13 Ağustos 2012 Pazartesi

Zanzibar: Stone Town (final)

Gün 10: Unguja Adası, Zanzibar. Program: Baharat çiftliği ve Stone Town turu -2. bölüm
(Sanırım bitiyor, evet.)

Çiftlikten sonra bir köye uğrayıp stone town rehberimizi aldık ve yarım saat sonra merkeze vardık. Bu arada ben sürekli akşam planımızı (serena hotel) hatırlattım, tamam dendi. Şehirde bir tane trafik lambası olması bir ölçü olabilir, pek bir ufak. kalabalık bi pazar yerinde indik.

 Sanırım tam o sıralarda biz rehberi hiç sevmedik. Stone Town hakkında pek bir şey bilmemesi, diğer rehberler susmak bilmezken bize "bu bi kilise, bu da kapı" gibi temel bilgiler vermesi, görmek istediğimiz  yerler için "tabii" deyip sonra oraya götürmemesi ve inanmazsınız, tam 5 saat boyunca (öğle yemeği dahil) kafasını kaldırmadan SMS göndermesi sebep olabilir. SMS yoksa da telefonla konuşuyodu zaten. Bir insan işini bu kadar mı sevmez, inanamadım. Stone Town avuç içi kadar bir yer, toplasanız 6 tane önemli bina var ve genelde de 3'ü geziliyor.  5 saat ayırdık ki daha çok yer görelim; ama hayır, kendisi 3 saatlik turu 5 saate yaymayı uygun gördü. Ayrıca maaşın yanında yüklü bahşiş de alıyor, zaten şoförler ve rehberler "varlıklı" kesim adada. Neyse, özet: rehbere ÇOK dikkat.

stone town = dar sokaklar ve bitmez bir sefalet
Pazarı kısaca turladık. İngiliz misyoner rahibeler yaptırmış zamanında. Açıkta satılan et ve balık kokusu fenaydı; ama meyveler harikaydı. Burdan sonra kendimizi dar sokaklardan eski şehre doğru attık. Her çocuğun dilendirilmesi, siz mesela bi kapı fotoğrafı çekerken yaşlı, dişsiz bir teyzenin "beni de çekersen 1 dolarını alırım!" diye yanınıza gelmesi filan sıradan. Beyazsınız, parlıyosunuz, şansınız yok. varlığınız para demek. "pis fakirler paçamıza yapıştı" değil bu, utanç veriyor.

Neyse, biz tura eski köle pazarı olan katedral'den başladık. Gezi için kişi başı 3-4 dolar veriyorsunuz. Alanın girişinde 1890larda yapılmış, orta boy bir otel vardı, kullanımdaymış hala. bu otelin alt katı eski köle odaları. Köle ticareti yasal olarak sonlandıktan sonra bu işten para kazanan tacirler durmamış tabii ki. zanzibar'ın sultanları oman'dan gelen arap aileleriymiş, ticaret de arapların elinde. potansiyel alıcıların kaldığı bir otel ve altına da "köle deposu" yapmışlar. 8-9 metrekarelik bir alan, tavan alçak. Zincirlenmiş 70 kişi oluyormuş içerde. düşünmek, canlandırmak imkansız. ortada bir delik, tuvalet. sular yükselinde temizleniyor. havalandırma filan yok. yan taraf daha da ufak, kadınlar ve çocuklar için. 5 dakikanın sonunda duvarlar üstüme üstüme geldi, çıktım. otelde kalanlar ve restoranında yemek yiyenler vardı. yer yokmuş gibi.

St. Monica's Hostel: dışı seni, içi beni yakar
Otelin hemen arkasında büyük bir Anglikan katedrali var; meşhur Christ Church. İngiliz kaşif Livingstone köleliğe bir son vermek için şehrin başrahibi Steere ile 1870lerde anlaşmış. Rahip de bu vesileyle biraz misyonerlik yapacak işte. Neyse, köle pazarını yıkıp, yerine devasa bir kilise yapılmış. İçinde de ağırlıklı olarak "inananları esaretten kurtaran isa" tasvirleri var. Çok şatafatlı değil; ama süslü diyelim. eski meydanın ortasındaki ağaç kesilmemiş, kilise avlusuna taşınmış. Bu ağacın tam denk geldiği yer kilise içinde işaretli; çünkü köle meydanının tam ortasıymış, köleler ağacın etrafında tur atarmış. Şimdi bir de ufak kölelik anıtı var, temsili.


Livingstone'un hikayesi de enteresan. Çelişkileri bir kenara, ben sonu anlatayım: Zambiya'da öldükten sonra İngiltere, "düzgün bir tören"le uğurlamak için naaşını istiyor. Öldüğü bölgedeki kabile reisi direniyor ve sonunda kalbini bedenden ayırıp, "bedenini alabilirsiniz; ama kalbi Afrika'ya aittir!" yazılı bir notla İngiltere'ye gönderiyorlar. Kalbi de sahiden, öldüğü yere, bir ağacın altına gömülüyor. İşte o ağacın ahşabından bir haç yapmışlar, katedraldeydi. Başrahip de öldükten sonra sunak tarafına gömülmüş. Gotik bir bina ama islami yanları da var, enteresandı. Yapının malzemesi coral stone denen, mercan içeren bir tür kireç taşı.

o yuvarlak, ağacın eski yeri
Bu turdan sonra dar sokaklar, bol bisiklet, üstümüze süren arabalar eşliğinde old town'da yürüdük. Zanzibar mimarisinin en meşhur yanı kapılar. Dışa doğru mızrak ucu gibi metallerin çıktığı, ince ince  kakılmış, ahşap kapılar. Hindu ve Müslüman kapıları ayırt edilebilsin diye Müslümanlarınkinin üstünde ufak bir dua yazan yarım daire şeklinde bir ekleme var. 19.yüzyılda bu çiviler, şehrin içine kadar girebilen yabani hayvanlardan korunmak için kullanılırmış, şimdiyse süs. bu kapıların en güzellerinden biri eski köle tüccarı tippu tip'in evi. renovasyon filan yok, eski ev sahibi pek sevilmiyor haliyle. arap sultanlar ve köle tüccarları kovulduktan sonra evleri halka dağıtılmış. Bu ev de harabe halde, içinde evsiz bi adam kalıyormuş bazen. biraz ilerisinde de mahalle çöplüğünden hallice bir yerde tippu tip'in mezarı vardı ki rehberin gösterdiği tek enteresan şey buydu.

tippu tip: ne oldum değil, ne olacağım.
öğle yemeği için gitmek istediğimiz yerden uzak ve alakasız bir yerde olduğumuz için, rehberimizin pek sevdiği ve önerdiği bir otelde yedik. böyle özet geçiyorum; ama ben Mercury Restoran'a gidip Queen dinleyerek harika pizzalar yemek istemiştim, yalan değil. Bi zahmet akıl etseydi ve tura tersten başlasaymışız yapabilirmişiz; ama harita bile okuyamadığı için, yattı plan. Neyse, oteldeki yemekte iş yoktu; ama otel enteresandı. yine eski tüccarlardan birinin konağıymış, yenilenmiş ve otel olmuş. özellikle amerikalı turist çoktu. ondan sonra Africa House denen otele gittik, barı pek bir güzeldi. eski kamu binasıymış, geniş koridorlu, yüksek tavanlı bir yerdi.

sur içi festival
sonra, 17. yy'da portekizlilere karşı yapılmış şehir surlarının içinden geçtik. şehirdeki en eski yapı; ama tabii ki bakımsız. UNESCO mirası olsa da, stone town'da hiçbir koruma, yenileme filan yok. Neyse, surların avlusu ferah, konser alanıymış zaten. şehirde yılın en büyük aktivitesi olan müzik ve film festivali zamanıydı; ama gündüz vakti pek bir icraat yoktu tabii. dhow ülkeleri festivali için yapılan hazırlıklara şöyle bir bakıp, forodhani gardens'a yürüdük. forodhani gardens eski gümrük bölgesindeki ufak park, akşamüstleri işporta yemek tezgahları kuruluyor, sahilde biraz serinlemek isteyenler buraya geliyor. hemen yanında eski saray ve house of wonders var. bu her iki yapı da görülmeye değer yerler listesindeydi, haliyle oraya yöneldik.
sırasıyla: Forodhani Gardens, eski saray (People's Palace) ve House of Wonders.

Sarayda yine giriş parası ödeniyor. Tur sırasında size oranın rehberi eşlik ediyor ve gayet bilgili. saray genel olarak pek eski ve tabii ki bakımsızdı; ama güzeldi. sultan said'in kızı, prenses salme'nin odası favorimdi. babası öldükten sonra, abileri tahta geçiyor ki biri zaten bu sarayı yaptıran zat. 15 yaşındayken, abisine karşı bir isyana destek veriyor, sonra şehirden kaçıyor. Affedilip döndüğünde, karşı penceresinde kalan, parti verip eğlenişini seyrettiği alman tüccara aşık oluyor Salme. bakışmalar, sevişmeler derken hamile kalınca, 1866'da birlikte Almanya'ya kaçıyorlar. Almanya'da evlilik işlemleri öncesi vaftiz edilip Emily Ruete adını aldığını sonradan öğrendim. Çocukken okuma yazmayı gizli gizli öğrenen Salme, kocası 1870'de öldükten sonra mirasından mahrum bırakılınca (niyeyse?), geçinebilmek için otobiyografisini yazıyor ve zanzibar'ın ilk kadın yazarı oluyor böylece.  "Almanya'ya ayak uydurmak için çok zorlandım. Avrupalıların Zanzibar'a geldikten sonra kendi yaşam şekillerini olduğu gibi muhafaza ederek yaşamaları benimkinin yanında çocuk oyuncağı kalır" demesi bile yeter. Tamamen erkeklerle dolu bir saray ve saray tarihinde, Salme minik bir nefes.
Salme, odası ve biricik aşkı Rudolph (cam parlamış).
 sarayın geri kalanında hindistan, çin, fransa, italya vb birçok ülkeden hediye olarak gelen eşyalarla dekore edilmiş odalar var. Avizeler italyadan, koltuklar hindistandan, sürahi fransadan... böyle gidiyor. oturma odası eski sultanın iki eşi arasında eşit bölüştürülmüş, yarısı klasik arap dekoruna sahip, diğer yarısı da 50lerin Avrupa evleri gibi. Çok lüks ve şaşaa yok, aksine fazlasıyla sade, saray gibi bile değil. 50lerde "batı işi" bir oda yaptırmış mesela sultan, avrupada orta sınıf bir ailenin çocuk odası gibi; ama hemen yanında tayland'dan özel getirilmiş masaj koltuğu filan var. Sanki mesele bir yerlerden bir şey getirebilmekte veya hediye olarak alabilmekte, ne olduğu çok da mühim değil.

neyse, saray turumuzu bitirdikten sonra house of wonders'a geçtik. bir deniz mühendisi yaptığı için petrol platformuna benziyor. Sultanlardan biri (muhtemelen Barghash, çünkü he is the man) toplantı ve tören binası olsun diye yaptırmış. Bölgenin ilk asansörü bu yapıda. Neyse, yine giriş ücreti ödeyip içeri girdik; ama maalesef buranın bir rehberi yoktu, bizimki ise evlere şenlikti. iyi ki bi kitapçık filan almışız önceden. şöyle:

- so this is House of Wonders.
- ok... so what is it? a palace or what?
- hmm... it is a wonderful house.

ya bu adam ana dili gibi ingilizce biliyor, mesele dil değil. rehberlik bilmiyor! sinirden gülmeye başlayıp içeri girdik. beklenenin altında, bence dışı daha enteresan bi yer. neyse, yine bir çaba belli panolar, sergi standları vs yapılmış. genel olarak swahili kültürünü anlatıyor. dar vakte sıkıştırmaya gerek yok; ama bizde vakit boldu, gezdik.
Best of House of Wonders
 Biz gezerken rehber de bize başlıkları okudu: "so this is about swahili coast". e evet anam babam, eşek kadar yazmışlar zaten üstüne!  fazladan bir şey sorunca panikle panoyu okuyor. yanımızdaki grubun rehberi ise bülbül, susmak bilmiyor. neyse, "this is a door, this is a pencil" diyerek birkaç oda gezdik. sonra rehbere mesajlaşmak daha cazip geldi, bu kadarını bile yapmayı bıraktı. aslında mekanı kötülemeyeyim, belki de güzeldir. biz rehbere sinirden anlamamışızdır, olabilir. neyse, her bir odaya girip çıktıktan sonra, terasa ulaştık ve manzara harikaydı, rüzgarı da pek güzeldi.

ulusa seslenişim
Buradan çıkarken saat 5 buçuktu. rehber bir hindu tapınağından bahsetti, tanzanya'da tekmiş. ziyarete kapalıymış; ama bir otel terasından gözetlemek mümkünmüş. oraya gittik. bu da kendisinin bize tüm gezideki ikinci kıyağıdır, o kadar.

Sonra efendim, sabahtan beri sayıklayıp durduğum, bize selous'da tavsiye ettikleri, "serena otelin terasında akşam içkisi"ne yöneldik. Gün batımıyla birleştirip kombo bombo yapacaktım. normalde sabahtan otele uğrayıp bir bakacaktık, rezervasyon gerekir mi filan diye. tabii ki olmadı; ama sinirlenmiyoruuuz, hakuna matata. neyse, otele vardık. fotoğraf karelerine bile girmekten çekinmeyen rehberin bizi bari burada yalnız bırakması için kendisiyle vedalaştık, bi saat sonrası için sözleştik.

otele girdik ve şu cevabı aldık: "terasımız sadece öğle ve akşam yemekleri için açıktır".  kara bahtım, kör talihim. neyse, benim sinirime karşın kocam sakindi, Africa House yakındaymış. bi 5 dakika sonra terastaydık, en öndeki son masayı kapmıştık. Hint okyanusu güzeldi, içkilerimiz güzeldi. stone town ise en çok ona sırtımızı dönünce güzeldi sanırım.

coconut martini ile şerefe.

Şimdi, "neyini beğenmediniz ya?!" kısmını anlatayım. Rehber etkisini geçiyorum. Stone Town, batılı turistler için müslüman ülke + sefalet pornosu olarak ilgi çekiyor, egzotik geliyor galiba. O yoksulluğun ortasında varlığımızın sırıttığını hissettik biz. Mimari olarak övülen yerlerde sahiden pek bi numara yoktu, olabilecek şeyler hiç korunmamış. Eskiden varmış, hissediyorsunuz; ama o kadar. Tamam, kötü geçmedi; ama sanırım ben fazla heyecanlanmışım. Şehre bu kadar uzun vakit ayırdığımıza hayıflandık, bi yandan da tatili planlarken acente "stone town'da bir gece konaklama" önermişti, iyi ki onu reddetmişiz diye sevindik. 3 saatten fazlasına gerek yok bence. Bir daha gider miyi? hayır. Gelmişken görmek iyi oldu mu? eh, evet.

*

pırpır uçaktan Zanzibar'a veda.
Ertesi günlerde de oteldeki tembelliğimize devam ettik, okyanusla oynaştık, yıldız saydık. cumartesi günü ki 13. günümüz olur, sabahtan dönüş yoluna çıktık. otelden çıkışımızdan eve varışa kadar yol 24 saat sürdü. Aktarmalar, beklemeler falan filan, canımız çıktı. Heathrow'dan 35 dakikada çıkmamız mucizeydi. Sabah bavulları bırakıp kısaca bi dinlendikten sonra kendimizi yakındaki türk restoranına atıp kallavi bir pazar kahvaltısı yaptık.

Londra bizi güneşli karşılayacak kadar kibardı.

Hiç yorum yok:

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker