oğuz müftüoğlu, ntv'deydi. birgün de bi güzel dökümünü almış.
buyrun. fazlası linkte, özeti aşağıda:
*12 Eylül darbesine karşı mücadele eden topluluğun bir bireyi olarak kendimi 12 Eylül mağduru olarak görmüyorum. Türkiye'nin o günkü mevcut düzenine karşı, o faşist diktatörlüğe karşı mücadele ettik, onun bir bedeli varsa bunu ödedik. Ölenlerimiz de ödedi canlarıyla, cezaevlerinde işkencelerle ödedik. Burda bir mağduriyet söz konusu değildir. Biz 12 Eylül'ün muhatabıyız.
*Evet 12 Eylül'ün mağdurları vardır. MHP'liler kendilerini mağdur olarak hissetmişlerdir. Çünkü 12 Eylül'ü yapan güçlerle aynı saftaydılar. O yüzden yöneticileri 'fikrimiz iktidarda biz içerdeyiz' demiş ve kendilerini mağdur görmüşlerdir. Öyledir, ihtilaller bazen kendi evlatlarını yer.
*AKP'nin neoliberal politikalarını desteklemek için darbecilik konusunda ortaya çıkan arkadaşlar burjuvazinin, sınıfların, sömürü düzeninin ve emperyalizmin bu olayla ilişkisini gizlemek için büyük çaba sarfediyorlar. Bu doğrusu sosyalist olma iddiasındaki birisi için çok büyük ayıptır.
*Şimdi anayasada bir takım değişiklikler var. Bunlar ifade ettiğim gibi yeni düzenin ihtiyacı olan kimi değişikliklerdir. Şunu söylüyorlar yetersiz ama yine de evet diyen arkadaşlar: "Ne de olsa 12 Eylül'de ufak tefek değişiklikler var". bu bildik ölümü gösterip sıtmaya razı etme anlayışıdır. Biz buna karşı çıktığımız, razı olmadığımız için devrimciyiz.
*Anayasa değişikliği 12 Eylül'ün esasına, özüne dokunmuyor. Bir bina düşünün temeli duruyor, çatısı duruyor, yapısı duruyor, içinde oturanlar duruyor. Biraz dışını boyuyorlar, kapısının tokmağının rengini değiştiriyorlar; buna razı olmazsan "sen eskiyi savunmuş oluyorsun" diyorlar. Böyle bir saçmalık olabilir mi?
~~~
içiniz daraldıysa, hazır başlamışken bi başka konu:
Dün Birleşmis Milletler Genel Kurulu suya (ve suya dayali sağlığa) erişimi insan hakkı olarak tanımış. su zaten insan hakkıdır da, "erişim" de hak olarak tanındı böylece.
bu sebeple, musluktan akan suyun içilebilir olması, gelişmişlik kriteridir ve ayrıca bizim de uymaya çalıştığımız bir AB kriteridir. sırf musluktan temizi akıtılamıyor diye şişe suya para vermememiz gerekir. normalde. teoride. şu an öyle değil. musluktan akanı içmiyoruz, eğer paramız varsa. yoksa içiyoruz. dolayısıyla bu hakkımız kısmen gasp ediliyor.
istanbulun hakkıyla tanışın.
bulanık suların dibini görmek gerçek hedef olmalı bence. "bulanık ama nolcek yahu" demekle olmuyor. hakikaten bu iş, sıtmayla, azla yetinmekle, kötünün iyisiyle, o beyaz birikintiye kafamızı çevirmekle olmuyor.
hakkın azı çoğu yok çünkü.
29 Temmuz 2010 Perşembe
28 Temmuz 2010 Çarşamba
çıtıçıtı-tüü!
dün akşam çöp kutusunun dibinde olmalarına rağmen, papağan azmiyle 2 paket çekirdeği bitirip her birini itinayla yere atan kazık kadar 2 üniversite öğrencisi gördüm ben. "kim temizleyecek pisliğinizi?" deyince de tuzlu tuzlu tükürerek "anonim" dediler. çünkü yeri geldiğinde emekçinin dibinden ayrılmayan bu gencolar için "emek", sürekli arkalarını toplayan anonim bir buluttur; anneleri gibi. hani o yiyip kalktıkları sofralar kendi kendine ortadan kayboluyor ya, kustukları leğenler temizleniyor, çarşafları değişiyor ya. onun gibi bir bulut. biz emeği uzaktan, önemli gün ve haftalarda çok seviyoruz, 1 mayısta havalara atıp atıp tutuyoruz, ama kılımızı kıpırdatıp yardım etmiyoruz.
anonim bir sopayla bi temiz dövmek istiyor insan. dövmüyoruz tabii - olgunuz filan. çekirdek nefretim ayrı bir hikaye. sokakta çıtı çıtı gezen ekipler, o tükürüklü kabuğu yere atıp salyangoz gibi bi iz bırakarak aheste aheste dolanıyosa bence bi ömür kuş yemi yemeliler.ke.nando.ğulu izmir konseri öncesi etrafta satılan tüm çekirdekleri satın almış. adamcağızı çok iyi anlıyorum.
işin komik yanı, bira şişelerini çöpe atmalarıydı. komikti işte etraflarında hilal şeklinde bir çekirdek haresi varken 2 şişeyi uzanıp atmaları. "kolay olanı ben yapayım, gerisini anonim toplar". aslında o da değil. ellerinde bira şişesiyle kampüste yakalanma korkusu, 15 yaş telaşıyla hala omuriliklerinden süzüldüğü için (ki aslında kimsenin taktığı yok), aslında o şişeyi çöpe sakladılar - böyle de basit. onun için komikti işte. ergen ergen "anonim" cevabı vermenin gururunu yaşarken, ergenlikleri 33 cl bira şişesinden bile parlıyordu.
benim de "hah, tam bir boun öğrencisi davranışı!" cevabı vermem, emeklilik başvurum için yaşımın geldiğini gösteriyor sanırım. olsun, sinirrr oluyorum sinirr bu densizliklere. bounu, üniversiteyi de geçtim, kazık kadar adamsın, gül gibi kampüstesin. demek ki adamın hiçbir estetik filtresi yok. güzeli çirkini, bozmayı korumayı filan idrak edemiyor. özensiz bir hödük bildiğin. özenmeye tembel insandan ne hayır gelir? yani 1 ADIM ÖTESİ çöp yahu! protest vandal diycem; ama bu durumda bu bir vandallık şovu değil, sadece saf pislik. tükürük kabukları. 60 yaş üstü amcalar sabah gün ışığında söve söve temizleyecek ve benim söylediğim şeyi tekrar edecek.
şimdi bu iki adam 20 küsur yaşında, hala yontulacak da belki bir ihtimal insan olacak.
"çöpünü çöpe at" filan. ohoo yani.
politik dehlizleri yemişim, benim ümidimi esas böyle şeyler kurutuyor.tarifi zor.
"ülkenin çivisi çıktı, derdin bu mu?" derseniz, "aradaki bağlantıyı örümcekler görüyor" derim.
anonim bir sopayla bi temiz dövmek istiyor insan. dövmüyoruz tabii - olgunuz filan. çekirdek nefretim ayrı bir hikaye. sokakta çıtı çıtı gezen ekipler, o tükürüklü kabuğu yere atıp salyangoz gibi bi iz bırakarak aheste aheste dolanıyosa bence bi ömür kuş yemi yemeliler.ke.nando.ğulu izmir konseri öncesi etrafta satılan tüm çekirdekleri satın almış. adamcağızı çok iyi anlıyorum.
işin komik yanı, bira şişelerini çöpe atmalarıydı. komikti işte etraflarında hilal şeklinde bir çekirdek haresi varken 2 şişeyi uzanıp atmaları. "kolay olanı ben yapayım, gerisini anonim toplar". aslında o da değil. ellerinde bira şişesiyle kampüste yakalanma korkusu, 15 yaş telaşıyla hala omuriliklerinden süzüldüğü için (ki aslında kimsenin taktığı yok), aslında o şişeyi çöpe sakladılar - böyle de basit. onun için komikti işte. ergen ergen "anonim" cevabı vermenin gururunu yaşarken, ergenlikleri 33 cl bira şişesinden bile parlıyordu.
benim de "hah, tam bir boun öğrencisi davranışı!" cevabı vermem, emeklilik başvurum için yaşımın geldiğini gösteriyor sanırım. olsun, sinirrr oluyorum sinirr bu densizliklere. bounu, üniversiteyi de geçtim, kazık kadar adamsın, gül gibi kampüstesin. demek ki adamın hiçbir estetik filtresi yok. güzeli çirkini, bozmayı korumayı filan idrak edemiyor. özensiz bir hödük bildiğin. özenmeye tembel insandan ne hayır gelir? yani 1 ADIM ÖTESİ çöp yahu! protest vandal diycem; ama bu durumda bu bir vandallık şovu değil, sadece saf pislik. tükürük kabukları. 60 yaş üstü amcalar sabah gün ışığında söve söve temizleyecek ve benim söylediğim şeyi tekrar edecek.
şimdi bu iki adam 20 küsur yaşında, hala yontulacak da belki bir ihtimal insan olacak.
"çöpünü çöpe at" filan. ohoo yani.
politik dehlizleri yemişim, benim ümidimi esas böyle şeyler kurutuyor.tarifi zor.
"ülkenin çivisi çıktı, derdin bu mu?" derseniz, "aradaki bağlantıyı örümcekler görüyor" derim.
27 Temmuz 2010 Salı
26 Temmuz 2010 Pazartesi
Facts, not memories. That's how you investigate.*
"Suçlar unutulmamalı, belgelerini, kayıtlarını muhafaza etmeliyiz. Çünkü suçluların ilk işi bunları yok etmektir. Bu efendiler yalnızca masumları katletmekle kalmaz, hafızayı da yok ederler. Yeni dünya tiranlığına karşı yükselen muhalefete ilham vermesi için bu kayıtların tutulması şarttır. Silahlarla donanmış bu zorbalar askeri ya da ekonomik bütün savaşları kazanabilirler, ama adına iletişim savaşı dedikleri savaşı kaybettiler. Dünya kamuoyunun desteğini kazanamadılar. Gitgide daha çok insan HAYIR diyor. Bu yenilgileri zorbalıklarının sonu olacak, ama bu son kim bilir daha kaç trajedi, kaç istila ve felaketten sonra gelecek. Daha ne kadar yoksullaştıracaklar bizi? İşte kayda geçirmenin, delilleri muhafaza etmenin, hatırlamanın aciliyeti bundandır. İşledikleri suçlar unutulmayacak, her kıtada ağızdan ağza dolaşacak. Her geçen gün daha çok insan HAYIR diyecek. Bugün sevdiğimiz ve korumak istediğimiz şeylere EVET demenin önkoşulu budur."
iki yerde karşıma çıktı bu veya bu:
"The records have to be kept and, by definition, the perpetrators, far from keeping records, try to destroy them. They are killers of the innocent and of memory. The records are required to inspire still further the mounting opposition to the new global tyranny.The new tyrants, incomparably over-armed, can win every war, both military and economic. Yet they are losing the war (this is how they call it) of communication. They are not winning the support of world public opinion. More and more people are saying no. Finally this will be the tyranny's undoing. But after how many more tragedies, invasions and collateral disasters? After how much more of the new poverty the tyranny engenders? Hence the urgency of keeping records, of remembering, of assembling the evidence, so that the accusations become unforgettable, and proverbial on every continent. More and more people are going to say NO, for this is the precondition today for saying YES to all we are determined to save and everything we love."
john berger. 2009. irak mahkemesi'ne destek mesajı.
hatırlamamız gerektiğini hatırlatmak için.
bi kenara not edin her şeyi. çünkü basit bir unutmama savaşı bu aslında.
küresel bir memento filmi (başlıktaki *); gerekirse dövme yaptırın. yeter ki unutmayın. hatırlamak yetmiyor, unutmama zamanı geldi artık. madem artık gazeteler baskıya girene kadar bile eskiyor haberler, madem hızdan midemiz bulanıyor ama kusamıyoruz, buyrun sancho panzalar: kılıcınız kayıtlarınızdır; yel değirmenleri az ileride.
bilgiye erişim girdabındaysak, tek akan musluk onlarınki olmayacak; "onlar" ne kadar çeşitli olsa da aslında bir çünkü. bilmiyorum ki, sanki tutulan bu kayıtların orda bir yerde erişilebilir olması, erişilen bilgideki tekeli silmek için bir alan gibi geliyor bana. sanki sularını bulandırmak için sabırla tek tek tükürmemiz bir işe yarar gibi.
iki yerde karşıma çıktı bu veya bu:
"The records have to be kept and, by definition, the perpetrators, far from keeping records, try to destroy them. They are killers of the innocent and of memory. The records are required to inspire still further the mounting opposition to the new global tyranny.The new tyrants, incomparably over-armed, can win every war, both military and economic. Yet they are losing the war (this is how they call it) of communication. They are not winning the support of world public opinion. More and more people are saying no. Finally this will be the tyranny's undoing. But after how many more tragedies, invasions and collateral disasters? After how much more of the new poverty the tyranny engenders? Hence the urgency of keeping records, of remembering, of assembling the evidence, so that the accusations become unforgettable, and proverbial on every continent. More and more people are going to say NO, for this is the precondition today for saying YES to all we are determined to save and everything we love."
john berger. 2009. irak mahkemesi'ne destek mesajı.
hatırlamamız gerektiğini hatırlatmak için.
bi kenara not edin her şeyi. çünkü basit bir unutmama savaşı bu aslında.
küresel bir memento filmi (başlıktaki *); gerekirse dövme yaptırın. yeter ki unutmayın. hatırlamak yetmiyor, unutmama zamanı geldi artık. madem artık gazeteler baskıya girene kadar bile eskiyor haberler, madem hızdan midemiz bulanıyor ama kusamıyoruz, buyrun sancho panzalar: kılıcınız kayıtlarınızdır; yel değirmenleri az ileride.
bilgiye erişim girdabındaysak, tek akan musluk onlarınki olmayacak; "onlar" ne kadar çeşitli olsa da aslında bir çünkü. bilmiyorum ki, sanki tutulan bu kayıtların orda bir yerde erişilebilir olması, erişilen bilgideki tekeli silmek için bir alan gibi geliyor bana. sanki sularını bulandırmak için sabırla tek tek tükürmemiz bir işe yarar gibi.
25 Temmuz 2010 Pazar
sekizgen
bugün öğrendiklerimiz:
ileride havuzlu bi evimiz olursa, evin terasını mermer yapmiycaz arkadaşlar. çünkü ıslak mermerde düşmeyeni dövüyolar. tabii ki ben de, ıslak yere basıp kaydım, elimde de bardak vardı, pankreas güreşçileri hani dirseklerini yerdeki rakibin karın boşluğuna gömüyolar ya, istem dışı o yöntemi uyguladım mermere. bardak tuzla buz, parmak ve bacak kesik. omuz ve dirsek ise hayret verici şekilde sağlam; belki de yerine oturdu. sol elimin işaret parmağını pek kıpırdatamıyorum, 6 saat filan geçti, yara yeni kapanıyo. üstelik, havuzla hiçbir temasım olmamıştı. hazin yanı bu sanırım - yüzmedim bile. neyse, illa mermer yapıcam diyosanız, bari bardak taşımayın.
niye derseniz (ki demiyosanız bu paragrafı geçin bence), çünkü üniversite başvurusu için portfolyo hazırlayan genç kızlar yardım isteyince akan sular durur. sabahın körü çanta hazırlanır, tuzlaya gidilir, havuz ödünç alınır. dikişten anlamıyosam da, bazı kıyafetler üstüme dikildiği için modellik yaptım.ondan da çok anlarım ya. olsun, kaç gecelik mesaim var, bari sonuna kadar gidelim. iş de "giy ve sabit bak" kadardı zaten, makine güzel olunca pek bi şi gerekmiyor anladığım. güneşin altında 6 saat geçirdikten sonra, kısmi amele yanığı, bol makyaj, tutuk bi parmak ve kutu kutu zerzevatla eve döndüm. eğer o okul bu kızı kabul etmezse basarım. yalnız da olmam, ordu gibiydik.
yorgunum, yanığım ve parmağım kanca şeklinde. saçımsa evlere şenlik.
eylülü bekliyorum, gün sayıyorum. patronum yine abes bi itiraz sebebi bulacaktı ki vazgeçti, böylece biletim yanmadan, eylülde lyon. eşeğimi kaybedip bulmaktan beynim dönüyor. iki kere kiki. defnenin evini okulunu halledelim, işleri tamamlansın, sıra benim işlerime gelsin. eylülden ekime geçerken güvercin takla.
onun dışında, bebek baylan: o güzel baylan tarihi kitapçığı için teşkür. şehir hafızası böyle şeylerle korunuyor. kısa ve öz, çok da zarif. her masaya bi tane koymuşlar, araklayabilirdim, utandım. tek sitemimse: taşdelen kaynak sularının cam şişe zerafetinden bodur plastik şişeye geçmeseydiniz keşke. bi tek bu. çünkü su istedikten sonra, "plastik şişe gelir şimdi" diye korkarken geldi. hani bi şi değişmişse, o kesin su şişesidir. anlatabildim mi ki? belki.
*
bir de size bir hikaye: arakhne.
bir sürü versiyonundan biri. biri de şöyle devam eder: aslında athena arakhneyi lanetleyerek örümcek yapar. insanlar bundan sonra, o ince el emeğinden iğrenecek ve nerede görse ağını bozacaktır. alkışlanmayacaktır.
bu yüzdendir ki örümcek, yüzyıllardır, güzel sanatların, el emeğinin sembolüdür. aslında insanlarda tanrılardan öte olan yaratıcılık gücünün, azmin, ince ince işleyerek, emeğiyle başarabileceklerinin sembolü olan bir zarif hayvandır. asla böcek değildir; çünkü 8 bacaklıdır.
bazen cehalet, bilmemenin ötesine geçiyor ya, ona yapacak bir şey yok. üstelik o kadar da bağırıyor ki duymamak imkansız. oysa örümcek, sessiz sedasız yapar sanatını. duyulmak, ona zarar verir.
gelip bozarlar çünkü. ince çalışmak gerekir o yüzden. kıymetini bilen gözlerse zaten bozmadan geçer.
ileride havuzlu bi evimiz olursa, evin terasını mermer yapmiycaz arkadaşlar. çünkü ıslak mermerde düşmeyeni dövüyolar. tabii ki ben de, ıslak yere basıp kaydım, elimde de bardak vardı, pankreas güreşçileri hani dirseklerini yerdeki rakibin karın boşluğuna gömüyolar ya, istem dışı o yöntemi uyguladım mermere. bardak tuzla buz, parmak ve bacak kesik. omuz ve dirsek ise hayret verici şekilde sağlam; belki de yerine oturdu. sol elimin işaret parmağını pek kıpırdatamıyorum, 6 saat filan geçti, yara yeni kapanıyo. üstelik, havuzla hiçbir temasım olmamıştı. hazin yanı bu sanırım - yüzmedim bile. neyse, illa mermer yapıcam diyosanız, bari bardak taşımayın.
niye derseniz (ki demiyosanız bu paragrafı geçin bence), çünkü üniversite başvurusu için portfolyo hazırlayan genç kızlar yardım isteyince akan sular durur. sabahın körü çanta hazırlanır, tuzlaya gidilir, havuz ödünç alınır. dikişten anlamıyosam da, bazı kıyafetler üstüme dikildiği için modellik yaptım.ondan da çok anlarım ya. olsun, kaç gecelik mesaim var, bari sonuna kadar gidelim. iş de "giy ve sabit bak" kadardı zaten, makine güzel olunca pek bi şi gerekmiyor anladığım. güneşin altında 6 saat geçirdikten sonra, kısmi amele yanığı, bol makyaj, tutuk bi parmak ve kutu kutu zerzevatla eve döndüm. eğer o okul bu kızı kabul etmezse basarım. yalnız da olmam, ordu gibiydik.
yorgunum, yanığım ve parmağım kanca şeklinde. saçımsa evlere şenlik.
eylülü bekliyorum, gün sayıyorum. patronum yine abes bi itiraz sebebi bulacaktı ki vazgeçti, böylece biletim yanmadan, eylülde lyon. eşeğimi kaybedip bulmaktan beynim dönüyor. iki kere kiki. defnenin evini okulunu halledelim, işleri tamamlansın, sıra benim işlerime gelsin. eylülden ekime geçerken güvercin takla.
onun dışında, bebek baylan: o güzel baylan tarihi kitapçığı için teşkür. şehir hafızası böyle şeylerle korunuyor. kısa ve öz, çok da zarif. her masaya bi tane koymuşlar, araklayabilirdim, utandım. tek sitemimse: taşdelen kaynak sularının cam şişe zerafetinden bodur plastik şişeye geçmeseydiniz keşke. bi tek bu. çünkü su istedikten sonra, "plastik şişe gelir şimdi" diye korkarken geldi. hani bi şi değişmişse, o kesin su şişesidir. anlatabildim mi ki? belki.
*
bir de size bir hikaye: arakhne.
bir sürü versiyonundan biri. biri de şöyle devam eder: aslında athena arakhneyi lanetleyerek örümcek yapar. insanlar bundan sonra, o ince el emeğinden iğrenecek ve nerede görse ağını bozacaktır. alkışlanmayacaktır.
bu yüzdendir ki örümcek, yüzyıllardır, güzel sanatların, el emeğinin sembolüdür. aslında insanlarda tanrılardan öte olan yaratıcılık gücünün, azmin, ince ince işleyerek, emeğiyle başarabileceklerinin sembolü olan bir zarif hayvandır. asla böcek değildir; çünkü 8 bacaklıdır.
bazen cehalet, bilmemenin ötesine geçiyor ya, ona yapacak bir şey yok. üstelik o kadar da bağırıyor ki duymamak imkansız. oysa örümcek, sessiz sedasız yapar sanatını. duyulmak, ona zarar verir.
gelip bozarlar çünkü. ince çalışmak gerekir o yüzden. kıymetini bilen gözlerse zaten bozmadan geçer.
22 Temmuz 2010 Perşembe
vapur okumaları
son zamanlarda ara ara Fenerbahçe'de misafirdim, ilkokulumun yan sokağında. ertesi gün işe gidişte hep çok uykusuz olsam da, vapurda ayılmak başka bir nimet-miş. fazla despot bi hava esebilir ama, vapur konusunda (da) hassasım.
vapurun kenar kısmında, avrupa yakasının tüm o tarihi yarımada manzarasını görecek tarafa oturmuşken (çünkü anadolu bir şantiyeye döndü), gözünü kırpmadan kitap, dergi, gazete okuyandan hazzetmem. çünkü o satırları 20 dakika sonra okusalar, dünyaları kayacakmış gibi bir haldeler.
misal, bugün. yemin ederim etrafımdaki 5 kişi bu şekilde içine kapanmış birer kabuktu. sonra, artık deniz dayanamadı heralde bu ilgisizliğe, dalga güvertede patladı, baştan aşağı ıslandılar. gülüp geçmek yerine, olmamış gibi, azimle gazete okumaya devam. kiminde ayrıca kulakta müzik. vapurla etkileşmemek için zorlu bir çaba. yani tamam ben de bi şiler okuyorum, dinliyorum arada; ama insan bi kafayı kaldırır, şöyle bi "oh be!" der.
vapur dediğin ortalama 20 dakika süren bir sefa benim için. Bindiğiniz taşıt pis kokan otobüs, kalabalık metro filan değil. o bi vapur, o bir nimet. o bir istanbul, o bir güzellik. ne bileyim, denizin üstündesin; saygı duymalı insan. bi yere kadar, motor, feribot ve deniz otobüsüne de uygulanabilir bu söylediğim.
Anneannem ortaokulu deniz dibindeki bir binada okuyacak kadar şanslıymış. Fransızca öğretmenleri her sabah önce "günaydın!" der, sonra derse başlamadan önce 5 dakika, ayakta, Boğaz'ı izlemelerini istermiş; nerde olduklarının, İstanbul'un, okulun, o güzel anlarının kıymetini bilsinler diye. Anneannem 82 yaşında, en net okul anısı bu. Bu yüzden anneannem için Boğaziçi, öncelikle 5 dakikalık saygı duruşudur. onun için her gün denizin rengini sorar. çocuklarını da, torunlarını da böyle büyüttü. değil vapura bu muameleyi yapmak, lacivert gören yerden öyle bakmadan, dinlemeden, içine derin bir nefes çekmeden geçilmez.
istanbulun mürekkep yalamış dostları, size önerim, kafanızı kaldırın. belki gün bitiyodur, belki martı geçiyodur. ayıp oluyor. hem tüm bunların haber olması için bir gün beklemeniz gerek. günceli yakalamış olursunuz.
vapurun kenar kısmında, avrupa yakasının tüm o tarihi yarımada manzarasını görecek tarafa oturmuşken (çünkü anadolu bir şantiyeye döndü), gözünü kırpmadan kitap, dergi, gazete okuyandan hazzetmem. çünkü o satırları 20 dakika sonra okusalar, dünyaları kayacakmış gibi bir haldeler.
misal, bugün. yemin ederim etrafımdaki 5 kişi bu şekilde içine kapanmış birer kabuktu. sonra, artık deniz dayanamadı heralde bu ilgisizliğe, dalga güvertede patladı, baştan aşağı ıslandılar. gülüp geçmek yerine, olmamış gibi, azimle gazete okumaya devam. kiminde ayrıca kulakta müzik. vapurla etkileşmemek için zorlu bir çaba. yani tamam ben de bi şiler okuyorum, dinliyorum arada; ama insan bi kafayı kaldırır, şöyle bi "oh be!" der.
vapur dediğin ortalama 20 dakika süren bir sefa benim için. Bindiğiniz taşıt pis kokan otobüs, kalabalık metro filan değil. o bi vapur, o bir nimet. o bir istanbul, o bir güzellik. ne bileyim, denizin üstündesin; saygı duymalı insan. bi yere kadar, motor, feribot ve deniz otobüsüne de uygulanabilir bu söylediğim.
Anneannem ortaokulu deniz dibindeki bir binada okuyacak kadar şanslıymış. Fransızca öğretmenleri her sabah önce "günaydın!" der, sonra derse başlamadan önce 5 dakika, ayakta, Boğaz'ı izlemelerini istermiş; nerde olduklarının, İstanbul'un, okulun, o güzel anlarının kıymetini bilsinler diye. Anneannem 82 yaşında, en net okul anısı bu. Bu yüzden anneannem için Boğaziçi, öncelikle 5 dakikalık saygı duruşudur. onun için her gün denizin rengini sorar. çocuklarını da, torunlarını da böyle büyüttü. değil vapura bu muameleyi yapmak, lacivert gören yerden öyle bakmadan, dinlemeden, içine derin bir nefes çekmeden geçilmez.
istanbulun mürekkep yalamış dostları, size önerim, kafanızı kaldırın. belki gün bitiyodur, belki martı geçiyodur. ayıp oluyor. hem tüm bunların haber olması için bir gün beklemeniz gerek. günceli yakalamış olursunuz.
19 Temmuz 2010 Pazartesi
bence ben..
1. yemek pişirebildiğime göre ve yani "yenebilir" olduğuna göre ve hatta ben aslında yemek pişirmeyi sevebildiğime göre, belki arada bi pişirmeliyimdir? ama önce bkz. madde 3.
2. odamı, delirme eşiğine gelmeden önce toplamalıyım. evet evet. daha doğrusu, gerçekten toplamalıyım. dağınıklığı gizleyerek tertipliymiş gibi yapma yaşım bi 10 yıl önce geçti, kendim bile kanmıyorum. mesela çekmeceler, dağınık insanın en büyük dostu. sonra gerçekten toplamak iyice zorlaşıyor. üstelik artık toplamadan temizlemeyi bile beceriyorum. yaş 26, oda toplamak 2. maddem. utanç verici.
3. mutfak alışverişimi az buçuk düzenli yapıp, "ekmek varken peynir yok, peynir varken ekmek yok" gibi saçma çıkmazlar yüzünden kahvaltıyı ofise, ana öğünü de yemeksepetine ertelememeliyim. salak bi kısırdöngü çünkü. bakınız yaş 26 ve ben 5 yıl yurtta kalmış deneyimli bir öğhhh. daha da utanç.
4. Fikirlerim var ya hani benim dosyalarca biriktirdiğim, hah işte. ertelemiym artık. yapiym ve bu fikirler rica edicem kolye olmasın - gına geldi kendimden. kolye yapıp yapıp kenarda biriktiriyorum, karıncayla fare arası bi depolama halindeyim. savaş çıkarsa sığınakta şıngırdatırım artık. yerimiz belli olur ama napalım, süs.
5.kuru temizleme ve ütü diye 2 şey var. ilkini ben yapmıyorum; ama ona rağmen bi iş tabii, git gel filan. bence ben o ikisine de üşenmemeliyim.
6. ipod'umdaki şarkıları artık değiştirmeliyim. sahiden.
7.dibimde kapalı yüzme havuzu var, az uzağımda da açığı. bence gitmeliyim. ayıp. haha, gittim dün. editos!
itiraflarım şimdilik bu kadar.
2. odamı, delirme eşiğine gelmeden önce toplamalıyım. evet evet. daha doğrusu, gerçekten toplamalıyım. dağınıklığı gizleyerek tertipliymiş gibi yapma yaşım bi 10 yıl önce geçti, kendim bile kanmıyorum. mesela çekmeceler, dağınık insanın en büyük dostu. sonra gerçekten toplamak iyice zorlaşıyor. üstelik artık toplamadan temizlemeyi bile beceriyorum. yaş 26, oda toplamak 2. maddem. utanç verici.
3. mutfak alışverişimi az buçuk düzenli yapıp, "ekmek varken peynir yok, peynir varken ekmek yok" gibi saçma çıkmazlar yüzünden kahvaltıyı ofise, ana öğünü de yemeksepetine ertelememeliyim. salak bi kısırdöngü çünkü. bakınız yaş 26 ve ben 5 yıl yurtta kalmış deneyimli bir öğhhh. daha da utanç.
4. Fikirlerim var ya hani benim dosyalarca biriktirdiğim, hah işte. ertelemiym artık. yapiym ve bu fikirler rica edicem kolye olmasın - gına geldi kendimden. kolye yapıp yapıp kenarda biriktiriyorum, karıncayla fare arası bi depolama halindeyim. savaş çıkarsa sığınakta şıngırdatırım artık. yerimiz belli olur ama napalım, süs.
5.kuru temizleme ve ütü diye 2 şey var. ilkini ben yapmıyorum; ama ona rağmen bi iş tabii, git gel filan. bence ben o ikisine de üşenmemeliyim.
6. ipod'umdaki şarkıları artık değiştirmeliyim. sahiden.
7.
itiraflarım şimdilik bu kadar.
18 Temmuz 2010 Pazar
bitmeyen temmuz
kardeşcağızım uzaktan kontratı imzaladı, anahtar alındı, her şey tamam. biz devasa bi oh çektik. annemi tahmin bile edemiyorum, ben kuş gibi hafifledim. bu arada ev sahibine bi araba dolusu sövmemize yol açan emlakçı kadın, tamamen kafasından faşizan bi yorum yapmış. adamın karısı cezayirli çıktı. emlakçı yüzünden uzaktan adama sövdük, sinir bi his, kötü hissettiriyo.
ben de malum, 2-3 ay içinde taşınıcam. taklalanmalar. bayrak teslim yapacağım ev arkadaşlarım ufak ufak yerleşiyolar eve. biri bu cuma gelecekmiş. miş diyorum, görmedim henüz ikisini de. yurtta kalmış insanın hali her yerde aynı: tanışırız, görüşürüz. fazla kaynaşma gibi bi derdimiz yok. yani mevcut ev arkadaşımla da fazla kaynaşık değiliz; olmayalım mümkünse, ayrılabilen ve kendi alanı olabilen parçalar bütünüyüz biz. lego gibi adeta, evet. benim yeni ev arkadaşım da annem olacak. bi takla da ona. düşündükçe düğüm oluyorum, nasıl olacak, nerde ve ne zaman filan; ama bakınız defnenin işi bile ne güzel çözüldükten sonra, gani gani hallolur.
onun dışında, bu haftasonu güzeldi. bolca denizliydi. dün yarım ay vardı, rakı-balık vardı, canlı canlı "latin ezgileri" bile vardı, boğaz akıp geçti yanımızdan. önce anadolu, sonra avrupa. iyi bi fırsat yakaladık ve datçadaki "tekne turu" faciasının rövanşını söke söke aldık. çok güzeldi işte.
2 gündür istanbulda cehennem hava aldığından, dün deniz üstünde, bugün de denizin içindeydik. kilyos, yolun yarısında bulutlanıveren, "ay acaba yağıcak mı" dedirten bi yer. mis gibi. zaten orası artık istanbul değil. dalgalar ve bulutlar iyiydi. hava ama, çatlayacak gibi basık. çatlamıyor.
ağaçlarlarlarlar dolusu yolda insan "şimdi bunların 2 milyon tanesi 3. köprü için kesilecek mi yani" diye düşününce.. çok acı. çünkü orman asla ağaçlar toplamı değildir. yaşam vardır ormanda, endüstriyel bi ağaç ordusu değil. paralel uzanmazlar, dalları birbirine geçer. toprak vardır bi kere, canlıdır. canlı toprağı, o yüzyıllar boyu bi zahmet oluşan, incecik tapınağı asfaltla boğarsanız ve sonra ne bileyim, belki bir gün sizi bir arı sokar, bi kuş üstünüze pislerse, çıktığınız tatilde yengeç kıstırıverirse ayağınızı, doğanın o ince öç alma çabasını düşünüp utanın bari! terbiyesizler ordusu. su kemerini de yıkalım bence, 3. köprünün harcına katarız. sinir oluyorum, sinir!
bu arada, muhitime sürekli bir devlet erkanı akını var. en son nimet çubukçu geldi. hepiniz seçkincisiniz dediği mahallelilerin çöpü bile doğru düzgün toplanmıyor, evlerin çoğunda doğalgaz yok, sokaklar genelde pis ve binaların sıvası, boyası nanay. yani burası ancak seçkin bir gecekondu semti olabilir. buna rağmen seçkinci olmaya da stockholm sendromu deniyor. az buçuk buraları bilse, ne bileyim sokaktaki afişlere baksa mesela, mahallenin sokak sokak bölünmüş hemşeri dernekleri gibi olduğunu bilir. gümüşhaneliler, sivaslılar, çeşit çeşit. yani seçkinci değiller; ama evet, solcu olabilirler mesela. 1 mayısı, 2 temmuzu bilenler, unutmayanlar oturuyor burda. bir kısmı en azından. sağcısı da çok; ama tek ortak noktaları size gıcık olmak da olabilir, naparsınız.
en güzeli, nimet hanımın kişi başına gelir açıklaması olmuş. akp hükümeti geliri artırmadı, gelirin hesaplanma yöntemini değiştirdi. doğru da yaptı, 4 bin dolar filan değildi çünkü. "düzeltme" yapıldı yani. Eurostat'a uyum için yapıldı; hoş hala uyum sağlanamadığından iki günde bir revizyon duyurusu yapıyo tüik. neyse, geriye dönük olarak bu düzeltme yapılırsa düşüş bile görülebilir nimet hanım. iktisat bilmeden 3-4 kat gelir artışı laflarına şaşırmıyoruz, atış serbest. çiller profesördü de noldu, o da 2 anahtar sözü vermişti misal. benim şaşırdığım, hızını alamayıp mahalle derneğiyle kapışması ve hatta karakolluk etmesi. doğatepedeki halk konserlerini de basabilirsiniz bence. ayrıca bunlar sokaktaki kedileri besler, erdoğanı kedi olarak çizmişti karikatüristler, kesin ilişkilidir.
*
bunun dışında, bir kitap okuyorum, her satırına kafa sallıyorum. yeni başladım ama bunları duymaya, okumaya ihtiyacım varmış. kaç sene önce kol saati takmayı bıraktım bilmiyorum; ama yemin ederim kelepçe gibi bi his veriyodu. üstelik öncesinde ben saatsizleri anlayamazdım, en elzem şeydi, solak halimle sol bileğime takardım hem de. sonra işte, bi şi oldu. arada kendime saat aldım tekrar alışayım diye, yok olmuyor. bileklere özgürlük.
sonra yine bi şi oldu, ben mevsimleri de, ayları da, çiçekler ve meyvelere göre tutmaya karar verdim. annem çok iyi bilir, ben de öğrenecektim. bu cahilliğimden utandım. annem balıkları da bilir, o eksik bende hala. ama işte, öyle. artık meyveleri, çiçekleri bekliyorum. hiç aksatmıyolar. bi kenara not ediyorum o yüzden: ortancalar açtı ve yerde incirler var. çünkü jay griffiths haklı, sezyum atomuyla olacak gibi değil bu iş. üstelik ben hızdan hoşlanmam. hız korkusu bile denebilir; ama "hız", tanımı muamma bir panik hissi benim için; kardeşi de "geç kalmak".
ben mi işime gelen bi şi buldum da üstüne atlıyorum, yoksa sahiden ışığı mı gördüm, bitirince anlarım artık.
ve evet, temmuz bitmiyor. sadece giderek ısınıyor.
ben de malum, 2-3 ay içinde taşınıcam. taklalanmalar. bayrak teslim yapacağım ev arkadaşlarım ufak ufak yerleşiyolar eve. biri bu cuma gelecekmiş. miş diyorum, görmedim henüz ikisini de. yurtta kalmış insanın hali her yerde aynı: tanışırız, görüşürüz. fazla kaynaşma gibi bi derdimiz yok. yani mevcut ev arkadaşımla da fazla kaynaşık değiliz; olmayalım mümkünse, ayrılabilen ve kendi alanı olabilen parçalar bütünüyüz biz. lego gibi adeta, evet. benim yeni ev arkadaşım da annem olacak. bi takla da ona. düşündükçe düğüm oluyorum, nasıl olacak, nerde ve ne zaman filan; ama bakınız defnenin işi bile ne güzel çözüldükten sonra, gani gani hallolur.
onun dışında, bu haftasonu güzeldi. bolca denizliydi. dün yarım ay vardı, rakı-balık vardı, canlı canlı "latin ezgileri" bile vardı, boğaz akıp geçti yanımızdan. önce anadolu, sonra avrupa. iyi bi fırsat yakaladık ve datçadaki "tekne turu" faciasının rövanşını söke söke aldık. çok güzeldi işte.
2 gündür istanbulda cehennem hava aldığından, dün deniz üstünde, bugün de denizin içindeydik. kilyos, yolun yarısında bulutlanıveren, "ay acaba yağıcak mı" dedirten bi yer. mis gibi. zaten orası artık istanbul değil. dalgalar ve bulutlar iyiydi. hava ama, çatlayacak gibi basık. çatlamıyor.
ağaçlarlarlarlar dolusu yolda insan "şimdi bunların 2 milyon tanesi 3. köprü için kesilecek mi yani" diye düşününce.. çok acı. çünkü orman asla ağaçlar toplamı değildir. yaşam vardır ormanda, endüstriyel bi ağaç ordusu değil. paralel uzanmazlar, dalları birbirine geçer. toprak vardır bi kere, canlıdır. canlı toprağı, o yüzyıllar boyu bi zahmet oluşan, incecik tapınağı asfaltla boğarsanız ve sonra ne bileyim, belki bir gün sizi bir arı sokar, bi kuş üstünüze pislerse, çıktığınız tatilde yengeç kıstırıverirse ayağınızı, doğanın o ince öç alma çabasını düşünüp utanın bari! terbiyesizler ordusu. su kemerini de yıkalım bence, 3. köprünün harcına katarız. sinir oluyorum, sinir!
bu arada, muhitime sürekli bir devlet erkanı akını var. en son nimet çubukçu geldi. hepiniz seçkincisiniz dediği mahallelilerin çöpü bile doğru düzgün toplanmıyor, evlerin çoğunda doğalgaz yok, sokaklar genelde pis ve binaların sıvası, boyası nanay. yani burası ancak seçkin bir gecekondu semti olabilir. buna rağmen seçkinci olmaya da stockholm sendromu deniyor. az buçuk buraları bilse, ne bileyim sokaktaki afişlere baksa mesela, mahallenin sokak sokak bölünmüş hemşeri dernekleri gibi olduğunu bilir. gümüşhaneliler, sivaslılar, çeşit çeşit. yani seçkinci değiller; ama evet, solcu olabilirler mesela. 1 mayısı, 2 temmuzu bilenler, unutmayanlar oturuyor burda. bir kısmı en azından. sağcısı da çok; ama tek ortak noktaları size gıcık olmak da olabilir, naparsınız.
en güzeli, nimet hanımın kişi başına gelir açıklaması olmuş. akp hükümeti geliri artırmadı, gelirin hesaplanma yöntemini değiştirdi. doğru da yaptı, 4 bin dolar filan değildi çünkü. "düzeltme" yapıldı yani. Eurostat'a uyum için yapıldı; hoş hala uyum sağlanamadığından iki günde bir revizyon duyurusu yapıyo tüik. neyse, geriye dönük olarak bu düzeltme yapılırsa düşüş bile görülebilir nimet hanım. iktisat bilmeden 3-4 kat gelir artışı laflarına şaşırmıyoruz, atış serbest. çiller profesördü de noldu, o da 2 anahtar sözü vermişti misal. benim şaşırdığım, hızını alamayıp mahalle derneğiyle kapışması ve hatta karakolluk etmesi. doğatepedeki halk konserlerini de basabilirsiniz bence. ayrıca bunlar sokaktaki kedileri besler, erdoğanı kedi olarak çizmişti karikatüristler, kesin ilişkilidir.
*
bunun dışında, bir kitap okuyorum, her satırına kafa sallıyorum. yeni başladım ama bunları duymaya, okumaya ihtiyacım varmış. kaç sene önce kol saati takmayı bıraktım bilmiyorum; ama yemin ederim kelepçe gibi bi his veriyodu. üstelik öncesinde ben saatsizleri anlayamazdım, en elzem şeydi, solak halimle sol bileğime takardım hem de. sonra işte, bi şi oldu. arada kendime saat aldım tekrar alışayım diye, yok olmuyor. bileklere özgürlük.
sonra yine bi şi oldu, ben mevsimleri de, ayları da, çiçekler ve meyvelere göre tutmaya karar verdim. annem çok iyi bilir, ben de öğrenecektim. bu cahilliğimden utandım. annem balıkları da bilir, o eksik bende hala. ama işte, öyle. artık meyveleri, çiçekleri bekliyorum. hiç aksatmıyolar. bi kenara not ediyorum o yüzden: ortancalar açtı ve yerde incirler var. çünkü jay griffiths haklı, sezyum atomuyla olacak gibi değil bu iş. üstelik ben hızdan hoşlanmam. hız korkusu bile denebilir; ama "hız", tanımı muamma bir panik hissi benim için; kardeşi de "geç kalmak".
ben mi işime gelen bi şi buldum da üstüne atlıyorum, yoksa sahiden ışığı mı gördüm, bitirince anlarım artık.
ve evet, temmuz bitmiyor. sadece giderek ısınıyor.
16 Temmuz 2010 Cuma
lacivert turkuazı
karşınızda:
knidos. ucunun ucu. kızı buldunuz sanırım. evet, o ben. defneye fransa öncesi el kitapçığı hazırlıyorum. ilk sayfaya ne yaziym diye düşünüp duruyodum, orda yazdım işte. çok da bi netti ne yazacağım. dilim dışarda tepelerce dolanıp, her bir noktaya şaşıp, knidosun bitmeyişine, limanlarına vuruldum, bi de oksijen çarpmasıyla filan, bi yere çöktüm işte. ilk fotoda deniz kenarındaymışım gibi bi göz yanılgısı oluyo sanki, sağdakiler benim bulunduğum yüksekliği anlatması için. tepedeyim yani ben. yes.
bu da knidos'un meydanı. knidos'ta bi atatürk caddesi olsa burdan geçerdi yani. arkamızda tiyatro, yukarıda tapınaklar, caddeler yollar filan var. şehrin genişliğini anlatmak zor. sağdan tepelere aşıp yukardaki manzara kavuşuyosunuz. pes ettiğinizde kavalyeniz tırmanmaya devam edip en yukardan fotoğrafınızı çekiyo. sonra yollar limana iniyo.
3 limanlı knidos: 1, 2 ve az uzakta 3.
afroditinin kayıp olduğu, bulunamadığı söylense de, azra erhat, bizans imparatorlarından birinin (hadi atalım: teodosius) heykeli başkente getirip yaktırdığını yazıyodu. aslında iki tane yapılmış heykellerden. giyinik olan afrodit kos'ta, çıplak olan knidos'taymış. giyinik afrodit zaten fikren bi tuhaf; ama knidostaki çok çok güzelmiş. adalardan modalardan ziyarete gelirmiş insanlar bu tapınağa, heykeli görmeye. apollon tapınağı filan da var ama işte knidos, afroditinmiş. sonra işte, heykeli yakmak, mermeri yok etmek. knidosun aslanları da olmalıydı, aslanlı yolda. yol var ama aslan yok. ingilteredelermiş, başka kazı alanlarındaki aslanlarla beraber, serin serin british museum'da takılıyolar sanırım. knidos'tan bize kalmaya değer görülen ıvır zıvır(!) parçalar da marmaris müzesindeymiş. knidostan sonrası ise, keşif turu. el değmemiş, turkuaz, buz sular.
böyleyken böyle. daha çok foto foto mevcut.
*
ırkçılık o kadar tuhaf bir şey ki, ben şimdi fransadaki bi manyağın ev kiralamak için bile kafatası seçiyo olması sebebiyle kardeşimi önce sevindirip sonra üzmesine bir şey yapamıyorum. emlakçı evi gezdirdi, gösterdi, anlattı da anlattı. sonra ev sahibi: bi türkle bi araba ev kiralamak istemezmiş. evet, biri tıp okuyacak, okul birincisi bir arap kızı. diğeri uluslararası ilişkiler okuyacak, sınıf birincisi bir türk kızı. başarılı olmaları da gerekmezdi; neticede tıkır tıkır kira ödeyecekler. yaşları 18, edebiyle oturacak 2 kız. okumaya geliyolar, adamın evinde parti vermeye değil. üstelik en az 4 yıl ordalar. fransız eğitim sisteminde büyüdüler, buralar için fazla fransızlar, orda da maalesef "karakafa" oldular. bekliyoduk; ama yani, bu kadar damardan, bu kadar bodoslama değil. defne biraz küskün şimdi, annem sinirden zona filan olmak üzere. "ev bulduk" haberi sonrasında birayla yaptıkları kutlama, köpüğü gibi sönüverdi.
ben işte knidosta, ona o kitapçığa, ipuçları yazıyodum. rahat etsin diye. ilk adımını atmadan önce altından zemini çekecek bi faşistle karşılacağını hesaba katamadım. ama o adım atılacak. faşiste doğru da olmasın zaten. rüya gibi bi evdi oysa. içi, yeri, her şeyi, hayal ettiğinden de iyiydi. sonra işte, faşistin tekine aitmiş meğer. şimdi insan ister istemez, "kalp krizi geçirdiğinde de doktor seçiyo musun yoksa yandım civanım mı diyosun len, yolun sokağın temizlenirken de has fransız temizlesin diye tutturuyo musun densiz" deyip kafa göz dalmak istiyo; ama yok hayır, medeniyiz, yapmıyoruz. ben anca kaptan hadok'a dönüşüp sürekli sövdüm.
neyse, kitapçıkta boş sayfa mevcut. onu da yazarım nolcak.
editos: ay ben bu satırları yazarken, o ev olmuş. ev sahibi tam da öyle dememişmiş, bi daha düşünmüşmüş, kendi kızı da tıp okumuşmuş, öğrenciye ev zormuş, at kaçmış torba düşmüş, eşeğimizi kaybedip bulmuşuz. bi daha kaybedebiliriz, ahıra kitliycem. gidince de bık bık ederiz bi.
knidos. ucunun ucu. kızı buldunuz sanırım. evet, o ben. defneye fransa öncesi el kitapçığı hazırlıyorum. ilk sayfaya ne yaziym diye düşünüp duruyodum, orda yazdım işte. çok da bi netti ne yazacağım. dilim dışarda tepelerce dolanıp, her bir noktaya şaşıp, knidosun bitmeyişine, limanlarına vuruldum, bi de oksijen çarpmasıyla filan, bi yere çöktüm işte. ilk fotoda deniz kenarındaymışım gibi bi göz yanılgısı oluyo sanki, sağdakiler benim bulunduğum yüksekliği anlatması için. tepedeyim yani ben. yes.
bu da knidos'un meydanı. knidos'ta bi atatürk caddesi olsa burdan geçerdi yani. arkamızda tiyatro, yukarıda tapınaklar, caddeler yollar filan var. şehrin genişliğini anlatmak zor. sağdan tepelere aşıp yukardaki manzara kavuşuyosunuz. pes ettiğinizde kavalyeniz tırmanmaya devam edip en yukardan fotoğrafınızı çekiyo. sonra yollar limana iniyo.
3 limanlı knidos: 1, 2 ve az uzakta 3.
afroditinin kayıp olduğu, bulunamadığı söylense de, azra erhat, bizans imparatorlarından birinin (hadi atalım: teodosius) heykeli başkente getirip yaktırdığını yazıyodu. aslında iki tane yapılmış heykellerden. giyinik olan afrodit kos'ta, çıplak olan knidos'taymış. giyinik afrodit zaten fikren bi tuhaf; ama knidostaki çok çok güzelmiş. adalardan modalardan ziyarete gelirmiş insanlar bu tapınağa, heykeli görmeye. apollon tapınağı filan da var ama işte knidos, afroditinmiş. sonra işte, heykeli yakmak, mermeri yok etmek. knidosun aslanları da olmalıydı, aslanlı yolda. yol var ama aslan yok. ingilteredelermiş, başka kazı alanlarındaki aslanlarla beraber, serin serin british museum'da takılıyolar sanırım. knidos'tan bize kalmaya değer görülen ıvır zıvır(!) parçalar da marmaris müzesindeymiş. knidostan sonrası ise, keşif turu. el değmemiş, turkuaz, buz sular.
böyleyken böyle. daha çok foto foto mevcut.
*
ırkçılık o kadar tuhaf bir şey ki, ben şimdi fransadaki bi manyağın ev kiralamak için bile kafatası seçiyo olması sebebiyle kardeşimi önce sevindirip sonra üzmesine bir şey yapamıyorum. emlakçı evi gezdirdi, gösterdi, anlattı da anlattı. sonra ev sahibi: bi türkle bi araba ev kiralamak istemezmiş. evet, biri tıp okuyacak, okul birincisi bir arap kızı. diğeri uluslararası ilişkiler okuyacak, sınıf birincisi bir türk kızı. başarılı olmaları da gerekmezdi; neticede tıkır tıkır kira ödeyecekler. yaşları 18, edebiyle oturacak 2 kız. okumaya geliyolar, adamın evinde parti vermeye değil. üstelik en az 4 yıl ordalar. fransız eğitim sisteminde büyüdüler, buralar için fazla fransızlar, orda da maalesef "karakafa" oldular. bekliyoduk; ama yani, bu kadar damardan, bu kadar bodoslama değil. defne biraz küskün şimdi, annem sinirden zona filan olmak üzere. "ev bulduk" haberi sonrasında birayla yaptıkları kutlama, köpüğü gibi sönüverdi.
ben işte knidosta, ona o kitapçığa, ipuçları yazıyodum. rahat etsin diye. ilk adımını atmadan önce altından zemini çekecek bi faşistle karşılacağını hesaba katamadım. ama o adım atılacak. faşiste doğru da olmasın zaten. rüya gibi bi evdi oysa. içi, yeri, her şeyi, hayal ettiğinden de iyiydi. sonra işte, faşistin tekine aitmiş meğer. şimdi insan ister istemez, "kalp krizi geçirdiğinde de doktor seçiyo musun yoksa yandım civanım mı diyosun len, yolun sokağın temizlenirken de has fransız temizlesin diye tutturuyo musun densiz" deyip kafa göz dalmak istiyo; ama yok hayır, medeniyiz, yapmıyoruz. ben anca kaptan hadok'a dönüşüp sürekli sövdüm.
neyse, kitapçıkta boş sayfa mevcut. onu da yazarım nolcak.
13 Temmuz 2010 Salı
ilimon
allahım ofisi hiç özlememişim. klima haftasonu açık kalmış, buzhane gibiydi dün. hiç özlemedim ya. güneş olsaydı keşke şimdi. pişip denize girseydik. hatta ben güneşten mayışıp, güneş çarpması pahasına biraz daha yatsaydım filan. çok iş yok ama. bu vesileyle tatlı-tuzlu tadımı yapıyoruz. evet, ikram konusunda hassasız. komşu fırın sen çok yaşa, o katı limonata tadındaki limonlu- naneli minik mucizeye bayıldım. yine de ofisi çok özlememişim, naparsın. takvim çarpılamaca.
saçlarımın rengi acıcık açılmış blog. o kadar şapkaya bu bile şaşırtıcı. eskiden ohoo, bir aylığına platin olurdu. kaşım da olmazdı. çok eskiden ama, 20 yıldan fazladır olmuyo sanırım. ay sus, yaşım çıkıcak. zaten hangimiz bebekken sarışın değildik, sorarım. bu yaşta platin olsam yaşlı gösterir, almiym, kalsın. 50 faktörlendim, yine de azıcık yanık, çilimsiler filan. benler ve çiller bir arada biraz fazla olabilir; ama ofise fazla tabii, deniz kenarında olsa oh mis.
insan bolca yüzmeli. ofis masamın yan duvarlarında, (yani hazneciğimin duvarları oluyo, atgözlüğüm de denebilir), 3 şey yazıyo: "meyve ye. denize açıl. yüz." aynen böyle evet. parlak bir güneş çizimi var, gülümseyen, altında "feel better" yazıyo, onun üstünde de bunlar. tatil ofisi gibi bi şi burası yani. tüm yıl buna bakarak çalıştım ben. meyve yiyip yüzdüm nihayet, dönünce de aptal oldum tabii. karaya vurmuşum gibi.
dün Sâbuş'un doğumgünüydü. her doğumgününde olduğu gibi, dün de onsekiz küsur oldu kendisi. çünkü Sâbuş'un yaşı hep budur. kutlamaların temelinde de boncuklar, kolyeler, fularlar, parıltılar olur. birazcık da tatlı. dondurma olacaksa, tabii ki sakız, karadut ve çikolata. kahkahası kristal bir anneannemdir kendisi. kınalı yapıncaktır, arnavut çileğidir, üniversitede fiyat bahsinin 10 kitap oluşundan çok çekmiştir, buzdolabına "faydalı yiyecekler" haberleri kesip asar, beni özler, istanbulu özler, en çok da denizi özler. öyle bir güzelliktir kendisi. hep güler bi şekilde. gülünmedi mi içi sıkılır, gülmek lazımdır. "amaaan neyse ne canım"dır. gülmelidir, hava dağılmalıdır. kavga, tartışma, sıkıntı olmasındır. iki kişi biraz çatışacak olsa, "gelin çay için, aa bak kek yaptım, aaa kuşlara bakın" filan der, dağıtmak için. dağılmazsa o iki kişinin ikisine de küsüverir. öyle bir Sâbuşluk durumudur ve hatta kurumudur bu kısacası. kutlaştık. "ay bu sene nasıl unutmuşuuuum!" diye kendine şaştı.
ben dün, görev büyük, karşılara gittim. ne ara 18 olduğuna hala şaştığım bir hanfendinin üniversite başvurusuna yardım ettim. mişim-miş. fulyacığımın alt kat komşusu, annemin en yakın arkadaşının kızı. moda tasarım bölümü için yetenek sınavına hazırlık koçluğu. gibi bi şi. çok anlarım ya, bakıcaz artık. en azından başvuru işlerinden anlıyorum gibi, içerik değişse de. el emeği konusunda da atmasyon tesislerimiz itinayla uçar. dikişi geçtim, düğme bile dikemeyen biri olduğumu da hatırlattım ama, kendi bilir. en azından fikir fikir, e kendisi de makinede tıkır tıkır, olabülü bi şiler. benim "çok laf, sıfır icraat" hallerim işe yaradı biraz. gece 1'e kadar. en son tül yerine tel, şifon yerine siyah filan diyodum. kısmet.
bi de insanın severek kullandığı tükenmez kaleme onlarca denemeden sonra kavuşması, o kalemle mutlu mutlu notlar tutması, sonra derken bir gün, bi anda o kalemin meçhule giden yolda kaybolması ne kadar hazin, hüzünlü bi hikaye, di mi? bence kalem önemli bi şi. benimki kayıp, ordan biliyorum.
saçlarımın rengi acıcık açılmış blog. o kadar şapkaya bu bile şaşırtıcı. eskiden ohoo, bir aylığına platin olurdu. kaşım da olmazdı. çok eskiden ama, 20 yıldan fazladır olmuyo sanırım. ay sus, yaşım çıkıcak. zaten hangimiz bebekken sarışın değildik, sorarım. bu yaşta platin olsam yaşlı gösterir, almiym, kalsın. 50 faktörlendim, yine de azıcık yanık, çilimsiler filan. benler ve çiller bir arada biraz fazla olabilir; ama ofise fazla tabii, deniz kenarında olsa oh mis.
insan bolca yüzmeli. ofis masamın yan duvarlarında, (yani hazneciğimin duvarları oluyo, atgözlüğüm de denebilir), 3 şey yazıyo: "meyve ye. denize açıl. yüz." aynen böyle evet. parlak bir güneş çizimi var, gülümseyen, altında "feel better" yazıyo, onun üstünde de bunlar. tatil ofisi gibi bi şi burası yani. tüm yıl buna bakarak çalıştım ben. meyve yiyip yüzdüm nihayet, dönünce de aptal oldum tabii. karaya vurmuşum gibi.
dün Sâbuş'un doğumgünüydü. her doğumgününde olduğu gibi, dün de onsekiz küsur oldu kendisi. çünkü Sâbuş'un yaşı hep budur. kutlamaların temelinde de boncuklar, kolyeler, fularlar, parıltılar olur. birazcık da tatlı. dondurma olacaksa, tabii ki sakız, karadut ve çikolata. kahkahası kristal bir anneannemdir kendisi. kınalı yapıncaktır, arnavut çileğidir, üniversitede fiyat bahsinin 10 kitap oluşundan çok çekmiştir, buzdolabına "faydalı yiyecekler" haberleri kesip asar, beni özler, istanbulu özler, en çok da denizi özler. öyle bir güzelliktir kendisi. hep güler bi şekilde. gülünmedi mi içi sıkılır, gülmek lazımdır. "amaaan neyse ne canım"dır. gülmelidir, hava dağılmalıdır. kavga, tartışma, sıkıntı olmasındır. iki kişi biraz çatışacak olsa, "gelin çay için, aa bak kek yaptım, aaa kuşlara bakın" filan der, dağıtmak için. dağılmazsa o iki kişinin ikisine de küsüverir. öyle bir Sâbuşluk durumudur ve hatta kurumudur bu kısacası. kutlaştık. "ay bu sene nasıl unutmuşuuuum!" diye kendine şaştı.
ben dün, görev büyük, karşılara gittim. ne ara 18 olduğuna hala şaştığım bir hanfendinin üniversite başvurusuna yardım ettim. mişim-miş. fulyacığımın alt kat komşusu, annemin en yakın arkadaşının kızı. moda tasarım bölümü için yetenek sınavına hazırlık koçluğu. gibi bi şi. çok anlarım ya, bakıcaz artık. en azından başvuru işlerinden anlıyorum gibi, içerik değişse de. el emeği konusunda da atmasyon tesislerimiz itinayla uçar. dikişi geçtim, düğme bile dikemeyen biri olduğumu da hatırlattım ama, kendi bilir. en azından fikir fikir, e kendisi de makinede tıkır tıkır, olabülü bi şiler. benim "çok laf, sıfır icraat" hallerim işe yaradı biraz. gece 1'e kadar. en son tül yerine tel, şifon yerine siyah filan diyodum. kısmet.
bi de insanın severek kullandığı tükenmez kaleme onlarca denemeden sonra kavuşması, o kalemle mutlu mutlu notlar tutması, sonra derken bir gün, bi anda o kalemin meçhule giden yolda kaybolması ne kadar hazin, hüzünlü bi hikaye, di mi? bence kalem önemli bi şi. benimki kayıp, ordan biliyorum.
11 Temmuz 2010 Pazar
tatil
tatil. tek diyebildiğim bu. bi senedir hasretini çektiğim güzel şey. kavuştuk.
datçaya ve sonradan da adet yerini bulsun diye, tabii ki torbaya gittik biz. gidişimiz metro turizmin değersiz yolcularından biri olmamızdan kelli bir azaptı. neymiş, ne olursa olsun, uçakmış. yok yani, yol uzun, o ayrı mesele. ben 13 saat otobüs yolculuğundan tınmam genelde. gerçi 15 saati geçti bu. tahammül sınırlarımızı zorlayan bir sürü saçmalık. ama kararlıyım, buna söylenmiycem. en azından şimdi söylenmiycem yani. başlarsam bitmez.
tatillerde araba kiralamak, bir şekilde arabalı olmak, bence en iyi seçim. datçanın da altını üstüne getirdik. evet toplu taşıma güzide bi tercihimiz; ama bazı yerlere de toplu taşımıyolar maalesef. araba bi esneklik sağlıyor. boydan boya dolandık, hatta hızımızı alamayıp bozburuna gittik. çam ormanlı tepelerde, en keskin virajlarda, aşağıdaki turkuaza baktık. "lacivertle yeşilin buluştuğu" klişesi ne kadar doğru ve zevkli bir şey. çam ağacı, hem karadeniz tepelerinde, hem ege büklerinde, her yerde olan bi güzellik. çam kokusu iyotla karışıyor, datça zaten oksijen merkezi bi yer, akciğer bayramı. bolca zeytin ağacı bi de.
eski datçada kaldık, can babayla komşuculuk. ev sahiplerimizden melissa (ki kendisi 8 yaşında) şöyle yazmıştı bi tahtaya: "eski datça. eski ama ölçüsünü bilen mahalle ('kıymetini bilen' demek istemiş ama ne çıkar?). beğendiyseniz, gezin, eğlenin, tadını çıkarın!". öyle bi yer işte. kıvrımsokak mahallesi, taş ev güzelliği. datçanın "köy ekmeği" denen, her yerde ikram edilen ekmeği tarçınlı. bildiğiniz tarçın. datça balıyla harika bi ikili olsa da, konu balık olunca iş biraz değişti. yine de tarçın, bundan sonra biraz datça bir şey olacak.
şu an sersem gibiyim; ama kabaca bi düşüniym bakiym... ovabükü, palamutbükü, mesudiye, pek tabii ki knidos, yakaköy, kargı, hayıtbükü, domuz çukuru, hisarönü, söğüt, bozburun, selimiye, aktur falan feşmekan, dolandık durduk. her yere bi uğradık.
tekne turu hatası yaptık bi de. hata değil de işte... dersimizi aldık diyelim. tekne turumuz, içindekilerin bi kısmı hariç, güzeldi. biz mesela, güzeldik. egede denizi turkuaz her koya dendiği gibi adı akvaryum olan koyda yüzmek de öyle. dalıyosun, metrelerce ötesi berrak. ürkütücü derecede cam gibi.
ama benim nazarımda kaptan, şapkası olan, tahminen beyaz bıyıklı/ sakallı, tonton ama otoriter, hulusi kentmen gibi biridir. bunun sebebi de torba'daki anter kaptandır. anter kaptan eski süngercidir, teknesini sever, teknesinin kuralları vardır, öyle her zibidi istediğini yapamaz para verdi diye, höt der, durursun. çok yaşlıdır ama hala karabatak gibi dalar. bizse, kılkuyruk 2-3 tipin kullandığı ve tur sırasında resmen çilingir sofrası kurup kafayı bulduğu bi teknedeydik. teknede ayrıca 20 yaşlarında, sabah 11de tekila mı ne içmeye başlayan bi 7-8 kişilik grup vardı ki, kaptan ve arkadaşları olacak gencolar çok bi kaynaştı bu ekiple. hepsini denize atıp, teknedeki yaşlılar ve çocuklu aileler adına ihtilal yapmayı planlıyodum. üslupsuz densiz terbiyesizler. neyse, sinirlenmiyorum.
sonra feribotla bodrum, ordan torba. semtimiz torba, betona yenik düşmüş az buçuk. 2 yılda bu kadar mı çimento dolar bi yer? her yer bir villacık, bir sitecik, apartkondu, private-suite-taştı halini almış. voyage, zaten torbayı "voyage köyü"ne çevirmek üzere. oysa, güzelim torbada hala kanalizasyon yok. ya şaştınız di mi, sayamadığım kadar çok bina bitivermiş, ama içindeki hiç kimse tuvaleti kullanmıyor. elfler diyarı. tez diye debelenirken, yıl 2007'yken de yoktu. borular döşendi oysa; ama binalara ve arıtma tesisine bağlantı yok. yani boruları gömdük, çürümelerini bekliyoruz, bu sırada bütün koy çişini tutuyor.
torba kavşağına da bi tür melih gökçek anıtı dikiliyo, fuzuli bi alt geçitli, çiçek böcek meydanı. ama kanalizasyon yapılamıyor ısrarla. sahile kaç kaç, demire kaç kaç. sarnıçlı yerleri güzel. sonra kale. canım kale. bodrum kalesine kaç kez gittim bilmiyorum; ama ben onu hala çok seviyorum. beraberce de misti işte. gümüşlük de büyümüş; ama kötüleşmemiş henüz mesela. sakin, güzel, dalgalı, rüzgarlıydı. cadı vardı, şirin bi butikti, o biraz işi büyütüp tekdüzeleşmiş. olsun varsın.
bodruma sanki 20 yıldır gitmiyomuşum gibi bir şaşkınlıkla, her yere, her şeye "aaa..aaa"ladım. torba-gölköy yolunda değil sokak ışığı, kedigözü bile bulunmaması geleneği değişmemiş gerçi. göltürkbükü oldu di mi adı artık? uydurmasyon isimler. dibekli han'a eşlik etmece bir de. ali gonca. torba güzel yine de işte, misafirlik de öyle.
neyse, datça, esas sen pek bi güzelmişsin. knidos, sen en güzelmişsin. gökovanın 66 bükünün bi kısmıyla tanıştık. bük neden koy değildir, anladık. kavalyem ve ben, en güzel gizli koylara gitmişiz, yolu bile olmayan yerlerde yüzmüşüz. o öyle yerlere gire çıka gezmeyi severmiş, beni de dürtermiş. gire çıka, bata çıka. oh mis. yol boyu önce kavafis, sonra azra erhat'tan mavi anadolu'yu okudum. içim dışım, her şey ege oldu. akdenizin suyu daha sıcak sahiden, ben egeciyim o yüzden; ama sınırında dolaşmak çok iyi geldi. nerdeyse hiç gazete okumadık. dergi, kitap. dalga, rüzgar. habersiz, uzak, tatildeydik işte. sonra da bu sabahın köründe uçak.
bir sürü fotoğraf. hepsinde de mavilik.
bunun dışında, yarın ofis. böyk. tüm gün bu parça çalacak.
klibi, tatilden dönüp pazartesilere söven herkese gelsin.
(şarkı da klipten ayrı olarak, tabii ki burcuk hanımla piinat hanıma. çünkü "helping hand you lend" meselesi.)
valizimi de açmasam keşke. sonra tekrar gidicekmişiz gibi olsa filan.
daha bikaç posta yazarım bence ben bunu.
datçaya ve sonradan da adet yerini bulsun diye, tabii ki torbaya gittik biz. gidişimiz metro turizmin değersiz yolcularından biri olmamızdan kelli bir azaptı. neymiş, ne olursa olsun, uçakmış. yok yani, yol uzun, o ayrı mesele. ben 13 saat otobüs yolculuğundan tınmam genelde. gerçi 15 saati geçti bu. tahammül sınırlarımızı zorlayan bir sürü saçmalık. ama kararlıyım, buna söylenmiycem. en azından şimdi söylenmiycem yani. başlarsam bitmez.
tatillerde araba kiralamak, bir şekilde arabalı olmak, bence en iyi seçim. datçanın da altını üstüne getirdik. evet toplu taşıma güzide bi tercihimiz; ama bazı yerlere de toplu taşımıyolar maalesef. araba bi esneklik sağlıyor. boydan boya dolandık, hatta hızımızı alamayıp bozburuna gittik. çam ormanlı tepelerde, en keskin virajlarda, aşağıdaki turkuaza baktık. "lacivertle yeşilin buluştuğu" klişesi ne kadar doğru ve zevkli bir şey. çam ağacı, hem karadeniz tepelerinde, hem ege büklerinde, her yerde olan bi güzellik. çam kokusu iyotla karışıyor, datça zaten oksijen merkezi bi yer, akciğer bayramı. bolca zeytin ağacı bi de.
eski datçada kaldık, can babayla komşuculuk. ev sahiplerimizden melissa (ki kendisi 8 yaşında) şöyle yazmıştı bi tahtaya: "eski datça. eski ama ölçüsünü bilen mahalle ('kıymetini bilen' demek istemiş ama ne çıkar?). beğendiyseniz, gezin, eğlenin, tadını çıkarın!". öyle bi yer işte. kıvrımsokak mahallesi, taş ev güzelliği. datçanın "köy ekmeği" denen, her yerde ikram edilen ekmeği tarçınlı. bildiğiniz tarçın. datça balıyla harika bi ikili olsa da, konu balık olunca iş biraz değişti. yine de tarçın, bundan sonra biraz datça bir şey olacak.
şu an sersem gibiyim; ama kabaca bi düşüniym bakiym... ovabükü, palamutbükü, mesudiye, pek tabii ki knidos, yakaköy, kargı, hayıtbükü, domuz çukuru, hisarönü, söğüt, bozburun, selimiye, aktur falan feşmekan, dolandık durduk. her yere bi uğradık.
tekne turu hatası yaptık bi de. hata değil de işte... dersimizi aldık diyelim. tekne turumuz, içindekilerin bi kısmı hariç, güzeldi. biz mesela, güzeldik. egede denizi turkuaz her koya dendiği gibi adı akvaryum olan koyda yüzmek de öyle. dalıyosun, metrelerce ötesi berrak. ürkütücü derecede cam gibi.
ama benim nazarımda kaptan, şapkası olan, tahminen beyaz bıyıklı/ sakallı, tonton ama otoriter, hulusi kentmen gibi biridir. bunun sebebi de torba'daki anter kaptandır. anter kaptan eski süngercidir, teknesini sever, teknesinin kuralları vardır, öyle her zibidi istediğini yapamaz para verdi diye, höt der, durursun. çok yaşlıdır ama hala karabatak gibi dalar. bizse, kılkuyruk 2-3 tipin kullandığı ve tur sırasında resmen çilingir sofrası kurup kafayı bulduğu bi teknedeydik. teknede ayrıca 20 yaşlarında, sabah 11de tekila mı ne içmeye başlayan bi 7-8 kişilik grup vardı ki, kaptan ve arkadaşları olacak gencolar çok bi kaynaştı bu ekiple. hepsini denize atıp, teknedeki yaşlılar ve çocuklu aileler adına ihtilal yapmayı planlıyodum. üslupsuz densiz terbiyesizler. neyse, sinirlenmiyorum.
sonra feribotla bodrum, ordan torba. semtimiz torba, betona yenik düşmüş az buçuk. 2 yılda bu kadar mı çimento dolar bi yer? her yer bir villacık, bir sitecik, apartkondu, private-suite-taştı halini almış. voyage, zaten torbayı "voyage köyü"ne çevirmek üzere. oysa, güzelim torbada hala kanalizasyon yok. ya şaştınız di mi, sayamadığım kadar çok bina bitivermiş, ama içindeki hiç kimse tuvaleti kullanmıyor. elfler diyarı. tez diye debelenirken, yıl 2007'yken de yoktu. borular döşendi oysa; ama binalara ve arıtma tesisine bağlantı yok. yani boruları gömdük, çürümelerini bekliyoruz, bu sırada bütün koy çişini tutuyor.
torba kavşağına da bi tür melih gökçek anıtı dikiliyo, fuzuli bi alt geçitli, çiçek böcek meydanı. ama kanalizasyon yapılamıyor ısrarla. sahile kaç kaç, demire kaç kaç. sarnıçlı yerleri güzel. sonra kale. canım kale. bodrum kalesine kaç kez gittim bilmiyorum; ama ben onu hala çok seviyorum. beraberce de misti işte. gümüşlük de büyümüş; ama kötüleşmemiş henüz mesela. sakin, güzel, dalgalı, rüzgarlıydı. cadı vardı, şirin bi butikti, o biraz işi büyütüp tekdüzeleşmiş. olsun varsın.
bodruma sanki 20 yıldır gitmiyomuşum gibi bir şaşkınlıkla, her yere, her şeye "aaa..aaa"ladım. torba-gölköy yolunda değil sokak ışığı, kedigözü bile bulunmaması geleneği değişmemiş gerçi. göltürkbükü oldu di mi adı artık? uydurmasyon isimler. dibekli han'a eşlik etmece bir de. ali gonca. torba güzel yine de işte, misafirlik de öyle.
neyse, datça, esas sen pek bi güzelmişsin. knidos, sen en güzelmişsin. gökovanın 66 bükünün bi kısmıyla tanıştık. bük neden koy değildir, anladık. kavalyem ve ben, en güzel gizli koylara gitmişiz, yolu bile olmayan yerlerde yüzmüşüz. o öyle yerlere gire çıka gezmeyi severmiş, beni de dürtermiş. gire çıka, bata çıka. oh mis. yol boyu önce kavafis, sonra azra erhat'tan mavi anadolu'yu okudum. içim dışım, her şey ege oldu. akdenizin suyu daha sıcak sahiden, ben egeciyim o yüzden; ama sınırında dolaşmak çok iyi geldi. nerdeyse hiç gazete okumadık. dergi, kitap. dalga, rüzgar. habersiz, uzak, tatildeydik işte. sonra da bu sabahın köründe uçak.
bir sürü fotoğraf. hepsinde de mavilik.
bunun dışında, yarın ofis. böyk. tüm gün bu parça çalacak.
klibi, tatilden dönüp pazartesilere söven herkese gelsin.
(şarkı da klipten ayrı olarak, tabii ki burcuk hanımla piinat hanıma. çünkü "helping hand you lend" meselesi.)
valizimi de açmasam keşke. sonra tekrar gidicekmişiz gibi olsa filan.
daha bikaç posta yazarım bence ben bunu.
2 Temmuz 2010 Cuma
raiden
dün biz rakı-meze. topluca. marine levrek ne güzel mezemizmişsin sen, perşembe ne kadar rakılık bi günmüş. yeni rakının yeni serisi de baldan tatlıymış. deniz börülcesi aşerir haldeyken sofraya geldi, o da böyle bir mis. her şey için tek sıfat yeter: güzel. hatta tam zamanında müzeyyen ve hem de o şarkı. alacakaranlıkken. denizle gök yekpare, gri-maviyken.
bu gece 15 saatlik otobüs yolculuğu ve, yarın nihayet, deniz. biraz kol bacak tutulması olacak ama olsun, ısınırız, çözülür. koylarca gökova. bir hafta boyunca ruhumuza deniz tuzu kaçana kadar. bi tek denizden ulaşımı olan lacivert deliklere, kovuklara, çukurlara. taş evlere, çakıllara. sürprizli yollara, ağaçlara.
ofiste çalışanlar nihayet 1- yönetim 0. veya beraberedir bunca çileden sonra, bilemiyorum. ama en azından iyi haber. en azından, giderayak, yol öncesi.
özetle: 1 hafta yokum ben. bulut ve köpük olucam. dokunmayın.
*
bugün, 93 temmuzundan seçmece acılardan. ben 93 yılından, özelde de 93 temmuzundan nefret ederim.
Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi.
Aziz NESiN
kısa ve öz, evet.
şu röportajı bir okuyun, lütfen. zanlıların iadesi konusu yılan hikayesi malum, avrupalarda yaşıyolar. o ülkeler iade de etmiyor. biz de bunu anlayamıyoruz bi türlü. tam da bu sebeple, "Olayın vahameti aktarılmıyor mu?" sorusu çok basit ve güzel, cevabı da gayet net:
hadi ağlayın. aklınızdan çıkmasın ama. çünkü hiç kimse ölmeseydi bile, bu olay vahimdi. o nefret, o kan açlığı, olanlar ve olabilecekler, o bilinç kopuşu, toplu hezeyan, körlük, korkutucu olan bunlar. ki öldü, öldü.
5 Temmuz’da Ankara Barosu Eğitim ve Kültür Merkezi’nde Alaz belgeselinin gösterimi varmış. sivas avukatlarının gözünden, olaylara, bugünlere dair belgesel. oralarda olacak varsa, benim için de izlesin.
kimbilir belki bir gün, iklim değişir, barış olur. di mi sezen? olur. gülümseyelim biz yine de.
enseyi karartmamakla ilgili bir inat meselesi bu çünkü. aslında zor olmasın diye. ne bileyim.
bu gece 15 saatlik otobüs yolculuğu ve, yarın nihayet, deniz. biraz kol bacak tutulması olacak ama olsun, ısınırız, çözülür. koylarca gökova. bir hafta boyunca ruhumuza deniz tuzu kaçana kadar. bi tek denizden ulaşımı olan lacivert deliklere, kovuklara, çukurlara. taş evlere, çakıllara. sürprizli yollara, ağaçlara.
ofiste çalışanlar nihayet 1- yönetim 0. veya beraberedir bunca çileden sonra, bilemiyorum. ama en azından iyi haber. en azından, giderayak, yol öncesi.
özetle: 1 hafta yokum ben. bulut ve köpük olucam. dokunmayın.
*
bugün, 93 temmuzundan seçmece acılardan. ben 93 yılından, özelde de 93 temmuzundan nefret ederim.
Ben anlarım
Bu acı bizim ora işi, hançer acısı
Bir ülkedeniz ne de olsa
Aynı dili konuşsak da
Anlamayız birbirimizi
Hançerin nakışı
Tanıdım acısından, Sivas işi.
Aziz NESiN
kısa ve öz, evet.
şu röportajı bir okuyun, lütfen. zanlıların iadesi konusu yılan hikayesi malum, avrupalarda yaşıyolar. o ülkeler iade de etmiyor. biz de bunu anlayamıyoruz bi türlü. tam da bu sebeple, "Olayın vahameti aktarılmıyor mu?" sorusu çok basit ve güzel, cevabı da gayet net:
"Bunlar Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet ettikleri ve o nedenle hüküm giydiklerini bildiriyor muhatap ülkelere. O muhatap ülkeler açısından böyle bir suç iadeyi gerektirecek bir suç değil. (...)İnsanlığa karşı suç olduğu ve işin vehametini aktarmamakla kalmıyorlar, suç maddeleri ve hüküm giydikleri maddeleri de muhatap ülkeleri yanıltarak yazıyorlar."
hadi ağlayın. aklınızdan çıkmasın ama. çünkü hiç kimse ölmeseydi bile, bu olay vahimdi. o nefret, o kan açlığı, olanlar ve olabilecekler, o bilinç kopuşu, toplu hezeyan, körlük, korkutucu olan bunlar. ki öldü, öldü.
5 Temmuz’da Ankara Barosu Eğitim ve Kültür Merkezi’nde Alaz belgeselinin gösterimi varmış. sivas avukatlarının gözünden, olaylara, bugünlere dair belgesel. oralarda olacak varsa, benim için de izlesin.
kimbilir belki bir gün, iklim değişir, barış olur. di mi sezen? olur. gülümseyelim biz yine de.
enseyi karartmamakla ilgili bir inat meselesi bu çünkü. aslında zor olmasın diye. ne bileyim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)