ingilizce başlık da atmazdım pek ama bu ara böyle işte. yıldız tozuymuşuz.
son anda olan işlere fazla güveniyorum. çünkü ben hep son anda iş hallettim. son ana bırakmadığım işler gerçekten daha silik ve tatsız oldular, tabii eğer hayata geçtilerse. tembel değilim, safım. son dakikalara fazla inanıyorum. güvenmek bile değil, inanmak. "birdenbire" diye bi şiir var ya, öyle diil. son anda. son anda oldu her şey. gerçi bi kez çok sevgili kaba etimin üstüne oturmuştum son dakikada ama... neyse. simge'den son anda bi mail. son an fırsatı sundu bana kendisi. ben de son ana kadar uğraştım ve bakalım nolucak. du bakali. olsa nasıl olucak, o da ayrı soru ama bu sorunun cevabını da napıyoruuuz? eveeet: son dakikaya bırakıyoruuuuzz. kaptınız bu işi kuzum.
ankara o kadar sıcak ki ve otobüsler o kadar iğrenç ki. zaten pek temiz bi millet olarak anılmıyoruz, hele yazın... sera etkisine kendini bırakmış birer cam konserve kutusu, direksiyonda da enerji tasarrufunu ilke edinmiş havalandırma karşıtı bi şoför. delirium. onu da geçtim, gerçekten tiksinti verici derecede sıcak ve yetmiyomuş gibi ter kokuyo. yaşlı biri ölebilir orda. abartmıyorum. 6 duraktan fazla giden yaşlı, hamile veya bebekli kimseyi görmedim. belki buharlaşıyolardır. kalpten ölenleri arka kapıdan atıyo da olabiliriz. indiğinizde dışarısı adeta serin bir göl kenarındaymışsınız hissi veriyo. öyle bi otobüs düşünün... hah bi de kokuyo. acaba EGO insan taşımaya ne zaman başliycak?
12 saat uyudum. yine olsa yine yaparım ve galiba yapıcam da cidden.
rüyalarım güzel, ondan.
30 Haziran 2008 Pazartesi
29 Haziran 2008 Pazar
403 numaralı kamara
bazı renkler, bazı sesler ve bazı kokular var ki -ah insan beyni seçiyo ve kaydediyo onları. bazı anlar var ki, en yakın duyu hangisiyse o an artık, diyelim ki görme, diyelim ki tat, seçiyo birini, ona kaydediyo anınızı. üstüne, yanına. sabuş ve kızarmış ekmek kokusu örneğimde olduğu gibi, hepimiz birer pavlov çocuğuyuz, ver uyarımı ver uyarımı, al tepkiyi al tepkiyi. ekmek kızartıyoruz --ve hop bi anda duvarlar lacivert, 3 tane basamak, basamakların üstünde ben, altı mıyım yedi miyim, pek ufak bi şeyim, güneş az önce doğmuş galiba ve Sâbuş. öldürseniz değişmez, ayrılmaz o kokuyla görüntü. her ekmek de olmaz. taze beyaz ekmek.
ama galiba en güzeli, bunu sonradan fark etmek değil de, tam o an, o anın içindeyken, "ah biliyorum, bu an, bu koku/görüntü/ses/tatla kazınacak beynime ve bir daha ikisi birbirinden hiç ayrılmayacak" demek, hissetmek... bunun farkına varmak ve sessizce tadını çıkarmak. çok olmaz bu ama, olunca da galiba... güzel bi his be blog. hani "10 yıl sonra bugünü hatırlayıp gülücez" dersin de 10 gün sonra bile hatırlamazsın ya.. tam tersi. aslında ortada hiçbi şi yokken bi anda-- evet işte, ver uyarımı al tepkiyi. "bunu seçtim. bu kokuyu ve bu renkleri, bu an için seçtim. eşleşsinler ve öyle kalsınlar hep."... demezsin de aslında, çoktan dendiği fark edersin. seçtiğini. "vay be seçiyorum, eşliyorum" anı. koşullanmalarlarlar. ama güzelzelzel.
anlatabildim mi ki acaba.
üçboyutlu fotoğraf procemden bahsetmiştim di mi? ondan da olsun ama.
çok an var üçboyutlu donmayı hakeden.
çok uykum, bir biram, efkarlı bakışlarım var blog. efkarı kötü bi şi zannedenlerin aklına şaşarım. daha ziyade şöyle: bir tatlııı hüzüün almaya geldiiikkk kalammıışştaaaann... gibi. hafif gri olabilir ama neşeli aslında. güzel şeyler düşünmeme rağmen / ağlamak geliyor içimden. gibi. oktay rıfat mıydı? çok olur zaten bana. blues. ah blues. evet ive got the blues. kötü diil bu ama.. valla diil. peh sizi ikna etmeme gerek yok. kızarım da böyle kendi kendime. hıh.
bugünün tuhaf anı: teyzemle nilüfer ve "git ona git benden selam söyle selam söyle" nostaljisi. 10 dakika sonra sokakta iki adam, biri diğerine: git ona git benden, selam söyle selam söyle.
vuhu.
ama galiba en güzeli, bunu sonradan fark etmek değil de, tam o an, o anın içindeyken, "ah biliyorum, bu an, bu koku/görüntü/ses/tatla kazınacak beynime ve bir daha ikisi birbirinden hiç ayrılmayacak" demek, hissetmek... bunun farkına varmak ve sessizce tadını çıkarmak. çok olmaz bu ama, olunca da galiba... güzel bi his be blog. hani "10 yıl sonra bugünü hatırlayıp gülücez" dersin de 10 gün sonra bile hatırlamazsın ya.. tam tersi. aslında ortada hiçbi şi yokken bi anda-- evet işte, ver uyarımı al tepkiyi. "bunu seçtim. bu kokuyu ve bu renkleri, bu an için seçtim. eşleşsinler ve öyle kalsınlar hep."... demezsin de aslında, çoktan dendiği fark edersin. seçtiğini. "vay be seçiyorum, eşliyorum" anı. koşullanmalarlarlar. ama güzelzelzel.
anlatabildim mi ki acaba.
üçboyutlu fotoğraf procemden bahsetmiştim di mi? ondan da olsun ama.
çok an var üçboyutlu donmayı hakeden.
çok uykum, bir biram, efkarlı bakışlarım var blog. efkarı kötü bi şi zannedenlerin aklına şaşarım. daha ziyade şöyle: bir tatlııı hüzüün almaya geldiiikkk kalammıışştaaaann... gibi. hafif gri olabilir ama neşeli aslında. güzel şeyler düşünmeme rağmen / ağlamak geliyor içimden. gibi. oktay rıfat mıydı? çok olur zaten bana. blues. ah blues. evet ive got the blues. kötü diil bu ama.. valla diil. peh sizi ikna etmeme gerek yok. kızarım da böyle kendi kendime. hıh.
bugünün tuhaf anı: teyzemle nilüfer ve "git ona git benden selam söyle selam söyle" nostaljisi. 10 dakika sonra sokakta iki adam, biri diğerine: git ona git benden, selam söyle selam söyle.
vuhu.
güne küfürle başladım, ağzım kuru zihnim açık
bir pazar günü insan sabahın altı buçuğunda kalkmamalı.
hadi kalktı diyelim, bu iş için olmamalı. ne bileyim, sürpriz kahvaltı hazırlamak için olabilir. çok aşıktır uyku tutmuyodur. bebek emzirmek için olabilir. maket uçak yapıcaktır. ay sabah koşusu bile olabilir yahu. ama iş için, 5 saat uykuyla... cık.
neyse, kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olduğuna dair inancım kuvvetli. ordan kurtarırım belki.
dövmesi olanlara bi sorum var. basit ve yüzeysel bi soru:
şimdiye kadar hamle yapmadıysam dövme için, arada kendimden bile fena halde sıkıldığımdan. bi ömür aynı noktada aynı motif... insan evlenirken bile bin kez düşünüyo ve boşanmak dövme sildirmekten daha kolay. üstelik burda kendi kendinizesiniz. vuhuhuu. zor. ikna edin hadi nolur. yoksa niyetliyim ben, ne olacağı filan belli. sadece sıkılmaktan deli gibi korkuyorum. bence zihinsel anlamda hala bi çekirgeyim bu konuda. senseilerden bilgi lazım. ciddiyim. ufak diil ama 15 cm filan dövme. ona göre.
bi de peanutbutter çok güzel sinirlenir. bakınız.
köpükbulut. bulutköpüğü. puf puf puf. güzel gülenlerle güzel günler. dağılabilirsiniz.
hadi kalktı diyelim, bu iş için olmamalı. ne bileyim, sürpriz kahvaltı hazırlamak için olabilir. çok aşıktır uyku tutmuyodur. bebek emzirmek için olabilir. maket uçak yapıcaktır. ay sabah koşusu bile olabilir yahu. ama iş için, 5 saat uykuyla... cık.
neyse, kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olduğuna dair inancım kuvvetli. ordan kurtarırım belki.
dövmesi olanlara bi sorum var. basit ve yüzeysel bi soru:
sıkılmıyo musunuz?
şimdiye kadar hamle yapmadıysam dövme için, arada kendimden bile fena halde sıkıldığımdan. bi ömür aynı noktada aynı motif... insan evlenirken bile bin kez düşünüyo ve boşanmak dövme sildirmekten daha kolay. üstelik burda kendi kendinizesiniz. vuhuhuu. zor. ikna edin hadi nolur. yoksa niyetliyim ben, ne olacağı filan belli. sadece sıkılmaktan deli gibi korkuyorum. bence zihinsel anlamda hala bi çekirgeyim bu konuda. senseilerden bilgi lazım. ciddiyim. ufak diil ama 15 cm filan dövme. ona göre.
bi de peanutbutter çok güzel sinirlenir. bakınız.
köpükbulut. bulutköpüğü. puf puf puf. güzel gülenlerle güzel günler. dağılabilirsiniz.
27 Haziran 2008 Cuma
so damn glamourous she spits glitter
şu an o kadar beyin hücrem yok, hatırlayamıyorum; ama felaket habercisi bi şarkı vardı:
sıcak.. çok sıcak.. sıcak.. daha da sıcaak olucaak...
aynen. kesin olucak. bu yaz komşunun ördeği kadar şanslıysam bi miktar yüzebilirim, azıcık. onun dışında burası bu gidişle sıcak ne, başka bi şi olucak. cehennem hava alıyo der Sabuş, öyle valla.
balıkçılık, arıcılık, ormancılık, temiz su, sağlık, istihdam, tarım, hayvancılık, mültecilerle ilgili sorunlar denince akla.. ööeh. takatim kalmadı be blog. hem cam kenarında soğan kızartan bi grup deliye komşu diyorum. insaf. ördeğine vericek heralde.
sıcaktan büzüştüm. vücudumda su kalmadı resmen.
gözüm yolda, elim klavyede, aklım duşta.
bitti olsun şu proje nolur. çok yorgunum günlerdir. ve yarına sarkmasın nolur. lütfen.
zira... çok aşığım ben.
iyi bi bahanem var bence. başka da bi şeyim yok zaten. bi de yelpaze.
sıcak.. çok sıcak.. sıcak.. daha da sıcaak olucaak...
aynen. kesin olucak. bu yaz komşunun ördeği kadar şanslıysam bi miktar yüzebilirim, azıcık. onun dışında burası bu gidişle sıcak ne, başka bi şi olucak. cehennem hava alıyo der Sabuş, öyle valla.
balıkçılık, arıcılık, ormancılık, temiz su, sağlık, istihdam, tarım, hayvancılık, mültecilerle ilgili sorunlar denince akla.. ööeh. takatim kalmadı be blog. hem cam kenarında soğan kızartan bi grup deliye komşu diyorum. insaf. ördeğine vericek heralde.
sıcaktan büzüştüm. vücudumda su kalmadı resmen.
gözüm yolda, elim klavyede, aklım duşta.
bitti olsun şu proje nolur. çok yorgunum günlerdir. ve yarına sarkmasın nolur. lütfen.
zira... çok aşığım ben.
iyi bi bahanem var bence. başka da bi şeyim yok zaten. bi de yelpaze.
26 Haziran 2008 Perşembe
geryik.
çok sıcak. camı açınca kmler ötesinden mamak kokuyo. alt kat komşumuz yavru ördek almış o vaklıyo. 3 gündür aralıksız siren gibi, kulak tırmalayan bi frekansta huysuzluk eden bi velet ve onun ergen/loğusa/ menopozlu annesinin yine siren gibi bağırışı inliyo. camı açamıyorum. camı açmayı deli gibi istiyorum oysa... zira şu an, tam şu an oturduğum sandalye dahil her şey elektirikli battaniye gibi. deliricem.
Sudan daha sıcak tabii. bu aralar yağışlıymış gerçi. karla değil çamurla kapalı yollar. güney sudanda arıcılık yapılıyo, biliyo muydunuz. ben de bilmiyodum. güney sudanda 5 yaşın altındaki her 4 çocuktan biri su kaynaklı hastalığa yakalanıyo ve çoğu ölüyo. bunu bilmek yaz vakti üşütebiliyo aslında. çarpıcı istatistik açlığımız var di mi. hangi kampanya en fenasını söyliycek... neydi o konser, live 8 miydi, parmak şıklatıp "şık.. şık.. her saniye biri ölüyo... şık..şık.." filan yapmıştı bono. yanında da bi bob geldof. etkilenmeliydik galiba ama nefret etmiştim ben onlardan yine. bono'yu southpark ekibine teslim ediyorum. evet bu ara işim bolca sudan, güneydoğu sudan'da bir minik havza, içinde 250 bin kişi.
neyse, sudan filan derken, yıllar yıllar öncesinden bi kare geldi bugün gözümün önüne. tek bi cümleden, "aman allahım hala var o hastalık" diye kalakaldığım...
bi derginin içinde bi ilan. 6-7 yaşında bi kız, çamurlu bi su var elinde bi kase. su bile yok, çamur resmen. diğer elinde de metal bi boru, filtreymiş. kız ışık ışık gülümsüyo. lise 1 miyim neyim heralde, belki daha küçük. o filtrelerden halka dağıtan bi STK'nın ilanı, yardım istiyolar. valla atmiym ama, tanesi 1 lira filan mı ne, öyle bi para. filtrenin faydası şöyle:
o pis suyu içince bağırsak parazitleri oluyo haliyle. kurt, tenya ne varsa işte. bunlardan bi tanesi var ki, ilaçla filan düşürmesi çok zor, zaten su yokken ilaç nerden olsun.. belli bi boya gelince bağırsağı terkedip, bacağınızdan aşağıya doğru ilerliyo. resmen vücudunuzdan aşağı bi tenya, içinizde, ilerliyo. ta ki ayak parmağınıza gelene kadar. sonra tırnağınızla etiniz arasındaki o tek boşluktan vücudu terk ediyo. yavaş yavaş, ordan çıkıyo. milim milim. saatlerce, 1 m boyundaki o tenyadan kurtulmayı bekliyosunuz. ama filtre varsa, tenya yok.
ilandaki kız şöyle diyo:
"bu kurttan daha önce düşürdüm. tırnağımdan çıkması 6 saat sürdü. filtre kullanma sırasını beklemek zor, bazen dayanamayıp içiyorum suyu. bende yine kurt var ve çıkacağı anın gelmesini hiç istemiyorum."
böyle basit bi şi.
resim altı ek bilgi: filtre başına bin kişi düşüyor.
bin. ortak kullanılan filtrelerden kapılan hastalık konusuna girmemişler bile.
bu ilandan, o kızın gülüşünden, 6 saat boyunca tırnağımdan tenya çıkması ihtimalinin dehşetinden... fazlaca etkilenmiştim. o ülke sudan mıydı bilmiyorum, sanmıyorum. ama günlerce aylarca düşündüm, o kızın ikinci kez 6 saat boyunca... ah. elindeki filtreyle gülümseyişi... çocukken de sulugözdüm ben. sonra unuttum, arkalarına attım hafızamın. ama bugün çok gafil avladı o kız beni. ve şimdi, o ilanın her bi satırı, rengi, capcanlı ve parlak, aklımda.
aklımda aklımda aklımda.
Sudan daha sıcak tabii. bu aralar yağışlıymış gerçi. karla değil çamurla kapalı yollar. güney sudanda arıcılık yapılıyo, biliyo muydunuz. ben de bilmiyodum. güney sudanda 5 yaşın altındaki her 4 çocuktan biri su kaynaklı hastalığa yakalanıyo ve çoğu ölüyo. bunu bilmek yaz vakti üşütebiliyo aslında. çarpıcı istatistik açlığımız var di mi. hangi kampanya en fenasını söyliycek... neydi o konser, live 8 miydi, parmak şıklatıp "şık.. şık.. her saniye biri ölüyo... şık..şık.." filan yapmıştı bono. yanında da bi bob geldof. etkilenmeliydik galiba ama nefret etmiştim ben onlardan yine. bono'yu southpark ekibine teslim ediyorum. evet bu ara işim bolca sudan, güneydoğu sudan'da bir minik havza, içinde 250 bin kişi.
neyse, sudan filan derken, yıllar yıllar öncesinden bi kare geldi bugün gözümün önüne. tek bi cümleden, "aman allahım hala var o hastalık" diye kalakaldığım...
bi derginin içinde bi ilan. 6-7 yaşında bi kız, çamurlu bi su var elinde bi kase. su bile yok, çamur resmen. diğer elinde de metal bi boru, filtreymiş. kız ışık ışık gülümsüyo. lise 1 miyim neyim heralde, belki daha küçük. o filtrelerden halka dağıtan bi STK'nın ilanı, yardım istiyolar. valla atmiym ama, tanesi 1 lira filan mı ne, öyle bi para. filtrenin faydası şöyle:
o pis suyu içince bağırsak parazitleri oluyo haliyle. kurt, tenya ne varsa işte. bunlardan bi tanesi var ki, ilaçla filan düşürmesi çok zor, zaten su yokken ilaç nerden olsun.. belli bi boya gelince bağırsağı terkedip, bacağınızdan aşağıya doğru ilerliyo. resmen vücudunuzdan aşağı bi tenya, içinizde, ilerliyo. ta ki ayak parmağınıza gelene kadar. sonra tırnağınızla etiniz arasındaki o tek boşluktan vücudu terk ediyo. yavaş yavaş, ordan çıkıyo. milim milim. saatlerce, 1 m boyundaki o tenyadan kurtulmayı bekliyosunuz. ama filtre varsa, tenya yok.
ilandaki kız şöyle diyo:
"bu kurttan daha önce düşürdüm. tırnağımdan çıkması 6 saat sürdü. filtre kullanma sırasını beklemek zor, bazen dayanamayıp içiyorum suyu. bende yine kurt var ve çıkacağı anın gelmesini hiç istemiyorum."
böyle basit bi şi.
resim altı ek bilgi: filtre başına bin kişi düşüyor.
bin. ortak kullanılan filtrelerden kapılan hastalık konusuna girmemişler bile.
bu ilandan, o kızın gülüşünden, 6 saat boyunca tırnağımdan tenya çıkması ihtimalinin dehşetinden... fazlaca etkilenmiştim. o ülke sudan mıydı bilmiyorum, sanmıyorum. ama günlerce aylarca düşündüm, o kızın ikinci kez 6 saat boyunca... ah. elindeki filtreyle gülümseyişi... çocukken de sulugözdüm ben. sonra unuttum, arkalarına attım hafızamın. ama bugün çok gafil avladı o kız beni. ve şimdi, o ilanın her bi satırı, rengi, capcanlı ve parlak, aklımda.
aklımda aklımda aklımda.
25 Haziran 2008 Çarşamba
caravaggio
caravaggio denen çok sevgili italyan ressamın resimlerinden çok etkileniyorum. ışıktan çok karanlığı, gölgeyi kullanmasından, kompozisyonlarından. gombrich'in anlatışından da kaynaklanıyo olabilir, beynim yıkanmış olabilir. bilmem. ama büyük bi saygım var, kimin yok ki. modern resmin başlangıcı sayılan bir sanatı var. ayrıca, wikipedia der ki, hafif delişmen biriymiş, birini öldürmüş, ölüsüne para ödülü konunca malta'ya kaçmış, hep birileriyle kavgalıymış.
neyse, bolca dini kompozisyon resmetmiş bu 1572-1610 kişisi. fırçasıyla kafa tutmuş kiliseye, kendince. fırçasındaki sanatı kiralamış kilise bolca, kendi gördükleri gibi resmetsin diye azizleri ve isayı. o fırçayı tutan adamın görüşünü beğenmemişler mesela. reddedilmiş kimi resimleri, tekrar çizdirilmiş. fırçayı tutan adam, sadece azizleri değil, dini çizmiş aslında. islam'da resim olmayışından naşi (ki naşi çok güzel bi kelimedir) bir ressamın din adamlarına, din anlayışına kafa tutması sanatıyla olmadı elbet. şii toplumlarda da olmamıştır bence, hz.ali resimleri arasında ne kadar fark vardır mesela, pek bilmiyorum. ama 17. yüzyılın başında bir ressam ve kilise arasındaki bu görüş farkı, çatışması ve inadı, elbet o topluma bi fayda sağlamıştır... illa martin luther'le olup bitmedi haliyle avrupanın kiliseyle derdi. neyse, konuşmak yerine efendim, göstereyim:
kilise caravaggio'nun Aziz matta'yı resmetmesini ister. matta malum incili yazan azizlerden, 4'e indiriliyo filan hani iznik'te. di mi öyleydi. neyse işte, bizim matta, matthew, matta incilini yazmış haliyle. 1945'te yanmış bu resim, fotoğrafları kalmış. caravaggio aşağıdaki şekilde resmeder: Matta yaşlı ve cahil bir köylü gibi, çıplak ayaklı ve şaşkın. elleri ayakları kaba saba, oturuşu bile eğreti (hatta ayak tabanı cemaate dönük). bilgelikten ziyade ürkek, elini meleğe teslim etmiş. melek şefkatle incili yazdırıyor matta'ya, matta'nın suratında kendi yaptığına şaşar bi ifade, kaşlar havada. bence çok insani, sevimli, hatta saf bi resim. bir köylünün, sıradan bir adamın DA aziz olabileceğini gösteren bir kompozisyon. hani maksat inancı güçlendirmekse..
velakin kilise tarafından reddedilir. kilise reform sonrası restorasyon kilisesi. caravaggio'ya bi ayar çekerler ve o da isteğe uygun (müşteri memnuniyeti) yeni bir kompozisyon yapar ve bu kez beğenilir. kilisenin mattası daha ziyade şöyledir:
sanat uzmanı olmaya gerek yok farkı görmek için. alim matta, yazmaya oturmuş, melek de ona yardımcı oluyo tahminen. bilemem dini detaylarını. masası ve sandalyesiyle, dökümlü kumaşıyla, bu mattanın daha bi şık ve hatta "jön" olduğu kesin. işbilir haliyle, meleğe "tamam kaptan, görev anlaşıldı" der gibi bakıyo nerdeyse. şüphesiz kilisenin cemaati olan köylülerden çok finansörü olan seçkinlere benziyo. belki kardinali model almıştır caravaggio hatta.
favori resmimle kapatıyorum. burda da efendim, isanın bi mucizesi resmedilmiş. inanmayan havarisi inanç tazeliyo sanırım. soldaki malum, isa. merakla bakan, yine köylü, cahil ve üstü başı yırtık adamlar da havarileri. St. thomas'mış hatta o parmağını uzatan. isanın gömüldükten sonra dirilişine şahit olmadığı için, "aa yaralarına parmağımı sokmadan inanmam" gibi bi şi diyo galiba. neyse işte, dediğim gibi, detayları bulanık haliyle. hiçbirinin başında hareler yok, şaşkınlık var. üstelik yaşlı başlılar. ve bu kadar önemli bi konunun kompozisyonu neredeyse mum ışığında gibi, bol gölgeli ve karanlık. ışık nerdeyse isanın arkasından geliyo gibi. çok canlı, hatta kanlı canlı.
işte bu da böyle bi şi efendim.
2008 yılı itibariyle hala, nobel alan yazarının politik olmasına şaşan bi ülkedeyiz malum. politika için illa kelime gerekmediğini düşünüyorum. beğensek de beğenmesek de, var politik bi halleri sanki bu sanatçı takımının. az gelir, çok gelir, ters gelir.. ama var. bakıyoruz yıl 1607, o zaman da varmış, hala var. nobel almayanlarda da var hatta, inanamazsınız. mimarda, heykeltraşta, ressamda, şairde.. var bi haller. toplumculuk değil bu illa, duruş. beni bizi inşa etmek değil, kendini bilmek. eh, bırakınca iki ayak üstünde durabilsinler di mi sanatçılar, sağdan soldan omuz verilmeden...
böyle de bağlarım, hiç acımam.
22 Haziran 2008 Pazar
pinek
-lemek.
bugün bütün gün. yorucu işmiş vesselam.
50. yaş doğumgünü kutlamaları sezonu açıldı çevremde. ilki gayet renkli ve eğlenceliydi. özellikle şarap -şarap-şarap- çikolatalı kek (ki piinatbatırcım tatlı+şarap formülünün etkilerini denediğimiz o meşhur gecede bana destek olan ikinci kobaydır) sonrasında topuklarla çimde twist ve jive'a kalkıştığım an eğlenceliydi sanırım. çime saplanmadım, düşmedim ve eğlendim işte. hıh. ayrıca bu kuşağın "devrim yapıcaz derken dans etmemişsiniz siz hiç" gibi saçmalamalarıma katlanıyo olması güzel. "zafer işaretini göz hizasından yanlamasına çekerek pulp fiction havası yakalamakla olmuyo, devrimci hareketler bunlar" filan dedim. hatta dikkat ettim, sol yumruk sallama alışkanlıkları var ritm tutarken. olgun arkadaşlarım ve ben. hohoyt. anneminki de yolda. bu kabotaj bayramı... vapur kiralasam diyorum. bayraklarla mesaj veririm. gökçek botanik parkına yapay göl yapsın bari hatrıma. procem var melih bey. neyse yani, ayaklarım çok ağrıyo özetle. alışık diilim.
şu an orda olabilirdim ama diilim. olsun varsın. şu an evde çok huzurluyum ki pek olmaz.
özlüyorum çok. uzanıp dinlenmeyi. ertelenmiş günlük şeyleri özlüyorum. ah bu blogun kuralları olmasaydı daha neler anlatırdım ama var işte. şoray kirpikleri gibi bi şi. kitabım var benim okurum.
daha önce burda bi yerde bahsi geçmiş büyük, kahverengi kahve kupamı çok sevdiğimi bi kez daha belirtirim. kırk yılda bir kahve içsem de bana sütlü kahve içme isteği veren, fıçımsı şey. dümdüz ama şık bi şi. içinde çay varsa da olur. ipek ongun görse bayılırdı. bu kupanın gözümün önüne getirdiği sahneler hep bi şi okuma-yazmayla ilgili. tez buhranlarında eşlik ettiği için olabilir, o amaçla alındığı için olabilir. neyse işte. possessions possessions. eşyayla platonik duygusal bağlar kurmanın anlamı sorgulanabilir tabii. ama hangimizin uğrulu kalemi yoktu ki sorarım. uğurlu çakıl taşı bile olan biriydim ben minikken. nası bi uğur getirdiğini düşünüyosam artık.
bissürü şarkı madem. napalım.
bugün bütün gün. yorucu işmiş vesselam.
50. yaş doğumgünü kutlamaları sezonu açıldı çevremde. ilki gayet renkli ve eğlenceliydi. özellikle şarap -şarap-şarap- çikolatalı kek (ki piinatbatırcım tatlı+şarap formülünün etkilerini denediğimiz o meşhur gecede bana destek olan ikinci kobaydır) sonrasında topuklarla çimde twist ve jive'a kalkıştığım an eğlenceliydi sanırım. çime saplanmadım, düşmedim ve eğlendim işte. hıh. ayrıca bu kuşağın "devrim yapıcaz derken dans etmemişsiniz siz hiç" gibi saçmalamalarıma katlanıyo olması güzel. "zafer işaretini göz hizasından yanlamasına çekerek pulp fiction havası yakalamakla olmuyo, devrimci hareketler bunlar" filan dedim. hatta dikkat ettim, sol yumruk sallama alışkanlıkları var ritm tutarken. olgun arkadaşlarım ve ben. hohoyt. anneminki de yolda. bu kabotaj bayramı... vapur kiralasam diyorum. bayraklarla mesaj veririm. gökçek botanik parkına yapay göl yapsın bari hatrıma. procem var melih bey. neyse yani, ayaklarım çok ağrıyo özetle. alışık diilim.
şu an orda olabilirdim ama diilim. olsun varsın. şu an evde çok huzurluyum ki pek olmaz.
özlüyorum çok. uzanıp dinlenmeyi. ertelenmiş günlük şeyleri özlüyorum. ah bu blogun kuralları olmasaydı daha neler anlatırdım ama var işte. şoray kirpikleri gibi bi şi. kitabım var benim okurum.
daha önce burda bi yerde bahsi geçmiş büyük, kahverengi kahve kupamı çok sevdiğimi bi kez daha belirtirim. kırk yılda bir kahve içsem de bana sütlü kahve içme isteği veren, fıçımsı şey. dümdüz ama şık bi şi. içinde çay varsa da olur. ipek ongun görse bayılırdı. bu kupanın gözümün önüne getirdiği sahneler hep bi şi okuma-yazmayla ilgili. tez buhranlarında eşlik ettiği için olabilir, o amaçla alındığı için olabilir. neyse işte. possessions possessions. eşyayla platonik duygusal bağlar kurmanın anlamı sorgulanabilir tabii. ama hangimizin uğrulu kalemi yoktu ki sorarım. uğurlu çakıl taşı bile olan biriydim ben minikken. nası bi uğur getirdiğini düşünüyosam artık.
bissürü şarkı madem. napalım.
20 Haziran 2008 Cuma
virginia frijitti.
pazartesi günü bir 20 yaş dişimden daha arınıcam. bu seferki iltahap yaptı çenem acıyo filan ama gözümü korkutmuyo; çünkü hep çok rahat çekildiler, ağrısı az, kanaması daha da az, 1 haftalık süreler en fazla. sağlık bültenim bu şekilde. bugün şu an tam şu an, bana bahane olan bütün geciktirici engeller ortadan kalktı. bağlarım koptu, işlerim durdu, 20 yaş dişimden gelicek muhtemel ağrı dışında hiiiiiiiç bi derdim yok. tek derdim: kendim. yaşasın. di mi? yaşasındır tahminen. bir bilen çıkıp da "aha şimdi yandın" derse diye korkuyorum.
*-*
beş senede(5), bin kişi (1000) namus cinayetinde öldürülmüş. öldürenler hapiste krallar gibi karşılanmışlar, bi kısmı "haksız tahrik" indirimi de almıştır kesin. istanbulda her hafta biri öldürülüyor. bi kadın. yasak aşktan, tacizden, tecavüzden... kimbilir kimin ne kuralına uymadı diye, ölmesi gerektiği için. birisi sizin ölmeniz gerektiğini düşünse, ne kurtarabilir ki sizi onların elinden? kapatılan sığınma evleri mi? 3 çocuk doğurmak mı? tecavüz edilince öleceğinizi bilmek... tecavüz edeni düşünüyor insan: tecavüz yetmiyor bir de o kadının ölüm fermanını imzalıyor kendi elleriyle. tahminen de akrabası, aile meclisindeki forsu hiç azalmıyor. belki de apoletleri katlanıyordur. insanın içinde bitmeyen bir öfke uyandırıyor bu. nefret, öfke, hırs. bir sürü siyah-bordo hisler uyanıyo insanın içinde. kaynayan zift gibi hisler.
sanki yolda sadece yürüyen vajinalar gören bir ülkedeyiz. vajinayım ben, vajinasın sen. hooop vajinalar. birilerinin vajinası ama, kendine ait bile değil. virginia hatalı. odaya gelene kadar, kadınlara önce "kendine ait bir vajina" gerek. odaymış, sanat yapıcakmış. ha yaptın virginiam gülüm. adın çıkmış frijite sen hala oda filan... bak 2008, isviçreden bildiriyo basın: efendim sarhoş rus taraftar önce barda içkisini içmiş, sonra en yakın genelevi sormuş, sonra dönüp herkese bira ısmarlamışmış. kah kah kah. içkinin yanında bir servis olarak sunulan kadınlar. bir gün bi kadın da sorabilecek mi acaba barmene, "en yakın genelev nerde" diye. soramayacak işte. isviçre'de bile taş yağar başına. hop köşe başında bi çabuk zevklenip gelmesi bir kadının-- naman nallahım. hiiiiç sanmam. erkek sevişir, sahip olduğu ya da kiraladığı vajinalarla ve penis, ah penis bir kudret timsali, sahibinin haklı gururu. parasını verir ya da ömrünü sonlandırır o vajinaların. ve penistapar kadınlar da şak şaklar gururla. totemlerini pek bi severler. besler büyütür. freud paşadan pek hazzetmesem de en azından bugün penis şeklinde totem dikilse anında müritleri olacağını bildiğim milyonlar dolaşıyor sokakta, erkek ve kadın.
içimdeki öfkeyi anlatamam.
unutmama imkan bile yok. yok işte. kadınım ben. bas bas bas bağırıyolar bana. cuma günü saat 12'de kızılay alt geçide inersem, abdestini bozduğum onlarca adam bağırıyo yüzüme. mini etek denesem bi dükkanda, yan kabindeki kadın bağırıyor kaşları havada. hep bi gürültü: "vajinan var ve bu kötü bi şi!!". vajinayla ne geliyosa artık, ne yan anlamlar, ne beceriksizlikler, ne eksikliklerse meali... bi duvar düşünün, hep tosluyorsunuz, hep hatırlatıyor kendisini. çizgi filmlerde, karakterin tepesinde, bir tek ona yağan yağmur bulutu gibi. hep sizinle. her gün, en ufak olayda, sokak kapısından çıktığınız anda sizi süzen bakkal çırağıyla başlıyor yağmaya. hak görüyor süzmeyi bakmayı, ayıplamayı... bana baktıkça, bana, kardeşime, arkadaşlarıma... illa bas bas bağıran kadınlıksa duyulan, istendiğinde köşe başından zevkine kiraladıkları bir şeyse bende gördükleri... ikiyüzlüce peşinden koşup sonra da tek kurşunla uğruna öldürdükleri... öfke ne kelime, insan tarif edemez duygularını. tıkanır kalır.
ne farkı var acaba kız çocuklarını kuma gömmekten? görünmeyen, ağır bi gaz bulutuna gömülü yaşayan kadınlarla dolu etraf. otobüste yanınızda oturan kadının her gün birinden dayak yediğini bilmek, bir ters hareketiyle haksız tahrik-- şu dünyadan gitme ihtimaliyle yaşadığını bilmek niye normal ki? korkmak sahi, hep korkmak, ürkmek, iki kez düşünmek, kendine "sokaktaki erkekler" gözüyle bakıp üstünü başını düzeltmek mesela, kendin için, tanımadığın kadınlar için korkmak... niye normal ki?
sahi kudretli penis gurur aracıyken bebeklerinden beri, benim vajinam niye ölüm, taciz sebebi? niye ayıp ya? niye biri şımartılan arsız çocuk, diğeri külkedisi? niye niye niye?? ben ayaklı bi vajinadan ötesi olduğumu niye İSPAT etmeliyim ki? sürekli sürekli beynim DE var demek, bir ne demek cidden? en janjanlı binalarda iş başvurusu yaparken o vajinanız yine "her an doğurabilen" bir silah halinde dönüp yine sizi vuruyor. beynim DE var. doğurmak dışında isteklerim DE var. sırtımı birisine yaslamadan yaşama ideallerim DE var. kendime, aileme, hayata karşı namus dışında sorumluluklarım DA var. sen anlat bacım.. aa konuşan vajina! peh. boşlukta yankılan ve fade out. vajinismus topraklarında kime ne anlatıcaksın.. o kadar yorucu ki bazen.
kimbilir, o namus cinayeti işleyenler kendileriyle ilgili gazete küpürünü ranzalarının köşesine asıyolardır belki, gururla. kadınlarsa birer kaynayan zift kazanı. bazıları en azından... bu hafta yine orda bir kadın, üstünde hak bile iddia edemediği vajinası yüzünden kimbilir nasıl bir korku ve acıyla ölecek. tuhaf... kendi seçmediği sıfatlarla doğan vajinasız kadınlar oysa hepsi.
vajinasız birer "yürüyen vajina".
*-*
beş senede(5), bin kişi (1000) namus cinayetinde öldürülmüş. öldürenler hapiste krallar gibi karşılanmışlar, bi kısmı "haksız tahrik" indirimi de almıştır kesin. istanbulda her hafta biri öldürülüyor. bi kadın. yasak aşktan, tacizden, tecavüzden... kimbilir kimin ne kuralına uymadı diye, ölmesi gerektiği için. birisi sizin ölmeniz gerektiğini düşünse, ne kurtarabilir ki sizi onların elinden? kapatılan sığınma evleri mi? 3 çocuk doğurmak mı? tecavüz edilince öleceğinizi bilmek... tecavüz edeni düşünüyor insan: tecavüz yetmiyor bir de o kadının ölüm fermanını imzalıyor kendi elleriyle. tahminen de akrabası, aile meclisindeki forsu hiç azalmıyor. belki de apoletleri katlanıyordur. insanın içinde bitmeyen bir öfke uyandırıyor bu. nefret, öfke, hırs. bir sürü siyah-bordo hisler uyanıyo insanın içinde. kaynayan zift gibi hisler.
sanki yolda sadece yürüyen vajinalar gören bir ülkedeyiz. vajinayım ben, vajinasın sen. hooop vajinalar. birilerinin vajinası ama, kendine ait bile değil. virginia hatalı. odaya gelene kadar, kadınlara önce "kendine ait bir vajina" gerek. odaymış, sanat yapıcakmış. ha yaptın virginiam gülüm. adın çıkmış frijite sen hala oda filan... bak 2008, isviçreden bildiriyo basın: efendim sarhoş rus taraftar önce barda içkisini içmiş, sonra en yakın genelevi sormuş, sonra dönüp herkese bira ısmarlamışmış. kah kah kah. içkinin yanında bir servis olarak sunulan kadınlar. bir gün bi kadın da sorabilecek mi acaba barmene, "en yakın genelev nerde" diye. soramayacak işte. isviçre'de bile taş yağar başına. hop köşe başında bi çabuk zevklenip gelmesi bir kadının-- naman nallahım. hiiiiç sanmam. erkek sevişir, sahip olduğu ya da kiraladığı vajinalarla ve penis, ah penis bir kudret timsali, sahibinin haklı gururu. parasını verir ya da ömrünü sonlandırır o vajinaların. ve penistapar kadınlar da şak şaklar gururla. totemlerini pek bi severler. besler büyütür. freud paşadan pek hazzetmesem de en azından bugün penis şeklinde totem dikilse anında müritleri olacağını bildiğim milyonlar dolaşıyor sokakta, erkek ve kadın.
içimdeki öfkeyi anlatamam.
unutmama imkan bile yok. yok işte. kadınım ben. bas bas bas bağırıyolar bana. cuma günü saat 12'de kızılay alt geçide inersem, abdestini bozduğum onlarca adam bağırıyo yüzüme. mini etek denesem bi dükkanda, yan kabindeki kadın bağırıyor kaşları havada. hep bi gürültü: "vajinan var ve bu kötü bi şi!!". vajinayla ne geliyosa artık, ne yan anlamlar, ne beceriksizlikler, ne eksikliklerse meali... bi duvar düşünün, hep tosluyorsunuz, hep hatırlatıyor kendisini. çizgi filmlerde, karakterin tepesinde, bir tek ona yağan yağmur bulutu gibi. hep sizinle. her gün, en ufak olayda, sokak kapısından çıktığınız anda sizi süzen bakkal çırağıyla başlıyor yağmaya. hak görüyor süzmeyi bakmayı, ayıplamayı... bana baktıkça, bana, kardeşime, arkadaşlarıma... illa bas bas bağıran kadınlıksa duyulan, istendiğinde köşe başından zevkine kiraladıkları bir şeyse bende gördükleri... ikiyüzlüce peşinden koşup sonra da tek kurşunla uğruna öldürdükleri... öfke ne kelime, insan tarif edemez duygularını. tıkanır kalır.
ne farkı var acaba kız çocuklarını kuma gömmekten? görünmeyen, ağır bi gaz bulutuna gömülü yaşayan kadınlarla dolu etraf. otobüste yanınızda oturan kadının her gün birinden dayak yediğini bilmek, bir ters hareketiyle haksız tahrik-- şu dünyadan gitme ihtimaliyle yaşadığını bilmek niye normal ki? korkmak sahi, hep korkmak, ürkmek, iki kez düşünmek, kendine "sokaktaki erkekler" gözüyle bakıp üstünü başını düzeltmek mesela, kendin için, tanımadığın kadınlar için korkmak... niye normal ki?
sahi kudretli penis gurur aracıyken bebeklerinden beri, benim vajinam niye ölüm, taciz sebebi? niye ayıp ya? niye biri şımartılan arsız çocuk, diğeri külkedisi? niye niye niye?? ben ayaklı bi vajinadan ötesi olduğumu niye İSPAT etmeliyim ki? sürekli sürekli beynim DE var demek, bir ne demek cidden? en janjanlı binalarda iş başvurusu yaparken o vajinanız yine "her an doğurabilen" bir silah halinde dönüp yine sizi vuruyor. beynim DE var. doğurmak dışında isteklerim DE var. sırtımı birisine yaslamadan yaşama ideallerim DE var. kendime, aileme, hayata karşı namus dışında sorumluluklarım DA var. sen anlat bacım.. aa konuşan vajina! peh. boşlukta yankılan ve fade out. vajinismus topraklarında kime ne anlatıcaksın.. o kadar yorucu ki bazen.
kimbilir, o namus cinayeti işleyenler kendileriyle ilgili gazete küpürünü ranzalarının köşesine asıyolardır belki, gururla. kadınlarsa birer kaynayan zift kazanı. bazıları en azından... bu hafta yine orda bir kadın, üstünde hak bile iddia edemediği vajinası yüzünden kimbilir nasıl bir korku ve acıyla ölecek. tuhaf... kendi seçmediği sıfatlarla doğan vajinasız kadınlar oysa hepsi.
vajinasız birer "yürüyen vajina".
19 Haziran 2008 Perşembe
ankarada dolu.
taaaaam 140 cm uzunluğunda bi fularım var. allahım adeta alice gibiyim, her tür oran-orantı kaydı gitti, ya onlar büyük ya ben. nezleyim. nezleyim. nezleyim. nezleyim. nezleyim. uzun fular seviyorum. anneannemin parıltılarını seviyorum, minik minik ve uyumlu. kardeşimin 6 yıldır doğumgünü kutlamama inadını seviyorum. annemin 6 yıldır en az 6 gün boyunca "bu çocuk niye kutlamıyo" söylenmelerini seviyorum. patronumun "şimdilik boşsun, bi o kadar hoşsun ve ben bir gece ansızın tonla iş yıkabilirim" mesajını-- sevmeyi öğreniyorum. kitaplarımı devir devir devirecek zamanımın olmasını, iş aramaya başlayacak olmayı, akan burnuma rağmen seviyorum. bi anda dolu yağmasını da. hatta itiraf ediyorum, dolu yağarken dışarda olmayı seviyorum. tuhaf bi şekilde büyüleyici geliyo. küçükken de çatıdan dalga dalga akmasını izlerdim. özlüyorum bi de ben of.
gururla- ve sonunda- duyururum: çevre ve kalkınma konusunda eleman arayan varsa, buyrun benim (böyle bi elemanı kim arar, hakikaten bilmiyorum aslında). o çok popüler "sürdürülebilirlik" kelimesini cümleyi geçtim, paragraflar içinde kullanabilirim ve her biri kulağa mantıklı gelir. ama rica edicem "sürdürülebilir sömürü" temalı şeyler olmasın, kaşıntı yapoor. hohoyt böyle de havalı bi işsizim ben monşer, olmayan işleri beğenmem filan.
bu da böyle boş bi perşembe. ne kadar B harfi oldu bi cümlede..
gururla- ve sonunda- duyururum: çevre ve kalkınma konusunda eleman arayan varsa, buyrun benim (böyle bi elemanı kim arar, hakikaten bilmiyorum aslında). o çok popüler "sürdürülebilirlik" kelimesini cümleyi geçtim, paragraflar içinde kullanabilirim ve her biri kulağa mantıklı gelir. ama rica edicem "sürdürülebilir sömürü" temalı şeyler olmasın, kaşıntı yapoor. hohoyt böyle de havalı bi işsizim ben monşer, olmayan işleri beğenmem filan.
bu da böyle boş bi perşembe. ne kadar B harfi oldu bi cümlede..
18 Haziran 2008 Çarşamba
ben her yaz başı nezle olurum.
istanbul'dan her dönüşüm şöyle: ankara'ya 2 gün küs, sonra 2 gün gaza gel, sonra 2 dakikada atalete teslim ol. ataletin bu mu dünya, resmen.
bi de saçlarımı kestirdim. kuaför "içimdeki karavel" isimli çalışmasıyla beni sınadı, adeta 1950ler, ben fırınından kurabiyelerini çıkarmış, sevinçle televizyonuna koşan kadın. nayır nolamaz. neyse yendik bunları, geçtik bunları, kökü bende, fön makinası da bende.
ilk kez etek diktiriyorum. nedenini bilmiyorum. ucuz kumaş olabilir, anlık saçmalama olabilir, lacivert ortancalar olabilir, ilk kez bi terziden korkmadığım için olabilir. çok heyecanlıyım. terziye bir sürü dikiş terimi içeren, bir sürü cümle kurdum ve galiba yarısına yakını filan doğruydu. hiç olmadı "bööle olsun sonra bööle olmasın ama şööle olsun" diye vücut dili kullandım.
bu arada, kumaş desenlerini kim tasarlıyo bilmiyorum ama annemle özellikle çiçekli kumaşlardaki psychedelic tatla (linkteki desenlere yakın şeyler gördüm cidden) eğlendik. böyle ışın demetleri arasında büyüyen kırmızı ve mor petunyalar filan.. derken kumaşın diğer yarısı sanki suda yansıma gibi bulanık. vuhuhu. kumaş boyasıyla kafayı bulmuş gibi. yanımdaki teyzelere söylemedim tabii, ayıp... ama bursa kumaş pazarı lucy'nin fezaya erdiği nokta olabilir. etek demişken, bir sürü fikrim, sıfır bilgim ve sıfıra yakın sabrım var. sanırım tek atımlık macera olarak kalıcak ve çok değerli fikirlerimi uygun bi ücret karşılığında singer sahibi kadınlara satıcam.
gelincik. bi de kırlangıç. batı kültürünün her haltı ölümle ilişkilendiren karamsarlığını bilemem ama benim için kırlangıç beklemektir, sabırdır, fırtınası olur onun. gelincik de mutluluk, müteşekkir mutluluklar, "iyi ki"ler, "tam zamanında"lar. öyle işte. gelincik ve kırlangıç da hmmm.... "beklenmedik sanılan mutlulukların aslında ne kadar uzun zamandır beklendiğini anlamak" olsun bari. fırtına sonrası.
bi de saçlarımı kestirdim. kuaför "içimdeki karavel" isimli çalışmasıyla beni sınadı, adeta 1950ler, ben fırınından kurabiyelerini çıkarmış, sevinçle televizyonuna koşan kadın. nayır nolamaz. neyse yendik bunları, geçtik bunları, kökü bende, fön makinası da bende.
ilk kez etek diktiriyorum. nedenini bilmiyorum. ucuz kumaş olabilir, anlık saçmalama olabilir, lacivert ortancalar olabilir, ilk kez bi terziden korkmadığım için olabilir. çok heyecanlıyım. terziye bir sürü dikiş terimi içeren, bir sürü cümle kurdum ve galiba yarısına yakını filan doğruydu. hiç olmadı "bööle olsun sonra bööle olmasın ama şööle olsun" diye vücut dili kullandım.
bu arada, kumaş desenlerini kim tasarlıyo bilmiyorum ama annemle özellikle çiçekli kumaşlardaki psychedelic tatla (linkteki desenlere yakın şeyler gördüm cidden) eğlendik. böyle ışın demetleri arasında büyüyen kırmızı ve mor petunyalar filan.. derken kumaşın diğer yarısı sanki suda yansıma gibi bulanık. vuhuhu. kumaş boyasıyla kafayı bulmuş gibi. yanımdaki teyzelere söylemedim tabii, ayıp... ama bursa kumaş pazarı lucy'nin fezaya erdiği nokta olabilir. etek demişken, bir sürü fikrim, sıfır bilgim ve sıfıra yakın sabrım var. sanırım tek atımlık macera olarak kalıcak ve çok değerli fikirlerimi uygun bi ücret karşılığında singer sahibi kadınlara satıcam.
gelincik. bi de kırlangıç. batı kültürünün her haltı ölümle ilişkilendiren karamsarlığını bilemem ama benim için kırlangıç beklemektir, sabırdır, fırtınası olur onun. gelincik de mutluluk, müteşekkir mutluluklar, "iyi ki"ler, "tam zamanında"lar. öyle işte. gelincik ve kırlangıç da hmmm.... "beklenmedik sanılan mutlulukların aslında ne kadar uzun zamandır beklendiğini anlamak" olsun bari. fırtına sonrası.
16 Haziran 2008 Pazartesi
henüz
dönmedim. hala istanbul. ama blogu özledim, meraba blog naber. iilik nossun. aç koynunu kuş konsun blog. dönmek istemiyorum ve dönüş hep çok sancılı. mezunlar günü güzeldi ama, minderi pofuduk yapıp üstünde zıplayan kız çocuğu güzeldi... ve diğer şeyler. kalmak istiyorum burda şimdi oturduğum noktada. ışıklı ve güzel günler görücez di mi çocuklar... evet blog.
teknolojiden çok şikayet eden ama her nimetinden faydalanan bi patronum var. ben elektronik aletlerden şikayet ettiğimi pek hatırlamıyorum. yani bozulunca filan, kaale alıp konuşuyorum bile kendileriyle... ama varlıklarından şikayetçi olmam pek. yok bilgisayarsız olsaydık, yok cep telefonu da neymiş filan-- uzak bana. zira var elimde, kullanıyorum, hem de hohohoyt doyasıya. haliyle şikayetçi olsam kimi kandırıcam. ay neyse uzun lafın kısası, internet büyük nimet. misal, hrant dink cinayetinde hop hop bazı forumlara giriyoduk, göktürkçemizi geliştiriyoduk, hafif bi counter strike tadı oluyodu ama olsun. şimdi de hop hop facebook'a giriyoruz (ki buna façabuk, façabok, feysbuk, feysbok gibi isimler de sık sık verilmekte) bi bakıyoruz ki: a-aa polis. grupları filan varmış. şirin. aslında üyelik ad-soyadla biliyosunuz, genelde öyle. yani burdan acaba suç duyurusu olabilir mi teknolojik filan? profillerinden fotoğraf seçeriz. forumları da vardır belki. yani zamanında suratımın ortasına göktürkçe küfür yemiştim ben, ki "tam anlamadım ama tuhaf bi şekilde tanıdık geldi" hissi veren bi cümleydi yanlış hatırlamıyosam... teknoloji olmasa ben o dilin ne olduğunu nasıl bilicektim diiğ mığ? güzel şey. şikayet etmeyin.
görmekten korktuğumuz şeyler en saf hatta çocuksu haliyle burda. fotoğraf filan seçiyolar kendilerini temsilen, işte gerekirse bi takma isim... yazı fontu filan, kırmızı italik. çaba var, özen var. acı verici olsa da, bunun için gösterilen bir özenin varlığı bence asıl mesele. nasıl anlatılır ki... hani yolda sokakta, kahvede anlık edilmiş bi laf değil. sesli düşünmek, topluca çıldırmak filan diil. özenli. kendisini nasıl sunduğuna dikkatli- ve ah gülüm, o en güzel olmak istiyor: en çılgın, en türk, en polis, en en en. en çarpıcı, en havalı. filmlerdeki çok şık kiralık katiller gibi mesela ya da olay yerine hep siyah bir kadife eldiven bırakan kadın katil gibi: izi var, ve o izden tanınmak istiyor. birinin ölümünden haz duyarken ve başkalarının ölmemiş oluşuna üzülürken kendisi, onu en cilalı haliyle tanıyın istiyor... çünkü: gururlu. gurur duyuyor yaptığıyla, düşündüğüyle."önce basını vurucan esas" derken gururlu, coşkulu ve testesteronlu, birbirlerine galeyan bi de. hepsi özen, birbirlerine "resmin çok güzel olmuş" diyolar.
merak ediyoruz di mi bazen, bu adamlar nasıl uyuyor geceleri diye? nasıl deliksiz bir uykudur o? biz yaptıklarına ve yapma ihtimali taşıdıkları şeylere sinirden kasılarak ağlarken mesela, bu adamlar ve kadınlar, nasıl sakinler bu kadar? nasıl sıçramıyolar yataklarından, nasıl sayıklamıyolar ve nasıl nasıl nasıl bunca gururlular? yatağında bütün gece, gururlu ve huzurlu?
yıldırımcığımın dediği gibi oysa: Vicdan, kişisel huzursuzluğun kaynağıdır.
tersten okursanız da anlamlı mı ne...
teknolojiden çok şikayet eden ama her nimetinden faydalanan bi patronum var. ben elektronik aletlerden şikayet ettiğimi pek hatırlamıyorum. yani bozulunca filan, kaale alıp konuşuyorum bile kendileriyle... ama varlıklarından şikayetçi olmam pek. yok bilgisayarsız olsaydık, yok cep telefonu da neymiş filan-- uzak bana. zira var elimde, kullanıyorum, hem de hohohoyt doyasıya. haliyle şikayetçi olsam kimi kandırıcam. ay neyse uzun lafın kısası, internet büyük nimet. misal, hrant dink cinayetinde hop hop bazı forumlara giriyoduk, göktürkçemizi geliştiriyoduk, hafif bi counter strike tadı oluyodu ama olsun. şimdi de hop hop facebook'a giriyoruz (ki buna façabuk, façabok, feysbuk, feysbok gibi isimler de sık sık verilmekte) bi bakıyoruz ki: a-aa polis. grupları filan varmış. şirin. aslında üyelik ad-soyadla biliyosunuz, genelde öyle. yani burdan acaba suç duyurusu olabilir mi teknolojik filan? profillerinden fotoğraf seçeriz. forumları da vardır belki. yani zamanında suratımın ortasına göktürkçe küfür yemiştim ben, ki "tam anlamadım ama tuhaf bi şekilde tanıdık geldi" hissi veren bi cümleydi yanlış hatırlamıyosam... teknoloji olmasa ben o dilin ne olduğunu nasıl bilicektim diiğ mığ? güzel şey. şikayet etmeyin.
görmekten korktuğumuz şeyler en saf hatta çocuksu haliyle burda. fotoğraf filan seçiyolar kendilerini temsilen, işte gerekirse bi takma isim... yazı fontu filan, kırmızı italik. çaba var, özen var. acı verici olsa da, bunun için gösterilen bir özenin varlığı bence asıl mesele. nasıl anlatılır ki... hani yolda sokakta, kahvede anlık edilmiş bi laf değil. sesli düşünmek, topluca çıldırmak filan diil. özenli. kendisini nasıl sunduğuna dikkatli- ve ah gülüm, o en güzel olmak istiyor: en çılgın, en türk, en polis, en en en. en çarpıcı, en havalı. filmlerdeki çok şık kiralık katiller gibi mesela ya da olay yerine hep siyah bir kadife eldiven bırakan kadın katil gibi: izi var, ve o izden tanınmak istiyor. birinin ölümünden haz duyarken ve başkalarının ölmemiş oluşuna üzülürken kendisi, onu en cilalı haliyle tanıyın istiyor... çünkü: gururlu. gurur duyuyor yaptığıyla, düşündüğüyle."önce basını vurucan esas" derken gururlu, coşkulu ve testesteronlu, birbirlerine galeyan bi de. hepsi özen, birbirlerine "resmin çok güzel olmuş" diyolar.
merak ediyoruz di mi bazen, bu adamlar nasıl uyuyor geceleri diye? nasıl deliksiz bir uykudur o? biz yaptıklarına ve yapma ihtimali taşıdıkları şeylere sinirden kasılarak ağlarken mesela, bu adamlar ve kadınlar, nasıl sakinler bu kadar? nasıl sıçramıyolar yataklarından, nasıl sayıklamıyolar ve nasıl nasıl nasıl bunca gururlular? yatağında bütün gece, gururlu ve huzurlu?
yıldırımcığımın dediği gibi oysa: Vicdan, kişisel huzursuzluğun kaynağıdır.
tersten okursanız da anlamlı mı ne...
9 Haziran 2008 Pazartesi
ist(em)iyorum
galiba istiyorum ama belki de istemiyorum. bazen harika bi fikir bazen saçmalama deryik. bazen on kaplan gücündeyim bazen ana rahmine dönmeliyim. bazen gün bitmiyor bazen gün yetmiyor. bazen ideallerim bazen liralarım. bazen 24 yaşındayım bazen 242. bazen taze bazen bezgin. bazen hayal bazen gerçek. bazen ben bazen hariç. bazen hemen bazen belki. bazen yarın bazen dün. bazen şimdi bazen üç aylık çeyrekler.
herkese oluyo biliyorum ama itiraf ediyorum: bu ara bu hal beni yoruyo. gerçekten çok yoruyo.
aklımdan geçen, içimi kıpır kıpır yapan fikirlere hamle yapmak, hamleyi düşünmek bile yoruyo. CV yenilemek gözümde büyüyo. hala belimden bağlı haber beklediğim, hayatımı askıya almış yerler var, onlar da yoruyo. elden ele işler beni yoruyo. gerçekten kıpır kıpır mıyım, onu bile bilmiyorum. çabuk heyecanlanamadığım gibi, çok çabuk vazgeçiyorum.
düşünmek bile yoruyo be. of.
ve yani ben bi arkadaşım olsam, ya da aile üyesi, dışardan biri, kesin kendime bakıp bakıp "bu kadar içlenene kadar şimdiye yapmıştın, bitmişti" derdim heralde. bana da deniyor netekim. yapmayı düşünmedim değil. ama iktisat ilmi der ki: risklerinizi biliniz, kısıtlarınızı biliniz, enseyi kollayınız. fayda-zarar analizi de veri eksiği varken yapılamaz. tahmini değerlerle de peynir gemisi yürümez.
ben bölümü bi türlü sevememiştim zaten.
bir evhanımı aritmatiğinden ötesini söyleyemedi bana şu an, bakınız.
tek başıma karar verebiliyo olmak isterdim. ben beceremediğimden değil de, öyle gerektiği için maalesef, bu ara tek başıma karar veremiyorum. karar alamıyorum mu denir yoksa. ne aldım ne verdim işte amaaan. fazla içime döndüm, kendimi yemekle meşgulüm ve bu blog da giderek öyle bi hal alıyo. ben kendimi canlı yayında yiyorum gibi.
herkese oluyo biliyorum ama itiraf ediyorum: bu ara bu hal beni yoruyo. gerçekten çok yoruyo.
aklımdan geçen, içimi kıpır kıpır yapan fikirlere hamle yapmak, hamleyi düşünmek bile yoruyo. CV yenilemek gözümde büyüyo. hala belimden bağlı haber beklediğim, hayatımı askıya almış yerler var, onlar da yoruyo. elden ele işler beni yoruyo. gerçekten kıpır kıpır mıyım, onu bile bilmiyorum. çabuk heyecanlanamadığım gibi, çok çabuk vazgeçiyorum.
düşünmek bile yoruyo be. of.
ve yani ben bi arkadaşım olsam, ya da aile üyesi, dışardan biri, kesin kendime bakıp bakıp "bu kadar içlenene kadar şimdiye yapmıştın, bitmişti" derdim heralde. bana da deniyor netekim. yapmayı düşünmedim değil. ama iktisat ilmi der ki: risklerinizi biliniz, kısıtlarınızı biliniz, enseyi kollayınız. fayda-zarar analizi de veri eksiği varken yapılamaz. tahmini değerlerle de peynir gemisi yürümez.
ben bölümü bi türlü sevememiştim zaten.
bir evhanımı aritmatiğinden ötesini söyleyemedi bana şu an, bakınız.
tek başıma karar verebiliyo olmak isterdim. ben beceremediğimden değil de, öyle gerektiği için maalesef, bu ara tek başıma karar veremiyorum. karar alamıyorum mu denir yoksa. ne aldım ne verdim işte amaaan. fazla içime döndüm, kendimi yemekle meşgulüm ve bu blog da giderek öyle bi hal alıyo. ben kendimi canlı yayında yiyorum gibi.
6 Haziran 2008 Cuma
salı sallanıcam.
akşam 9da elinde matkapla duvara saldıran bi komşunun elinden matkabı kapıp beynine saldırmak istiyorum deli gibi. kulak da olabilir. açıldı binanın tamirat tadilat mevsimi. sanki bütün bina emekli, sıkıntıdan alet kutusuna daldılar. zöt zöt zöt. bi de durup durup yapıyo, sivrisinek gibi. bıızzrt... sessizlik.. bız- zır-zıırrt... sessizlik... bızt?... sessizlik... bızzzzrrttt!!! içimde 10 kaplan gücünde, bi 3. sayfa haberi yaratma potansiyeli var.
ben küçüğüm ufacığım, kardeşimi kucağıma vermişler ilk kez, "ama bunu kaşı yoook?!?!?" demişim. işte o kaşsız çocuk benden önce jethro tull konserine gidiyo. üstelik artık kaşı da var.
gül çifti japonyada. fotoğrafları heyecanla bekliyorum. capon kızlarının mini etek ve zafer işareti sevdaları malumunuz. ilk meyvelerini vermeye başlamış ama tek tek olmaz, sürü halde köşeye kıstırmalarını istiyorum.
radikalin internet sayfası giderek fasonlaşıyo, durduramıyoruz. "erkek adam etekle süt sağar"mış. bu mudur haber yani. burda mıyız hala. seksist bilinçsiz şeyler. matkabımı getirin.
telekulak konusunda çözüm burda .
YÖK'ün adı geçince kafasını çeviren öğrenciler var. benim görece anaakım okulcum bile "yök artık" demişti zamanında. neyse, şahsen tiksiniyorum varlığından, tarihinden, bilmişliğinden, yaşlılığından, kaskatılığından. ama tiksinmek bir çözüm değil, geçtim işte ellerinden, sonra da öküz öldü. bi yerlerde insanlar, ki bu insanlar diktatörlerini de sevmezler nedense, eğitim reformu istiyo. gençler. gagidi çıkmış adamlarlarlarlar yerine gençler, çok gençler. alışmamışlar maalesef. bi alışsalar, normalleşse, geçicek her şey oysa. direniyolar.
ben küçüğüm ufacığım, kardeşimi kucağıma vermişler ilk kez, "ama bunu kaşı yoook?!?!?" demişim. işte o kaşsız çocuk benden önce jethro tull konserine gidiyo. üstelik artık kaşı da var.
gül çifti japonyada. fotoğrafları heyecanla bekliyorum. capon kızlarının mini etek ve zafer işareti sevdaları malumunuz. ilk meyvelerini vermeye başlamış ama tek tek olmaz, sürü halde köşeye kıstırmalarını istiyorum.
radikalin internet sayfası giderek fasonlaşıyo, durduramıyoruz. "erkek adam etekle süt sağar"mış. bu mudur haber yani. burda mıyız hala. seksist bilinçsiz şeyler. matkabımı getirin.
telekulak konusunda çözüm burda .
YÖK'ün adı geçince kafasını çeviren öğrenciler var. benim görece anaakım okulcum bile "yök artık" demişti zamanında. neyse, şahsen tiksiniyorum varlığından, tarihinden, bilmişliğinden, yaşlılığından, kaskatılığından. ama tiksinmek bir çözüm değil, geçtim işte ellerinden, sonra da öküz öldü. bi yerlerde insanlar, ki bu insanlar diktatörlerini de sevmezler nedense, eğitim reformu istiyo. gençler. gagidi çıkmış adamlarlarlarlar yerine gençler, çok gençler. alışmamışlar maalesef. bi alışsalar, normalleşse, geçicek her şey oysa. direniyolar.
şükürcüler tarikatı
çok sevgili "mylaptopisabitch" kurumu... seni seviyorum. sevgili sürtüğümün güç girişindeki temassızlık yüzünden TAK! diye kapanıvermesiyle, boynum bükük, ah başka çarem yok ki, napmalı netmeli, patroncum döncem ben size, ofisi terk ettim. saat 3e doğru. evet evde çalışmaya devam ama olsun. sürtükleri seviniz, iki kalp kırıp bir sonraki seferde gönlünüzü alırlar. adeta mehteran. canım canım.
5 Haziran 2008 Perşembe
812
acaba baraj suyunda yıkansam, zemzem suyu filan gibi, biter mi. bu mu lazım bana. balık çiftliği, baraj filan, bi "su birikintisi" mesajı var da ben mi alamıyorum. bilinçaltım istanbul krizini tesadüflerle mi önüme sürüyo. nedir bu yahu.
bi playlistim var... çakmak yakıp yanımda sağa sola sallanırdınız, öyle bi şi.
huşu içinde hiç inanmadığım şeyi, barajların faydasını yazmaya çalışıyorum. sulamaaa, su arzııı, sel kontrolüüü,, enerjiiii... tam döt tanee... küfür gibi. gün oldu "damn the dam" the bağırdım ben turuncu memleketlerde. hala öyle. yeni sebepler buluyorum sadece. bedenimi şimdilik kiralamış olabilirim ama ruhumu asla. hıh. masum değiliz hiçbirimiz belki ama, bazılarımız da daha eşit.
müzeyyen senar'ın odeon yılları albümünden daha önce bahsetmiştim. aynen tekrarlarım.
şu an burda olmamalıyım. barac.
şarapova elendi. jankovic elendi. çook güzel bi maçtı gerçekten. ivanovic ve safina'nın oynayacağı final ctesi günü. tenisten hiç zevk almıyosanız mesela, hiç izlemediyseniz, gün bugündür.bence izleyin. 22 adam ve bi top kadar kalabalık olmayabilir, ama daha insana dair sanki. yarın da erkekler yarı final: federer vs monfils, djokovic vs nadal. pek sürpriz değil. finali de pazar günü.
bir il milli eğitim müdürü 28 kıza "Liseyi okumak zorunda değilsiniz. Paranız varsa okursunuz. Okuyamıyorsanız, gidin evlenin" dedi. niye? kızlar 4 km yürümek yerine servis istedikleri için, yolda her gün taciz edildikleri için. ilin milletvekili kaymakama gitti, kaymakam "12si alevi, bunların devlete bakışını biliyosunuz" dedi. vekil içişleri bakanına gitti. servis geldi, eğitim müdürü de görevden alınmış. haydi kızlar kocaya. bunu biliyoduk. içim şişti de, sizin de şişsin istedim. tek paragrafta durum komedisi.
sezen aksu'nun "farkındayımmmm" derken dudak büzdüğünü düşünüyorum, çok soğuyorum kendisinden. hıhı canımın içiii farkındayım mucuk öptüm seni kib der gibi.
ah deriin iç çekmeler günleri bu ara. kimi sıcaktan, kimi düşünmekten.
40 kere "geçecek", 40 kere "olacak", 40 kere de "yakında" demek lazım.
şeytan "40 kere 'şimdi' desene gerizekalı" diyo bana ama neyssssee. dorothy değilim henüz.
barac deryik hadi.
bi playlistim var... çakmak yakıp yanımda sağa sola sallanırdınız, öyle bi şi.
huşu içinde hiç inanmadığım şeyi, barajların faydasını yazmaya çalışıyorum. sulamaaa, su arzııı, sel kontrolüüü,, enerjiiii... tam döt tanee... küfür gibi. gün oldu "damn the dam" the bağırdım ben turuncu memleketlerde. hala öyle. yeni sebepler buluyorum sadece. bedenimi şimdilik kiralamış olabilirim ama ruhumu asla. hıh. masum değiliz hiçbirimiz belki ama, bazılarımız da daha eşit.
müzeyyen senar'ın odeon yılları albümünden daha önce bahsetmiştim. aynen tekrarlarım.
şu an burda olmamalıyım. barac.
şarapova elendi. jankovic elendi. çook güzel bi maçtı gerçekten. ivanovic ve safina'nın oynayacağı final ctesi günü. tenisten hiç zevk almıyosanız mesela, hiç izlemediyseniz, gün bugündür.bence izleyin. 22 adam ve bi top kadar kalabalık olmayabilir, ama daha insana dair sanki. yarın da erkekler yarı final: federer vs monfils, djokovic vs nadal. pek sürpriz değil. finali de pazar günü.
bir il milli eğitim müdürü 28 kıza "Liseyi okumak zorunda değilsiniz. Paranız varsa okursunuz. Okuyamıyorsanız, gidin evlenin" dedi. niye? kızlar 4 km yürümek yerine servis istedikleri için, yolda her gün taciz edildikleri için. ilin milletvekili kaymakama gitti, kaymakam "12si alevi, bunların devlete bakışını biliyosunuz" dedi. vekil içişleri bakanına gitti. servis geldi, eğitim müdürü de görevden alınmış. haydi kızlar kocaya. bunu biliyoduk. içim şişti de, sizin de şişsin istedim. tek paragrafta durum komedisi.
sezen aksu'nun "farkındayımmmm" derken dudak büzdüğünü düşünüyorum, çok soğuyorum kendisinden. hıhı canımın içiii farkındayım mucuk öptüm seni kib der gibi.
ah deriin iç çekmeler günleri bu ara. kimi sıcaktan, kimi düşünmekten.
40 kere "geçecek", 40 kere "olacak", 40 kere de "yakında" demek lazım.
şeytan "40 kere 'şimdi' desene gerizekalı" diyo bana ama neyssssee. dorothy değilim henüz.
barac deryik hadi.
nana nana nana- nana nana naaaa na.
4 Haziran 2008 Çarşamba
belli şeyler
mesela jelatinin parmağında güzel bi yüzük olacağını bilmek güzeldir. "acebağ bugünkü nası bi şiiğ"dir hatta. simiole geri gelicekmiş diye beklemek güzeldir, onun okuyucularının sonra birbirini okumaya başlamış olması da güzeldir. fındık shot güzeldir. kangroove vardır, onların çakması bile güzel(miş). sonra evi akşam güneşi alan insanların ev serinleyene kadar biraz asabi olabilme ihtimalini gözlemlemiş olmak güzeldir. sonra kardeşle dedikodu güzeldir. gün içinde kamçı kamçı galeyana gelip çalışmak güzeldir bazen bi anlamı varsa. kararlı olmak güzeldir. belirsizliklerden korkmak güzeldir. şeffaf pembe bi zarf almak güzeldir. boncuklar güzeldir. terbiyesiz atasözleri güzeldir. bazı arkadaşlarınızın huylarını bilmek güzeldir. başka arkadaşlarınızla o huylara gülümsemek güzeldir. sonra onların sizinle dalga geçmesi de güzeldir. pıt diye yatağa devrilip sabah aynı pozisyonda uyanıcak kadar deliksiz uyumak güzeldir. yumurta güzeldir. hüsnüyusuflar komik ve patchwork gibi ve güzeldir. kokulu çiçekler daha güzeldir. sarımsak-domates-nane üçlüsü güzeldir. birinin size şekerlik demesi de güzeldir. BBG denince bir başka gece demek de güzel olabilir hatta yaşınız tutuyosa diii mi diii mi yan odacım.
301 ishali
böyle bir durum var. herkese 301den mantar gibi dava açılıyo. koysunlar bi kanun, mesela, adı "tipine kılım" kanunu olsun. tipine kıl olduğuna dava açsın yetkili kurum ve kişiler. ya da "sus len" de olabilir adı, susturucu bi kanun... manifestonun ilk maddesi, net ol ciğerimi ye, bakınız burda da işe yaradı. ay neyse önerge kabul edildi, hep beraber takip altındayız. dinlenmek istemiyosanız konuşmayın gibi dahice fikirler uçuşuyo.
derken 1,5 yıl sonra neredeyse, aaa beyazbereligenç O.S yalnız değilmiş. değilmiş işte. gözcüler varmış, ki biliniyordu bu. o 2 kişi varmış. 301. 3-1=2. varlarmış. insanın içini şişiren derecede gözümüze gözümüze bi insan yok etmecilik. yok edilebilirliği bu kadar bariz yapmak. yok edilebiliriz. bunu biliyoduk zaten. unutamayız. bu hep aklımızda çın çın. bir gece ansızın manisalı bir genç olabilirsiniz. bir sabah ansızın unufak da olabilirsiniz. pikaçuysanız, sizi seçerler. bu da normaldir. seçerler, gidersiniz. hiyerarşi vardır, siz yok edilebileceklerden olduğunuzu bilmeseniz de, hissettirirler bi şekilde. ne komik, kelimelerden gidersiniz bok yoluna. düşüncelerden. hala en çok kelimelerden korkuyo o seçici kurum. söyleyebilme ihtimalimiz olan şeylerden.
normalleşiyo her şey. kıyameti koparmak gerekirken normal normal her şey.
şimdi telefonu açıp insan mesela... ağlasa karşısındakine. niye böyle diye. gazeteyi okusa sesli... içinin acısını anlatsa böyle ufak yerlere, ufak şeylerden. arada dinleyen kulak, kalem kağıt çıkarıp not mu alacak? ya da belki teknolojiktir her şey, sihirli kelimeler geçince kaydediliyodur. numaralardan korkuyorum bazen ben. TC kimlik numarasından mesela. sanki içimden bi insanı alıp atıyo, 10 haneli bi şi oluyorum. anlatması zor. sokak köpeklerini de numaralıyolar. bildiğin karabaş KL4570-98 oluyo. fazla dijital bi his. şimdi de telefon numaraları mı yani?
behiç ak'ın bi karikatürü vardı. bi çocuk "BARIIIIŞŞŞŞŞ" diye bağırıyor, minicik, okul önlüklü. sonraki karede hapiste. parmaklıkların ardından "ama ben arkadaşıma seslenmiştim?" diyor.
90larda çizmiş tahminen. 90 dediğin, 18 yıl önce.
bağırsanıza hadi arkadaşınız arkasından...
3x0+1 adet davanız olsun. olabilir. bir gece ansızın gelebilirler.
derken 1,5 yıl sonra neredeyse, aaa beyazbereligenç O.S yalnız değilmiş. değilmiş işte. gözcüler varmış, ki biliniyordu bu. o 2 kişi varmış. 301. 3-1=2. varlarmış. insanın içini şişiren derecede gözümüze gözümüze bi insan yok etmecilik. yok edilebilirliği bu kadar bariz yapmak. yok edilebiliriz. bunu biliyoduk zaten. unutamayız. bu hep aklımızda çın çın. bir gece ansızın manisalı bir genç olabilirsiniz. bir sabah ansızın unufak da olabilirsiniz. pikaçuysanız, sizi seçerler. bu da normaldir. seçerler, gidersiniz. hiyerarşi vardır, siz yok edilebileceklerden olduğunuzu bilmeseniz de, hissettirirler bi şekilde. ne komik, kelimelerden gidersiniz bok yoluna. düşüncelerden. hala en çok kelimelerden korkuyo o seçici kurum. söyleyebilme ihtimalimiz olan şeylerden.
normalleşiyo her şey. kıyameti koparmak gerekirken normal normal her şey.
şimdi telefonu açıp insan mesela... ağlasa karşısındakine. niye böyle diye. gazeteyi okusa sesli... içinin acısını anlatsa böyle ufak yerlere, ufak şeylerden. arada dinleyen kulak, kalem kağıt çıkarıp not mu alacak? ya da belki teknolojiktir her şey, sihirli kelimeler geçince kaydediliyodur. numaralardan korkuyorum bazen ben. TC kimlik numarasından mesela. sanki içimden bi insanı alıp atıyo, 10 haneli bi şi oluyorum. anlatması zor. sokak köpeklerini de numaralıyolar. bildiğin karabaş KL4570-98 oluyo. fazla dijital bi his. şimdi de telefon numaraları mı yani?
behiç ak'ın bi karikatürü vardı. bi çocuk "BARIIIIŞŞŞŞŞ" diye bağırıyor, minicik, okul önlüklü. sonraki karede hapiste. parmaklıkların ardından "ama ben arkadaşıma seslenmiştim?" diyor.
90larda çizmiş tahminen. 90 dediğin, 18 yıl önce.
bağırsanıza hadi arkadaşınız arkasından...
3x0+1 adet davanız olsun. olabilir. bir gece ansızın gelebilirler.
3 Haziran 2008 Salı
seni ben pek çok
bir asistanın maceraları:
atıl kurt! günün her saati, haftanın her günü ve her yöne.
tek telefonla.
plan yapma kurt, zira buralarda planı ben yaparım.
peki bu iş ne zamana yetişmeli?
bu tür soruların cevabı genelde dündür çekirge.
maaş elbet bir gün.
allahtan kısa sürecek. hemen bitecek. sonra ben martılara kavuşucam.
güneşli kırmızı koltuk martısı olucam. uçmiycam bile. yakında ve uzun uzun.
o üstteki karenin içindeydim ben geçenlerde. aah ah.
yine boncuk aldım, duramıyorum.
bazen insanlara haksızlık etmiş olabilirsiniz. o sinirle bir sürü şey yapmış olabilirsiniz. sonradan "tüh ya" demediyseniz belki de bi sebebi vardır. özrünüzü diler, hayata zevkle devam edebilirsiniz. zira şu caaanımm hayat fayda-zarar analizlerine kalmadı.
1 Haziran 2008 Pazar
cataflam: kara gün dostu
evin yakınlarında bi "ağrı merkezi" var. galiba yıllardır aradığım mutluluk orda. ben bel derim, hop tedavi, ayak parmağı derim tedavi, diş derim tedavi... ya da belki gerçekten vücudumda bi ağrı merkezi vardır, bulurlar ve kapatırlar... ya da ben evrimin kayıp halkası, insanlık aleminin rosetta taşı, bi nevi ornitorenk gibi bi şiyim ve 20 yaş dişi yerine bi boynuz çıkarıyorum. bunu, tek sinir kanalında iki sinir görüp arkadaşlarını çağıran ve adeta bi kobay fare gibi beni izlettiren diş doktorum da onaylayabilir belki.
bu haftasonunu çok sevdim, benim olsun mu? mavi çamların ortasında gülümsemek güzel. eğer özdemir asafla ilk kez tanışan bir liseli olsaydım bugün tam da hoşçakal dedikten sonra inen yağmura binbir satır döşerdim. aa du bi du yapılmışı var: gittiğin yağmuuurrla geel, küskünüm yağmurlaraaa... ahahahha... çok eğlendim kendi kendime.
kendi yazmadan muştumuştu: jelatin memleket topraklarına döndü.
ve aynı memleket topraklarından bir meltem geçiyor. pigmelerle dans eden'le fotoğraf makinasız mini bir seansımız oldu efendim. daha geniş vakitlerde "adventures of..." tadında devam edebilirdik velakin bendeniz erken kalktım. neyse, bu buluşmadan çıkan sonuç şu:
acaba yarın uyanıp "anne ben mamut oldum" der miyim? çok ağrıyo adi şey.
yıl 2008, türkiye alo fetva hattı'na zina nedir, naparsam zina olur gibi sorular soruyo. yahu, insanoğlu boşuna "savaşma seviş" dememiş işte. at testesteronu bünyenden... bi sarıl öp dokun nedir yani. beraber gül bi şilere. illa bi asabiyet gerekmiyo ki bize. galon galon var zaten ondan. ama uzmanların "bu zina diil ama günah, bu tam günah sayılmaz ama yasak, bu da tam yasak sayılmaz ama ayıp" kıvamı "hiyerarşik tü kaka" belirlemelerini pek sevdim. yani "yasak ama tam günah değil ama zina olabilirliği de yüksek" filan deseler bi hareketime, anlamam cidden.
bir pazar gecesinde size vermek istediğim tek haber şu.
refüjlerde komün hayatı başlatsak.
bu haftasonunu çok sevdim, benim olsun mu? mavi çamların ortasında gülümsemek güzel. eğer özdemir asafla ilk kez tanışan bir liseli olsaydım bugün tam da hoşçakal dedikten sonra inen yağmura binbir satır döşerdim. aa du bi du yapılmışı var: gittiğin yağmuuurrla geel, küskünüm yağmurlaraaa... ahahahha... çok eğlendim kendi kendime.
kendi yazmadan muştumuştu: jelatin memleket topraklarına döndü.
ve aynı memleket topraklarından bir meltem geçiyor. pigmelerle dans eden'le fotoğraf makinasız mini bir seansımız oldu efendim. daha geniş vakitlerde "adventures of..." tadında devam edebilirdik velakin bendeniz erken kalktım. neyse, bu buluşmadan çıkan sonuç şu:
acaba yarın uyanıp "anne ben mamut oldum" der miyim? çok ağrıyo adi şey.
yıl 2008, türkiye alo fetva hattı'na zina nedir, naparsam zina olur gibi sorular soruyo. yahu, insanoğlu boşuna "savaşma seviş" dememiş işte. at testesteronu bünyenden... bi sarıl öp dokun nedir yani. beraber gül bi şilere. illa bi asabiyet gerekmiyo ki bize. galon galon var zaten ondan. ama uzmanların "bu zina diil ama günah, bu tam günah sayılmaz ama yasak, bu da tam yasak sayılmaz ama ayıp" kıvamı "hiyerarşik tü kaka" belirlemelerini pek sevdim. yani "yasak ama tam günah değil ama zina olabilirliği de yüksek" filan deseler bi hareketime, anlamam cidden.
bir pazar gecesinde size vermek istediğim tek haber şu.
refüjlerde komün hayatı başlatsak.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)