30 Mayıs 2006 Salı

ikilem



İnsan hem mezun hem de İstanbul'dan uzaklaşmak üzere olunca panik oluyormuş. Bir yanım niyeyse artık her gününü havuzda geçirip çimlerde kuruyup manzarada uyumak istiyor ki bu heralde yapay bi telaş- diye umuyorum ben. Diğer yanım da turist olup köşe bucak gezmek, ne biliym surlardan inip vapura binmek falan istiyo. N'olucak benim bu halim yaa.. Aynı anda iki yerde olmak gerek.
Bir de şu yurt denen kazıkçı zihniyeti anlayan beri gelsin. Bi 15 gün daha kalıcam mezuniyete kadar; çünkü toparlanıp çıkamıyorum ve kalıcak yer de gerek. Yarım aylık para alıyolar. E peki madem. Sonra devamı var ama: "oda değiştiriceksiniz". Nası yaa? Ben bu 6 m2 içinde üremişim resmen, bu odadan çıkabilsem boşaltırım odayı zaten, üstüne o parayı vermem ki. cevap iki türlü: ya tek kaş havada ve "ee bilemem artık boşaltın o zaman" mimiği ya da yine tek kaş havada "bi şikayetin mi vardı bacım anlamadım?" mimiği. Her daim fönlü bir hanıma hiç yakışmayan bir asabiyet... cık cık cık.

28 Mayıs 2006 Pazar

ööle bi gün

Telefonum bozuldu. Gerçi hiç beklemediğim bi anda olduğu için şaşkındım; ama kaç zamandır telefonsuzluğa övgü düzdüğümü düşünürsek, resmen takdir-i ilahi devreye girdi. Bi zamanlar açılmamakta inat edip bir tam gün boyunca beni delirttiği için hiç kapamıyordum. Dün kapadım bi an, bugün açılmıyor. Telefoncu "tamire değmez abla, yenisini al" dedi. Bence açılabilir ama adam bilmem nesinin yanmış olabileceğini söyleyip "suya düştü mü? spor yapıyo musunuz?" gibi ilginç sorular sorunca ikna oldum. İşime geliyo. Tek derdim telefon hafızasına ulaşamıyor olmak, numaralar falan... olsun valla.

Havuz açılmış, yaşasın okulumuz. Yarın erken kalkabilirsem o kalabalık ve klorlu suda zevkle kulaç atıyor olucam. Bugün ne güzel bi gündü yaa, yürü yürü bitmiyor deniz.. Güneş güzel, yeni fötr şapkam güzel. "Varolmanın dayanılmaz hafifliği" tadında bi şapkam var artık, biraz daha köşelisi.
Bi de kadranı değiştirilebilen "stamps" saatlerden aldım, çok ucuz ve renkli ve güzel- içimdeki isviçreli kaç haftadır zamanı bilememekten bıkmıştı.

Yemek düzenim berbat. iki öğün yiyorum- sabah ve öğlen. Saçma bi ikili olduğundan bütün gün tok ve bütün gece aç geçiyor. Bugün tek öğüne indirerek (saat 4te kahvaltı) kendimi aşıcaktım ki araya bi mısır ve cheerios girdi. dolapta venüs pastanesinin minik meyveli pötibörlerinden var. Voltran misali birleştirip bi öğün çıkarttım sanırım.

Şapkamı çok sevdim, yaşasın havuz.

27 Mayıs 2006 Cumartesi

Elmyra

Varlığına şahit olduğum (özge ve kuşu) "elmyra"lık halini tiny toons seyredenler hatırlayacaktır. Hatırlamayan açsın wikipedia'dan, ekşisözlükten falan baksın, anlatması uzun şimdi. Bilmediğim şey bunun çekinik bir şekilde içerde tutulup dönem dönem etrafa saçılabileceğiydi.
Yani orjinalinden daha sinsi ve dolaylı bi şekilde Elmyra olmak ve hayvanata değil insanlara sıçratmak mümkünmüş. Bu da böyle bir tecrübemdir.

26 Mayıs 2006 Cuma

elbet

"gün olur devran döner". Bu en bi klişe, en bi arabesk; ama insanın içini rahatlatan kalıbı Mina'ya yolluyorum. burayı okumuyodur; ama anladı o.

470

Sinir içindeyim. Yorum yok, çiğnediği tütün boğazına kaçar umarım.

25 Mayıs 2006 Perşembe

neoklasik iktisat ve çevre

En bi neoklasik, en bi piyasacı prof.umuz yelkenlisinden indiği bir gün konferansa gelen Ekolojik İktisat profesörüne duruşunu şöyle izah etti:

"Ortodoks ekonomiye inanan biri olarak yanlış anlaşıldığımızı düşünüyorum. Ekonomi kıt kaynaklarla ilgileniyor. Eskiden temiz su, temiz hava kıt değildi ve ilgilenmiyorduk. Şimdi kıt, ilgilenebiliriz".

Gerçekten dedi, evet. Ciddiydi. Bence ürpertici. Gerçi sonra huşu içinde "ben o gün çok şeyler öğrendim çocuklar" diyerek ufka daldı ama yani... Vahim.

sosyal sorumlu deryik



Şimdi environmentalism of the poor konusundayım. İçi kararıyo insanın işte... Orda birileri daha parlak yaşayacak diye başkaları sürünüyor, bu var evet. Bir de o başkaları kimyasal/ endüstriyel atıklarla, çöp alanlarına hapsedilerek yaşıyor, birkaç hektarlık tarlaları üzerinde maden entrikalarının dönüşünü, balıkçılık yaptıkları gölün yok oluşunu izliyor. Birileri kuzeyde geridönüşüm mutluluğu içinde camı, metali, kağıdı karıştırmayıp bisiklete binerken, güzide çokuluslu şirketlerini Asya'ya, Latin Amerika'ya, Afrika'ya yolluyor, "evi daha yeni temizledik çöpünü yan bahçeye fırlat" hesabı. Avrupa tüm sempatikliğiyle doğal parklar kurup panda üretirken, birileri "çevresel ırkçılık yapıyorsunuz" diye kıyameti koparıyor. Bizse Türkiye'yi hala 3 tarafı denizlerle çevrili cennet sanıyoruz. Çevre denince "doğal güzellik"ten başka bir şeyin anlaşılmadığı, şehirlerin doğanın bir parçası olarak görülemediği bir memlekette erozyondan ve kelaynaktan öteye geçemeyen endişelerimiz var. Aşağılama değil bu; sadece yetersiz buluyorum. Kimse Mamak çöplüğünü sorgulamıyor Ankara'da. Tuzla'da iki varil bulunca kıyameti koparanlar devletin çevre borcu içinde yüzdüğünü bilmiyor. Çevre, rantçılığın hipodromu. Ne demişler, "yoksulu satın almak kolay". Bergama aksini söylüyor gerçi ama, kimse yoksulun satılık olmadığını söylemiyor.

Hindistan ve Brezilya ayağa kalktı artık, zenginin çöplüğü olmadığını haykırıyor, şirketleri kovalıyor. Artık kimse çevreyi, sağlığını, geleceğini üç kuruşa satmıyor. Bizse dünyadaki sayılı gemi söküm ülkelerinden biri olduğumuz halde, atık yüklü gemi tehdidi karşısında hala "ay acaba geri mi göndersek" diyoruz sadece. Çevre Bakanı nedense hep Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı'yla hemfikir. Birileri "kanser olduk biz" diyor, duyan yok. Kürtçe için kıyametler kopabiliyor ama bir Allah'ın kulu çıkıp da "Marmara'yı ne hakla öldürürsünüz" demedi bunca yıl. "Sosyal ve siyasal haklar" diye bağıranların yarın içmeye suyu yok, görmüyorlar; çünkü bu ülkede çevre hakkı diye bir şey sorgulanmıyor.

Evet sinirliyim biraz. Bir yumruk oturuyor boğazıma bazen. Özge'nin dediği gibi, Afrikalı çocuklara sarılıcam bu gidişle.

24 Mayıs 2006 Çarşamba

mezuncan

Daha okul bitmeden nostalji hali. "nb 119'daki son ders", "otoparktaki son konser", "yarın derse gidelim hoca son kez küfretsin hepimize".. Daha önce bir şey ifade etmeyen mekan ve hocalara karşı derin hisler besleyip göz doldurmalar. Mezuniyet adlı toplu histeri, yanında balo, kep-cüppe ve yıllıkla ikram ediliyo. Anti-mezuniyetşenlikleri bir insan değilim, kutlayalım vedalaşalım da... NB 119'a karşı derin hisler beslediğimi bilmiyodum. İllüzyon böyle bi şi sanırım. Yokuşa doğru gözüm daldı resmen bugün. Tuhaf. Okula yine gelinir ama artık öğrenci değilim ben. 16 yıl boyunca emekliliğini bekleyen, emekli olunduğundaysa eski alışkanlıkla yine kravatını bağlayıp her sabahki saatte evden çıkan ve kahveye takılan memur olucam galiba.

mut

Demin bi baktım ki öylesine mutluyum-- ammaaann dedim bozmiym hiç :) Kampüsiçi Japonu Hulusi'nin arşivinden manasız bir sırıtışla izah ediyorum halimi:

22 Mayıs 2006 Pazartesi

cami/balık


Yani birden fazla insan balk tutmak amacıyla Ortaköy Camii avlusuna girmiş. Yanında olta, misina, kova falan, teçhizatlı. Belediye mi artık hangi yetkili ilgileniyor ise o da sinir içinde bu tabelayı koymuş. İlginç bi memleketiz, ben seviyorum bunu. Bütün kıyı şeridi müsaitken cami avlusunda ısrar etmek falan... eğlenceli.

Bafrada son durum

Cumartesi günü annemle konuşmuştum ayaküstü, bugün izahat verdim. "hımmm" dedi. Ne demek olduğunu düşünüyorum.

Sabuş

Beni bilen biliyo. Anneannemi bilmiyosunuz ama, kendisine ne bloglar yazılır...

17 yaşındayken çilleri sebebiyle "kınalı yapıncak" olarak anılan, 27 yaşındayken "Marilyn Sabite" diye bilinen, 77 yaşındayken yolda durdurulup "hanfendi size hayranım ben" diye eli öpülüp (hayır alna götürmeden) güller alınan Sabuş (Sabite). İstanbul iktisat'ın ilk mezunlarındandır, daima "1000 kişilik okulda 10 kızdık, kraliçeler gibi ağırlandık" diye nispet yapar. Kendisi "kolyeni çok sevdim, çıkar alıyorum" der. Takıya zaafı vardır- hele kırmızı boncuksa. Masmavi gözlerini kapatmasın da iltifat toplayabilsin diye güneş gözlüğü takmaz. Çın çın kahkahası vardır. "teyze" lafına sinirrrr olur, hele elini öpüp alnınıza koyarsanız-kara liste. Sinirlenirse susar, gözleri çakmak çakmak olur, resmen küser. Bu kızgınlık biraz saman alevi, biraz fil hafızası kıvamındadır.

Şu ana dek öylesine oturup ufka dalmışken ondan habersiz resmini çizen 3 ressam olmuştur, hiçbiri resmi vermemiştir. Gençlik anılarını ezbere bildiğimiz halde her seferinde "Büyükada gençlerinin hepsi nasıl da ona hayrandı"yı dinleriz. Bunlar içinde "İstanbul'un ilk kot pantolon giyen adamı" olan Orhan'ın yeri ayrıdır, falan filan. Dedemi ise "çok aşıktım efendim, abimin arkadaşı. Teknik Üniversite'nin en yakışıklılarından.. gençlik işte" diye anlatır, sonra kahkaha atar.

Evi sabahları kızarmış ekmek kokar. Briç oynar (ki dedem papazkaçtı diye dalga geçerdi); ama öncesinde altını çizerek briç kitabı çalışır. Son 5 yılda farklı dillere merak saldığından (fransızca, ingilizce, italyanca), evinde bir sürü yarım kalmış dil kitabı vardır. Peş peşe iki sessiz harfi söylemekte zorlandığından ingilizceden nefret eder. Pimpirik tanrıçasıdır- gazetelerin 3. sayfalarındaki manyak ölüm haberlerini ezbere bilir ve "yolda yürürken kamyon tekeri fırlamış, ezmiş", "fotokopi çekerken başına kaz düşmüş" gibi haberleri referans alıp bizi sürekli uyarır. "Paslı iskeleden denize girerken kesin bi yerin çizilir, doktor da yok yaz vakti, tetenoz olursun, ölürsün" gibi komplolarla gençleri iskeleye dizip denize sokmamışlığı vardır. Yemek yapmayı sevmez, örgüyü "eli oyalansın" diye örer. 3 beyazı çok sever, tatlı zaafı takıyla yarışır.

Has İstanbulludur, 40 yıldır Ankara'da yaşar. Düğün ya da cenaze dışında İstanbul'a gelmeye ikna olmaz (en son "Bolu tünelini bekliyorum Derya bak cidden, ışık görünmüş" dedi), sonra bütün gün vapur resimlerine bakar, hiç olmadı beni arayıp "İstanbul'da deniz bugün ne renk Derya" der, duygulandırır insanı.

Sabuş hakikaten nevi şahsına münhasır bir kişiliktir. Sabuş'un torunu olmaksa ona imrenerek büyümek, kızarmış ekmek yerken içlenmek ve denizin hakikaten her gün farklı renkte oluşuna şaşmak demektir.

21 Mayıs 2006 Pazar

seri üretim



Stresli zamanlardaki yegane kaçışım: boncuklar. Saat ve gün itibariyle bu hafta uykusuz kalacağım kesinlik kazanmış oldu; ama kulağımda küpe, boynumda kolye, bileğimde bilezik olacak. Sızarsam kokoş sızıcam en azından.

19 Mayıs 2006 Cuma

Marilyn




Monroe olan. İçimi açıyo bu kadın, seviyorum görmeyi. Bütün filmlerini izlemiş değilim, şart mı ki?

Sahaflardan topladığım fotoğrafları var bende, sahilde bir çekimden sonra havluya sarılmış, saç baş dağınık, şampanya yudumluyor. Saçları boyanmaktan tel tel olmuş, diplerinde kendi rengi olan koyu kumral.. Göz altları şiş biraz, antidepresanlardan heralde, gülümsüyor. Başka bir karede de ayna karşısında saçını yaparken dans ediyor; üstünde gri bir pantolon ve beyaz, desenli bir tünik. Elindeki fırçaya şarkı söylüyor.

Belki de ben daha Norma Jean hallerini seviyorum. Yani :
böyle değil de... böyle

bana iyi geliyor kendileri. Çocuk-kadın modelinden aptal sarışına kadar bir sürü sıfat takılan bir kadın sonuçta; ama en siyah beyaz fotoğrafta bile ışıldıyor.

Hollywood'muş, beş para etmezmiş, rol de yapamıyormuş... falan filan. Kadın aydınlık ve göz alıyor işte, bütün o hüzünlü gözlerine rağmen.


Herkes sevsin onu, iyi biriydi zamanında.

ve

ben sanki hep aynı şeyi yazıyorum buraya. Daha da sıkıcı.

kasvet kasavet

Sıkıntılıyım. Az sonra mezun olucam, 3 sonra nerdeyim bilmiyorum. Bütün bunların arasına

yurtodasıboşalt-akrabaziyareti-kardeşmezuniyeti-pekisennegiycenmezuniyetekuzum- başvuruformları-bafrakararları-anneufakbideğişiklikoldu-dairede2haftadıriçmesuyuyok-çamaşıryıka-ojesilojesür-ödevsınavsunumdiploma-konserLESfilmkonser-sökükdikgömlekütüle-hediyealkutlamayap-odatopladağıtbırak-ankarayadönmemkaçkaçkaç ....... ekleniyo.

Bu sırayla aklıma geliyolar. Sonuçta ben gidip kendime bu sefer de tahta üstüne deri kaplı boncuklar alıyorum. Biriken boncuklar kolye olunca düzeni sağliycam ben sanki ama her şey kontrolümden çıkmış durumda şu ara.

Havalar böyle güzelken kasvet de yapılmıyor.

17 Mayıs 2006 Çarşamba

gidelim burdan

Hakikaten bir tuhaf haldeyim. İstanbul'u yaşamak için 3 haftam ve düşünmek istemediğim bir sürü iş var. Şikayetçi değilim, bitiyo öğrencilik işte, bi daha istesem de yok; ama vakit alıyo. Neyse, hayatım hollanda üzerinden bafra'ya bağlanmak üzere, henüz ailemle konuşamadım bile. İçten içe, bana sunulan her teklife "aa tabi bak nasıl da mantıklı" diye atlayarak kendim için düşünmekten kaçtığımı düşünüyorum (uzun bi cümle evet). Kolaycılık yani (bu da kısası). Bir yandan da bunu milyon değişik yöntemle meşrulaştırıyorum, şimdi tekrar edemiycem ama itiraz edecek gibi olanlar da ikna oldu. Bütün bunlar benim aklıma sadece tek bir şeyi getiriyor:




Gidelim burdan cümlesi. Zamanında bir Atilla Atalay kitabında görüp "aa işte beeen!" diye sevindiğim, kendisinin şahane bir şekilde anlattığı "gidelim burdan krizi" söz konusu. Bu cümle yankılanıyor beynimde. Eskiden öylesine, ansızın ve genellikle ocak ayı civarında olurdu. Bu aralar ise kaçmak için yankılanıyor. Gitmek istiyorum - bir yere değil, yer mühim değil. Gitmek istiyorum. evet aynen öyle korkakça kaçarak uzaklaşmak için... Ben bu kadar büyük kararlar için çok küçük hissediyorum.

16 Mayıs 2006 Salı

Ben kendime ne diym bilmiyorum ki...

La Hey'e kalkınma ma'i için başvurup, Bafra'da doğal hayatı koruma için bir yıl saha çalışması yapmak üzereyim.

15 Mayıs 2006 Pazartesi

Solaklık

Bir solak olarak yaşamanın çok ilginç sürprizleri oluyor. Zamanında "en azından yaptım prodüksiyon"un çıkarttığı "sol elim" adlı dergi bir sürü ilginç örnek vermişti; ama kişisel keşiflerin hazzı başka. Klasik örnekler olan kolçaklı sandalye, cetvel veya makas zaten beklenen şeyler- onlardan bahsetmiyorum. Sol elle akbil basmaktan, elinizdeki kahve kupasının içine çizilmiş figürü bir türlü görememekten, Nokia'nın "işte size oyun konsolu" diye gururla sunduğu telefondaki bütün tuşların sağda toplandığını görüp mesaj dahi yazamamaktan bahsediyorum. Ama "sağlaklar için üretilen kalem" son mertebedir bence.

Ders çalışırken elimdeki kaleme uzun uzun bakıp (bkz üstteki resim) tersliği fark ettim - Gaudi'nin imzası ters. Çözüm nedir? sağlakmış gibi yapmak ve (bkz alttaki resim) ürünün "hediyelik eşya" olarak satılmasının bi anlam kazanması.

gereksiz bilgi notu: Gelişmiş toplumlarda solaklar %10 civarında iken, mesela Aborjinler'de solaklık %50, çünkü eşyalar bu kadar özelleşmediğinden solaklık çekinik gen haline gelmemiş, herkes her aleti kullanabiliyor. Yunan mitolojisinden Museviliğe, İslam'dan Konfüçyus felsefesine dek bütün dini öğretiler solaklığı "kötü" ya da "uğursuz, şeytani" sayıyor. Cadı avı döneminde (şeytan solak resmedildiğinden) sol tarafında beni olduğu için yakılan kadınlar olmuş. Japonya'da, (atmiym ama sanırım) 30-40 yıl öncesine kadar sırf solak olduğu için bir kadını boşamak yasalmış.
Bütün bunların ışığında kendime "tek derdin kalem ossun" diyorum madem.

Gözlük

Kocaman, plastik, adi ve kahverengi bi güneş gözlüğüm oldu (bkz. aşağıda bir yerler). Serhat'ın "kaynakçılığa mı başladın" dediği kadar var, heves ettim aldım. Ben ilkokuldan beri "dışardan amma ukala, amma soğuk nevale görünüyosun" lafını duyarım, hatta 7 yaşımdayken bir kız bana "buzdolabı kılıklı" demişti. Gözlük işte bunu değiştirdi. Tuhaf bi şi aslında. Yüzüm tamamıyle ortadayken "soğuk nevale" oluyorum, sonra başkasında görsem "ilgi çekmek için donunu da başına geçirseydin bari" diyeceğim bir gözlüğün arkasına gizlenince"sevimli, şirin, şeker" oldum. İyi mi kötü mü karar veremedim; ikisi de önyargı. Üstelik ilkinin sonunda "soğuk nevale olmadığını göstererek" bir basamak atlıyosun; ikincisinde ise doldurman gerek bi "sevimli-şirin-şeker" beklentisi var. Beklentilere göre mi yaşıyoruz? Hayır. İlk izlenim açısından şeetmiştim ben yani...

Belki de gözlükle ilgisi yoktur, paranoyadır; ama gerçekten insanların tanışma anındaki tepkileri değişti ve ben şirin olmayı bilmiyorum.

14 Mayıs 2006 Pazar

Bilemiyorum yani


Resimdeki teknenin yelken bezine iyice yaklaşıp bakın, hayranlarımın her yerde olduğunu görün :)

benek

Ben, benliyim. Benekliyim. Birleştirdiğimde bi mesaj veriyo olmalarını isteyecek kadar çok bene sahibim. Çok zorlandığımda resimde solda görmüş olduğunuz yanakta bir "büyük ayı takım yıldızı" olduğunu iddia etsem de, olmuyor.Benli Belkıs'ı rahmetle anıp beneklerimi seviyorum ben (boynumun üst tarafında 39 adet).

Sinek Dörtlüsü / Maça Kızı

11 Mayıs 2006 Perşembe

hayat


"İnsan her gün yeni bir şeyler öğreniyor" kalıbına alternatif olarak "insan sorulmadıkça söylemiyor"u da ekliyorum. En geveze bile bazen susuverir ve sessizlikte yankılanır zaten malum olanlar.

Kabus.

Daha yeni gelmişken yine koşarak uzaklaşmak istiyorum. Mezuniyetten önceki son 2 haftam. Sonrası kocaman bir kara delik, bir tane MA başvurusu- ki ne idüğü belirsiz. Bir ara bi LES. Sonra mezuniyet ve finito. Korkuyorum, hem de çok. Hazırlıksız yakalandım resmen. Bu haftalar da bolca iş güçle geçeceğinden bir bakmışım her şey elimden gitmiş, ben Ankara'nın taşına, gözlerimin yaşına bakıyorum. Kabus.

10 Mayıs 2006 Çarşamba

fotojeni


Fotojeni diye bir şey var, bana teğet bile geçmiyor, ne yazık.

Geçici haller

9 Mayıs 2006 Salı

telefon, oda, saat


Ah nasıl da unutmuşum- dönüş cep telefonu demek. Yurtdışı görüşmelere açtırmayı unuttuğum emektar nokia'm eskisinden de hareketli. Bir hafta boyunca sadece saat olarak kullanıldı; çünkü kol saatim de burda kalmıştı. Zamansız ve telefonsuz olmanın hazzını ikisini aynı anda geri alınca anladım galiba. Yine 6 m2 ve ben yine kafamda 40 tilkiyleyim- ama artık Barcelona da oda duvarımda yerini aldı.

dönüş

Dönüş türkçe klavye demek. Pilav,cacık, orman kebabı, "yemeğin üstüne bi çay ikram etsek", "sahilden mi gidelim TEM'den mi" demek. Dönüş, uçaktan kuş bakışı İstanbul'a bakarken trafiğin yoğun olduğu noktalara Murat Kazanasmaz hassasiyeti gösterip taksiyi nerden götüreceğini düşünmek demek. Korsan taksi çağırıp 26 YTL karşılığında bol sohbetli konfor demek.
Daha kalırdım belki Barcelona'da; ama İstanbul'a döneceğimi bilmek kaydıyla. Şehir ara sokaklarında aklım kalan Jaume dışında fazlasıyla 90 ve 180 derece sokaklardan oluşuyor. Gaudi'nin Casa Batllo'yu (bkz. resim 1) yaparken hiç düz çizgi kullanmamış olması şaşırtıcı değil, bence haklı bir tepki. Basıyo insanı o düzen, sonra tabii çıldırıp Hansel ve Gratel'e uygun evler yaparsın.

Neyse, hoş geldim!

5 Mayıs 2006 Cuma

Hizmet sektorune ayrinca deginicem ama hakikaten pratik zeka sorunlari var. Tek bir arabanin bile gecmedigi dar bir sokakta kirmizi isikta saatlerce bekleyebilir yayalar- ta ki bir turk bu "araba varmis gibi" iluzyonunu asip yola adim atana dek... Sonra hepsi uyanip "aa evet mumkunmus aa" ifadesiyle yolu geciyor.
Ama en guzel diyalog Captain Black ararken (ve bulamazken) yasadigim.. "Hables lngles?" "no, hables espagnol?". Saka degil adam bunu ciddi sordu. Bazen fazla hizli ya da Turk usulu is yaptigimizda sistem cokuyo ve mavi ekran veriyolar... Bunaltiyo insani.
Bu arada bizim katildigimiz konferans kocaaa Ispanyadaki ilk MUN konferansi oldugundan abc asamasindalar. Bugun aksamdan kalma oldugumuz icin gitmedik, onun yerine muze gezdik. Muzelerde ingilizce tabela kitligi var. Bazen saka gibiler- ozellikla de mekan Picasso muzesi olunca.
Dekormus hissi veren sokaklardayim pazara kadar ve huzurluyum.

4 Mayıs 2006 Perşembe

devam


Tam ihtiyacim olan tatili yasiyorum. Telefonsuzluk harika. Birlikte oldugum ekip tatil icin yaratilmis, cogu burda tanistigim insanlar sonucta ve tek vukuatimiz yok. Sehir guzel, sehir duzenli, sehir ufak bir oyuncak ev gibi suprizli. Bugun Barca sampiyon, sehir tura cikti, biz de "barca barca barca" coskusunu yasadik. Yarin konferans basliyor ve dinlenicem sonunda. Hep boyle surmez biliyorum; ama iyi geliyor burasi bana.

edit: fotolar sonradan geliyor evet...

2 Mayıs 2006 Salı

volume II

Bugun 1 Mayis oldugundan tur rehberi tatildeymis, onun icin kendi basimiza bolca Gaudí ve bolca Turk usulu takdir ("oha pezevenke bak naapmis" - anonymous). sonra uzun arayislar sonunda katalan babylon´unu kesif ve votka. her yer istanbul´da muadilini buluyor. ilk gece taksim-tarlabasi sinirini gectik mesela. Bugun biraz nispetiye´de dolasip sonra cihangir tarafina indik; arada sislinin dar sokaklari vardi. boyle hatirliyoruz. hatta boccata diye bi yer var ("heryol boccata´ya cikar" kalibi), onun yaninda kisaca "bambi" dedigimiz bi yer var; ayni hayran kitlesi ve satis orani... Neyse iste, barcelona´da bir istanbul ariyoruz ve buluyoruz tabii ki. Biktirana kadar deniz urunu yedigimiz icin bugun bir kismimiz "mdonalds- et!!!!!" cigliklariyla kapitalizmin kolesi oldu. Yarin miro muzesi. yegane harcamam hediyelik esyalar- hayir, hepsi kendime :) miro´da kendimi kaybetmeyi dusunuyorum, tabii uyanabilirsek. Esas amac olan MUN konferansi carsamba aksami basliyor, hattta galiba yarin hostel degistiriyoruz. Barcelona guzel ama her yol Boccata´ya cikiyor. Daha yazarim, ayilinca.................

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker