(Sanırım bitiyor, evet.)
Çiftlikten sonra bir köye uğrayıp stone town rehberimizi aldık ve yarım saat sonra merkeze vardık. Bu arada ben sürekli akşam planımızı (serena hotel) hatırlattım, tamam dendi. Şehirde bir tane trafik lambası olması bir ölçü olabilir, pek bir ufak. kalabalık bi pazar yerinde indik.
Sanırım tam o sıralarda biz rehberi hiç sevmedik. Stone Town hakkında pek bir şey bilmemesi, diğer rehberler susmak bilmezken bize "bu bi kilise, bu da kapı" gibi temel bilgiler vermesi, görmek istediğimiz yerler için "tabii" deyip sonra oraya götürmemesi ve inanmazsınız, tam 5 saat boyunca (öğle yemeği dahil) kafasını kaldırmadan SMS göndermesi sebep olabilir. SMS yoksa da telefonla konuşuyodu zaten. Bir insan işini bu kadar mı sevmez, inanamadım. Stone Town avuç içi kadar bir yer, toplasanız 6 tane önemli bina var ve genelde de 3'ü geziliyor. 5 saat ayırdık ki daha çok yer görelim; ama hayır, kendisi 3 saatlik turu 5 saate yaymayı uygun gördü. Ayrıca maaşın yanında yüklü bahşiş de alıyor, zaten şoförler ve rehberler "varlıklı" kesim adada. Neyse, özet: rehbere ÇOK dikkat.
stone town = dar sokaklar ve bitmez bir sefalet |
Neyse, biz tura eski köle pazarı olan katedral'den başladık. Gezi için kişi başı 3-4 dolar veriyorsunuz. Alanın girişinde 1890larda yapılmış, orta boy bir otel vardı, kullanımdaymış hala. bu otelin alt katı eski köle odaları. Köle ticareti yasal olarak sonlandıktan sonra bu işten para kazanan tacirler durmamış tabii ki. zanzibar'ın sultanları oman'dan gelen arap aileleriymiş, ticaret de arapların elinde. potansiyel alıcıların kaldığı bir otel ve altına da "köle deposu" yapmışlar. 8-9 metrekarelik bir alan, tavan alçak. Zincirlenmiş 70 kişi oluyormuş içerde. düşünmek, canlandırmak imkansız. ortada bir delik, tuvalet. sular yükselinde temizleniyor. havalandırma filan yok. yan taraf daha da ufak, kadınlar ve çocuklar için. 5 dakikanın sonunda duvarlar üstüme üstüme geldi, çıktım. otelde kalanlar ve restoranında yemek yiyenler vardı. yer yokmuş gibi.
St. Monica's Hostel: dışı seni, içi beni yakar |
Livingstone'un hikayesi de enteresan. Çelişkileri bir kenara, ben sonu anlatayım: Zambiya'da öldükten sonra İngiltere, "düzgün bir tören"le uğurlamak için naaşını istiyor. Öldüğü bölgedeki kabile reisi direniyor ve sonunda kalbini bedenden ayırıp, "bedenini alabilirsiniz; ama kalbi Afrika'ya aittir!" yazılı bir notla İngiltere'ye gönderiyorlar. Kalbi de sahiden, öldüğü yere, bir ağacın altına gömülüyor. İşte o ağacın ahşabından bir haç yapmışlar, katedraldeydi. Başrahip de öldükten sonra sunak tarafına gömülmüş. Gotik bir bina ama islami yanları da var, enteresandı. Yapının malzemesi coral stone denen, mercan içeren bir tür kireç taşı.
o yuvarlak, ağacın eski yeri |
tippu tip: ne oldum değil, ne olacağım. |
sur içi festival |
sırasıyla: Forodhani Gardens, eski saray (People's Palace) ve House of Wonders. |
Sarayda yine giriş parası ödeniyor. Tur sırasında size oranın rehberi eşlik ediyor ve gayet bilgili. saray genel olarak pek eski ve tabii ki bakımsızdı; ama güzeldi. sultan said'in kızı, prenses salme'nin odası favorimdi. babası öldükten sonra, abileri tahta geçiyor ki biri zaten bu sarayı yaptıran zat. 15 yaşındayken, abisine karşı bir isyana destek veriyor, sonra şehirden kaçıyor. Affedilip döndüğünde, karşı penceresinde kalan, parti verip eğlenişini seyrettiği alman tüccara aşık oluyor Salme. bakışmalar, sevişmeler derken hamile kalınca, 1866'da birlikte Almanya'ya kaçıyorlar. Almanya'da evlilik işlemleri öncesi vaftiz edilip Emily Ruete adını aldığını sonradan öğrendim. Çocukken okuma yazmayı gizli gizli öğrenen Salme, kocası 1870'de öldükten sonra mirasından mahrum bırakılınca (niyeyse?), geçinebilmek için otobiyografisini yazıyor ve zanzibar'ın ilk kadın yazarı oluyor böylece. "Almanya'ya ayak uydurmak için çok zorlandım. Avrupalıların Zanzibar'a geldikten sonra kendi yaşam şekillerini olduğu gibi muhafaza ederek yaşamaları benimkinin yanında çocuk oyuncağı kalır" demesi bile yeter. Tamamen erkeklerle dolu bir saray ve saray tarihinde, Salme minik bir nefes.
Salme, odası ve biricik aşkı Rudolph (cam parlamış). |
neyse, saray turumuzu bitirdikten sonra house of wonders'a geçtik. bir deniz mühendisi yaptığı için petrol platformuna benziyor. Sultanlardan biri (muhtemelen Barghash, çünkü he is the man) toplantı ve tören binası olsun diye yaptırmış. Bölgenin ilk asansörü bu yapıda. Neyse, yine giriş ücreti ödeyip içeri girdik; ama maalesef buranın bir rehberi yoktu, bizimki ise evlere şenlikti. iyi ki bi kitapçık filan almışız önceden. şöyle:
- so this is House of Wonders.
- ok... so what is it? a palace or what?
- hmm... it is a wonderful house.
ya bu adam ana dili gibi ingilizce biliyor, mesele dil değil. rehberlik bilmiyor! sinirden gülmeye başlayıp içeri girdik. beklenenin altında, bence dışı daha enteresan bi yer. neyse, yine bir çaba belli panolar, sergi standları vs yapılmış. genel olarak swahili kültürünü anlatıyor. dar vakte sıkıştırmaya gerek yok; ama bizde vakit boldu, gezdik.
Best of House of Wonders |
ulusa seslenişim |
Sonra efendim, sabahtan beri sayıklayıp durduğum, bize selous'da tavsiye ettikleri, "serena otelin terasında akşam içkisi"ne yöneldik. Gün batımıyla birleştirip kombo bombo yapacaktım. normalde sabahtan otele uğrayıp bir bakacaktık, rezervasyon gerekir mi filan diye. tabii ki olmadı; ama sinirlenmiyoruuuz, hakuna matata. neyse, otele vardık. fotoğraf karelerine bile girmekten çekinmeyen rehberin bizi bari burada yalnız bırakması için kendisiyle vedalaştık, bi saat sonrası için sözleştik.
otele girdik ve şu cevabı aldık: "terasımız sadece öğle ve akşam yemekleri için açıktır". kara bahtım, kör talihim. neyse, benim sinirime karşın kocam sakindi, Africa House yakındaymış. bi 5 dakika sonra terastaydık, en öndeki son masayı kapmıştık. Hint okyanusu güzeldi, içkilerimiz güzeldi. stone town ise en çok ona sırtımızı dönünce güzeldi sanırım.
coconut martini ile şerefe. |
Şimdi, "neyini beğenmediniz ya?!" kısmını anlatayım. Rehber etkisini geçiyorum. Stone Town, batılı turistler için müslüman ülke + sefalet pornosu olarak ilgi çekiyor, egzotik geliyor galiba. O yoksulluğun ortasında varlığımızın sırıttığını hissettik biz. Mimari olarak övülen yerlerde sahiden pek bi numara yoktu, olabilecek şeyler hiç korunmamış. Eskiden varmış, hissediyorsunuz; ama o kadar. Tamam, kötü geçmedi; ama sanırım ben fazla heyecanlanmışım. Şehre bu kadar uzun vakit ayırdığımıza hayıflandık, bi yandan da tatili planlarken acente "stone town'da bir gece konaklama" önermişti, iyi ki onu reddetmişiz diye sevindik. 3 saatten fazlasına gerek yok bence. Bir daha gider miyi? hayır. Gelmişken görmek iyi oldu mu? eh, evet.
*
pırpır uçaktan Zanzibar'a veda. |
Londra bizi güneşli karşılayacak kadar kibardı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder