30 Mart 2011 Çarşamba

dipköşe

bu post, iyice okumanız gereken bi konuya ayrılmıştır.

29 Mart 2011 Salı

dogs need better people

nisan ayının her gününü ezbere biliyorum, takvimi, nereye denk geldiğini, ne yapacağımı. mesela bugün odaya çıkma zamanı. cuma, ankara zamanı. haftaya vize başvurusu zamanı. sonra bekleme zamanı. sonra kemer bağlama zamanı. tik tak.

ertelediğim şeylere dönüyorum, dar vakitlerde. en azından niyetleniyorum; bu da bi şi. av mevsimi gibi bir hal. iz sürmek istiyor canım, beklerken iyi gelir diye. ihmal ettiğim hediyeciğim için sirkeci yolları mesela. sonra fest travel'a para vermek yerine kitaba para verip serçesaray avı. ne bileyim işte, buvebenzeri. yazmaya kıyamıyorum, dillense uçucak sanki. iş güç biraz sakinleşti; böylece ben de başka bi şi düşünebilir oldum. zaten ben buraya ne yaptığımı pek yazmazdım önceleri, istanbul bozdu. kalsın, bana kalsın.

bi şi oldu, tavuk veya kırmızı et yiyemiyorum. öğlenleri zoraki yiyorum; ama resmen çöküyor. tadı-kokusu da değil mesele, resmen sıkıcı. şeerli çalışan kadının öğle yemeği monotonluğu prelüdü işte. sadece deniz ürününe tahammülüm var. ben ki her öğün "yanına pilav yoğurt"la bildiğiniz esnaf yemeği yiyen, et seven biriyim. yaz geldi galiba, bi şi oldu. bu vesileyle esnafın hamsi buğlamadan başka balık yemediğini de farkettim. diğer öğünlerse bu iyotlu gıda ihtiyacımı gidermek için buluşturuyorum bi yerden. bi hafta oldu, daha da gider böyle. zaten uğurböceği de kapandı, pek bi üzgünüm.

28 Mart 2011 Pazartesi

hazy cosmic jive

neler yazmıştım, gitmiş. olsun gitsin.

diyecektim ki, televizyonda da radyasyon varmış ama siz hala dizi izliyosunuz. hürremin kuyruğu çıksın da görün gününüzü. madem öyle acaba ulusa sesleniş neden tvden yayınlanıyor, neden trt var? ah, çünkü tv zararsız. tvde olan her şey zararsız. mesela tv elektrikle çalışıyor, sizi elektrik çarparsa ölüyo musunuz? ölmemelisiniz. çünkü televizyonda da var. tüp mesela, patlayabilen bi şi. balon gibi. çocuklar tüple oynayabilir. balon patlayınca korkar, tüp patlayınca ölür; ama önemli değil. neticede patlayabilen bi şi. hem bildiniz: tüp televizyonda da var; lcd öncesi.

ne güzel alay ediliyor, ne güzel salak yerine konuyoruz, değil mi? hani dolaylı, dolaylamalı değil. radyoaktif çay içmek bile daha şiirsel kalıyor yanında, bi kandırma çabası var. buysa dümdüz: SALAK diyor sadece.

çünkü başbakan bizden sıkıldı, söylüyorum inanmıyosunuz. laf dinlemeyen, hafif bön, ama tüm yaz tatili boyunca bakması gereken komşu çocukları gibiyiz. başbakan bizi sevmiyor, uf çok aptalız. sıkılmamak için yaratıcı oyunlar buluyor bize. ", benim doğumgünümmüş, sen mummuşsun, örgün de fitilmiş mesela". ağlaşmayın hemen, saçınız yanmiycak. TABİİ Kİ o biliyor ne zaman söndüreceğini, mızıkçılık edip oyununu bozmayın, zaten size zor tahammül ediyor.

başbakan mesela, kesin beni sevmiyor. tanışmadan biliyorum. sevmesi de gerekmiyor. sadece benim vergimle yayın yapan TRT'ye beyan verirken azıcık yüzü kızarsa o bile yeter. gözümün içine baka baka diyicem, tenezzül etmez ki. ne bileyim, %18 kdv oranı olan bir ülkede gelir vergisi, çalışana düşen sgk prim ödemesi vs hala bu kadar yüksekken, rüyasına girsem ve hayra yormasa, o da olur. başbakan beni sevmiyor ama benim onu sevmemi istiyor. saygı ona yetmiyor mesela, sevilmediğinde sinirleniyor. onu kim sevmez ki, nasıl sevmez yani? hangi kendinibilmez? bakmayın, takmıyor görünüyor ama bu umarsız çıkışlar, bu tüpler ve televizyonlar, hep aynı gerginliği taşıyor: mahallede havalı bisikletiyle numaralar çekerken düşen 11 yaşındaki çocuk siniri. gülmemeliyiz, o düşmedi. gülmemeliyiz, bisiklet hala onun bisikleti ve bizi bindirmeyebilir ve tüm yaz o gıcır bisiklete binmeyen tek günahkar biz olabiliriz. gülmemeliyiz, onun arkadaşlığı çok kıymetli. anlatabiliyor muyum ki? o istediğiyle oynar, istediğini sidikli ilan eder; çünkü onun kırmızı bmx bisikleti var. memur mahallesindeki esnaf çocuğu o, her şeye hakkı var. o bize mesela en renklisinden yalanlar attığında ("oğlum, ayşenin donunu gördüm diyorum sana") ve bariz yalanı ayyuka çıktığında ("ayşeler geçen yaz taşındı abi?") bize sinirleniyor. niye havasını bozuyoruz? niye seyircisini huzursuz ediyoruz? bi garezimiz mi var? neden mış gibi yapamıyoruz? kırmızı bmx'i hatırlatırım.

ama 11 yaşındaki çocukla en büyük farkı ne biliyor musunuz? o çocuk sinir olduklarını apartmanın kömürlüğüne kapattığında kulağını çekecek bir yetişkin her zaman olacaktır. kapatılan çocuk ağladığında sesini duyup annesine haber verecek bir yaşıtı hep olacaktır. ne yaparsanız yapın, alt tarafı 11 yaşında bir çocuktur işte. mahallenin bitirim delikanlısı olana dek, bi yere kadardır cakası. mahalle delikanlısı olduğunda ise hikmet amcadan korkacaktır mesela. bir yere kadardır yani. bi sıkımlık canı vardır, sonsuz yetkisi ve cüreti değil.

*
konular hep daldan dala. çevreci tipleri takip edin. şu an en katkısız şekilde besin alan onlar, bi onların kafası çalışıyo olacak bikaç yıl içinde. bizim yerimize düşünecekler. her dedikleri birer birer çıkıyor, azıcık güvenin.

*
bunun dışında, uzak kaldığım torrent alemine bomba bir dönüş yaptım, müzik doluyum.. çok güzel. 

annem  haftasonu benimleydi, 12 saat yürüyüp hala ve inatla yorulmayan kadın. gerçekten, onun kadar yürüyebilen az insan gördüm. ben yorgunluktan mayışsam bile o bi çay içip şarj oluyor. şapkalandım, müzelendim, kahvaltılandım, güneşlendim, iyotlandım. cuma günü üzerimden tır gibi geçen bir gecenin yorgunluğunu takiben cumartesi sabah 8 toplantısından sonra, harika geldi. annemle müzeye gitmenin en güzel yanı, her resmi, her ressamı bi yerden bilişidir. ama öyle "ay mehmet güleryüz! tanıdım!" sıradanlığından bahsetmiyorum. mehmet güleryüzü tanımayınca ayıplar zaten. başkasını değil de yani mesela öyle bi şi yapsak, çocuklarını ayıplar. ne bileyim, annemin "aa bu adamın her zamanki işlerinden farklı, gençlik işi mi ki?" merakından, bi yere not etmesinden, görevliye soramazsa akşam internetten veya işte bi kitaptan, ansiklopediden filan araştırmasından bahsediyorum. elit zevkler meselesi değil bu, merak. onda biri bende varsa şanslıyım.

24 Mart 2011 Perşembe

emnete

annemin teyzesi, şu an istanbulda olma sebebi, şu an onu göremeyeceğim kadar uzak bir istanbulda olma sebebi, menekşe gözlüdür. gençliklerde sabuş marilynse, o da ablası olarak liz'miş. benim elimde bir eski fotoğraf vardı küçükken, görseniz anlardınız. marilyn ve liz bostancı sahilinde sanırdınız. işte o yüzden ben dün, bir kötü, bir buruk, dillendiremediğim şüpheli acılara karşı, ufka bakıyodum, ışığa bakıyodum.
yine de iyileşmek güzel kelime. ilaç gibi bi kelime.

başucumda hep kokladığım ama yakmaya kıyamadığım mumlar, en güzelinden bi bahar buketi, tesadüfi kuş tüyleri ve en gizli denizlerin kabukları var. beş duyu terapisi. iyi geliyor.

ses eksik değil, mulatu bizlerle. etiyopya'ya gidicem ya ben güya bi gün hani, işte sırf müziği buna sebep.  siz etiyopya askeri bandosunun bildiğiniz jazz yaptığını duymuş muydunuz? (benim muhtemelen anlatmış olmam dışında tabii. sürekli tekrarlardayım. blogda bile.) hiç işgal görmemiş tek afrika ülkesi olarak, bi vakitler batıdan müzik aleti getiriyo kralları, sonuç: etiyopik. ilaç gibi. mulatu da işi ilerletmiş sonra. 70lerden kalma şarkıları, pek bi güzel.  ben o ethiopique serisini topluca almadım, ordan burdan indiriyorum ya, içim acıyor. su gibi müzik. dinlerken akıyor resmen.(not: kendisi ölmemiş ve hala müzik yapan istisnalarımdan)

sabah 7de toplantı. içim uyuyor. eve geliş. şimdi dinlenip, yemek yiyip, yapabilirsem sonra yine biraz çalışacağım. ben yapamasam da olacak gibi gerçi.

maksat iyilik sağlık, güzellik be blog; maksat muhabbet.
sen sıkma tatlı canını demeye uğradım. güneş hala aynı parlıyor nasılsa.

20 Mart 2011 Pazar

casalinga

evde hiç olmadığı kadar vakit geçiriyorum. ev arkadaşımın il sınırı ötesine seferi sebebiyle bu haftasonu ev ve ben, bana misafirdik. temizlik mesela, hop bitiveren bi şi. salon salomanje köşkümüzün batı ucunda prize takılan elektrikli süpürge doğu ucuna (neredeyse) yetişiyor. haliyle yani, pek bi iş değil. sonra dizi filan izliyorum. o da bi saçma. kitap okuyorum, okuyorum, okuyorum. skype güzel şey tabii, bi de skype. sonra aa gün bitmiş, göz mesaisi.

muh.teş.em yü.zy.ılı seyredince insan evrime inanıyor. teknoloji gelişmiş ve biz tüm 6. hissimizi kaybetmişiz, gerek kalmamış. sarayda kadınlar içine doğma sistemiyle naklen savaş alanına bağlanıyor. gemiye top atılıyor, ah biri bayıldı, 2 adam boğluyor, ah birinin nefesi kesildi. kimsede de en ufak şüphe yok. hürr.eme "kanuni öldü" diyolar, "ölmedi, kalbim biliyor" diye yanıt veriyor. rodosta namaz mı kılınıyor, vatikanda tavandan süsleme yere düşüyor, yine naklen bir "rodos düştü" mesajı bu. misal, eminim o bıçak da saplanmayacak, çünkü pargalı bir cellocan, hemen titreşerek hissetti. atalarımız cep telefonu olmadan da anlık iletişimi sağlarken siz daha hala 3G mi 4G mi filan. peeh. dizi de yazdım, oldu bu blog. tam oldu.

dün ben görev icabı eğlendim. fena da olmadı gerçi ama mart dokuzlarına saygısızlık etmeye gelmediği bir kez daha ispatlandı. canım mart dokuzları.

az önce cas.ita ma.ntı, favorim olan t.rio'yu paket servisle gönderememelerinin açıklaması olarak "ona uygun 3 bölmeli servis kabımız yok" dedi. haklı mı, evet. ikna oldum mu, hayır. aç mıyım, çok.

şu kadar makyaj ürünü içinde en şaştığım şey oje. "parmaklarımın ucunda tırnak diye bi şi var, neden bordo olmasın ki?" hiç normal değil.

bugün hiç olmadığı kadar su içtim. delice içtim. hala içiyorum, kendimden korkuyorum. sabuş hep "allah soğukla, açlıkla terbiye etmesin" der, ben ona bi de susuzluğu ekliyorum.

*
bazen gazetelerde filan bazı yazılara içim acıyor. çok iyi niyetle yazılmış oluyor ama yazanın seçtiği bazı laflar tam da o ah çok karşı olduğu şeyin göbeğinden bildiriyor. niyeyse üzülüyorum. mesela radikalde bursada öğrencilere yönelik tacizle ilgili bir yazı vardı, gencecik bi kadın öldürülmüş. haberi yazan kişinin erkek olduğunu nasıl anlıyoruz? şundan: "giyim kuşamı frapan değil". kurbanı arkadaşları nasıl bilir, sorusuna yanıt bu. sonra diğer öğrencilere sorulmuş olay. ecem, gizem filan yorum yapmışlar. akabinde: "başörtülü öğrenciler de aynı tehlikeden şikayetçi". ah, isimsiz ve hep aynı fikirde olan başörtülüler gizli örgütü DE korktuğuna göre, demek ki başını örtmeyenlere has bir korku değil bu! öyle olsa ne olurdu acaba? kurban frapan giyiniyor olsa ne olurdu? hem "frapan" ne kadar da öyle olmadan da öyle bir kelime değil mi? "dekolte" demiyor mesela, "açık saçık" demiyor: en hassas tercihlerin kelimesi, frapan. hem yazı o kadar da kadınların yanında ki, gözümüze batmamalı. oysa erkek diliyle ne söylendiği çok farketmiyor, dil yine erkek dili. bunun doruğa çıktığı nokta şu:


Şişek, Görükle’de fuhuşun ve uyuşturucu satışının da olduğunu savunuyor. Afiş Cafe’nin ortaklarından Emrah Özer de “Öğrenci olmayan bazı genç kadınların Görükle’yi mesken tuttuğunu biliyoruz. Onların yaptıkları da hemen öğrencilere mal ediliyor” diyor.

haber içinde bolca yorum varken, esnaftan gelen bu yoruma itiraz gelmiyor. "kadınların öğrenci olmayanları" eşittir "seks işçisi" olduğu bir denklemde, 4 yıllık öğrencilik sonrası bu kadınların ne yapacağının bilinmezliği, belki de sorunun ta kendisidir? esnaf o kadınlara "öğrenci" olduğu sürece mi tahammüllüdür? ne bileyim enis bey, belki onlar da sadece giyim kuşamı frapan olan ama seks işçisi olmayan kadınlardır sadece? veya ne bileyim, seks işçisi kadınlar da görükle'ye garezlenmiş dış mihraklar değildir,  hem zaten birbirleriyle de sevişmiyolardır neticede? kurban bir kadını korumak için başka bir sebebin kurbanı bir kadını suçlamak, tuhaf bir tercih.

dedim ya, yazı gayet iyi niyetlerle, bir soruna parmak basmak için yazılmış. ne güzel. ama işte yazı bitince "bunu yazan bir erkek" diye bağırıyor ya, ben bunu görememelerini anlamıyorum. veya bana yaranılmıyor.

*
yarın isteyene nevruz isteyene newroz; yeni gün. ruz, roz, roj, ruy, leuk, licht, light. yeni ışık. insanlar için bundan daha güzel bi ortaklık yok bence. birbirimize girmeden de baharın gelişine sevinebiliriz. evet evet, bunu becerebiliriz sahiden. beceremeseydik tarım yapmak pek monoton bir iş halini alırdı sanki şeker. varlığımıza saygıdan, becermeliyiz.

17 Mart 2011 Perşembe

yanımda değil, kanımda

biz küçüktük, yaz vaktiydi, athena'nın holigan'ının yazıydı, bodrum'daydık, ah biz ne çok zıplamıştık, ne çok dansetmiştik. yine olsun, yine athenaymış, yine yazmış, yine zıplayalım. ben athena'yı hep çok sevdim, 2010 albümlerine iyice uzak kalmış olsam da. olsun, bence zamanında athenayla zıplamış olmak, bıraksanız yine zıplayacak olmak, şu kadar yıldır en tutarlı hareketlerimden. eurovision filan, ben bilmem. benim için holigan bir albüm değil, kaset. A ve B yüzü var, anlatabiliyo muyum ki? öyle işte.

her şey vaar, her şey va-a-ar.. her şey vaar. her şey vaar..

14 Mart 2011 Pazartesi

aslında bim bam bom

sabuş'un, anneannemin gençlik fotoğraflarına bakıyorum. ileride onun gibi olmak istiyorum. bu hiç geçmeyecek. o her fotoğrafta kahkahası duyulan kadın. hani kahkaha atarken utanmayan, "yüzüm gözüm bi tuhaf çıkar şimdi" demeyen, gülen, gülen gülen kadın. günün sonunda "amaaan neyse" diyebilen kadın ve onun menekşe gözlü ablası. işte o ablası şimdi hasta. bi anda, çok hasta. ziyarete gittiğim, gidebildiğim tek gün, bi telefon, bi ambulans, yoğun bakım, hastane. şimdi daha iyi gibi, ama yoğun bakım iyi bi yer değil gibi... aptala dönüp aylar sonra bi paket sigara alıp, bahariye boyunca duman - yaşlılık tuhaf şey. vücudun sönerken ve yunan mitolojisindeki o çekirgeye dönüşme süreci başlamışken zihin "aa sen nerden çıktın, annenler nasıl?" diyecek kadar net. sevgi başka, sorumluluk başka, saygı başka.

sırtım o kadar ağrıyor ki bugün acıdan ağladım. omuz, bel, omurga, arkamda ne varsa hepsi ağrıyor. saat yüz oldu, ben hala sandalye ve ekran eşliğinde çalışıyorum. bok bok bok.

güzel şeyler de oluyor blog. beklediğim telefonlar, hayrettir, geliyor. ben çok şaşıyorum ama geliyor. bence hala tuhaf ve çelişkili. arayan için de, benim için de dev bir soru işareti, ama oluyor. n'etçen.

bugün ben 15 dakika içinde uçak bileti aldım, pasaport bedeli yatırdım ve izin dilekçesi verdim. ay bitsin, yıl dönsün diye. çünkü uykulu ve çakırkeyif ve aşıkken saatler zor geçiyor. vizemi de alıcam, sonra gidicem, gidicem, gidicem. lale diyarında yumurta ve tavşan. çok gidicem blog. insan geri sayacak bir gün istiyor. bende artık var, yavaş yavaş sayıyorum. çok güzel.

11 Mart 2011 Cuma

musikişinas

müzik zevkimi, alışkanlıklarımı diyeyim, çok sorguluyorum. alışkanlık olabilecek kadar stabil yani - ondan.

yeni bir şey, anca konserlerle veya tesadüfen giriyor hayatıma. albüm araştırıp bulup indiren biri değilim, belki radyo filan- o da belki. zevkine güvendiğim insanlar üzerinden gelenleri dinlemek "keşif" denen şey benim için; ama ben bi yere gitmiyorum. sebebi de belli, müziğini sevdiğim insanlar artık şarkı yapmıyor. yani arşiv zaten sabit. ya ölüler ya da müziği bırakmış durumdalar. bu istisnayı da anca bikaç grup/ kişi için bozuyorum, onların da en genci heralde red hot chili peppers, manic street preachers filan oluyo. beatles veya cat stevens veya queen veya pink floyd veya simon&garfunkel veya jethro tull, cenin pozisyonuna girmek gibi bi şi benim için. özellikle cat stevens'ın ses tonunda tuhaf bi şi var, kesin annem bana hamileyken best of albümünü filan dinlemiş, transa geçiyorum, sakinleştiriyo. ayrıca konser kayıtlarındaki o gitarist isa halleri de hippi bi sevinç taşıyo, aslında zor değil gibi.

dolayısıyla müzik benim için "sınırlı" bir şey, yeni albüm çıkmıyor benim oralarda, başı sonu belli. en son pj harvey albümü için sevindim ki bu da bi devrim - pj ise artık teyze. günümüzün müziğini sahiden birileri aracılığı ile takip ediyorum, kardeşim, biriciğim, arkadaşlarım, hatta annem. festivaller oluyor, "hmm evet o ve bu tanıdık, duymuş olabilirim" - o kadar. hele yani böyle heyecansız, ninnimsi, (eminim ki bi yerlerde teknik çığırlar açan) melodiler beni benden alıyor, içim geçiyor, müzik mi müzik kutusu mu belli değil. kulağım alışık değil, ayakta uyuyabilirim. deneysel, keşifsel biri değilim, "burda denenmişi var" insanıyım. istisnalar dışında, böyle işte. bağıra bağıra şarkı söyleyelim bence.

ben işte bu sevdiğim ve bildiğim, tanıdığım melodilerle mutluyum. yeni bir şey aramıyorum. meraksızlık da değil, arada bir tanışınca iyi de oluyor; ama güvende hissettiren şarkılarımla varım ben. ipod'umdaki şarkılar %85 oranında ilk günden beri aynı. yeni bi şi aramıyorum ki. yeni duyup da sevdiğim bi şarkı varsa bile, şarkı eski tarihli oluyor, biz geç tanışmışız. hani örnekler farklı ama türk sanat müziği, türkü filan da olabilir bu. tembellik midir, bilmem. ha bir de: cover sevmem. asla. hiç sevmem.

bilmem belki kendime haksızlık ediyorumdur; ama bu, arada bi sorun olacak kadar yaşadığım bi şi. bazen sahiden "ah şu gençler" havasıyla dinliyorum konserleri.  yanımdakilerin de canını sıkıyorum sanki. ses efektleri, elektro mucizeler beni çekmiyor. yani ilgilenebiliyorum, sahiden eğlenebiliyorum ama tek atımlık. devamı yok. ben eşlik ediyorum böyle etkinliklere, davet değil. anlatabildim mi ki?

cat stevens özelinde söylersek (az önce damardan yükleme yaptım da) küçükken sad lisa nasıl beni ağlatıyorsa, peace train nasıl umut veriyorsa,  moonshadow nasıl içimi açıyosa, rubylove nasıl yaz havasıysa - hâlâ öyle (üstelik o zamanlar, ingilizce bilmeden hepinizi i love you günlerimdi). bunun değişmesini istemiyorum ki. earth tour '76 konser kayıtları bana sahiden yetiyor. live earth'müş, parmak şaklatan bono'ymuş filan - peehhh yani. o da eskidi gerçi di mi? aah ah. bence en iyi film hala the wall, en iyi klip de i am the walrus olabilir mesela. niye olmasın yani.

10 Mart 2011 Perşembe

ah.

çok tuhaf: peruda, benim adımı taşıyan, daha doğrusu adını benden sebeple taşıyan bir ufak kız çocuğu var. 15 günlük, minik, yumoş bi şi. çok tuhaf. annesiyle hala iletişime geçebilmiş değilim, baba sürekli yeni fotoğraf yüklüyor, o şekilde irtibattayım. civar ülkelerden peruya gidecek olanları organize ediyorum ki bi ses duyayım. fotoğraf, facebook filan, gözünü sevdiğimin teknolojisi - iyi olduklarını biliyorum. fotoğraflara bakıyorum, baktıkça şaşıyorum. tuhaf işte.

*
 bugün, geçirdiğim sinir krizlerinin ortasında, bi an için kendimi takdir ettim. "net ol ciğerimi ye" felsefesini iş hayatına da uygulayan biri olarak, galiba benim sırtım yere gelmez. şeffaflık ne güzel şey be. netim netsin net.

*
tüm gün yaptığım saçma sapan görüşmelerden, yazışmalardan derlediklerim top 5:
1. gönderilen mailde "her gün" yazmaktadır. soru gelir: "her gün derken, hafta içi mi hafta sonu mu?" cevap: "mailde belirtildiği üzere: her gün".
2. gönderilen mailde görünür bi şekilde "konuyla ilgili olarak xxxx firmasıyla iletişime geçiniz" yazmaktadır, TABİİ Kİ benimle iletişime geçilir. cevap olarak bir önceki mail forwardlanır, ilgili kısım 18 punto, bold ve kırmızıdır. telefon gelir. "şey, konuyla ilgili bilginiz olmadığını mı anlamalıyım?" cevap: "evet hanfendi, bilgim de, ilgim de, bu yönde bir vaadim de yok".
3. telefon çalar, açılır. arayan "ben size gönderdim ama hala olmamıııış" diye lafa girer. cevaben "pardon, ben kimim?" denir. o ben değilimdir. "peki siz kimsiniz?"denir. dış kapının mandalı, "yanlış oldu galiba" der. "görüşmenin başlangıcından itibaren, evet" denir. vedalaşılır.
4. "merhaba, şey acaba bizim firma ne yapıyor?" gibi harika bir telefon gelir. sakin bir şekilde "bilmiyorum, onlar da bilmiyor ama bana soruyolar" denir.
5.  uzun uzun 7-8 kere çalan telefon açılır, "şey bana bilgi lazım". soru: "ne konuda hanfendi?" cevap: "tam bilmiyorum aslında". cevap: "o zaman size soru da gerekiyor".

bir yerde patlayacak ama şu aralar çok eğleniyorum. daha doğrusu, başka türlü olmuyor. tahammül sınırım yerlerde geziyor, sinirliyim, hatta azıcık nevrotik bi haldeyim. derin nefeslere sığınmış gidiyorum. istifa edecek olursam, o gün, hatta gün yetmez, o hafta daha da zirveye çıkmayı planlıyorum. bari namım yürüsün. amaaan yani. sahiden. hem eminim, karşı tarafa iyi geliyor. ayrıca benzerlerini bana da yapıyolar, elden ele, dilden dile.

*
mini fırın mutfağın belkemiğidir. resmen havası değişiyor yahu.

9 Mart 2011 Çarşamba

anlatan

ismail beşikçiyi izlediniz mi? ilk canlı yayınında? bi tuhaf sabır.
o kadar tuhaf ki, aslında tüm gücü bu. adam, sabrın vücuda gelmiş hali. bir şeyler zor mu geliyor? utanın kendinizden. tane tane anlatma sabrı, şu hayatta en hayran olduğum, en sahip olmak istediğim güç diyebilirim. bende bi yerde film kopuyor, zaten bu kadarı ne haddime ama, şaşkınlıkla izliyorum. ismail beşikçiyi döne döne izleyebilirim. savunduğu şey için, duygusal değil, bilimsel denklemlerle direnmesi, mantığı ("beraat istemiyorum; çünkü bu 'ben bu suçu işlemedim' demektir. ortada bir suç yok ki, düşünce var"), dimdik durabilmesi, bilmem ki ne yapıyor size? daha başka bi güç mü var? bir insanın, düşünebilmesinin, soru sorabilmesinin karşısında parmaklarını kırmak isteyecek kadar nefret duyabiliyorsa birileri, sorarım sahiden, gerçeğe tahammülsüzlük değil de nedir bu? çok tuhaf bir şey, büyülü bir şey. inatçı, ama özgüvenli bir şey, o yüzden de ulaşılmaz, yıkılmaz, bozulmaz, başedilmez.

ne bileyim,  buğday'ın victor'u gitti. kavunun içinden çıkan 900 küsur tohumu saydığında her birine aşık olduğundan emin olabileceğiniz bir adamın, 40 yaşında ölüvermesi, fena. yıldız kayması gibi. ama o çevreci tiplerdendi tabii, başıydı belki de. mihraktı. çünkü o da "anlatan adam"lardandı. bıkmayan, anlatan ve daha da önemlisi, anlattığını yaşayan. anlattığını yaşamaya cesaret eden. ilklerden, azıcık bu işlere bulaşmışların rol çaldığı, takdir ettiği insanlardan.

anlatan adamlar, anlatan kadınlar. o sabır, benim için kutsal bir şey. bakınca gördüğüm, tüm dertlere rağmen, içleri ferah. kendilerine karşı ayna gibiler, çok netler ve o yüzden içleri ferah. hep rüzgarlı, hep geçişken, hep akışkan. hiçbir şey tıkanıp kalmıyor ve ferahlar. tam da o yüzden, imrenilesi işte.

7 Mart 2011 Pazartesi

iki nal bi at

arayışım bitmişti. vermiştim karar, çok mutluydum. az bi tereddüt süresinden sonra, olmuştu. sadece zamanlama kalmıştı, kendimi bekliyodum. nihayetti. şimdi, yeniden karar vermem gerekiyor. daha doğrusu iki kararımdan birini iptal edip, diğeriyle devam etmem gerekiyor. aslında "iki kahve, biri askıda" hikayesi gibi oldu sanki. amaan, en azından diğeri konusunda azimliyim.

neyse, pek dert değil aslında. ne de olsa istanbul'da ineklik etmeyip taksi tutuyorsa insanlar, ankarada da erken gelen oturuyor. toplu taşıma kullananlar bunu bilir, bununla yaşar. izmirde noluyor acaba? yüzüyodur onlar, mis gibi. ordaki sistemin adı ESHOT'muş. çıkmaz bence bundan bi şi. "Esas Seçkinler Halk Otobüsüne Takılıyor" filan? hmm.. öneri.

konu, canım, dağıl sen iyice, rahat ol.

*
serbest çağrışım, serbest düşüş.
tabii akla hemen tom petty geliyor, hoşgelir. john mayer de gelebilir, ama tomcuyum.

itiraf ediyorum, oje sevdalısıyım. hani sürekli bi manikür, sürekli bir oje sürme hali olsa onu da anliycam, benimki daha ziyade depolama. karınca yuvası gibi. gökkuşağı renklerinde ojelerimi yan yana dizip seyrediyorum resmen. çok da güzeller, canlarım. bir de sürersem tam olacak.

hava durumunu anlık takip ediyorum. tercihim, karın yağması ve bir an önce eriyip aradan çıkması. yüksek bölgelerde yağış devam edebilir, sorun değil. ama yağıp bir an önce erimesi konusunda çok ciddiyim.

çok yorgunum. az kaldı geçecek. o kadar yorgunum ki, hayata karşı genel prensibim "amaan, kogötüne" olmuş durumda. bi yerde infilak edicem sanırım, çünkü ko'muyorum, koyamıyorum. birikiyor. saçlarımda ak, yüzümde sitem, gözlerimde şiş. bi de galiba kilo veriyorum ben yine. iyi bi şi diil bu. vermiym, böyle kaliym. demir atiym. hayatımda güzel adımlar var, ama ufak ama sessiz, yine de var. adım adım gideyim. gittiğim yerden kart atiym.

dergi alıyorum mesela, okuyup bitirene kadar ay geçiyor. oysa ben dergilerimi ne çok severim.
amaaan... (bildiniz) kogötüne.
>çok ayıp!<

4 Mart 2011 Cuma

61'den mahkeme duvarı yapmak.

aayy şükür kavuşturana blog. inadı bıraktım, dns'le oynadım, karşındayım.

her şey zor be blog. an be an her şey adım adım zor. mesela sokağa çıkıyosun, kaldırım taşı kırık. önüne bakmadan yürümek zor. bunu da yüksek ökçeli kadınlar birliği adına söylemiyorum, spor ayakkabıyla da zor. yağmur yağıyosa araba çamuruyla ıslanmamak zor. otobüslerin her mevsim anormal sıcak ve kokulu olması, çünkü o otobüslerin aslında almanya / hollanda için ve el kadar pencereyle üretilmiş olması filan - yine zor şeylerden. insanların kabalığı, yordamsızlık, her şeyi kendine hak görme halleri, zor. sürekli bir üçkağıt- zor. bu şehir değil şekerim, bu ülkenin kanunu da zor, mahkemesi de zor. sırtınızı yaslayabileceğiniz, içinizi rahatlatacak bir şey olmaması, babana bile güvenmiycencilik zor. etrafıma bakıyorum, herkes eşek gibi çalışıyor. çok çalışıyor, içten çalışıyor. demek ki boşa çalışıyoruz, her şey saçma ve eksik ve yanlış. bu kadar insanın emeğiyle en azından bir ufak şey düzelebilirdi, yok, cık, düzelmiyor.

ben bugün, bilmem ki yorgunluktan mıdır, çok bıktım be blog. gazeteden, sokaktan, her anın bir mücadele olmasından, bu mücadeleyi doğal bi şi sanmaktan, bıktım. bunaldım. nefesim kesiliyor. fırlatıp atmak istiyorum. bir şeyleri, birilerini.
elimdeki kitabı sıkı sıkı tutup, delirmemek için ya sabır çekmek zor blog, anlıyosun sen. benim en güzel arkadaşlarım bir şeylerden illallah derken, zor bu ülke. birileri iğneyle kuyu kazarken diğerleri kuyuyu betonla kapattığı için zor. yaşım 26 blog, 5 yıl önce de aynı şeyleri yazıyor olmak zor. bugün her şey zor, pis, bozuk ve eksik. her zaman olduğu; ama her seferinde benim yerde açan minelere bakıp şükrettiğim gibi.

bugün insanlar, bu şehrin en güzel caddesinde,
"bir gün gelecek, devran dönecek, akp halka hesap verecek" diye bağırdı.
başbakan da cevaben "yahu siz hala güçler ayrılığını anlamadınız, yargı o yargı, biz yapmadıık, biz diiliiz... öööf!" dedi, yine  çok sıkıldı, yine burun kıvırdı. adam olmayacak bunlar.
oysa o kadar iyi anladık ki bence daha iyi anlatılamazdı.


61 gazeteci tutuklu.
2 bin tanesi yargılanıyor.
4 bin tanesi hakkında soruşturma var.

ha bir de unutmadan, 100 yılda 61 tanesi de öldürüldü.

1 Mart 2011 Salı

yine yeni hep

ayarsız elleriyle mahkeme kararı çökmüş yine blogların üstüne. dici dici kızıyodum ama şimdi napsın? e-mail adresi bile olmayan adamlar karar alıyor neticede. mahkömö-höhöhööyt!

twitter komplosu da olabilir tabii. yüzkırk karakter.
neyse paşam, yayındayız. kim korkar hain kurttan. tabii reader kapalı olduğu için muhtemelen bu satırları sadece ben görüyorum ama ossun. varlar burdalar. ktunnel filan hikaye, biliyorum. ama inat da fena bi his değil. inat da şu gariban blog okunsun diye değil, bu saçma kanun değişsin diye.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker