önümüzde 9 gün tatil var. olacağı belli bi tatili ilan edemedikleri için, mesai denen bi nane olduğu için, ben birilerinin bordrosunda maaşlı eleman olduğum için, orası bi enteresan bi yer olduğu için, herhangi bir çalışanın "ben yine de bağlar bayramı giderim yaaa"sını yapamadım. yapsaydım, londraya giderdim; çünkü londra bize bi kere geldi. gerçi belim bacağım diye kıvranırken, riskli olabilirdi ama olsun. ne güzel olurdu.
neyse, "keşke"lerimi boncuk yapıp dizmenin anlamı yok. zaten dizsem, boncuk boncuk akarım. bulanık zamanlar, çok bulanık. benim kafam ne kadar netse, her şey o kadar bulanık.
kardeşim burda, kardeşcağızım. koca bir genç kız. biz kendisiyle istiklal turları attık, mesai sonrası. karşılıklı kadeh tokuşturduk, meze yedik, çok güldük. küçükken hayal ettiğim gibiydi. ne çok hesaplardım, "uf, o 18 olsa, ben 26 olurum... çok yaşlı olucaaam!" o şimdi 19, ben 27'yim ve kardeşimden küçük gösterdiğim için kafam rahat. hehe. neyse işte, bayram falımda anne evi, anne yemeği ve haliyle: ankara var. ankara, böyle zamanlarda genelde vega'nın ankarasıdır. yağmur dönerken kara, hep şarkılar olur falında. vega demişken, "dileğini tutmuş sayar, sonsuzdan geri." ne hoş bir cümledir.
düzenli egzersiz, zor şey. öyle hobi niyetine olanı demiyorum. kilo vermek için de olan da belki sağlıkla ilgili ama "ay yok bugün vaktim olmadı" deseniz, öldürmez. sağlık için güneşi selamlama zorunluluğu mesela, başka tuhaf bi şey. neyse, keşkelere kapılmıyoruz, kapılacak gibi olunca müziğin sesini açıyoruz ve eveet, güneşi selamlıyoruz.
hani büyükler "allah başka dert vermesin, allah beterinden saklasın" filan der ya, haklılar. bi bildikleri var. yani bunu mu tekrar edersiniz, her fırsatta dilinizi mi ısırırsınız bilemem. ama var ve doğru. arada insanın beyninde yankılanmalı, böyle bulutlar içinden arial-12 puntoyla belirmeli filan. hadi müziğin sesini açalım.
ben bugün en çok tuzu kuru insanlara kızdım. tuzu kuru insanlar, tuzu kuru dertleri ve ah o bir türlü dolmayan, dolamayan incir çekirdekleri. resmen ciddi bir incir çekirdeği mesaisi: çekirdeğe bakıp "ah.. çekirdek.. dolmuyor... dolamıyor.. güzel çekirdek, cici çekirdek..." filan diyolar ve o sırada birileri 10 saniyenin altında bi sürede 100 m koşuyo filan. müziğin sesini aç necati.
*
hadi bu saçma ve uzun yazının aslında tek akılda kalması gereken kısmına geçelim:
divad bey haber verdi:
1685 SİT alanı kararı 2 gün önce iptal edildi.
Ülkede geçerli hiçbir doğal SİT alanı yok. bakanlık yeniden değerlendirecekmiş. asabiyet yapsa da, sinirlenmemeliyiz aslında, hakkımız kaybettik. çünkü bunun olacağı belliydi, böyle bir "revizyon ihtiyacı" aylardır ağızlarında sakızdı. ama bu sakızın şekeri kaçana kadar çiğnenip tükürülmesi sırasında kıyametler kopmadı. onun için, bence şimdi sinirlenmeyelim.ülke geneli için farkeden bi şi olmadı zaten. fenerbahçe stadına HES yapılırsa belki biraz kamuoyu oluşur.
*
bu aralar her an ethiopiques. iyi geliyor. anlamadığım bi dilin anladığım müziği.
23 Ağustos 2011 Salı
onur yarası
bilmem hatırlar mısınız? izmir'de 20 yaşında bir genç, Baran Tursun, "dur ihtarına uymadı" diye direksiyon başındayken başından vurularak polis tarafından öldürüldü. dur ihtarının amacı öldürmek değil durdurmak olduğundan, o kurşunun orda olmasına kısaca cinayet deniyor. Tabii bu düz mantık, düze çıkamadı, bir türlü karar alınamadı. verilen kararlar adalete yaklaştı, ama hiç adil olamadı. "vicdan" hep ayağını yorganına göre uzatmalı, beklenen bu.
http://www.baransav.com/ belki siteye bir bakarsınız, Baran'ın ardından kurulmuş. burada, daha çok insan var bu şekilde ölen. maalesef.
bak orda diyor ki:
1 polis öldürdü; 3 polis delil kararttı, 10 polis yalan tanıklık yaptı, 2 polis "kaza" raporu düzenledi, 4 polis sahte belge tanzim etti.
insanın aklına baran'ın ailesi geliyor. 20 yaş dediğiniz, kardeşimden bir yaş büyük. aile delirmemiş, evet. zaten türkiye bu ara delirmeden devam edebilen aileler kabilesi gibi. o zamanki gazete haberlerine bi bakalım: bir, iki, üç.
özellikle de üçüncüyü, bir okuyun. aile delirmemiş, ama bir yerde patlamış. tetiktebekleyengillerce hemen hoppp, "hakaret davası" açmış. yani devletim milletim, "delirin" diyor. delirin ve sonra "ay pardon!" deyin. beklenen bu. sakin sakin yasal süreci beklemeyin. delirin, aklınıza gelen elinize, dilinize düşsün, delirin. sonra "ay pardon" dersiniz. polis "ben düşmüştüm, elimde silah vardı, patlamış, kafasından vurmuş" dediği zaman inanan bir yargı, size de elbet inanır.
*
bu nerden aklıma geldi? gerçi hep gelmeli ama... şundan:
(...)Buluşma yerinde Oğuz Demir’in kullandığı hareket halindeki “34 YM 4140” plakalı Broadway marka oto hızla yaklaştı. PTT’nin önünde duran ve sırtında bir çanta olan bir adam aniden fırladı ve hareket halinde olan arabaya binmek istedi. Polislerden biri arabaya binmek isteyen Yüksel’in beline sarıldı ama ne olduğunu anlayamadan kendisini bir metre uzakta yerde buldu. Diğer istihbaratçı polislerin bazıları adamın sıkıca sarılarak arabaya binmesini engellerken diğer sivil polisler de arabanın önüne atlayıp arabayı durdurmaya çalıştılar. Ancak araba hiç durmadı. Üç sivil polisi yaraladı, tren hattının karşısına son anda geçti.
bu olayda bahsi geçen O.Demir, 18 yıldır yakalanamıyor. Uğur Mumcu suikastindeki "kilit isim", kibarlığı bırakırsak: katil. Yüksel de bir diğeri. bu yukardaki olayın devamında Yüksel yakalanıyor, Demir kaçıyor.
Bir arabayı durdurmak için, o arabada kimlerin olduğunu adı gibi bilen sivil polislerin seçtiği yöntem şu: arabaya binenin beline sarılmak, arabanın önüne atlamak. Yaralandıkları için üzgünüm ama sahiden: bele sarılmak? arabanın önüne atlamak? 3 ayrı polis memuru? Baran Tursun?
*
Baran'ın ailesi delirmesin. çok denenecekler, çok sınanacaklar ama delirmesinler.
derin nefes ne kadar zor alınan bir şey bazen.
http://www.baransav.com/ belki siteye bir bakarsınız, Baran'ın ardından kurulmuş. burada, daha çok insan var bu şekilde ölen. maalesef.
bak orda diyor ki:
1 polis öldürdü; 3 polis delil kararttı, 10 polis yalan tanıklık yaptı, 2 polis "kaza" raporu düzenledi, 4 polis sahte belge tanzim etti.
insanın aklına baran'ın ailesi geliyor. 20 yaş dediğiniz, kardeşimden bir yaş büyük. aile delirmemiş, evet. zaten türkiye bu ara delirmeden devam edebilen aileler kabilesi gibi. o zamanki gazete haberlerine bi bakalım: bir, iki, üç.
özellikle de üçüncüyü, bir okuyun. aile delirmemiş, ama bir yerde patlamış. tetiktebekleyengillerce hemen hoppp, "hakaret davası" açmış. yani devletim milletim, "delirin" diyor. delirin ve sonra "ay pardon!" deyin. beklenen bu. sakin sakin yasal süreci beklemeyin. delirin, aklınıza gelen elinize, dilinize düşsün, delirin. sonra "ay pardon" dersiniz. polis "ben düşmüştüm, elimde silah vardı, patlamış, kafasından vurmuş" dediği zaman inanan bir yargı, size de elbet inanır.
*
bu nerden aklıma geldi? gerçi hep gelmeli ama... şundan:
(...)Buluşma yerinde Oğuz Demir’in kullandığı hareket halindeki “34 YM 4140” plakalı Broadway marka oto hızla yaklaştı. PTT’nin önünde duran ve sırtında bir çanta olan bir adam aniden fırladı ve hareket halinde olan arabaya binmek istedi. Polislerden biri arabaya binmek isteyen Yüksel’in beline sarıldı ama ne olduğunu anlayamadan kendisini bir metre uzakta yerde buldu. Diğer istihbaratçı polislerin bazıları adamın sıkıca sarılarak arabaya binmesini engellerken diğer sivil polisler de arabanın önüne atlayıp arabayı durdurmaya çalıştılar. Ancak araba hiç durmadı. Üç sivil polisi yaraladı, tren hattının karşısına son anda geçti.
bu olayda bahsi geçen O.Demir, 18 yıldır yakalanamıyor. Uğur Mumcu suikastindeki "kilit isim", kibarlığı bırakırsak: katil. Yüksel de bir diğeri. bu yukardaki olayın devamında Yüksel yakalanıyor, Demir kaçıyor.
Bir arabayı durdurmak için, o arabada kimlerin olduğunu adı gibi bilen sivil polislerin seçtiği yöntem şu: arabaya binenin beline sarılmak, arabanın önüne atlamak. Yaralandıkları için üzgünüm ama sahiden: bele sarılmak? arabanın önüne atlamak? 3 ayrı polis memuru? Baran Tursun?
*
Baran'ın ailesi delirmesin. çok denenecekler, çok sınanacaklar ama delirmesinler.
derin nefes ne kadar zor alınan bir şey bazen.
21 Ağustos 2011 Pazar
hafta öncesi
bi önceki postu yolladıktan sonra fark ettim ki ben pek bi hararet yapmışım bu ara. napiym, bilgisayar başında gazete okuyan biriyim ben. bi de bu ara okuduğum her şey biyografi- anı veya makale. gündemden uzaklaşamıyorum.
light'laşalım. bugün pazar.
,yatağımın solunda, 90 derece sola devrik olarak yapıştırılmış bir fotoğraf var. böylece her sabah gülümseyerek uyanabiliyorum. çok zeki biriyim, bu ara en çok bunu akıl ettiğim için mutluyum. yüzümde güller açıyor.
bir bütün tavuk haşladıktan sonra, acaba ne ara yiycem, ne ara bitiricem onu düşünmeye başladım. kara kara. olsun, yemek olsun. sokakta kedi yavrusu ve hamile kediden bol bi şi yok nihayetinde.
kuş tüylerim giderek artıyor. kafesteki kuşumun da dalı var. her şey her an uçuşabilecekmiş gibi.
haftalardır süren yürüyememe halimi bugün aştım galiba. yani en azından bacağım kopacakmış gibi, testereyle kesiliyomuş gibi hissetmeden, hafif bi sızıyla döndüm eve. üstelik 3 sergi gezdim, tam performans! sabancı-borusan- pera. diğerlerini de bi dahaki tura artık.
hani bilmediğimiz bir yemeği ilk kez tadarken, "tadı nasıl acaba?" diye düşünürüz ya, sonra tabak geldiğinde "bu nasıl yeniyo acaba?"ya bırakır kendini bazı durumlarda. hah işte bugün bi turist su böreği yerken benden kopya çekti.
ben sabun yaptım! çok kolaymış. çok da iyi güzel oldu, elime sağlık. evimizin bir gün boyunca lavanta kokması da harika bi şi. bu gazla incik boncuk havuzuma geri dönebilirim.
ben eskiden alakasız sergilerin kartpostallarını bööle duvara kolajlardım. önce bilmemkaç ay biriktirirdim. tamamen renkleri sebebiyle filan, derin manalar yok. ufaktan yeniden giriştim. gerçi çok bi çeşitlilik yok şu an ama devamı gelir belki. başlamak lazım bi yerden, el oyalıyor.
bugünkü yürüyüş zaferim dışında, ofiste değilsem evde vakit geçiriyorum. yaşasın fıtık olmayan ama her an olabilecek bel ve onun bacak ağrısı. haliyle her şey ev için, evle, eve doğru. arkadaş ve kardeş ziyaretleriyle renklenecek bu ev hallerim umarım.
istiklal'den sokak müzisyenlerini kışkışlamışlar. niye sever, niye döver belli olmayan bir belediye, kendi kendine verip alıyor. meğer o müzisyenler, istiklalin işgal altında olduğunu gizliyormuş. bugün hiçbir müzik sesi olmayınca, her yer dev tabelalar, bindirim ve indirimler ve dev dev dev duvarlarla doluydu.
bunun dışında, çok aşık ve mutluyum. iyi diyelim, iyi olsun'cuyum. bi de bi belgesel arşivi buldum, ordan burdan izliyorum. hayat online'ken daha güzel.
22 ağustos da geldi çattı işte. bakalım n'olcek?
"o kadar da değil"
bu ara ne çok duyuyorum.
"tabii kimse kimsenin inancına karışamaz ama o kadar da değil, oruçlu olduğumuzu bile bile sigara içmesin yanımızda".
"tabii ki tacize göz yumulmamalı, bu bi suç; ama o kadar da değil, akşam vakti giydiği eteğin boyuna bakar mısın?"
"tabii barış istiyorum ben de ama yani, o kadar da değil, kanımız yerde kalmasın".
"ay tabii sokak çocuklarına çok acıyorum ben de ama o kadar da değil, yolda yürürken eteğime yapışmasın".
"tabii ki herkesin tercihi kendine, benim de gay arkadaşlarım var ama gözümün önünde iki erkek öpüşmesin, o kadar da değil"
"tabii ki herkes ana dilini konuşabilsin ama o kadar da değil, okulda kürtçe eğitim filan olmaz yani".
"tabii ki herkes denize girebilir ama yani o kadar da değil, inşaatta çalışan işçiler az ileride yüzsün, suyumuz bulanmasın"
"tabii ki ben de seviyorum hayvanları ama o kadar da değil, havlamasın ve tüy dökmesin".
böyle gider bu. sonsuz.
*
herkesin elinde bi mezura, her şeyi, her an, santim santim ölçüyorlar. istekleri, prensipleri, hayata karşı duruşları filan çok net olabilir; ama hep aynı sınıra çarpıyor: "o kadar da değil". en basitinden en derinine, her konuda "o kadar da değil"leyebilenler var. yok, asla haklı çıkarmaya çalışmıyorlar, no no no, yo yo yo. öyle anlaşılmasın. onların bu sınır sevdalarının sebebi gayet mantıklı. saf mantık, realist düzlemler, pragmatik boylamlar. çünkü bu cümlenin devamı duruma göre genelde şu:
"sonuçta gerçekçi olmak lazım, burası türkiye".
"o kadar da değil" ya, peki ne kadar? sahi yani, ne kadar olmalı? bende niye bu doğal teraziden yok, niye elimde kırmızı çizgiler ve katı sınırlar listesi yok? annem mi az emzirmiş, babam mı az yedirmiş, neyimi eksik koymuşlar da ben bu cümleyi her duyuşumda boş boş bakıyorum? sanki herkes önceden sözleşmiş de anlaşmış o sınırlarda, böyle bikaç salak olarak ne dediklerini anlamadan aval aval bakıyoruz.
o kadar da değilmiş. elini taşın altına koyamayanların uzaktan maç hakemliği yapması gibi bi şi bu laf. o kadar diil, bu kadar. koltuğu cama yaslama necati, ay yok yok cama yasla necati, kitaplığı eski yerine mi taşısak necati, ay dur masayı bi daha çevir necati.. o minval. uzaktan kumanda. necatinin beli kaysın, sen hala manzara derdindesin.
edilgenköy'ün didaktik pasifgülleri sizi.
"tabii kimse kimsenin inancına karışamaz ama o kadar da değil, oruçlu olduğumuzu bile bile sigara içmesin yanımızda".
"tabii ki tacize göz yumulmamalı, bu bi suç; ama o kadar da değil, akşam vakti giydiği eteğin boyuna bakar mısın?"
"tabii barış istiyorum ben de ama yani, o kadar da değil, kanımız yerde kalmasın".
"ay tabii sokak çocuklarına çok acıyorum ben de ama o kadar da değil, yolda yürürken eteğime yapışmasın".
"tabii ki herkesin tercihi kendine, benim de gay arkadaşlarım var ama gözümün önünde iki erkek öpüşmesin, o kadar da değil"
"tabii ki herkes ana dilini konuşabilsin ama o kadar da değil, okulda kürtçe eğitim filan olmaz yani".
"tabii ki herkes denize girebilir ama yani o kadar da değil, inşaatta çalışan işçiler az ileride yüzsün, suyumuz bulanmasın"
"tabii ki ben de seviyorum hayvanları ama o kadar da değil, havlamasın ve tüy dökmesin".
böyle gider bu. sonsuz.
*
herkesin elinde bi mezura, her şeyi, her an, santim santim ölçüyorlar. istekleri, prensipleri, hayata karşı duruşları filan çok net olabilir; ama hep aynı sınıra çarpıyor: "o kadar da değil". en basitinden en derinine, her konuda "o kadar da değil"leyebilenler var. yok, asla haklı çıkarmaya çalışmıyorlar, no no no, yo yo yo. öyle anlaşılmasın. onların bu sınır sevdalarının sebebi gayet mantıklı. saf mantık, realist düzlemler, pragmatik boylamlar. çünkü bu cümlenin devamı duruma göre genelde şu:
"sonuçta gerçekçi olmak lazım, burası türkiye".
"o kadar da değil" ya, peki ne kadar? sahi yani, ne kadar olmalı? bende niye bu doğal teraziden yok, niye elimde kırmızı çizgiler ve katı sınırlar listesi yok? annem mi az emzirmiş, babam mı az yedirmiş, neyimi eksik koymuşlar da ben bu cümleyi her duyuşumda boş boş bakıyorum? sanki herkes önceden sözleşmiş de anlaşmış o sınırlarda, böyle bikaç salak olarak ne dediklerini anlamadan aval aval bakıyoruz.
o kadar da değilmiş. elini taşın altına koyamayanların uzaktan maç hakemliği yapması gibi bi şi bu laf. o kadar diil, bu kadar. koltuğu cama yaslama necati, ay yok yok cama yasla necati, kitaplığı eski yerine mi taşısak necati, ay dur masayı bi daha çevir necati.. o minval. uzaktan kumanda. necatinin beli kaysın, sen hala manzara derdindesin.
edilgenköy'ün didaktik pasifgülleri sizi.
20 Ağustos 2011 Cumartesi
cumartesi gecesi ateşi
We beg your pardon America because we have an understanding of karma
What goes around, comes around
And we beg your pardon for all of the lies and all of the people who've been ruined and who look forward to next year because they can't stand to look at this one
We beg your pardon America because the pardon you gave this time was not yours to give.
Gil Scott-Heron: We Beg Your Pardon.
sözleri linklemeden olmazdı elbet.
What goes around, comes around
And we beg your pardon for all of the lies and all of the people who've been ruined and who look forward to next year because they can't stand to look at this one
We beg your pardon America because the pardon you gave this time was not yours to give.
Gil Scott-Heron: We Beg Your Pardon.
sözleri linklemeden olmazdı elbet.
18 Ağustos 2011 Perşembe
su
o kırmızı daire içindeki ev. ben oraya gittim, narsis hanımcımla. yıllardan 2008 mi neydi hatta. ben o eve de gittim. evin duvarı, "allianoi'u kurtarma günlüğü" gibiydi. tüm duvarlar, ince camla çerçevelenmiş fotoğraflarla doluydu: kazı günleri, protestolar, o evde kalan ekibin günlük koşturmacası... o evin duvarında fotoğraflarla "lütfen" yazılmış gibiydi. arsa girişinden o eve doğru yürümek için tahta iskelelerden geçerken, etrafınızda tüm zerafetiyle allianoi. neler çıkabilir, neler bulunabilir, orada aslında ne güzellikler olabilir diye düşünmekten başı çatlar insanın. bak bak bitmeyen bir alan. zeus tapınağının fotoğrafını ve maketini bırakmış ya almanlar geriye, işte allianoi "bizim" duruyordu orada. bizim bizim bakıyordu. ne bileyim, o evin duvarında fotoğrafların durması, alıp götürmemeleri bile bir umuttu o zaman.
şimdi? allianoi için debelenen bir avuç insana "deli dürtmüş bunları" diye bakan bir çoğunluk sebebi ile, durum şudur:
fotoğraflar, "dava açılıyor" haberini veren radikalden. dava, "allianoi kumla gömülmesin" davası.
ağız dolusu bela okuyorum, daha da okuyacağım. o dolan suyla eminim tarım devrimi yapılıyor.
17 Ağustos 2011 Çarşamba
kör kuyularda
birileri yaşlı, birileri erkek, birileri muktedir, birileri her anket sorusunda 5 üzerinden 3, birileri hep kararsız, tarafsız ve renksiz, birileri hep orta yolda, orta viteste ve orta hızda, birileri içten pazarlıklı, birileri kendine müslüman, birileri önemli gün ve haftalar, birileri hep sınır çitleri, birileri hep evet, birileri hep tamam, birileri hep kare, hep katı, hep soğuk. kaskatı, siyah ve ciddi.
buzdolabına daha rahat yerleştirilsin diye kare karpuz yetiştirmişti japonlar. öyle kare hayatlar sunuyorlar bize, birilerinin rafına daha rahat yerleşelim diye. bizi kuyu diplerine yerleştiriyorlar kare kare, habersiz kalmanın mutluluğuyla sarılıyoruz acılarımıza; dünyada başka acı yokmuş gibi, acılar birbirinden bağımsız olabilirmiş gibi, ilk kez acıyormuş gibi, daha önce olmamış gibi. hafızasızlığın kör kuyularında dizi dizi incileriz. o kadar yalnız bırakıyorlar ki bizi, körleşiyoruz. bir tek burnumuzun ucunu görüyoruz, bir tek kendimizi. kocaman bir yürekle, kocaman bir beyinle, iki elle, iki ayakla neler neler yapabilecekken, bir küçük kuyu kurbağasına çeviriyorlar bizi, kare kare karpuzlar olarak. nelere sahip çıkabilecekken, neler duyup neler hissedebilecekken, ağladığımız gecelerin sabahında ne güneşlere erebilecekken, dipsiz kuyuların yankısıyız işte. hep aynı nakaratın yankılandığı bir kör kuyu.
bize nefreti o kadar güzel öğrettiler ki güzel günlere dair umudumuzu da çaldılar. kuyudan çıkma ihtimalimiz yok. iyi, mutlu bir gelecek düşü için çalışmak, çabalamak boş geliyor artık. hangi iyi, hangi güzel? nefret ediyoruz biz anca. önemli gün ve haftalarda nefretimiz tematik yönlere sapıyor, daha bir anlam kazanıyor. anlamsızlıkla mücadele için bu da bir yöntem tabii; ama o kuyudan çıkmak da fena olmazdı. her şey hazır veriliyor. her şey en karesinden karpuz. acılarınızı bile, ne zaman, ne kadar ve nasıl acıyacağınızı bile ezberletiyorlar size işte.
hayalsizlikten, sevgisizlikten kuruyup gideceğiz. sonsuz yaşam isteyen o mitolojik karakter hangisiyse artık, sonsuz gençlik istemeyi unuttuğu için yaşlandıkça büzüşüp küçülüp çekirge olmuş. işte onun gibi, kuyu dibi mutlulukları ve nefretleriyle, koyu ve basık bir sise dönüşüp, dağılıp gideceğiz. bu olan bitenin, bu hal gidişatın, sonu budur. 5 üstünden hep 3'ü seçmenin, akmamanın, kokmamanın, ortalamaların sonu budur.
akın, kokun, bulaşın. stéphane hessel'in dediği gibi: öfkelenin. yoksa sonu kör be kör kuyular olacak.
14 Ağustos 2011 Pazar
her şeyin başı
nihayet doktora gittim. bel fıtığı günlerinde aşk. arada bin km'den fazla varken iki kişi birden nasıl bel fıtığı olabiliyor, çözmeye çalışmıyorum. ruh ikizliği halt etmiş. benim durum daha hafif, saçmalamadığım sürece iyileşecek. sonuçları bekliyorum. o da iyi olsun, o da iyileşsin. sağlık, mühim şey.
ankarada günler hep daha uzun, hele cumartesiler. tek bir gün olsa bile, birlikte geçirmek ne kıymetli. sanki iki parçaya bölünce, iki gün gibi. yolcu uğurlamaktansa bavula saklayıp kaçırmak istiyorum artık. giderek artıyor.
elimde bir fotoğraf var, 5 yaşında. dün gibi, bugün gibi. o kadar gerçek ki sesini duyar gibi. pygmalion gibi haller hatta. gözümü alamıyorum.
özlemek, sürekliliği olan bir şey. onsuzluğa bile onunla dayanmak, özlemi paylaşmak, gibi. ne bileyim, manastırdaki rahibin görev bilinciyle, her gün o bol dikenli ağacın köküne su vermek gibi. acıtsa da, kanatsa da, çiçek açsın, büyüsün, güzelleşsin diye. "özledim bitti, özledim geçti" değil mesele, yani ağaca " çiçek açtı, bitti" demiyosunuz di mi? öyle bi haller. tarifi zor.
bu aralar, her zamankinden daha odaklı, daha sakin, daha bir adım adım ilerler hissediyorum.
ankarada günler hep daha uzun, hele cumartesiler. tek bir gün olsa bile, birlikte geçirmek ne kıymetli. sanki iki parçaya bölünce, iki gün gibi. yolcu uğurlamaktansa bavula saklayıp kaçırmak istiyorum artık. giderek artıyor.
elimde bir fotoğraf var, 5 yaşında. dün gibi, bugün gibi. o kadar gerçek ki sesini duyar gibi. pygmalion gibi haller hatta. gözümü alamıyorum.
özlemek, sürekliliği olan bir şey. onsuzluğa bile onunla dayanmak, özlemi paylaşmak, gibi. ne bileyim, manastırdaki rahibin görev bilinciyle, her gün o bol dikenli ağacın köküne su vermek gibi. acıtsa da, kanatsa da, çiçek açsın, büyüsün, güzelleşsin diye. "özledim bitti, özledim geçti" değil mesele, yani ağaca " çiçek açtı, bitti" demiyosunuz di mi? öyle bi haller. tarifi zor.
bu aralar, her zamankinden daha odaklı, daha sakin, daha bir adım adım ilerler hissediyorum.
10 Ağustos 2011 Çarşamba
öğün
her akşam evde yemek pişirme kararı aldım; çünkü bu konuda kötüyüm. ya dışardan bi şi söylüyorum ya da yemiyorum, geçiştiriyorum. nadiren de pişiriyorum. işin tuhafı, 50 m ötede migros var ve ben yemek konusunda fena sayılmam. sadece üşeniyodum, başka bi sebebi yoktu.
neyse işte, bu acıklı burjuva hikayemin sonucu şu: "etsiz haftaiçi"ni aksatmadan uygulayabilmek için, artık sahiden bi çözüm bulmam gerekiyodu. ayrıca tamam, "et yemedim!" ama yemek de uçarak gelmiyor, paket servis elemanı motoruyla böhür böhür CFC salarak getiriyor onu. abesle iştigal bi çelişkiydi yani.
ptesi günü gittim, mutfak alışverişimi yaptım. iyi tarımlar, organikler, etikler, doğallar doldu eve. ilk kez, sahiden etiketini okudum her şeyin. dersimi çalıştım yani. öyle ürün grupları var ki kiminde "içindekiler" 1 cümle, kiminde 5. o geri kalan 4 satır katkı maddesi. HER üründe okumak, sabır işi. bazıları o kadar tuhaf ki, içindekiler kısmı tamamen latince. neyse, haliyle evin içi "çürümeden yenmesi gereken gıda"yla doldu, dayanma ömrü daha kısa olan. beni yemek pişirmeye itecek tek şey bu çünkü.
sonuç: imambayıldı, mantarlı semizotu ve harika kahvaltılar.
kendimle gurur duydum, nihayet üşenmediğim için.
bu etiket okumanın ve yemeğe üşenmemenin sonucu olarak geç bir keşif: "organik"ini geçtim, "etik" tavuk var. nihayet yapılmış memleketimde. etli günlerim için sevinçle aldım. üzerinde özetle şu yazıyor:
tavuklar asla gün ışığı görmeyen, kalabalık ve dar bir kafeste aşırı beslenerek, stres dolu bir hapis hayatı geçirmiyor. kümes önü kontrollü alanlarda dolaşıyolar, ot-güneş filan görüyolar, eşeleniyolar. yemleri GDOsuz; ama daha önemlisi aşırı antibiyotik, kimyasal ürün yok. ayrıca hayvanlar 81 gün sonra kesiliyor, normal tavuklarsa 49 gün! oysa bu tavuklar diğerleriyle aynı boyda. çünkü diğerleri 49 günde semirtiliyor. gıda a.ş'yi izleyenler, kemikleri gelişmemiş ama obez tavukların yürüyemeyişini hatırlar. izlemeyenler için buyrun, burada.
food inc filminin tamamı ise burada varmış, ingilizce. izleyebilirseniz izleyin. domates fikrini yemekle domates yemek arasındaki fark sebebiyle. bu olanlar da bir tek abd'de olmuyor, her yerde. yayılıyor, artıyor. etiketin üstündeki mutlu çiftçi var ya- artık yok. uçan sütaş inekleri de.
evet, vejetaryen değilim; ama en azından haftada 2-3 gün yediğim etin işkenceden geçmesiyle vicdan azabını çekmiyorum. tavuk gibi, kırmızı et de varmış artık. kekikle beslenen, rahat rahat otlayan hayvanlar. eskisi gibi. hani bizim coğrafya derslerinde okuduğumuz "hayvancılık" gibi. hani 4 duvar değil, mera ve otlaklarda dolaşan hayvanlar. hayvan gibi hayvanlar.
özeti şu:
tercih meselesi. tercihlere üşenince, aslında bir tercih yapmamış oluyosunuz. arada bir değil, mümkün olduğunca değil, hep. buna odaklanmak. "ben kendimi kurtarayım da boklu yemekleri başkaları yesin" de değil bu. bencillikten değil, bir şey yapabilmekten. en azından denemekten - sabırla. bıdır bıdır konuşan bendeniz, artık kendimden utanmamak için, üşenmemeye karar verdim.
iyi hissettiriyor.
neyse işte, bu acıklı burjuva hikayemin sonucu şu: "etsiz haftaiçi"ni aksatmadan uygulayabilmek için, artık sahiden bi çözüm bulmam gerekiyodu. ayrıca tamam, "et yemedim!" ama yemek de uçarak gelmiyor, paket servis elemanı motoruyla böhür böhür CFC salarak getiriyor onu. abesle iştigal bi çelişkiydi yani.
ptesi günü gittim, mutfak alışverişimi yaptım. iyi tarımlar, organikler, etikler, doğallar doldu eve. ilk kez, sahiden etiketini okudum her şeyin. dersimi çalıştım yani. öyle ürün grupları var ki kiminde "içindekiler" 1 cümle, kiminde 5. o geri kalan 4 satır katkı maddesi. HER üründe okumak, sabır işi. bazıları o kadar tuhaf ki, içindekiler kısmı tamamen latince. neyse, haliyle evin içi "çürümeden yenmesi gereken gıda"yla doldu, dayanma ömrü daha kısa olan. beni yemek pişirmeye itecek tek şey bu çünkü.
sonuç: imambayıldı, mantarlı semizotu ve harika kahvaltılar.
kendimle gurur duydum, nihayet üşenmediğim için.
bu etiket okumanın ve yemeğe üşenmemenin sonucu olarak geç bir keşif: "organik"ini geçtim, "etik" tavuk var. nihayet yapılmış memleketimde. etli günlerim için sevinçle aldım. üzerinde özetle şu yazıyor:
tavuklar asla gün ışığı görmeyen, kalabalık ve dar bir kafeste aşırı beslenerek, stres dolu bir hapis hayatı geçirmiyor. kümes önü kontrollü alanlarda dolaşıyolar, ot-güneş filan görüyolar, eşeleniyolar. yemleri GDOsuz; ama daha önemlisi aşırı antibiyotik, kimyasal ürün yok. ayrıca hayvanlar 81 gün sonra kesiliyor, normal tavuklarsa 49 gün! oysa bu tavuklar diğerleriyle aynı boyda. çünkü diğerleri 49 günde semirtiliyor. gıda a.ş'yi izleyenler, kemikleri gelişmemiş ama obez tavukların yürüyemeyişini hatırlar. izlemeyenler için buyrun, burada.
food inc filminin tamamı ise burada varmış, ingilizce. izleyebilirseniz izleyin. domates fikrini yemekle domates yemek arasındaki fark sebebiyle. bu olanlar da bir tek abd'de olmuyor, her yerde. yayılıyor, artıyor. etiketin üstündeki mutlu çiftçi var ya- artık yok. uçan sütaş inekleri de.
evet, vejetaryen değilim; ama en azından haftada 2-3 gün yediğim etin işkenceden geçmesiyle vicdan azabını çekmiyorum. tavuk gibi, kırmızı et de varmış artık. kekikle beslenen, rahat rahat otlayan hayvanlar. eskisi gibi. hani bizim coğrafya derslerinde okuduğumuz "hayvancılık" gibi. hani 4 duvar değil, mera ve otlaklarda dolaşan hayvanlar. hayvan gibi hayvanlar.
özeti şu:
tercih meselesi. tercihlere üşenince, aslında bir tercih yapmamış oluyosunuz. arada bir değil, mümkün olduğunca değil, hep. buna odaklanmak. "ben kendimi kurtarayım da boklu yemekleri başkaları yesin" de değil bu. bencillikten değil, bir şey yapabilmekten. en azından denemekten - sabırla. bıdır bıdır konuşan bendeniz, artık kendimden utanmamak için, üşenmemeye karar verdim.
iyi hissettiriyor.
Sarıçimenli Sami'nin Hikayesi
Çaldıran'ın Sarıçimen Köyü'nde askerlerin at üstündeki ot balyalarına vurarak ve havaya ateş ederek korkuttuğu atın şahlanarak kaçması üzerine sürüklediği 11 yaşındaki Sami'nin ölümüyle ilgili....
bu cümleyi bitirmeniz gerekmiyor. böyle kalabilir; çünkü bu cümle zaten bitmiş, sonsuzluğa ermiş. üç noktalara değil, ölüme. en kesin noktaya.
biterken eksik bitmiş.
mesela Sami'nin, böyle ölüveren Sami'nin kan kanseri olduğunu yazmamışlar bu kısa ve sonsuz cümleye.
mesela o atın sürüklediği 11 yaşındaki çocuk, askeri araçla, 10 dakika mesafedeki araçla hastaneye götürülebilirdi. komutan, atı korkutan komutan, babasının yalvarmalarına kafasını çevirip "beni ilgilendirmez" demeseydi. bu da sığmamış cümleye.
itibarsızlaştırma hikayesidir değil mi bu? bizim komtanlarımız yapmaz öyle şeyler. geçiniz. tek gerçek, bitmeyen cümlenin ölüm sonsuzluğuna ermesidir. Sami için de "ama öldü efendim" der mi biri? sahip çıkılır mı azıcık da olsa, yoksa ceylanla musa mı sahip çıkar ona anca?
11 yaşınızı hatırlamıyor olabilirsiniz. 11 yaşındaki ortalama bir erkek çocuğu için:
boy: 1.43 m
kilo: ortalama 38 kg
Sami bu boy ve kiloya ulaşmış mıydı, bilemem. kan kanseri onu yormuştur çokça.
başka şeyi düşünmeye gerek yok. kendi kendine bitiveren, sonsuz cümleler denizi işte. Sami'nin 11 yıllık, 1 cümlelik, sonsuz hikayesi. belki Sami en çok uzaktan kumandalı bi arabayla oynamak istemiştir? Sami bir gün büyük adam olup babasını o ot balyalarından kurtarmak da istemiştir, tüm 11 yaşındaki, hayal kuran erkek çocukları gibi.
cennet diye bir şey varsa, itinayla çocuk bahçesine çeviriyoruz orayı. oysa cennet diye bi şi varsa, ona yakışmayacak tek şey çocuk kahkahası.
bu cümleyi bitirmeniz gerekmiyor. böyle kalabilir; çünkü bu cümle zaten bitmiş, sonsuzluğa ermiş. üç noktalara değil, ölüme. en kesin noktaya.
biterken eksik bitmiş.
mesela Sami'nin, böyle ölüveren Sami'nin kan kanseri olduğunu yazmamışlar bu kısa ve sonsuz cümleye.
mesela o atın sürüklediği 11 yaşındaki çocuk, askeri araçla, 10 dakika mesafedeki araçla hastaneye götürülebilirdi. komutan, atı korkutan komutan, babasının yalvarmalarına kafasını çevirip "beni ilgilendirmez" demeseydi. bu da sığmamış cümleye.
itibarsızlaştırma hikayesidir değil mi bu? bizim komtanlarımız yapmaz öyle şeyler. geçiniz. tek gerçek, bitmeyen cümlenin ölüm sonsuzluğuna ermesidir. Sami için de "ama öldü efendim" der mi biri? sahip çıkılır mı azıcık da olsa, yoksa ceylanla musa mı sahip çıkar ona anca?
11 yaşınızı hatırlamıyor olabilirsiniz. 11 yaşındaki ortalama bir erkek çocuğu için:
boy: 1.43 m
kilo: ortalama 38 kg
Sami bu boy ve kiloya ulaşmış mıydı, bilemem. kan kanseri onu yormuştur çokça.
başka şeyi düşünmeye gerek yok. kendi kendine bitiveren, sonsuz cümleler denizi işte. Sami'nin 11 yıllık, 1 cümlelik, sonsuz hikayesi. belki Sami en çok uzaktan kumandalı bi arabayla oynamak istemiştir? Sami bir gün büyük adam olup babasını o ot balyalarından kurtarmak da istemiştir, tüm 11 yaşındaki, hayal kuran erkek çocukları gibi.
cennet diye bir şey varsa, itinayla çocuk bahçesine çeviriyoruz orayı. oysa cennet diye bi şi varsa, ona yakışmayacak tek şey çocuk kahkahası.
9 Ağustos 2011 Salı
parmak arasında doz aşımı - bir pazar günü yazısı
sabahın 7'sinde ofise geldiğim için, bence dünyanın eeeeen hafif konusunda yazabilirim. bugün pazarmış gibi.
konumuz: parmak arası terlik. sahilde. şıpıdık.
ben galiba bunlardan çok yoruldum. ingilizcesi flip-flop ne doğru bir isim. sahiden de her adımda şlap şlup ses çıkarıyor. bir sahil, bir iskele, tüm bir ege/ akdeniz bölgesi şıpıdık şıpıdık geziyor. topuk yankıları. bi de ne menem bir şeyse, kadınlar ayağına uygun numarayı da mı bulamıyor nedir, ayak bir yana, taban bir yana, yuvarlanıp gidiyolar. sahiden yani, bir sürü kadın düşüyor.
(erkekler de giyiyor, evet; ama lafım onlara değil; çünkü zaten konu sandalet-terlik vs olunca kaç seçenekleri var allah aşkına yani? hatta tercihen sahile deri/ süet (evet, süet!)/ spor ayakkabı giymesinler. sandalet giysinler, mantar/koku yapmasın, falan filan. onlarda teşvik bile edilebilir bir durum yani. "ıyy erkek ayağı çirkin bi şiii! görmeyelim!"ci değilim. ayaklarına baksınlar, sandaletlerini giysinler, mevsime uysunlar efendim. şehirde olmamak kaydıyla parmak arası da olur, caizdir. zaten şıpıdık yürüyen erkek de pek görmedim. benim derdim kadınlarınki. çünkü bence kadın ayakları bu sese doydu ve bir üst aşamaya geçebilirler.)
havaianas, ipanama ne olursa olsun, isterse feriştahı gelsin, sonuçta plastik bir taban ve Y şeklindeki bantlardan bahsediyoruz. tamam yani, bi yere kadar, malzeme belli. bunun yerine bebeklerin ve anneannemin zevkle kullandığı "deniz ayakkabısı" formuna dönüş öneriyorum. 7'miz ve 77'miz arasında şıpırdamamız gerekmiyor.
plastik bir babet gibi düşünün. yani tabii ki şunlardan bahsetmiyorum. örnek olsun diye aşağıya polaris, moschino ve melissa'dan bikaç seçenek koydum. elbet şunca yılın deryik'i olarak size "melissa alııın kalpleri bile vaaar! moschino fiyonklarına kurbaaan!" çekecek değilim, niyetimi anladınız:
hah işte bu şeyler, bi yerden sahile yürürken şıpırdamamayı sağlıyor. ayrıca biraz daha ayakkabı gibi işte, sahilden eve/ otele/ pansiyona uzun yürümek için de rahat. ayrıca taşlık yerde yürüyebilmek de kolaylaşıyor. hatta "ben güvercin topukluyum, iki çakıla bassam incilerim dökülüyor" kadınlarındansanız, denizin içinde de giyebilir ve en zarif duyguların insanı olarak, öyle yüzebilirsiniz. çünkü suda ayağınızdan çıkan ve illa ki sahile fırlatmanız gereken şıpıdıkların aksine bunlar ayakta kalıyor.
ayrıca denizden terlik fırlatmak, ne itici bir görüntü, di mi? egede yüzen biri olarak söylüyorum, ne kokoşlar gördük de gerile gerile o terliği sahile attığı ve "aaayy saliihhh! dalga benim terliği kaptı saliih kooşş!" diye haykırdığı an bir yıldız gibi kaydı gitti. gerçi tercih edilen, o çakıllara basa basa yürüyebilmeniz. ayak masajı olur hem. yine de gönül hepimizin tekne güvertesinden atlamasından yana, o başka.
uzun süre şıpırdamış biri olarak, son 2-3 yıldır siyah bir babetimsiyle mutlu mesut yaşıyorum. biraz bileğimi acıtıyor ama onu zaten her ayakkabı yapıyor. bence çok daha derli toplu duruyor. tabii bi yerleri açık olmalı ki hava alsın, plastik zaten iğrenç bir malzeme, yapışıp kalmasın ayağınıza. uzun süreli kullanım için, efendim gündüz yürüyüşleri için vs demiyorum bunları. gidip adam gibi sandalet giyin o zaman. suyla temas için söylüyorum ben. malzeme olarak plastik de illa tü kaka değil, geri dönüştürülmüş plastik de mümkün. yani kötünün iyisi bulunabilir.
dolgu topuklu parmak arası terlikler şıpırdamıyor, farkındayım; ama o konuya girmiym. plaj dolgu topuklusu, her seferinde beni düşüncelere sürüklüyor. böyle dev bir "NEDEN?" sorusu aramıza çöküyor. illa ki "ben gönül verdim o Y bantlara, ayrılamam asla" diyorsanız, yine uzlaşabiliriz. gap ve twigy'den geliyor, "arka bant":
şapırdamayalım. artık ses çıkarmayalım. ana fikir budur. modeli, rengi, fiyatı filan size kalmış.
sonuçta estetik mühimdir ve para değil, göz meselesidir.
konumuz: parmak arası terlik. sahilde. şıpıdık.
ben galiba bunlardan çok yoruldum. ingilizcesi flip-flop ne doğru bir isim. sahiden de her adımda şlap şlup ses çıkarıyor. bir sahil, bir iskele, tüm bir ege/ akdeniz bölgesi şıpıdık şıpıdık geziyor. topuk yankıları. bi de ne menem bir şeyse, kadınlar ayağına uygun numarayı da mı bulamıyor nedir, ayak bir yana, taban bir yana, yuvarlanıp gidiyolar. sahiden yani, bir sürü kadın düşüyor.
(erkekler de giyiyor, evet; ama lafım onlara değil; çünkü zaten konu sandalet-terlik vs olunca kaç seçenekleri var allah aşkına yani? hatta tercihen sahile deri/ süet (evet, süet!)/ spor ayakkabı giymesinler. sandalet giysinler, mantar/koku yapmasın, falan filan. onlarda teşvik bile edilebilir bir durum yani. "ıyy erkek ayağı çirkin bi şiii! görmeyelim!"ci değilim. ayaklarına baksınlar, sandaletlerini giysinler, mevsime uysunlar efendim. şehirde olmamak kaydıyla parmak arası da olur, caizdir. zaten şıpıdık yürüyen erkek de pek görmedim. benim derdim kadınlarınki. çünkü bence kadın ayakları bu sese doydu ve bir üst aşamaya geçebilirler.)
havaianas, ipanama ne olursa olsun, isterse feriştahı gelsin, sonuçta plastik bir taban ve Y şeklindeki bantlardan bahsediyoruz. tamam yani, bi yere kadar, malzeme belli. bunun yerine bebeklerin ve anneannemin zevkle kullandığı "deniz ayakkabısı" formuna dönüş öneriyorum. 7'miz ve 77'miz arasında şıpırdamamız gerekmiyor.
plastik bir babet gibi düşünün. yani tabii ki şunlardan bahsetmiyorum. örnek olsun diye aşağıya polaris, moschino ve melissa'dan bikaç seçenek koydum. elbet şunca yılın deryik'i olarak size "melissa alııın kalpleri bile vaaar! moschino fiyonklarına kurbaaan!" çekecek değilim, niyetimi anladınız:
hah işte bu şeyler, bi yerden sahile yürürken şıpırdamamayı sağlıyor. ayrıca biraz daha ayakkabı gibi işte, sahilden eve/ otele/ pansiyona uzun yürümek için de rahat. ayrıca taşlık yerde yürüyebilmek de kolaylaşıyor. hatta "ben güvercin topukluyum, iki çakıla bassam incilerim dökülüyor" kadınlarındansanız, denizin içinde de giyebilir ve en zarif duyguların insanı olarak, öyle yüzebilirsiniz. çünkü suda ayağınızdan çıkan ve illa ki sahile fırlatmanız gereken şıpıdıkların aksine bunlar ayakta kalıyor.
ayrıca denizden terlik fırlatmak, ne itici bir görüntü, di mi? egede yüzen biri olarak söylüyorum, ne kokoşlar gördük de gerile gerile o terliği sahile attığı ve "aaayy saliihhh! dalga benim terliği kaptı saliih kooşş!" diye haykırdığı an bir yıldız gibi kaydı gitti. gerçi tercih edilen, o çakıllara basa basa yürüyebilmeniz. ayak masajı olur hem. yine de gönül hepimizin tekne güvertesinden atlamasından yana, o başka.
uzun süre şıpırdamış biri olarak, son 2-3 yıldır siyah bir babetimsiyle mutlu mesut yaşıyorum. biraz bileğimi acıtıyor ama onu zaten her ayakkabı yapıyor. bence çok daha derli toplu duruyor. tabii bi yerleri açık olmalı ki hava alsın, plastik zaten iğrenç bir malzeme, yapışıp kalmasın ayağınıza. uzun süreli kullanım için, efendim gündüz yürüyüşleri için vs demiyorum bunları. gidip adam gibi sandalet giyin o zaman. suyla temas için söylüyorum ben. malzeme olarak plastik de illa tü kaka değil, geri dönüştürülmüş plastik de mümkün. yani kötünün iyisi bulunabilir.
dolgu topuklu parmak arası terlikler şıpırdamıyor, farkındayım; ama o konuya girmiym. plaj dolgu topuklusu, her seferinde beni düşüncelere sürüklüyor. böyle dev bir "NEDEN?" sorusu aramıza çöküyor. illa ki "ben gönül verdim o Y bantlara, ayrılamam asla" diyorsanız, yine uzlaşabiliriz. gap ve twigy'den geliyor, "arka bant":
şapırdamayalım. artık ses çıkarmayalım. ana fikir budur. modeli, rengi, fiyatı filan size kalmış.
sonuçta estetik mühimdir ve para değil, göz meselesidir.
7 Ağustos 2011 Pazar
şili
bu hafta, ben şarj oldum. galiba oldum yani. daha da olurdum aslında ama oldum sayalım.
sevdiğim geldi, aslında yıllaaaaardır buluştuğumuz ama buluşamadığımız o yerde tatil yaptık yine. her şeyin tanıdık, çok çok tanıdık ve birlikte olduğu yer. birlikte olunca, etrafa birlikte bakınca, aynı şeyleri tanıdığımızı fark edince, katmerli bir huzur çöküyor. deniz güzel şey. bir örnek minderlere uzanıp paralel şekilde kitap okuyup denize girmek, sonra yine aynı paralellikte kitap okumak, çok daha güzel. birlikte ilaç almak, garip bir destek ünitesi. olsun, o da güzel. ufka bakmak insana iyi geliyor. her şey daha sakinleşiyor, sıraya giriyor, yapılabilir bir hal alıyor. ufuk, bir anda sizin oluyor. o ufukta şimdi var, yarın var, sonrası var. güzel bir çizgi.
bir kitap okudum ve sonuç: bir film arıyorum. ben o filmi bulunca, kıçına eşek kuyruğu takmamız gerekenlerden az da olsa intikam alıcam, 32 bin metrelik bir kuyruk takıcam hepsine.
ankaradaki kitaplıktan bir kitap seçip okumak, tuhaf bir şey. kendi aldıklarım başucumda mini bir kule olarak beklese de, bu başka. annemle babamın gençlikleriyle tanışmak, ne bileyim işte, sanki bi 30 yıl önceki hallerinin karşısına çıkıp ödünç kitap istemek gibi. güzel ve garip bir his. hele ki kitapta altı çizili yerler varsa, on numara.
*
bu arada, resmen algıda seçicilik sanırım ama ben yine aynı dövmecinin dövmelerine denk geldim. bu sefer atatürk havaalanında! yann black yapıyor, deryik görüyor efendim, durduramıyoruz.
bir de kaç seferdir yazıcam unutuyorum:
thy, ki onlar artık törkiş eyırlayns, yemeklerin yanında şişe su olarak hamidiye su veriyor. taksim sırasında ise hostesler saka marka su veriyor. saka'yı bilmem ama hamidiye su fazlasıyla şaibeli. bir kuyusu suya fenol karıştığı için kapatılmıştı, sebebi de yanıbaşındaki kimyasal atık tesisi. detay burda. konuyu yakınen biliyorum, çünkü hamidiye içmişliğim var. sebebi de şu: hamidiye, istanbulun en eski sularından biri. hatta bakınız, 108 yıllıkmış. adına güveniyorsunuz, ama böyle bir olay yaşanıyor. şu an her ne kadar ibb açıklama yapıp "mühürledik, taşıdık, alladık morladık" dese de, rica ederim thy, sahiden yani, başka su mu kalmadı?! ben içmiyorum. yanımdaki çocuğa ve annesine de içirmedim. hep birlikte hosteslerden küfür yiyerek su istedik. o tepsideki su değişse, çok mu zor ki?
evet, sahiden başka derdim yok.
falaaan filan. geldim ki istanbul serinlemiş. iyi de olmuş.
sevdiğim geldi, aslında yıllaaaaardır buluştuğumuz ama buluşamadığımız o yerde tatil yaptık yine. her şeyin tanıdık, çok çok tanıdık ve birlikte olduğu yer. birlikte olunca, etrafa birlikte bakınca, aynı şeyleri tanıdığımızı fark edince, katmerli bir huzur çöküyor. deniz güzel şey. bir örnek minderlere uzanıp paralel şekilde kitap okuyup denize girmek, sonra yine aynı paralellikte kitap okumak, çok daha güzel. birlikte ilaç almak, garip bir destek ünitesi. olsun, o da güzel. ufka bakmak insana iyi geliyor. her şey daha sakinleşiyor, sıraya giriyor, yapılabilir bir hal alıyor. ufuk, bir anda sizin oluyor. o ufukta şimdi var, yarın var, sonrası var. güzel bir çizgi.
bir kitap okudum ve sonuç: bir film arıyorum. ben o filmi bulunca, kıçına eşek kuyruğu takmamız gerekenlerden az da olsa intikam alıcam, 32 bin metrelik bir kuyruk takıcam hepsine.
ankaradaki kitaplıktan bir kitap seçip okumak, tuhaf bir şey. kendi aldıklarım başucumda mini bir kule olarak beklese de, bu başka. annemle babamın gençlikleriyle tanışmak, ne bileyim işte, sanki bi 30 yıl önceki hallerinin karşısına çıkıp ödünç kitap istemek gibi. güzel ve garip bir his. hele ki kitapta altı çizili yerler varsa, on numara.
*
bu arada, resmen algıda seçicilik sanırım ama ben yine aynı dövmecinin dövmelerine denk geldim. bu sefer atatürk havaalanında! yann black yapıyor, deryik görüyor efendim, durduramıyoruz.
bir de kaç seferdir yazıcam unutuyorum:
thy, ki onlar artık törkiş eyırlayns, yemeklerin yanında şişe su olarak hamidiye su veriyor. taksim sırasında ise hostesler saka marka su veriyor. saka'yı bilmem ama hamidiye su fazlasıyla şaibeli. bir kuyusu suya fenol karıştığı için kapatılmıştı, sebebi de yanıbaşındaki kimyasal atık tesisi. detay burda. konuyu yakınen biliyorum, çünkü hamidiye içmişliğim var. sebebi de şu: hamidiye, istanbulun en eski sularından biri. hatta bakınız, 108 yıllıkmış. adına güveniyorsunuz, ama böyle bir olay yaşanıyor. şu an her ne kadar ibb açıklama yapıp "mühürledik, taşıdık, alladık morladık" dese de, rica ederim thy, sahiden yani, başka su mu kalmadı?! ben içmiyorum. yanımdaki çocuğa ve annesine de içirmedim. hep birlikte hosteslerden küfür yiyerek su istedik. o tepsideki su değişse, çok mu zor ki?
evet, sahiden başka derdim yok.
falaaan filan. geldim ki istanbul serinlemiş. iyi de olmuş.
1 Ağustos 2011 Pazartesi
bdr
az uyku, küçük bavul, az bi uçuş. tatil, çakıl taşı olmak. olup öylece durmak. çakıl taşı her denizde olur, hepsinde durur. torba, bodrumun tunalısıdır, benim için öyledir. o şiirde dediği gibi: "tunalıdan evime bir yokuş/ inmesi kolay çıkması zor." bunun gibi.
üç gün, beş gün bir bakmışsın beş ay, altı ay. bakmayayım, olur mu blog? bakakalmayayım.
en çok düşünüp en çok iş beceren çakıl taşı olucam ben.
üç gün, beş gün bir bakmışsın beş ay, altı ay. bakmayayım, olur mu blog? bakakalmayayım.
en çok düşünüp en çok iş beceren çakıl taşı olucam ben.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)