindeyiz. ya ölünüyo ya sağ çıkılıyo. haftaya aynı kanalda aynı gün ve saatte saldırıya uğramak üzere. kimmiş niyeymiş ilgilenmiyoruz ki artık. fonda sürekli bi tırıs tırıs tehditleme tehditlenme. yarısı düzenek yarısı gaza geliş, sınır kalkmış birbirine girmiş. ölüm kadar sık kullanılan bi kelime yok artık.


alıştırıyolar, alışmayın.


acaba ne renk kurdele taksak yakamıza "yeter" demek için?
"bokunu çıkardınız"la "kabak tadı verdi" arası bi mesajım olucak yetkili merciilere.
hepsine, herkese. bi durun demek için.

çiçekler açarken özür dileyecekler nerdeyse hayat getirdikleri için.

25 Nisan 2007 Çarşamba

doom günü çucuu

tarihler 25 nisan iken...
hanimiş deryik'in blogu!!! bir yaşına mı basmışmış?? oy oy oy emekliyo muymuş? ay ay ay..

deryik onsuz naparmış? ay öyle bi alışmış ki... ay hatta arkadaşları bile olmuş blogu sayesinde. hanimiş hanimiş. derya eskiden de deryikmiş ama şimdi bi farklı deryikleşmiş. blogu çok iyi gelmiş ona, niye başladığını bi düşünmüş de... sevmiş bi kez daha.

502. postumu serdim. fiyyuu. süt dişli blogum benim.


blogblog blo- gululu... ıgı mııgı bugu... tiriviri tiriviri... gaydiri guppak blogum!
bi töhmet. bi palas pandıras. bi tumturak.




bi de yeniden merhaba!


her nerde yaşıyor ve yaşatılıyosan blogcum, mil mersi. canım blog. blog fetişisti deryik. kendi kendime konuşurken yan odada olan herkese selam. e tabii bi de neymiş?

ASLINDA ZOR DEĞİL!

23 Nisan 2007 Pazartesi

serçe lavantası

501. postumu bütün gevezeliğimle yazıcam diye sevinirken.... dirseklerim kaşınıyo yahu. n'oldu, ne zaman oldu bilmiyorum ama deli gibi dirsek kaşınması. halbuki bu gece ne kadar uzun ve ödevli olacak. dirsek kaşınması ne komik bi şiymiş, dirsek ne ulvi bi şiymiş. demeti de göremedim zaten, rüzgar gibi geçti amsterdam'dan.

bi de şey... buraya sonunda bahar geldi. sonunda yağmur kokusu duydum. sonunda çiçek gördüm sokakta ve sonunda işte biraz bahar koktu yürürken. aa ben bi de mürdüm ağacı gördüm!!!

acaba allerji kremi işe yarar mı? lavender bi gün geri döner mi? ben o kahverengi koltuğu mutfaktan odama ne zaman taşırım? falan filan. bir sürü soru. pasame la botella dostlar, şaşal su şişesi olsun. bi gün kaldı, şimdiden kutlu olsun.

87

bu yazıyı ILO'dan derlenmiş çocuk işçiler grafikleriyle süslemem klişe TRT yayını gibi duracağından vazgeçiyorum. zira türk basınının vicdan günü olduğundan (diğeri için bkz. 8 mart) mümkün mertebe okursunuz. bi de koltuk devri olur falan. oh ne ala o la la.

hani oturup çocuğun yaşı ne diye sormak da güzel olurdu aslında. hakikaten, kim çocuk ki bu ülkede? ben daha henüz çocuk muamelesi görene denk gelmedim. serkanın bi önceki yazıya bıraktığı bi yorumda türker alkan yazmış işte. merak edenler buyursun okusun.

çocuğun yaşı yokken adı da olmaz ki.

büyür çocuk belki. gerçi büyük doğmuştur o.
bizde çocuk asker doğar.
12sinde tecavüzcüsüyle evlendirilip onun çocuğunu emzirecek kadar anne doğar.


kız çocukları daha erken büyür imiş. evet, sokakta yürürken bacaklarınızı ayırmakla ilgili fanteziler büyütür sizi, ağızdaki salyalar. okul müdürünüz gözünü bağrınıza diker, "gızım kapa dekolteni erkek arkadaşların dikkati dağılıyo" der. "yaz kızım en üst satırdan başla" der bi hoca, tahtada en üst satıra yetişmek için parmak ucunda duran arkadaşınızın bacaklarını süzer. biraz aptallaşırsınız; ama çabuk geçer, büyürsünüz işte. vücudunuzu korumayı ve hatta ondan utanmayı öğrendiğinizde beyaz gömleğinizi ıslatmasınlar diye saklanmaya hazırsınızdır artık. sınıf arkadaşlarınız elinde pornoyla yakalanmaktan kıvanç duyar da bir bebeğin nasıl doğduğunu bilmez. tekel tokmak yetişkinleşilir işte.

göğüslerinden utanıp kamburlaşmış bir sürü nesil geçti bu diyardan. abisi kerhaneye götürülür, korkudan "başarısız" olup dayak yer, bi ömür boyu enlarc yor penis krizi yaşar. ablası donundaki kandan korkar, "lekelenir", bir tokat da o yer artık edepli davranmanın zamanını hatırlasın diye, bi ömür boyu komşusuyla koca yarıştırır. sahip-köle ilişkisinin SM fantezi değil gerçek hayat sınırında olduğu topraklarda yeni bi evlatları olur.

sevgi soysal'la yürümek gibi: o kitabın gerçekliği hep acı bir tat gibi. kızkadınkarıbacı ve ERKEK dünyası. mesele sadece bu mu, cinsiyet rolleri mi? değil. ama o kadar temel ki. o kadar acı ki.

saygı duymayı öğrendiğimiz gün, herkesin rahatça seviştiği günün ertesi günü olacak gibi bir his var içimde. niye böyle? sev-iş-mek çünkü a dostlar, sik-iş-mek değil. Enlarcyorpenis erkeği benimkocamşampiyon kadınıyla sev-iş-miş midir hiç?

rakel dink'i çok anıyorum bu ara. her şey sevgiden diyor ya.
bizi sevgisizlik öldürecek.

22 Nisan 2007 Pazar

hikayenin ana fikri neymiş?

din elden gidiyomuş. misyonerler varmış. türklük de gitmiş elden, ermeniler rumlar kürtler varmış. bir şeyler yapmak lazımmış. 301 tane nefret tohumu ekilmiş. ilk tohumun ilk meyvesi ilkbaharda patladığında huzur korkup eski bir pikabın içine saklanmış. ağlamış, ağlamış.

sonra herkes gitmiş- gitmiş renkler. küfürler bitmiş; ama gülüşler de susmuş. herkes birbirini süzer olmuş, aile ağaçlarına baltalar vurulmuş. çerkez güzeli olmak haram olmuş, laz burunları keserle düzeltilmiş. harfler gitmiş önce, sonra sesler. sonra konuşulmayan acılar akmayan gözyaşlarının koluna girmiş, çınlamaktan utanan kahkahalara sarılıp yola çıkmışlar. ehlikeyif ve çakırkeyif yanlarına biraz meze biraz rakı bir de ince bir sızı alıp uçmuşlar. efkar ve dertleşme gün doğmadan intihar etmiş. Kalanlarsa olmayan düşmanı yendikleri, kutlanmayan zaferlerle sarhoş olmuş.
gidenlerin hasreti nefret olmuş zamanla ve kalanların nefreti hasret...


herkes gitmiş herkes gitmiş.
ellerim bak boş kalmış.

20 Nisan 2007 Cuma

şeftali kokulu mum

kafam karıştıkça acıyor. boğazım domuz bağı, noktalarım kapanıyor. gönlüm vecde* kapılmış, cumhurbaşkanı olacakmış, öyle diyor. birçokları birçok şeye hayır diyor da o hayırla ne yapılacak, kimse bilmiyor. evet demediğimiz sürece sahipsiz kaldığımız bir güzel politikalar diyarında hayır diyenler kaç kişi olduklarını bilmekten bile mahrum.

ne demişti Rakel Dink... bir bebekten katil yaratan karanlığı sorgulamak demişti.

deryik'in canı acır gazetelere baktıkça. Deryik kendi kendini sorgular. ah der evet, bütün bunların ortasında çıkıp çevre politikalarından bahsedene kıçıyla gülmesin de ne yapsın insanlar? ama o başka der sonra. başka mı sahi... başka tabii. aynı anda bikaç işi birden yapabilmek gerek; merdiven çıkıp sakız çiğnemek gibi... hem ölmemek hem yaşatmak gerek. hem bugünü atlatmak, hem düne ağlamak ama hem de yarını kurtarmaya çalışmak gerek. umutsuz olma lüksümüz yok bizim. senin benim, yok işte. çekirdek çitleyip ekrana küfretme çağı bitti.

-ama anne türkiye karbon gazı salınımı artışında OECD birincisi, tabii mühim bu konu.
- kızım hayra alamet olmayan kaç listede birinciyiz haberin var mı?

öyle di mi sahi?
umutsuz derecede iyimser olabilenler, birleşip kararmayan enselerimizi gösterelim...
gerilip gerilip bi tane şaplatsınlar.



* vecdi gönül: yeni cumhurbaşkanı adayınız.
bayiilerden isteyiniz.

not: şeftali kokulu mumlar yakıp sığınak inşa etmek bir işe yaramıyor imiş.

17 Nisan 2007 Salı

34 THE 99

şimdi deryik napsın.. "balık çiftlikleri" dedi, hocası "vaka var da ben hala bi soru göremedim" dedi. deryik'ten pıt pıt parçalar düştü, "ama ama"ladı, sonra sustu dinledi, hak verdi. hak verdik diye parçalar pıt pıtlanmıyo değil... soru düşünüldü sonra. sonra.. en fenası. tez konusunun kesinleşmesine iki gün kala danışman hoca değişti. değişecek yani. iyi olacak aslında. deryik napıcak derseniz... çevre bakanlığı'na bi bakacak. ne kadar çevre var içinde diye. öyle gibi bi şi.

şimdi burda bi kitap var adı aynen:
rationality & power: democracy in practice.
yemin ediyorum, sözlüğü açmış en afilli 4 kelimeyi seçmiş de kitap adı yapmış gibi geliyo. iyi hoş kitapmış da yani "dünyanın sırrına erdim" değil ki kuzum.


napalım madem? oda toplayalım.
mutfaktaki puf pt çikolata renkli tek kişilik koltuğu hacılasak? evet olabileer. bi soruşturalım. koltuk da gelirse ben gidicem heralde odadan. olsun.
çamaşırlar yıkansın deryik yıkansın. çitilenelim toptan.

sanki böyle hijyen gelsin dertler gitsin. marc marc kadınıyım ben. yalan dolan. ne hijyen var giden. ağzım açık ne deseler "iyi peki onun tezi olsun bu" cevabı verecek kadar boşum aslında. hani biraz kaş çatsanız izmir'deki yer karolarını saymaya ikna edersiniz beni.

ben aslında bi 4 gündür falan sadece bi bardak vişne suyu istiyorum, tamek. o kadar zor ki bu. Yani bi bardak vişne suyu yok işte. Dimes var, sevmem. Capri-sun da bi tuhaf. ben tamek istiyorum halbuki. guava suyu var da vişne yok. hani olsa sanki bi dikişte içince bambaşka olacak gibi her şey.vişneli dondurma da olur. vişneli mekik de yenebilir, vişneli eti brownie olsa hele.

vaya con dios'u hala dinliyorum. ne na nah adlı şarkının sözlerini ezbere bilirim, bununla da manasızca övünürüm, olay yerinde görenler bilir. ayrıca onun dışında bi "pack your memories" derler, parmaklarını yersin. ben 6ydım onlar meşhurdu, babam elimi tutardı, ben ayaklarına basardım, dans ederdik, ordan tanırım kendilerini. grup belçikalı aslen. falan feşmekan.

bu fotoğrafı çekerken vedalaşıyodum, benim şerefime temmuz başı bulutları geldi. hıçkırır gibi, taksi plakasına kadar (ki başlıktaki plaka. belgeli elimde) klik klik kaydettim. Taksimde bi otoparkta durmuştuk, ben yalnızdım 5 dakka ağladım. Bap'ımı aradım, "gidiyorum ben istanbuldan" dedim, kesik kesik ağladım, bi o anlardı. anladı da zaten, kızdı bana. "ne ağlıyosun bakıyorum vazgeçtin bu kadar kolay.. noluyo be ne bu" dedi. kendime geldim. Cidden yahu, gittikleri gibi gelirler icabında. arkadaşın "höt!" diyebilenine dost deniyo galiba.




e gel işte bap. spays görls bile çalarım söz.
hötleşelim karşılıklı.
gecenin tam üçünde gecenin tam üçünde çalmaya başlarsa.
yazmasam olmazdı.

bi de odam kireç tutmuyor çalabilir bu saatte zaten. yeter o ikisi.

yok o daha ziyade fısıldanır. usulca fısıldanır. şey gibi..
hani aniden kar yağar. şemsiyenizi açarsınız. kalırsınız öyle.


hah işte keşke donsa o an, öyle kalabilseniz. ama olmaz.
film döner oynar yürür gider. bi tek işte o aniden yağan ilk kar var ya...
hani sizi gökyüzüne baktıran.
avcunuzda o kalır sımsıkı tuttuğunuz, erimez hiç, kristalleşir kalır.

o öylece kalır o bankta. gecenin tam üçünde bile kalkmaz ordan.

16 Nisan 2007 Pazartesi

kırı kan ahtar.

çarpıntılarla beraber saat 5'e olan teslimi 5'e üç kala gerçekleştirdim. bi daha son dakikaya kalmiycam. yeter yahu. bu stres için fazla yaşlıyım ben. bi de aksi gibi hava 30 derece, mis gibi güneşliydi. odada çalışiym dedim matkap başladı ekranı açtığım anda... hadi banklara oturiym dedim, iş makinası geldi yahu yanıma kaldırımı deşmek için! tanzanya usangu analizi de "bu da böyle bi anımdır" listesinde yani.

hop sonra deryik bi biraya hak kazandı. kim içer kim içer? kriket izleyicileri 7 saat boyunca içer. hop! maç izlendi... hatta inanmazsınız, bilmeyenlere kuralları anlattım efendim. takip eder yorum yapar oldum, bravolandım. 300'e ulaşabilen skoruyla canı gönülden desteklediğim bi spor artık kendisi. ekşın. fiyu eğlenceliydi bu sefer. bi de jamaika sahillerinde gözüm kaldı yarın yıldırım falan düşebilir, bilmiyorum.

sonra kapıyı açarken anahtar kaldı orda. ne tuhaf di mi? anahtar kapıyı bırakmadı resmen ya da tersi. sımsıkı yapıştı, ayıramadım. bi kızdan yardım istedim, "bana da oldu" dedi. sakince çekicektik ki... evet anahtar kırıldı. "nemelazımcı zihniyetle odasını kitlemeyenler familyası"ndan olduğum için rahatça odama girdim tabii ki. tabi iki.

anahtar kırılmasının batıl inançlar literatüründeki yerini bilsem keşke. var mıdır ki bi karşılığı yoksa fazla mı moderndir? 5 kapı açarak odasına ulaşan biriyim gerçi, şaşılacak bi şi yok.

bugün karar verdik, insan düşünen/gülen/ örgütlenen hayvan falan değil... insan yalnız bi hayvan, yapayalnız. en yalnız hayvan insan.


falan filan. saçma bi post işte.
bu ara böyle, yerseniz.

bi de ojelerimi özlemişim. oce.
kırmızı oce kaçç kaaç.

15 Nisan 2007 Pazar

Punto

nokta.
nokta dergisi nokta nokta olmuş.
biz noktaları birleştirince demokrasiyi görmüşüz.
delik deşikmiş.
o deliklerden ışık sızar mıymış acaba bir gün?
deliklerden iğne geçer miymiş peki, terzi kendi söküğünü diktiğinde bir gün?


yoksa biz hala karıncalı ekranlarda nokta nokta türk filmi mi izliyoruz, böyle bir el "atıl kurt" diyo, kurt dişleri ortada bi dergi binasını basıyo falan?

oysa o filmlerde biri kara murat'a sataşınca herkes atlardı "kara murat benim" diye...
biz artık kenara çekilip kara murat'ın sazanlığına kıs kıs gülüyoruz galiba.

noktaları birleştiriyoruz ya da...
kocaman bi hemşire resmi çıkıyo:

aba altından sopa gösterip " lütfen sus yeğenim!" diyen.
biz de işte gözaltına alınıp bilgisayarlarına el konan gazeteciler varken.. demokrasi yürüyüşünde niyeyse "asker göreve" çağırılırken... kafası karışmış bi çocuk gibi... her gün kavga ettiği sümüklü oğlanı öpmek isteyişini anlamayan yeni ergen gibi kafası karışık, açıklama bekleyen...

puantiyeli eteğine sığmadığı zaman büyüdüğü anlaşılan bi kız çocuğu gibi.
noktaları birleştiremiyoruz belki de. bizim noktalar hızla siliniyor.
nokta.

er geç

erguvanlar açmış.

duydum işte. hıh!

hem erguvan gelirse salkım söğütle gelir. ben şu an güneyde, orta kantin girişindeki o kocaman ağaca sarılmış dolanmış o kocaman salkımları seyretmek istiyorum sadece. böyle aptal aptal seyretmek. uzun ve yanlış cümleler istiyorum. o ağacı çok özledim. kokuyu özledim. çiçek ve ağaç kokusunu özledim. sokak çiçekçilerinden mevsim takibini özledim. çiçekçileri özledim. demeti 5 miyona hüsnüyusuf pazarlığını özledim, "mor görücin diye alıyosan erguvana bak be abla!!" deyip kestirip atan o adamı özledim.

hüsnüyusufları özledim yahu! kendi çiçeklerimi özledim!!!!
aaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaa !!!



emir bey'e çağrı:

efendim evet, o ağacı fotoğraflayalım bari.

14 Nisan 2007 Cumartesi

hayata bi hayvan olarak gelecek olsam, hiç utanmam sıkılmam bi mirkat olurum efendim. ayakta durur poz verir, koşar yuvama saklanır, ağaca tırmanır sonra en ince dalda ayağa kalktığım için düşerim. şen ola çöller. zambia ve zimbabve'de bi havam olur, güneş meleği derler bana yahu; ay şeytanından korurum onları. ailecek seviliriz, birlikte takılırız hep falan.
daha ne isterim? heç.

bu ara rüya

tuhaf rüyalar görme mevsimim yerini fazla gerçekçi, fazla günlük rüyalara bıraktı; arada bilinç kaymaları olan. bu da geçer. çok zor oluyo gerçi.

yatağıma derin bi aşkla bağlıyım bu ara. bir sürü makale. bi leptap. bir sürü yoğurt. şeytan dürtmesi sonucu yazmak. bugün yazdım yazdım yoksa bitmeyecek işler.

bir koca günü kavunlu çay aramaya ayırabilirim. allahtan çok uzun sürmedi bulmak.

tez konumu tamamen değiştirdim. hayırlısı olsun. kestirip attım yahu. içim şişiyodu. yani ilgimi çeken ama bi türü toparlanamayan, bi doktora tezi konusundan master tezi çıkarmaya kalkmak zordu...
destek bile aldım. depdeğiştim. hatta bi hocam "deryik bak bu konuda saatlerce konuşabilecek gibisin, ayrıca gözlerinin içi parlıyo" gazı verdi. bu çarşamba tez konusunun bi dolu insan önünde sunumu var, bi nevi cüri efenim. iki gün kala konumu değiştirdim. gerçi daha çok şey biliyorum bu konuda; ama köye dönüş projesi ve gecekondu bölgelerindeki mal sahipliği gibi bi konudan balık çiftliklerine geçtim, kısmet... kime söylesem arada bi bağ kurmayı deniyo, bağ falan yok.

bi diğer hocama, ki türk, "hadi tezi yazdım diyelim, sonra nerde çalışıcam? elimde tez, tarım bakanlığındaki göbekli bıyıklı amcaların karşısında sinir harbi geçirmek istemiyorum" dedim. güldü. sonra aynı hocaya "ben ilk konuyu seçerken bencilce istanbul'u düşünerek seçmiştim aslında" dedim, hımmm dedi. kapanışı "ben istanbulu istiyorum ne balığı yaaağğ manyak mıyım ben" diye yaptım, yine güldü. "kafan karışık senin" dedi. ben "hadi ya... aslan cinotri seni" bakışı atmadım.

sonra bi diğer hocam, ki türk değil bu tabii ki, "gider gezersin istanbulu ne var, anlamıyorum ki" dedi. "anlamanızı beklemiyorum ki, bunu 'given' kabul etsek" dedim. güldü. "aman ne malum belki filipinlere gidicen işin için aaa, uluslararası düşün bok var istanbul istanbul!!" dedi. güldü yine. gül gül öldüler yahu. iyi ki varım.

allah neşenizi daim etsin hocam. gülün siz daha.
istanbul'u özel sektör merkez üssü yapanlar utansın. yıkıcam len ben bu kalıbı. sinir oluyorum. bana "istanbulda valla en fazla organik gıda sektöründe iş bulursun güzelim sen bu masterla" diyenlere saygılar. organik gıda sektöründen nefret ediyorum. tez konuma iş kaygısıyla, mekan kaygısıyla karar vermekten en çok nefret ediyorum. daha çevreyle ilgili bi konuya geçtiğim için fazlasıyla memnunum gerçi; ama yoksulluk üzerine yan branş yapıyorum şu an. aaaggh.

odamda zaman yine durdu, tek fark bu sefer tabak biriktirmiyo olmam.
hava 26 derece. terasa çıkıp saatlerce oku oku oku.

ve bugün bir African Day of The Hague.
güzel geçicek, biliyorum.

12 Nisan 2007 Perşembe

geri dönmeyi sevmem.

bugün Berlin'de kederden gebermekte olsam da
insanca yaşadım diyebilirim.



"defalarca okumalık bi cümle seç" deseler sanırım bunu seçerdim.
hatta tek bi şiir hakkım olsa, bunu seçerdim yine.
hani böyle hapse gider gibi. içine kapanır gibi, tek bi hakkım olsa yani...
en azından şimdi, şu an bu böyle.

(tutamadım söylüyorum:
ingilizceye çevirme özrümüz var. şiirler ölüyo.
)





jelatincim için gelsin, Nazım söylüyor:
otobiyografi.

istanbul sergisi noldu yaaau?

yazmayı unutmuşum... komik di mi.

sergi "şehir ve sultan" dan ziyade "osmanlı istanbulu" idi. bilmem fark anlaşılır mı?
sergi güzeldi efendim.
kapalı çarşı, hamam, kahvehane, mezarlar, silahlar, harem, divan, villa, hat, tekke, cami bölümleri vardı. 2 tane kısa film, ki birini alakasız bulsam da (bizim de modern müzemiz var baaak filmi) diğeri güzeldi.

tuhaf noktaları söyleyelim: kapalı çarşı kısmında bi duvar boyunca plastik leğen, faraş vs sergileniyodu. diğer duvarlarsa çini ve baharat... alakayı kuramadım. gerçi istanbuldan geleni bi gülümsetiyo ama diğer insanlar için bi açıklama yok.

izmir'le izmit haritada karıştırılmış, bi şi demedim artık ona.
mezarlar iyiydi. yani mezarların olması. ben sergi başında "mezarları özledim" deyince bi japon, bi perulu ve iki kosta rikalı şok oldu; sonra bi baktık a-aa! mezarlar.

her yerde bi galata kulesi resmi; açıklama yok ama.hani o bina ne? bilmiyoruz.
açıklama yazıları yer yer yetersizdi; ama genelde beklediğimden iyiydi.
ama insan bi "istanbul öncesi başkentler" açıklaması koyar.

iznik çinisi kadar göz okşayan bi şi yok. bi kez daha anlaşıldı. harem kısmında nedense hürrem, kösem vb validesultan resimleri yoktu. divan kısmına hürrem'i koymuşlar gerçi. enteresandı.

kapitülasyon metinleri vardı. tabii bolca "hollanda- türkiye" dostluğu. lalelerin kaynağına ve türk göçmen sorununa değinmeden.

kahvehanede karagöz hacivat vardı da kahve falı yoktu. bi de nasreddin hoca bi şekilde karagöz karakteri olmuş... ben öyle bilmez idim, belki vardır modern yorumları falan.


ama en komiğini sona sakladım. hani şu pullu eşarplar vardır göbek atmak için... onu özenle baş örtüsü gibi mankenlere bağlamışlar hediyelik eşya kısmında. 2-3 mankene birden. güldük geçtik. ali muhiddin hacı bekir lokum vardı, 15 euro küçük paket.

iğne oyası vardı; hani pazarda 5 ytl deyince pazarlık yaptığımız: 19 euro. yes it is.

yani evet yine oryantal kaygılar güdülmüş tabii, olsun varsın. sinirlerim hoplamadan, hatta zevk alarak çıktım, ukalalığıma verin ben çok heyecanlanmak istemedim giderken. çok detay fiyaskoları varsa da gözüme çarpmadı efendim. güzeldi, bolca istanbul özlendi, kapalıçarşıdan ses kayıtları, hamamdan sular... iyi geldi. a bi de unutmadan, kuş üzümü buldum sonunda. birçokyuuro olduğu için almadım. turistik eşya olarak kuş üzümü.

İKSV mil mersi.

11 Nisan 2007 Çarşamba

blogger ve word verification

word verification sevmeyen parmak kaldırsın. evet.
peki nefret edenler el çırpsın şimdi... hımm...
peki o halde.
çok temel bi sorum olacak...



o minnak, tekerlekli sandalyeli adam figürü postmodern bi sanat eseri mi?
normalde görme sorunu olunca falan, bize harfleri okuması gerekmiyo mu o zımbırtının?

yani nedir, görme engelliler tekerlekli sandalyede mi oturuyo?
yoksa oturmalı da biz mi oturtmuyoruz?
ya da tekerlekli sandalye görme sorunu mu yapıyo?

yoksa blogger "bu işte bi sakatlık var" tuşu mu yapmaya çalışmış?
hangi kendini bilmezin fikri bilmiyorum; ama her seferinde sinirime dokunuyo. hatta şu an onunla ilgili bi metin bulursam analizini yapıcam. terbiyesizlik yahu. üstelik blogger'ın hiçbir yerinde bi açıklama yok.


word verification koymamak için blogger approval'ı seçen deryik'i şimdi daha da bi çok sevenler parmak kaldırsın... sağolun dostlar, sağolun... :)

10 Nisan 2007 Salı

yoğurt oldum ben.

tam yarım kiloluk kaba sığdım. süzme yoğurt.

beynim yorulacak bu bikaç gün....
siz o esnada arşivimi okurken. hehe reklamlar.




çocuk emeği.
metin analizi (ortada metin yok).
usanga- tanzanya'da kaynak bi şeysi incelemesi.
kategorileştirme analizi.


tez taslağının hazırlanması kabusundan bahsetmiyorum bile.
cidden bi yoğurt kabına kıvrılıp orda uyusam ya ben. puf.

9 Nisan 2007 Pazartesi

ornitorenk

Avustralya garip memleket. özge'nin sevdiği kadar var. koala, kanguru tamam da, ornitorenk... orda dur ahbap... insaf et. komik bi yaratık. CANIM ORNİTORENK!

Ornitorenk veya Platypus (Ornithorhynchus anatinus), ördeğinkine benzeyen bir gagası ve perdeli ayakları olan, kunduz gibi yassı kuyruklu bir omurgalı hayvandır. Memeliler gibi kürklüdür. Sürüngenler gibi yumurtlar, fakat bir memeli gibi yavrularını emzirir. Bu yüzden, evrimsel açıdan sınıflar arası bir geçiş formu olarak tanımlanır.



İlk bakışta ornitorenk gagasının ördek gagasıyla aynı olduğu kanısına kolayca varılabilir. Ancak, ördek gagası sert ve nasırlaşmışken, ornitorenkinki yumuşak ve elastiktir. Ayrıca ornitorenk gagasında bir çok sinir bulunur. Ornitorenk, gagasını çamurda yiyecek bulmak için kullanır. Bir ornitorenk ayda 12500 solucan yiyebilir. (TÜBİTAK)

daha halktan tanımlar için: kutsal bilgi kaynağı.
ördek ve kunduzdan üremesi fikri sapıkça mantıklı.

uslu bi çocuk olursanız, linki sabırla okurken niye ornitorenk hakkında yazdığımı da göreceksiniz.
kopya: 56.

ayrıca ornitorenk 4 kez tekrar edince anlamsızlaşmayan yegane kelimedir; zira en baştan komik ve anlamsız gelmektedir kulağa. binlerce kez tekrar edebilirsiniz.

hem kendisi tazmanya canavarında, pokemonda falan da rol aldı.

bkz. avustralya 20 centi. böyle bi ün şan şöhret.

bi sergi olarak istanbul

efendim burda bi 4 aydır istanbul sergisi var (istanbul: şehir ve sultan). düzenleyenler İKSV, stichtic kulsan, türk dışişleri bakanlığı (niye kültür ve turizm değil bilmiyorum); "Turkey Now!" faaliyetler silsilesi kapsamında. biliyosunuz sezen geldi kaçırdık vs, hepsi bu turkey now! yüzünden. bayağı iyi hazırlandılar, tiyatro, opera sergilendi, biletler 4 ay öncesinde bitti vs... sergiyi kaçırmiycaz umarım...



4 aydır amsterdam'da olan sergiye bitimine 1 hafta kala canhıraş gidiciiz umarım. bi ingiliz bi fransız bi ben yine tabii; deryik ve laz fıkrası tadındaki günleri. heralde 7 kişi olucaz. istanbuldaki müzelerden getirilmiş 300 parça sergileniyo, ben de nacizane bi rehberlik girişimi yapıcam. gerçi sıkılıp "yazıyı okuyun aaa" çekmem de mümkün :P

hani nedir ne değildir derseniz: işte burda. eksiği gediği var tabii; ama eli yüzü düzgün bi sergi olduğu söyleniyo. güvenim tam, bakalım ne çıkacak. gerçi pamuklu bile olmayan yazmalara 27 euro fiyat biçen bi müzeiçikazığı varmış; ama onun dışında ucuz hediyelikleri de var diyolar. mesela nazar boncuğu. yurtdışına çıkmayı düşünenlere çağrım, yanınıza bolca cam boncuk alın. bi deriye geçirip 10 euroya satabilirsiniz. at boncuğu bile olur. tuhaf bi cam boncuk açlığı var bu insanlarda.

mercimek çorbası bi de... mm özlemişim.

nınınınnının

ersincim beni yanıltmayarak askerliğini bile bir tatil beldesinde mevsime uygun şartlarda geçirebilmeyi becerdi:

antalya il jandarma komutanlığı. kısa dönem.
oh yani. öyle bi rahatladım ki.

hemen gugıllarsak faaliyetleri arasında tarihi eser kaçakçılarını yakalamak, kalaşnikof kaçakçılarıyla müşteri kılığında görüşmek ve "kıyı hattında volta atma" var. bolca refah ve huzur sağliycak arkadaşım benim. hatta "çevre ve doğal hayatı korumak" da görevleri arasında. antalyalı 156yı tuşlayınca ersinle görüşebilecek mi? nınınınınınnnnn....

biraz sıcak olucak tabii, olsun o kadar.

ziyaretine gelicez ersiin... asker oldun; ama asker kalma ersiin..
askerliği sevme ersiin.. antalyalı kızlara odaklan ersiin..
bizi bekle gelicez ersinn...

elçırp elçırp.fiyu :)

8 Nisan 2007 Pazar

cancan

can eriği dediğimiz höşül höşül yenen, tuzlanan, ıslak ve ekşi, kütür kütür lezzet var ya...



hah işte, burda yok galiba. kime erik desem malta eriği, mürdüm eriği falan tarif ediyo bana.
nasıl bi yaz beni bekliyo düşünmek dahi istemiyorum. kilolarca yollayın olur mu? zaten mısırcı da olmaz burda allah bilir. kös kös bi yaz.

erik. yeşil. yeşil zeytin. çızık çızıık...
zzııttt.. bızırrttzzzz... ztttrzz...
zırtapoz. usturmaça.. bzzztt... büzürat. zzztt...

kazıkla beni skati. hahaha.

çok düşünme kafan çatlar

düşünme deryik. elinde bin aşamalı oda temizleme, düzenleme planı var. sabah 9da başlayacaktın, saat 4, olsun mühim değil. çamaşır yıkaman gerek tam 3 tur; deterjanın yok, mühim değil. zor değil. olacak. icabında bahar temizliği. heheyt.

1) kendinle yüzleş.
2) kendinle barış.

hayat felsefesi değil bu, dağınıklıkla savaş metodu. dağınıklığa sebep olan alışkanlıklarımı artık bilmem gerek. 23 olucam utanmasam. yuh yani.

sonra kırmızı mercimek var elimde.
kimbilir nası bi yemek formu olucak. suda falan bekletmek gerekmiyodu di mi?

99 yıllığına odamı toplayacak 3 küçük cüce kiralamak istiyorum.

7 Nisan 2007 Cumartesi

mikrokredi

Diyarbakır'da da başladı mikrokredi. evet, Bangladeş'ten Muhammed Yunus'u seviyoruz... ve lakin bu mikrokredi sisteminin büyük sorunları var, derde çare olmayabiliyor. çok işe yaradığı durumlar olsa da mucize olmadığını hatırlamak gerek... ekonomi 101 tadında izahat:

1) kredi büyük çoğunlukla kadınlara veriliyor, hatta türkiye'de sanırım doğrudan "kadına destek projesi" olarak sunuldu. bunun altında "kadın borcuna daha sadık, içinde adeta bi muhasebeci var" lafı yatıyo, bu konuya geri dönücez.

2)kalkınma açısından bakarsak, mikrokredi büyük ölçüde ticaret/zanaat alanını finanse ediyor, üretimi değil. yani tarım kredisi olmadığı çok açık. alım-satımdan para kazanabilirsiniz; ama bu üretim anlamına gelmiyor. yani yine kalkınma açısından makro değerlere baktığınızda bi fark görmüyosunuz. hep "kadınlar ürettiklerini satacak" deniyor; ama 3o yıllık geçmişinde mikrokredi fonları başta üretim için harcansa da zamanla ticarete dönüyor... ki ticaret riskli bi iş bildiğimiz üzere, mali güvence sağlaması çok zor. özellikle kırsalda.

3) bu noktada hemen türkiye kırsalının şehirden kopuk olmadığını hatırlayalım. bi hindistan bi kenya değil yani durum, genelde şehre yakın. haliyle şehirdeki piyasaya mal satma ihtimali daha yüksek. bu da rekabet demek, ulaşım masrafı demek, hatta pazar kirası demek (valla tam piyasacı analiz bu), yani daha önce ticaret yapmamış(yaptırılmamış) kadınları erkek egemen bi pazara sokup "sattın sattın, yoksa açsın üstelik borçtasın" demek gibi bi yerde. tekrar hatırlıyoruz: Risk. fifti fifti... ki biraz yüksek bu. ayrıca küçük ölçekli işlerin %40-60'ının 2 yıl içinde iflas ettiği gibi bi istatistik var. rekabet, yeni pazar vs vs... a bi de tabii, herkes benzer şeyleri üretip satmaya çalışırsa arz fazlası talep açığı. yes.

4) mikrokredi tanıtımı "borçlar %100 ödeniyo süper bi şi, fakire güvenelim"dir. ve lakin, borcun koşullarını bilen biri için çok acımasız. örneğin faiz... mikrokredi anlaşmasını imzaladığınızda yanında bir sürü düzenleme geliyo, atıyorum, "borcun %5'ini ilk hafta öde" vs vs, ki borç faizle katlanmasın, hem de kadın parayı idare etme konusunda destek görsün. faiz derken, %25 faizden bahsediyorum, 2-3 değil. haliyle "yoksula güven" kısmı biraz fos.

5) ayrıca bu anlaşma bangladeş örneğinde "kızımı okula yolliycam, çeyiz (bizde başlık parası olabilir) alıp vermiycem" gibi duyarlılık da barındırmakta. iyi hoş. ve lakin soru baki: kızımı okula yolliycam; ama bana verdiğiniz para sadece işim için. kızımı okula nasıl yolliycam? özellikle elime geçen paranın önceliği borcumu ödemekken... haliyle bi yerden kısmam gerekecek, belki daha az yiycem, belki de kızım dizini kırıp oturacak.

6)cinsiyet rolleri... "kadına ekonomik özgürlüğünü verdik, heyooo" değil durum, üzgünüm. kadına para verdiniz, borca soktunuz, üretip geri ödemesini ve yoksulluktan kurtulmasını bekliyosunuz. bu kısım işe yarayabilir, doğru... ve lakin kırsalda, özellikle tarımda ana iş gücü zaten kadın, yeni bi şi değil kadının çalışması. mesela para kazanması. kadının kredisi var ama aynı anda kocası işsiz, evde oturuyo. kadının eline geçen parada hak iddia edecektir. para kazanmakla parayı harcayabilmek aynı şey değil. "balık vermiyoruz balık tutmayı öğretiyoruz". iyi de balığı kim yiyo? anladınız.

7) bu nokta mühim... mikrokredinin kontrol mekanizması şu: bi kişi krediye başvururken yanında diyelim ki 4-5 kişi daha getiriyor. kredi tek bi kişiye veriliyor; ama bütün grup borcun geri ödenmesinden sorumlu. peki ya ödemezseniz? grup üyeleri krediye başvuramıyor. haliyle bi nevi oto-kontrol mekanizmasıyla grup dinamiği borcu ödediğinizden emin oluyor... bangladeş ve hindistanda rastlanan vakaları anlatalım hemen burda: borcunu ödeyemeyen kadın ve ailesi evinden dışarı çıkamıyor; çünkü gruptaki diğer kadınlar aileleriyle beraber borçlu kadının evinin önüne çadır kurmuş "borcunu öde" baskısı yapıyor. birçok kadın hem ev içinde kocasından hem de ev dışında arkadaşlarından gelen baskıya dayanamayıp intihar ediyor.


8) geri dönücez dediğimiz noktayı unutmayalım: borcuna sadık kadın imajı. biz ona kısaca sosyal baskı diyoruz. bunun içinde "bu işi becereceğimi göstermeliyim" de olabilir, "kadınlara bağırıp çağırmak, baskı kurmak daha kolay" da olabilir.. değişebilir. illa türkiye'yle kısıtlamayalım; yaşanmış örnekleri söylüyorum. evet, hane içindeki gelir-gider dengesini çoğu zaman kadınlar sağlasa da bu gelir üzerinde kontrol anlamına gelimiyo. rollerin değişmesi her zaman bu kadar kolay değil.

9)öte yandan... kalkınma dediğimiz şey(piyasacı değiliz şu an) her şeyden öte değerler sisteminde değişikliktir. o kadınlar maddi hiçbi kazanç elde etmese de neler olabileceğini görmeleri, ihtimalleri fark etmeleri başlı başına bi adımdır. zira ekonomik özgürlük talep edilmeden ele tutuşturulan bir şey değil, hayattan kopuk bir şey hiç değil. bunun devamında daha iyi eğitim, sağlık, sosyal güvenlik ve ulaşım hizmetleri talebi de doğacaktır. işte bu noktada devlet eğer mikrokredi ve kadınlar konusunda samimiyse üstüne düşeni uzun vadede yapar.

10) mikrokredi kurumlarının bi süre sonra başlı başına bi sektör haline gelmesi, plazalara kurulması ve marksist bi şüphecilikle "yahu işçiden sonra yoksula da faiz uygulayalım" komplosuna dönüşmesi de mümkün. yine yaşanmış örnektir.

aa konunun en başını unuttum: "yoksulun yoksulu" ve "açlık/yoksulluk sınırı" tanımları. bi dahaki dersimize. iki kalıba da olan güvenim sıfır. fazla belirsiz ve değişkenler. açlık sınırı günde 2200 kcal sınırıdır: yani elinizi bile oynatmadan bazal yaşam sınırı. nasıl çalışıp kazanıcaz yahu? neyse.. o ders haftaya.


özet: tabii ki sezar'ın hakkı sezar'a: mikrokredi kredi sistemlerinde cidden çığır açmış bi fikir. hasarları gedikleri olsa da birçok insanın hayatını değiştirdi... Nobelse nobel yani. Üstelik benim bahsettiğim örnekler Bangladeş ve hindistan, türkiye'ye has düzenleme de mümkün.

Pekiiii...
Muhammed Yunus neden İktisat değil de Barış Nobeli'ni aldı?
bu bi "yoksulluk giderse barış gelir" klişesidir, işte bunu sevmiyorum...

kanıma dokunuyo.

artık gün

biz iki kız, süpermarkette sadece dondurma ve patates kızartması alırken (artık menülere girsin bu ikili) bir erkek sebze çorbası malzemeleri alıyosa "gender role" dediğimiz şeyi yıkıp geçtik demektir. fiyu. arkadaşımın içine ümit usta kaçmış.

önce çorba. sağlık. sonra muzurat:
dondurmalarrr ve patates kızartmalarııı ve film...
hop! uyku.

çok artık bi gündü dün. bugün artık toparlansa iyi olur.


yaz geliyo ya, kalın ayak bileklerine dolanan sandalet bağcıkları saldırısı başlar yakında.

6 Nisan 2007 Cuma

güzel güz el. eli güz. güz elli.

yalın ne demişti bi keresinde: sessiz kalmaya ihtiyacım var. türk popundan referansla yaşıyoruz, hayat bi soundtrack icabında.

eşses şenses kelimesi: koyun.

nutella kavanozu. tırnak batması. saçta sigara kokusu. şarap tadı, boğaz ağrısı. deli gibi dans etmek, durmamak, terlemek, teri soğutmamak. minicik bi yerde daracık bi köşede ölecekmişcesine dans etmek. durunca nefessizlik, nefes almak için kıpırdamak gerek.

biri dedi ki bana dün: hayattan ne istiyosun? öyle bi dedi ki nanik yapıp kaçmak istedim, hani muaf olayım o sorudan. o kadar ciddiydi ki suratı, yaşı tam 30'du, benim boş bakışlarımı gagaladı, "söyle hadi, ne istiyosun" dedi. durup dururken, mutluyken. lalalalalalala ben daha 22'yim, ne bileyim. yutmadı. resmen tenhada kıstırıp hayatımı sorguladı yahu. anladın sen bakışı çaktı, ki kendisi uluslararası bi bakıştır; yoksa isveçte büyümüş bi tanzanyalı öyle bakamaz, ben de anladım maalesef. cevabı bulursam barış manço moda 81300 istanbul adresine yolliycam.

sonra başka biri saçının adı ne? dedi. boş baktım tabii ki. bazen şaka gibi hayat. nassı yaaane. dedim evet bunu, güldüm kendi kendime. sonra ingilizceye geçtim. utanmasam "ay beg yor pardın" diyecektim. saçım kocaman bi kedi gibiymiş. fiyuu o benim repliğim yahu: omzumun üstündeki kedi. "bi isim koyalım artık" dedi. pekiledim, kaldı öyle. kedinin sigara kokanına tahammülüm yok. "saçının adı ne"vari iltifat girişimlerini yarım bırakanlara da.

en güzelini, tuhafını sona sakladım. mangal sefası mevsiminin açılışını kutladığımız akşamüstünde, ben gizlice indirdiğim "ne kavgam bitti ne sevdam"ı dinliyor iken çok tuhaf bi şi oldu. şarkı bitince ugandalı bi arkadaş koşarak geldi, "bi daha çalsana" dedi. anlamadım tabii, anlayamıyorum çoğunlukla. "niye ki?" kalıbıyla yaşıyorum. "bu şarkı uganda'da çok popülerdi zamanında; ama kimindir bilmiyorum" dedi.
sezen n'aptın!!!
ay beg yor pardın martha, valla anlamadım. boş gözlerle "iyi de bu türkçe hem de eski sayılır" dedim, "biz çok seviyoruz ama çal bi daha hadi, özlemişim, ritmi çok güzel" dedi. sözleri çevirdim, "şiirimsi bu" dedi, karşılıklı sevindik.

ugandadan naşi ne kavgam bitti ne sevdam'ı özlemiş kız.

hayat cidden güzel bi şi.

5 Nisan 2007 Perşembe

öpcükbalık

öpücük balığı. atilla atalay. sonunda. damardan. kafaya takınca bulunuyo yahu.
sayfanın biraz aşağısında.

3 Nisan 2007 Salı

bugün okulda ne öğrendik?

"Conflict, like sex, is an essential creative element in human relationships. It is the means to change, the means by which our social values of welfare, security, justice and opportunities for personal development can be achieved.... The existence of a flow of conflict is the only guarantee that the aspirations of society will be attained. Indeed, conflict, like sex, is to be enjoyed." (John Burton, 1972)



çok ciddi bi makalenin ortasında ufak bi bilinç kayması.

2 Nisan 2007 Pazartesi

çiğ

diş fırçası kadar kişisel bir eşyanın ortak kullanıma açılmış olması iliklerini sızlatıyordu. bu tıpkı duş yapan sevgilinin yanında işeyebilmek gibi bi şiydi -- gereksiz. acelemiz nedir yahu, bi beş dakikalık sabrımız mı yok bekleyecek? samimiyetten çatlıyor muyuz, ortak alan yaratıcaz diye klozete mi düştük? hem o ilk günlerdeki ben bi yüzümü yıkayıp gelicem paravanı ardına sığınan böbrek boşaltma hallerinden sonra, o paravan ihtiyacından sonra, ne ara olmuştu ki bu? diş fırçası yahu. küçükken de mesela, sakız değiş tokuşlarını sevmezdi. lolipop hariç, niyeyse o bi istisna.

kedi ve köpek yavrularının bi memeye ulaşmak için kardeşlerinin üstünden atlaması gözler açılmadan bile vahşileşebilmekti niyeyse. paylaşamamaktı, yetmemekti. 10 günlük bi enikken bile kardeşinin gözüne tırnaksız patini sokarsan, işte anca o zaman doyabilirdin.

kağıttan uçak yapmak yolda yürürken yaprak koparmak kadar abes bi hareketti. gerçi özellikle sakız ağaçlarının yaprağını koparıp ikiye katladıktan sonra çiğnemeye bayılır, söylemez. kaç defa zakkuma el uzatanlara "zehirli o cıss" dedi. kağıtuçaktan alınan haz uçurtmanın yerini tutmaz. zaten %80'i kamikaze hüznünü taşır, bi boka benzemez. büyük bi çalımla katlanan o A4 kağıt nihayetinde burunüstü çakılır. abestir yani. kağıt uçak katlama senseilerini seyretti. o adamlardaki ben lisenin en piçiydim hüznünü görmedi... manasız bi iddia gördü işte.

mandalinanın ince zarını soyup yemek bir törendir. bunu anlamayan insanlarla mandalina yemek kremalı bisküviyi ikiye ayırmayan insanların ortasında yalanıp durmak gibi bi şi. hem zaten mandalina zarının niye soyulduğunu anlamayan biriyle diş fırçası paylaşıyor olmak başlı başına bi bulantı sebebi olabilir.

bi an gelse, eti cin, eti puf ve halley arasında birisini seçmesi gerekse tereddüt etmeden birini seçemeyeceğini fark etmişti. bazen halley bazen eti cin, nadiren eti puf; zira eti puf pembe de olabilirdi, pembe eti puf gıda boyasıdır. ilk kez seçimlerden nefret ettiğinde ilkokuldaydı, cebinde sadece birine yeticek kadar para vardı. üstelik abur cuburdan dişleri döküldüğü için veresiye defteri kapanmıştı. sinir içinde eve gidip mandalina yemişti.

mandalina yedikten sonra diş fırçalamayı kim sever ki? mandalina zarlarını yemeye başladığında 17 yaşındaydı, artık çocukça gelen zarları tabak kenarına yığma işini bırakmıştı. haşlanmış mısır, simit veya ay çekirdeği satarken neden yanında kürdan verilmediğini yıllarca düşünmüş, çözememişti. ayrıca okul tuvaletlerinde diş fırçalayanları hiç anlamamış, nedense orda su-lavabo ikilisini görememişti. hani tamam, kimi zorunluluktandı, diş telleri ve ortaokul... ama kimi işte.. imrenmişti gerçi o kimseyi takmadan gargara yapabilenlere; ama niyeyse sanki iki gün sonra sevgilinin yanında işeyebilir gibi duruyordu o kız. saçma; ama ürkütücüydü.

balığa atlayan foklarla, ki fok asla bi balık değildir, şekere atlayan çocuklar birbirine benzer. görünüş açısından. halbuki işin özü başka. çocuklar özünde birbirinin gözünü oyabilecek; ama henüz bunu bilmeyen 10 günlük eniklerdir. öte yandan foklar, çalışıp eve ekmek getiren amcalara benzer; yorgun, hantal ve umarsızca gururlu.

hani göz oyuyorsa da, bundan o sorumlu değil artık, artık o diş fırçasını ortak kullansa da olur, kullanmasa da. yolda yürürken de gördüğü ilk bahar dalına eli gidecek, yaprağı okşayacak; ama koparmayacak. aklına gelecek de duracak son anda. kağıt uçaklar klozete çakılsa keşke. mandalina yemeyi bilmeyenlere bisküvi satışları yasaklansa. kürdan.

şşşşş... şeşşişlik.

bi hafta sonraki ptesi'den medet uman bi insana hemen yanı başındaki pazartesi kazık atarsa...


konser bileti %1'lik bir ihtimale duyulan murphyvari aşkla ellerinden uçu uçuverir.
zaten sınav günü. çok kötü bi gecenin ertesi bi gün. hani bi pazartesiden fazla bi şi beklememeli insan. değil mi? saflık yahu benimki.

o değil de..


hayat cidden boktan yahu.

beyazdaki leke koyu grideki siyah

kadar olmasa da boktan bazen.

zor değil. aslında. derin nefes al, kulak burun boğaz tıka.
cump! glu glu.



kimse şiire küsmez. teknik bi mesele bu, küsülemez.
biraz yalnız kalırsın, o kadar. alışırsın. susarsın. yarın 3 nisan, düşünürsün. ne değişir, hiç. öbür gün 4 nisan, sonra işte 5 6 7.

9undaki konsere biletsizsin nihayetinde. anladım ben.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker