18 Temmuz 2010 Pazar

bitmeyen temmuz

kardeşcağızım uzaktan kontratı imzaladı, anahtar alındı, her şey tamam. biz devasa bi oh çektik. annemi tahmin bile edemiyorum, ben kuş gibi hafifledim. bu arada ev sahibine bi araba dolusu sövmemize yol açan emlakçı kadın, tamamen kafasından faşizan bi yorum yapmış. adamın karısı cezayirli çıktı. emlakçı yüzünden uzaktan adama sövdük, sinir bi his, kötü hissettiriyo.

ben de malum, 2-3 ay içinde taşınıcam. taklalanmalar. bayrak teslim yapacağım ev arkadaşlarım ufak ufak yerleşiyolar eve. biri bu cuma gelecekmiş. miş diyorum, görmedim henüz ikisini de. yurtta kalmış insanın hali her yerde aynı: tanışırız, görüşürüz. fazla kaynaşma gibi bi derdimiz yok. yani mevcut ev arkadaşımla da fazla kaynaşık değiliz; olmayalım mümkünse, ayrılabilen ve kendi alanı olabilen parçalar bütünüyüz biz. lego gibi adeta, evet. benim yeni ev arkadaşım da annem olacak. bi takla da ona. düşündükçe düğüm oluyorum, nasıl olacak, nerde ve ne zaman filan; ama bakınız defnenin işi bile ne güzel çözüldükten sonra, gani gani hallolur.

onun dışında, bu haftasonu güzeldi. bolca denizliydi. dün yarım ay vardı, rakı-balık vardı, canlı canlı "latin ezgileri" bile vardı, boğaz akıp geçti yanımızdan. önce anadolu, sonra avrupa. iyi bi fırsat yakaladık ve datçadaki "tekne turu" faciasının rövanşını söke söke aldık. çok güzeldi işte.
2 gündür istanbulda cehennem hava aldığından, dün deniz üstünde, bugün de denizin içindeydik. kilyos, yolun yarısında bulutlanıveren, "ay acaba yağıcak mı" dedirten bi yer. mis gibi. zaten orası artık istanbul değil. dalgalar ve bulutlar iyiydi. hava ama, çatlayacak gibi basık. çatlamıyor.

ağaçlarlarlarlar dolusu yolda insan "şimdi bunların 2 milyon tanesi 3. köprü için kesilecek mi yani" diye düşününce.. çok acı. çünkü orman asla ağaçlar toplamı değildir. yaşam vardır ormanda, endüstriyel bi ağaç ordusu değil. paralel uzanmazlar, dalları birbirine geçer. toprak vardır bi kere, canlıdır. canlı toprağı, o yüzyıllar boyu bi zahmet oluşan, incecik tapınağı asfaltla boğarsanız ve sonra ne bileyim, belki bir gün sizi bir arı sokar, bi kuş üstünüze pislerse, çıktığınız tatilde yengeç kıstırıverirse ayağınızı, doğanın o ince öç alma çabasını düşünüp utanın bari! terbiyesizler ordusu. su kemerini de yıkalım bence, 3. köprünün harcına katarız. sinir oluyorum, sinir!

bu arada, muhitime sürekli bir devlet erkanı akını var. en son nimet çubukçu geldi. hepiniz seçkincisiniz dediği mahallelilerin çöpü bile doğru düzgün toplanmıyor, evlerin çoğunda doğalgaz yok, sokaklar genelde pis ve binaların sıvası, boyası nanay. yani burası ancak seçkin bir gecekondu semti olabilir. buna rağmen seçkinci olmaya da stockholm sendromu deniyor. az buçuk buraları bilse, ne bileyim sokaktaki afişlere baksa mesela, mahallenin sokak sokak bölünmüş hemşeri dernekleri gibi olduğunu bilir. gümüşhaneliler, sivaslılar, çeşit çeşit. yani seçkinci değiller; ama evet, solcu olabilirler mesela. 1 mayısı, 2 temmuzu bilenler, unutmayanlar oturuyor burda. bir kısmı en azından. sağcısı da çok; ama tek ortak noktaları size gıcık olmak da olabilir, naparsınız.

en güzeli, nimet hanımın kişi başına gelir açıklaması olmuş. akp hükümeti geliri artırmadı, gelirin hesaplanma yöntemini değiştirdi. doğru da yaptı, 4 bin dolar filan değildi çünkü. "düzeltme" yapıldı yani. Eurostat'a uyum için yapıldı; hoş hala uyum sağlanamadığından iki günde bir revizyon duyurusu yapıyo tüik. neyse, geriye dönük olarak bu düzeltme yapılırsa düşüş bile görülebilir nimet hanım. iktisat bilmeden 3-4 kat gelir artışı laflarına şaşırmıyoruz, atış serbest. çiller profesördü de noldu, o da 2 anahtar sözü vermişti misal. benim şaşırdığım, hızını alamayıp mahalle derneğiyle kapışması ve hatta karakolluk etmesi. doğatepedeki halk konserlerini de basabilirsiniz bence. ayrıca bunlar sokaktaki kedileri besler, erdoğanı kedi olarak çizmişti karikatüristler, kesin ilişkilidir.

*

bunun dışında, bir kitap okuyorum, her satırına kafa sallıyorum. yeni başladım ama bunları duymaya, okumaya ihtiyacım varmış. kaç sene önce kol saati takmayı bıraktım bilmiyorum; ama yemin ederim kelepçe gibi bi his veriyodu. üstelik öncesinde ben saatsizleri anlayamazdım, en elzem şeydi, solak halimle sol bileğime takardım hem de. sonra işte, bi şi oldu. arada kendime saat aldım tekrar alışayım diye, yok olmuyor. bileklere özgürlük.

sonra yine bi şi oldu, ben mevsimleri de, ayları da, çiçekler ve meyvelere göre tutmaya karar verdim. annem çok iyi bilir, ben de öğrenecektim. bu cahilliğimden utandım. annem balıkları da bilir, o eksik bende hala. ama işte, öyle. artık meyveleri, çiçekleri bekliyorum. hiç aksatmıyolar. bi kenara not ediyorum o yüzden: ortancalar açtı ve yerde incirler var. çünkü jay griffiths haklı, sezyum atomuyla olacak gibi değil bu iş. üstelik ben hızdan hoşlanmam. hız korkusu bile denebilir; ama "hız", tanımı muamma bir panik hissi benim için; kardeşi de "geç kalmak".

ben mi işime gelen bi şi buldum da üstüne atlıyorum, yoksa sahiden ışığı mı gördüm, bitirince anlarım artık.

ve evet, temmuz bitmiyor. sadece giderek ısınıyor.

1 yorum:

Eylül, dedi ki...

Fotografik hafızamdan ötürü unutmam okuduğumu gördüğümü aslında, ama dağıldım burda. Başını unuttum, çünkü aslında benim de bi yerlere böyle uzunca dökülmem lazım. Bir türlü yeltenemedim. En çok denizi özledim şu sıra. Kesilecek ağaçları hazmettim galiba. Televizyonu, gazeteyi mahalleye gelen millet vekillerini mute'ladığım için olabilir mi acaba?

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker