bir al bundy edasıyla
haniii aym hoommm...
diym.
akabinde bilgi: iki ömrüm olsa birini parise adamaya hazırım. ve lakin bir tane var, istanbul sebebiyle ikinci lige düşüyo kendisi. hollanda rüzgarlarına rağmen mütemadiyen bir "nişantaşında gri istanbul sabahı" hali. fonda MFÖ. ve hollandaya geri gelmek yemek, dil, müzik ve evet, insanlarının tek tipliliği yüzünden acı. yine de monşer, şimdilik ev burası.
başlığa ithafen: zira zehir gibiyim, anında yönümü yolumu buluyorum. muşum. meğer. ehe.
29 Kasım 2007 Perşembe
25 Kasım 2007 Pazar
yol
hava 7 derece, yağışlı. Dudok Den Haag şubesinin 3 euroluk elmalı tartıyla günler geçmekte. ayak parmaklarımı rüzgara feda ettim. Ankara gece -5 oluyomuş, düşünüp şükrediyorum, öyle vahim haller. ışıksız günler geçmekte. bu akşam hollandayla ilgili bir yazı yazıcam umarım, hayır hayır turistik değil. önüme bitirme tarihi konmuş her yazı gibi son dakikada yazılacak.
24 aralık günü temelli Türkiye'ye dönüş. tabii bu temel ne kadar sağlam şimdilik ben de bilmiyorum... ama neticede bu yurt odası boşalmalı ve içindeki (nerden nasıl türediğini bilmediğim) her türlü yerleşik hayat uzantısı Ankara'ya gitmeli. sabah uykumdan kargo şirketleri aramak için fırlıyorum. İstanbul'da otursaydım gemiyle yollardım ama Ankara'ya henüz deniz getiremedi gökçek. bir sonraki seçim yılında inşallah.
Bir efes blues daha bensiz geçmiş gitmiş efendim... sağlık olsun.
4 gün paris. paris soğukları. grev bitmiş, metrolar işliyor ve ben yarın sabah yola çıkıyorum. yılbaşı kutlamaları öncesinde ortalığı bir ırkçılık gösterisine çeviren bu ülkede kanım donuyor. işin vahametini merak eden varsa buyrun: Siyah Pitır (bir diğer ilgili link de bu). kıta avrupasında kendini hoşgörü (zira farklı kültürler hoşgörülecek şeyler ya hani- tahammül edilmesi gereken) memleketi ilan eden hollandanın "ay ama bu bizim geleneğimiiiz" diye kıçım kıçım direttiği rezalet. Saç baş yolduracak kadar her yerde ve insanları aşağılıyor; ama ı-ıh, hollandalılar'da tık yok. Ve siz gözler faltaşı açılmış yuh çektiğinizde çipil gözlerle size bakıyorlar.
işte o an. tam o an var ya... bu fanus içi huzur memleketinden bir anda tiksiniyorsunuz. bir anda, her şey, her şey deforme edilmiş bir masal diyarında yaşayan, dünyadan bihaber, refah içinde büyümüş safitirikler ordusu oluyor. Beyaz al yanaklı hollandalılar değil sadece, simsiyah oğlunun yüzüne siyah boya süren Surinamlı anneye bakıp bakıp dehşete düşüyorsunuz: bu kadar mı kör, bu kadar mı farkında değil?
çok acı çok. insanoğlundan umudu kestirecek kadar acı. her vitrin, her sokak lambası, her dükkan bu Zwarte Piet karakterine bulanmış vaziyette, hep beraber elele ırkçı bir şenlik havası hakim. ve yüzünüze üfleyen ayaza rağmen sinirden kanınız kaynıyor. 5 Aralık'ta biticek bu işkence, gidiyor siyah pitır.
ve ben yılbaşını beklemeye ancak o zaman başliycam.
24 aralık günü temelli Türkiye'ye dönüş. tabii bu temel ne kadar sağlam şimdilik ben de bilmiyorum... ama neticede bu yurt odası boşalmalı ve içindeki (nerden nasıl türediğini bilmediğim) her türlü yerleşik hayat uzantısı Ankara'ya gitmeli. sabah uykumdan kargo şirketleri aramak için fırlıyorum. İstanbul'da otursaydım gemiyle yollardım ama Ankara'ya henüz deniz getiremedi gökçek. bir sonraki seçim yılında inşallah.
Bir efes blues daha bensiz geçmiş gitmiş efendim... sağlık olsun.
4 gün paris. paris soğukları. grev bitmiş, metrolar işliyor ve ben yarın sabah yola çıkıyorum. yılbaşı kutlamaları öncesinde ortalığı bir ırkçılık gösterisine çeviren bu ülkede kanım donuyor. işin vahametini merak eden varsa buyrun: Siyah Pitır (bir diğer ilgili link de bu). kıta avrupasında kendini hoşgörü (zira farklı kültürler hoşgörülecek şeyler ya hani- tahammül edilmesi gereken) memleketi ilan eden hollandanın "ay ama bu bizim geleneğimiiiz" diye kıçım kıçım direttiği rezalet. Saç baş yolduracak kadar her yerde ve insanları aşağılıyor; ama ı-ıh, hollandalılar'da tık yok. Ve siz gözler faltaşı açılmış yuh çektiğinizde çipil gözlerle size bakıyorlar.
işte o an. tam o an var ya... bu fanus içi huzur memleketinden bir anda tiksiniyorsunuz. bir anda, her şey, her şey deforme edilmiş bir masal diyarında yaşayan, dünyadan bihaber, refah içinde büyümüş safitirikler ordusu oluyor. Beyaz al yanaklı hollandalılar değil sadece, simsiyah oğlunun yüzüne siyah boya süren Surinamlı anneye bakıp bakıp dehşete düşüyorsunuz: bu kadar mı kör, bu kadar mı farkında değil?
çok acı çok. insanoğlundan umudu kestirecek kadar acı. her vitrin, her sokak lambası, her dükkan bu Zwarte Piet karakterine bulanmış vaziyette, hep beraber elele ırkçı bir şenlik havası hakim. ve yüzünüze üfleyen ayaza rağmen sinirden kanınız kaynıyor. 5 Aralık'ta biticek bu işkence, gidiyor siyah pitır.
ve ben yılbaşını beklemeye ancak o zaman başliycam.
21 Kasım 2007 Çarşamba
oui, c'est moi
ahahaha soyle bir gelen giden kimdir bir bakayim dedim de.... saat 19:28'de gelen sahis gunumu renklendirdi. evet, buyrun o ben oluyorum. ahah boyle bir gugil aramasi olmus yani. bi amca bana "gelirsin buralara adin cevreci kaltak olur, yazik olur" demisti. inanmamistim. ehehe.
ayrica son 20 icinde 2 adet murat kazanasmaz aramasi olmasini da bilgilerinize sunarim. asagilarda yazmistim merak eden yine bi tiklasin. 19:20'deki sahis bir gonul dostu ve 20:09'daki arkadasin bundan sonra hep tek hep yek basina olmasi gerekiyor.
cevreci kaltak konustu. ahahahah.
20 Kasım 2007 Salı
başbakanın ağzının içine bakmak
böyle bir durum var evet. biz dönem dönem başbakanın ağzının içine bakıyoruz "du bakali ne diycek" diye. böyle bir iki hafta falan baktırıyo kendisine. "hedele hödölö-- dermişşim eehhehe" falan bile yapıyo arada. başbakanın açıklayacaklarını dehşetle bekleme hali.
misal:
cumhurbaşkanı adayı olucak mı?
o aday değilse adaylar kim?
referendum paketinde ne var?
cumhuriyt balosu nolucak?
Irak'a giricez mi?
başbakanın "kapsamlı paket"i ne?
bakınız, ilk soru... milletçe adamın iki dudağının arasına kitlenmiş "hadi caanım hadi bi tanem, söyle artık canısı.. aaa...aaabbb..duullllaaahh...." diye bekleştik mi, bekleştik bir iki hafta. o da naz etti, "ay banane banane söylemem söylemem, kaf dağından bir demet yasemen getirip zemzem suyuyla sularsanız olur" falan dedi. ay ay- bekleştik. basınımız beyin fırtınası yaşadı, az buçuk borsa dalgalandı, ayşe arman'dan yaşar büyükanıt'a kadar herkes söz hakkını kullanıp bahse girdi falan. ay! daraldım.
yani hala gözümüzün içine bakaa bakaa bize deniyo ki, yöneticilerin şeffaflığı, bizim geleceğimizle ne yapacaklarını açıklamaları onların keyfine kalmış. "evet dersem hayır anla, hayır dersem belki demek" kıvamı, günlerce seni beni keriz gibi bekletip, toplu medya falına yattığımız stresli günler yaşatmak-- başbakanlığın raconundan. "efendim ertuğrul özkök meraktan isilik döktü" haberi gelmeden açıklamıyo.
yani tamam, politika bu, diplomatik durumlar var falan... ama insan kendine bir tür televole ortamı yaratır mı? çağla şikel'e gelen "ne zaman evleniyosunuuuz" sorusuyla aynı sıklıkta siyasi sorular sorulmakta kendisine. o da bazen böyle, kasımpaşa raconu/demirel sivrizekalılığı karışımı cevaplar veriyo: "olmuşsaağ olmuştur ama olan nediiirr, bilmiyorsaak olabilir miiiğğ eveeeaaat"falan diyo. haddiiii bi 10 gün daha "ni dimek istedi" falları.
şimdiii... mühim soru:
ben bu başbakanı ciddiye almalı mıyım?
siyaseten evet; ama benimki tamamen kişilik bazlı bi soru. hani medyayla "banane banane söylemem söylemem"cilik oynayana kadar, insan der ki "perşembe günü açıklıyorum, o zamana kadar da bu konuyu sormayın". misal yani. Az buçuk İsmail Cem raconu. Star TV'deki kırmızı koltuk programı gibi "Spammkk!! varan biiiirrr" falan efektleri olmadan, adam gibi, siyasi saygınlığını koruyarak... seni beni de adam yerine koyarak... zira ben adama ilkokul anketi soruları değil kendi geleceğimi soruyorum, öyle taze gelin edasıyla ihihihihi'lemekle olmuyo bu işler.
ay neyse... ben bu her ay sahte doğum sancısı yaşayan medyadan da bunaldım. bir adamın iki dudağını resmen ilahi bir seviyeye çekecek kadar o dudaklara bağımlı olmamızdan da.
tutarlı, uzun soluklu politika fakirliğimizin en acı yanı bu:
türkiyedeki en popüler "ünlü" (a.k.a celebrity) başbakan. her açıklaması olay oluyo.
bu yüzdendir ki bir ibrahim tatlıses, misal, başarılı bir politikacı olabileceği sanrısına kapılabiliyo. neticede beyanat onun işi. üstelik bıyıkları daha gür.
misal:
cumhurbaşkanı adayı olucak mı?
o aday değilse adaylar kim?
referendum paketinde ne var?
cumhuriyt balosu nolucak?
Irak'a giricez mi?
başbakanın "kapsamlı paket"i ne?
bakınız, ilk soru... milletçe adamın iki dudağının arasına kitlenmiş "hadi caanım hadi bi tanem, söyle artık canısı.. aaa...aaabbb..duullllaaahh...." diye bekleştik mi, bekleştik bir iki hafta. o da naz etti, "ay banane banane söylemem söylemem, kaf dağından bir demet yasemen getirip zemzem suyuyla sularsanız olur" falan dedi. ay ay- bekleştik. basınımız beyin fırtınası yaşadı, az buçuk borsa dalgalandı, ayşe arman'dan yaşar büyükanıt'a kadar herkes söz hakkını kullanıp bahse girdi falan. ay! daraldım.
yani hala gözümüzün içine bakaa bakaa bize deniyo ki, yöneticilerin şeffaflığı, bizim geleceğimizle ne yapacaklarını açıklamaları onların keyfine kalmış. "evet dersem hayır anla, hayır dersem belki demek" kıvamı, günlerce seni beni keriz gibi bekletip, toplu medya falına yattığımız stresli günler yaşatmak-- başbakanlığın raconundan. "efendim ertuğrul özkök meraktan isilik döktü" haberi gelmeden açıklamıyo.
yani tamam, politika bu, diplomatik durumlar var falan... ama insan kendine bir tür televole ortamı yaratır mı? çağla şikel'e gelen "ne zaman evleniyosunuuuz" sorusuyla aynı sıklıkta siyasi sorular sorulmakta kendisine. o da bazen böyle, kasımpaşa raconu/demirel sivrizekalılığı karışımı cevaplar veriyo: "olmuşsaağ olmuştur ama olan nediiirr, bilmiyorsaak olabilir miiiğğ eveeeaaat"falan diyo. haddiiii bi 10 gün daha "ni dimek istedi" falları.
şimdiii... mühim soru:
ben bu başbakanı ciddiye almalı mıyım?
siyaseten evet; ama benimki tamamen kişilik bazlı bi soru. hani medyayla "banane banane söylemem söylemem"cilik oynayana kadar, insan der ki "perşembe günü açıklıyorum, o zamana kadar da bu konuyu sormayın". misal yani. Az buçuk İsmail Cem raconu. Star TV'deki kırmızı koltuk programı gibi "Spammkk!! varan biiiirrr" falan efektleri olmadan, adam gibi, siyasi saygınlığını koruyarak... seni beni de adam yerine koyarak... zira ben adama ilkokul anketi soruları değil kendi geleceğimi soruyorum, öyle taze gelin edasıyla ihihihihi'lemekle olmuyo bu işler.
ay neyse... ben bu her ay sahte doğum sancısı yaşayan medyadan da bunaldım. bir adamın iki dudağını resmen ilahi bir seviyeye çekecek kadar o dudaklara bağımlı olmamızdan da.
tutarlı, uzun soluklu politika fakirliğimizin en acı yanı bu:
türkiyedeki en popüler "ünlü" (a.k.a celebrity) başbakan. her açıklaması olay oluyo.
bu yüzdendir ki bir ibrahim tatlıses, misal, başarılı bir politikacı olabileceği sanrısına kapılabiliyo. neticede beyanat onun işi. üstelik bıyıkları daha gür.
18 Kasım 2007 Pazar
devam
deryik boş günlerine kavuştu. gazete okumama isteği sürmekte.
önce avşar kızı hanfendinin "evlilik içi tecavüzde büyütülecek bi şi yok zaten kadın 5 dakika sonra kendini bırakıyo" lafıyla irkiliyoruz efendim, evet kanımız donuyor. Avşar kızının büyütmeye kıyamadığı konular arşivinden.
akabinde kız öğrenci ve öğretmenlerini bi odaya toplayıp "bacaklarınızı pergel gibi açmayın, okuldaki erkekler hadım değil tahrik oluyolar" diyen bir müdüre "efferin müdürüm, mini mini giyiyolar sonra da tecavüze uğrayınca laf!" kıvamı destek veren beyinler... milliyet haberi okuyucu yorumları için okumak.
hani böyle ağzınızı açıp da izahat bile vermek istemediğiniz cinsten zırvalar. dehşet verici ama. insanın kanını donduran cinsten.
beni hala hayretlere düşüren şey, şu an sahip olduğum belli uzuvlarla aslında birçok erkeğin beynine laf geçirebilecek olmam. hani hareket kabiliyeti azalabiliyo. karşıdan karşıya geçerken size yol veriyo mesela sırf izlemek için. komik di mi? ya da ne biliym, eğilip bakıcam diye şekilden şekle giriyo. afet-i devran olduğumdan değil elbet- dişi doğmuş olmaktan. sırf bundan yani. bana komik geliyo. bacak yahu nihayetinde mesela. üstelik yer gök her ten, boy ve yaştan bacakla kaplı, emrine amade, 14 yaşından beri.... hani eksikliğini de çekmiyosunuz icabında limewire'dan bacak arşivi indir. ama ı-ıh yani. bacak olmasın kalça. nedir? her gün üstüne oturuyorum ben. sizde de var. az buçuk şekillisi bize bahşedilmişse ben napiym? bu kadar ağız açık bakakalacak ne var yani neticede? ne biliym bana komik geliyo.
ve lisede bi kız "aa bak bacağımla naaptım??!" diye hayrete düşüp kendi cinselliğini keşfettiğinde-- evet bu hep bu şekilde oluyo maalesef. erkek beyninin uzuvlarınızı fark etmeye başladığını fark etmek: hoşgeldin kadınlık. bana 13-14 yaşımda karumun önünde azeri beklerken olmuştu. yiyecek gibi bakan erkeklerle ilk karşılaşmanızda öyle bir zafer var ki gözlerinde, cidden bi an utanç içinde, "tüh ben naaptım" diyebiliyo insan. anlamdığınız için. her gün sokaktaki adam o gün size "hey yavru 18 olsan" diyosa, bi an aptal oluyosunuz... hani yer yarılsın, kimse sizin bu hata sonucu yüzeye vurmuş kadınlığınızı görmesin... niyeyse... siz hiç yiyecek gibi bakıldığı için suçlu hisseden bi canlı duydunuz mu? oluyo işte. ha merak edene, ben diz hizasında etek giymiştim. buydu mesele.
genelde erkeklerde bi arşivleme durumu var. birçok arkadaşımdan onaylanmış bir hal olduğu için genelledim. hayatının gizli hedefi mümkün olduğu kadar fazla dişi uzvu görmek. yani güzel-çirkin fark etmez. neresi olduğu da fark etmez. farkında olmadan bi göz ucuyla da olsa mutlaka ama mutlaka bakmadan geçmeme hali: hop arşive... ve bu benim suçum öyle mi? yok yaa! o liseli kızların hiçbiri hoşlandıkları erkeği çıplak hayal etmiyosa bu genetik bi durum değil, bunu yapabileceklerini fark ettikleri anda dahi kendilerini sansürlemelerinden. aslında işin acı yanı, bir erkeği çıplak hayal edecek görsel veri bile yok ellerinde. yani 14lük sivilceli bir ergen "ay pınarınki de bunun gibidir heralde" diye porno incelerken, bir kız çocuğu bilmiyor bilemiyor bir erkeğin aslında nasıl göründüğünü.
ayıp günah tu kaka. kadınların tahrik olma kapasitesine dair bilgisi ucuz pornolardaki "kadınını zevkle uçur" satırlarıyla biyoloji dersinde kikirdeyerek baktığı vajina arasında takılı kalmış bir erkekler topluluğu için kadının orgazmı hayatın anlamına giden yolda mühim bir basamak sanırım... bu cümleden sonra bloga düşecek gugılcılar: hadi gelin üstüme korkmuyorum. oysa ne acı, birçok kadın sevişirken zevk alınabileceğinin bile farkında değil. hala hala hala müdürünün uçkuru yer çekimini reddetmesin diye eteğini toplamak zorunda olan da kadın. yok yaa. hadi ordan. grrrrrrrrr.
neyse.
devam.
miskinlik bir hayat biçimi.
dergi oku. yemek yap. dizi indir dizi izle.
****bu arada pushing daisies diye bi dizi var, bilmem ki sevgili cnbc-e el atıp yayına sokmuş mudur, çok güzel. renkleri süper mesela. her şey her şey.. bi sahne turuncu, diğer sahne yeşil.. böyle sanki hani 3-boyutlu masal kitapları vardır, açarsın kartondan bi sahne çıkar her sayfada... onun gibi. başroldeki pie-maker arkadaş biraz nicholas cage çakması ama yani, bence hava hoş. çok yumuşak ve huzurlu bi dizi. köpeğim olursa da digbie gibi olsun.****
sar başa:
kadın dergilerinin moda tavsiyelerini tutarlılık için gözden geçiren biri var mı acaba? editörden öte? zira ben ilk sayfada "rüküüüşş demiii rüküüşş demiii o çanta ne öyleeee" diyen bi derginin son sayfalara doğru "çantanı sevdik demiii bana da alsana demiii" demesini anlamıyorum. sistem çöküyo. yine aynı şekilde "kendini sev, hayatının efendisi ol, olduğun gibi yaşa" konulu sayfalarlarlar sonrasında sırayla plastik cerrah ve sonrasında da medyum reklamı olmasını da bi o kadar hazin buluyorum. hele bi tanesinin slogan süper... plastik cerrahi kliniğinin adı "transform". slogan şu:
be yourself..transformed.
kasıklarıma bi ağrı saplanıyo da gülmekten mi, sinirden mi bilmiyorum. açmiycan bacaklarını pergel gibi, açıyosan da sütun gibi olucaklar ey kadın. ona göre.
hayat ne zor bize be yonca. erkeği hayal etmesi bile yasakken tahrik edebiliyo olmak 5 boy büyük geliyo üstüne o kızların, farkında olan yok. üstelik daha hazini, hadi erkeği çıplak düşlemeyi becerdin diyelim, gördüğün şey de bira göbeği. kadınlar sütun, bomba, 333 vesaire olurken, erkeklik bir türlü 6-baklava esasına dayanmıyo. erkekler için bira göbeğine uyumlu pantolon üreten firmalar bile var yani.
yarı çıplak gezen bakkal amcalar modası: gömlek açık, göbek fora, hart hart kaşınıyor yaz sıcağında. istemesen de çıplak adam gözüne gözüne. ama aynı bakkalın kızı açmasa dahi açma ihtimaline karşı azarlanıyor. misal. amcanın göbeği bir namus birimi olamayacak kadar bağımsız bir kişilik kazanmış zira; amca ve göbeği olmuşlar artık. simbiyotik. gülemedim bile.
vah yavrum vah.. sırf estetik sebeplerden bile içler acısı bir adaletsizlik var ortada.
ve ı-ıh, anlamayanlar için, bu bi "açmak istiyorum" yazısı değil.
gerçi, beni okuyanlar arasında şükür ki bugüne kadar böyle bir kıt yorum/algı da olmadı. hani doğruya doğru.bu vesileyle bir kez daha, sevdim sizi yan oda.
önce avşar kızı hanfendinin "evlilik içi tecavüzde büyütülecek bi şi yok zaten kadın 5 dakika sonra kendini bırakıyo" lafıyla irkiliyoruz efendim, evet kanımız donuyor. Avşar kızının büyütmeye kıyamadığı konular arşivinden.
akabinde kız öğrenci ve öğretmenlerini bi odaya toplayıp "bacaklarınızı pergel gibi açmayın, okuldaki erkekler hadım değil tahrik oluyolar" diyen bir müdüre "efferin müdürüm, mini mini giyiyolar sonra da tecavüze uğrayınca laf!" kıvamı destek veren beyinler... milliyet haberi okuyucu yorumları için okumak.
hani böyle ağzınızı açıp da izahat bile vermek istemediğiniz cinsten zırvalar. dehşet verici ama. insanın kanını donduran cinsten.
beni hala hayretlere düşüren şey, şu an sahip olduğum belli uzuvlarla aslında birçok erkeğin beynine laf geçirebilecek olmam. hani hareket kabiliyeti azalabiliyo. karşıdan karşıya geçerken size yol veriyo mesela sırf izlemek için. komik di mi? ya da ne biliym, eğilip bakıcam diye şekilden şekle giriyo. afet-i devran olduğumdan değil elbet- dişi doğmuş olmaktan. sırf bundan yani. bana komik geliyo. bacak yahu nihayetinde mesela. üstelik yer gök her ten, boy ve yaştan bacakla kaplı, emrine amade, 14 yaşından beri.... hani eksikliğini de çekmiyosunuz icabında limewire'dan bacak arşivi indir. ama ı-ıh yani. bacak olmasın kalça. nedir? her gün üstüne oturuyorum ben. sizde de var. az buçuk şekillisi bize bahşedilmişse ben napiym? bu kadar ağız açık bakakalacak ne var yani neticede? ne biliym bana komik geliyo.
ve lisede bi kız "aa bak bacağımla naaptım??!" diye hayrete düşüp kendi cinselliğini keşfettiğinde-- evet bu hep bu şekilde oluyo maalesef. erkek beyninin uzuvlarınızı fark etmeye başladığını fark etmek: hoşgeldin kadınlık. bana 13-14 yaşımda karumun önünde azeri beklerken olmuştu. yiyecek gibi bakan erkeklerle ilk karşılaşmanızda öyle bir zafer var ki gözlerinde, cidden bi an utanç içinde, "tüh ben naaptım" diyebiliyo insan. anlamdığınız için. her gün sokaktaki adam o gün size "hey yavru 18 olsan" diyosa, bi an aptal oluyosunuz... hani yer yarılsın, kimse sizin bu hata sonucu yüzeye vurmuş kadınlığınızı görmesin... niyeyse... siz hiç yiyecek gibi bakıldığı için suçlu hisseden bi canlı duydunuz mu? oluyo işte. ha merak edene, ben diz hizasında etek giymiştim. buydu mesele.
genelde erkeklerde bi arşivleme durumu var. birçok arkadaşımdan onaylanmış bir hal olduğu için genelledim. hayatının gizli hedefi mümkün olduğu kadar fazla dişi uzvu görmek. yani güzel-çirkin fark etmez. neresi olduğu da fark etmez. farkında olmadan bi göz ucuyla da olsa mutlaka ama mutlaka bakmadan geçmeme hali: hop arşive... ve bu benim suçum öyle mi? yok yaa! o liseli kızların hiçbiri hoşlandıkları erkeği çıplak hayal etmiyosa bu genetik bi durum değil, bunu yapabileceklerini fark ettikleri anda dahi kendilerini sansürlemelerinden. aslında işin acı yanı, bir erkeği çıplak hayal edecek görsel veri bile yok ellerinde. yani 14lük sivilceli bir ergen "ay pınarınki de bunun gibidir heralde" diye porno incelerken, bir kız çocuğu bilmiyor bilemiyor bir erkeğin aslında nasıl göründüğünü.
ayıp günah tu kaka. kadınların tahrik olma kapasitesine dair bilgisi ucuz pornolardaki "kadınını zevkle uçur" satırlarıyla biyoloji dersinde kikirdeyerek baktığı vajina arasında takılı kalmış bir erkekler topluluğu için kadının orgazmı hayatın anlamına giden yolda mühim bir basamak sanırım... bu cümleden sonra bloga düşecek gugılcılar: hadi gelin üstüme korkmuyorum. oysa ne acı, birçok kadın sevişirken zevk alınabileceğinin bile farkında değil. hala hala hala müdürünün uçkuru yer çekimini reddetmesin diye eteğini toplamak zorunda olan da kadın. yok yaa. hadi ordan. grrrrrrrrr.
şimdi "ama ben öyle diilim kiii" diyen bi erkek çıkacaksa, tebrikler, azınlıksın kardeşim.
TC topraklarında (aslında bu gezegende) az rastlanan bi nimetsin ve bunu uluorta söyleme, arkadaşların alay eder.
TC topraklarında (aslında bu gezegende) az rastlanan bi nimetsin ve bunu uluorta söyleme, arkadaşların alay eder.
neyse.
devam.
miskinlik bir hayat biçimi.
dergi oku. yemek yap. dizi indir dizi izle.
****bu arada pushing daisies diye bi dizi var, bilmem ki sevgili cnbc-e el atıp yayına sokmuş mudur, çok güzel. renkleri süper mesela. her şey her şey.. bi sahne turuncu, diğer sahne yeşil.. böyle sanki hani 3-boyutlu masal kitapları vardır, açarsın kartondan bi sahne çıkar her sayfada... onun gibi. başroldeki pie-maker arkadaş biraz nicholas cage çakması ama yani, bence hava hoş. çok yumuşak ve huzurlu bi dizi. köpeğim olursa da digbie gibi olsun.****
sar başa:
kadın dergilerinin moda tavsiyelerini tutarlılık için gözden geçiren biri var mı acaba? editörden öte? zira ben ilk sayfada "rüküüüşş demiii rüküüşş demiii o çanta ne öyleeee" diyen bi derginin son sayfalara doğru "çantanı sevdik demiii bana da alsana demiii" demesini anlamıyorum. sistem çöküyo. yine aynı şekilde "kendini sev, hayatının efendisi ol, olduğun gibi yaşa" konulu sayfalarlarlar sonrasında sırayla plastik cerrah ve sonrasında da medyum reklamı olmasını da bi o kadar hazin buluyorum. hele bi tanesinin slogan süper... plastik cerrahi kliniğinin adı "transform". slogan şu:
be yourself..transformed.
kasıklarıma bi ağrı saplanıyo da gülmekten mi, sinirden mi bilmiyorum. açmiycan bacaklarını pergel gibi, açıyosan da sütun gibi olucaklar ey kadın. ona göre.
hayat ne zor bize be yonca. erkeği hayal etmesi bile yasakken tahrik edebiliyo olmak 5 boy büyük geliyo üstüne o kızların, farkında olan yok. üstelik daha hazini, hadi erkeği çıplak düşlemeyi becerdin diyelim, gördüğün şey de bira göbeği. kadınlar sütun, bomba, 333 vesaire olurken, erkeklik bir türlü 6-baklava esasına dayanmıyo. erkekler için bira göbeğine uyumlu pantolon üreten firmalar bile var yani.
yarı çıplak gezen bakkal amcalar modası: gömlek açık, göbek fora, hart hart kaşınıyor yaz sıcağında. istemesen de çıplak adam gözüne gözüne. ama aynı bakkalın kızı açmasa dahi açma ihtimaline karşı azarlanıyor. misal. amcanın göbeği bir namus birimi olamayacak kadar bağımsız bir kişilik kazanmış zira; amca ve göbeği olmuşlar artık. simbiyotik. gülemedim bile.
vah yavrum vah.. sırf estetik sebeplerden bile içler acısı bir adaletsizlik var ortada.
ve ı-ıh, anlamayanlar için, bu bi "açmak istiyorum" yazısı değil.
gerçi, beni okuyanlar arasında şükür ki bugüne kadar böyle bir kıt yorum/algı da olmadı. hani doğruya doğru.bu vesileyle bir kez daha, sevdim sizi yan oda.
17 Kasım 2007 Cumartesi
foto koydu deryik
bira cidden o kapağın altında. gördüm.
ve mantı aşırı yağlı olsa bile mantı neticede.
birayla mantı gitmez ama götürürüz napalım.
ve deryik sonunda dutch ve mutlu bir müzik buldu efendim:
dollhouse drama. canlı kanlı da izledim. tavsiye benden. mahallemizin delikanlısı bunlar.
bir diğeri için buyrun bakınız: nicad. grolsch üzerinden dostluklardan.
dinlemeyen üzülüyomuş. kapışın gençler.
16 Kasım 2007 Cuma
ben hür. hür ben.
meraba blog. uzun zamandır söylendiğimi fark ettim. halbukim hayat güzel yahu. bunu yükü üstünden atınca fark eden ahmak cümlesi.
hava soğuk yalnız, o kötü. her gün pofuduk geziyorum. kat kat giyiniyosun, sonra bir yere gireceğin tutuyo hadi soyun. nedir yani, giy-çıkar ömür gidiyo. ayrıca yüzüm çatlıyo benim. dudaklarım yarılıyo. nemlendirici napsın 15 derecelik sıcaklık farkına. baharları özledim.
gizlice bilet bakıyorum, berlin ve londra. avrupanın 3 büyüğünden ikisi kaldı. diğeri paris. berlin ve londrayı ucuza çıkarma yöntemleri derdindeyim. aslında yarın gidebilirim. bilet de var. kalıcak yer de buldum berlin'de... gitmiyorum ama. bekliyorum. bugün 16 kasım. 26 kasımda burda olmam gerek. o 10 gün içinde istediğim yerde olabilirim.
dün tramvay beklerken önümde bi araba durdu. içinden bi tramvay görevlisi amca çıktı. elinde şu belediyenin karlı yollara döktüğü tuzdan var bi şişe. yere döktü. ben aptal oldum- tuz ne kar nerde noluyo?!?! meğer amcanın gördüğü benim göremediğim 5'e 10 cm ebatında bir minik buzlanma belirtisi varmış yerde. yuh yani. çözdü onu rahatladı amca. diğer minör sorunlara doğru yol aldı.
gri havanın yakıştığı tek şehir istanbul zira henüz londra'yı görmedim. diğer adayım da londra. ikisi dışında çok zor yonca. bakınız ben iki gündür 13 saat falan uyuyorum üzerinize afiyet, yetmiyo. demek ki bu hollanda memleketine yakışmıyomuş misal.
ben burda efes içtim bu arada. efes pilsen. maalesef yeni şişesinde. sanırım eskisi biraz bira göbeği formunda olduğu için değiştirdiler. ne güzeldi aslında.
hava soğuk yalnız, o kötü. her gün pofuduk geziyorum. kat kat giyiniyosun, sonra bir yere gireceğin tutuyo hadi soyun. nedir yani, giy-çıkar ömür gidiyo. ayrıca yüzüm çatlıyo benim. dudaklarım yarılıyo. nemlendirici napsın 15 derecelik sıcaklık farkına. baharları özledim.
gizlice bilet bakıyorum, berlin ve londra. avrupanın 3 büyüğünden ikisi kaldı. diğeri paris. berlin ve londrayı ucuza çıkarma yöntemleri derdindeyim. aslında yarın gidebilirim. bilet de var. kalıcak yer de buldum berlin'de... gitmiyorum ama. bekliyorum. bugün 16 kasım. 26 kasımda burda olmam gerek. o 10 gün içinde istediğim yerde olabilirim.
dün tramvay beklerken önümde bi araba durdu. içinden bi tramvay görevlisi amca çıktı. elinde şu belediyenin karlı yollara döktüğü tuzdan var bi şişe. yere döktü. ben aptal oldum- tuz ne kar nerde noluyo?!?! meğer amcanın gördüğü benim göremediğim 5'e 10 cm ebatında bir minik buzlanma belirtisi varmış yerde. yuh yani. çözdü onu rahatladı amca. diğer minör sorunlara doğru yol aldı.
gri havanın yakıştığı tek şehir istanbul zira henüz londra'yı görmedim. diğer adayım da londra. ikisi dışında çok zor yonca. bakınız ben iki gündür 13 saat falan uyuyorum üzerinize afiyet, yetmiyo. demek ki bu hollanda memleketine yakışmıyomuş misal.
ben burda efes içtim bu arada. efes pilsen. maalesef yeni şişesinde. sanırım eskisi biraz bira göbeği formunda olduğu için değiştirdiler. ne güzeldi aslında.
14 Kasım 2007 Çarşamba
kuştüyü
OH!
tezi bitirdim, yolladım.
hayatımdan çıktı.
17,284 kelime. 41 sayfa. times new roman, 12, single space.
ben şu andan itibaren bütün hafifliğiyle havada süzülüp, dans edip, yok yok inatla asla yere inmeyen bir adet tüy oluciim. aynen yukardaki gibi evet.
benden mutlusu yok bugün. valla yok. heheyt.
üstelik bi şi itiraf ediym mi?
ben dün 8 saat uyudum. heheheytt! uykusuz bile değilim yahu!
evet bugün izninizle kendime gurur duydum ben. tam şu an.
ortasında oturduğum kitap ve makale havuzuna şöyle bi baktım da...
bitti işte!
13 Kasım 2007 Salı
yimmidöt
tez teslimime yazıyla yirmi dört, sayıyla 24 saat kaldı. bi ufak süt, biraz muz ve bolca corn flakes eksenli bir "acıksam da masadan kalkmiyciim nayır" halleri.
e ben haliyle sıkılınca şöyle bi gazete başlıklarına bakıyorum. sayılmaz.
ve lakin aptal oldum. Milliyet ana sayfa aynen şöyle:
geri dönen 8 asker tutuklandı.
8 askerle ilgili haber yasağı getirildi.
2si korucu 7 kişi PKK tarafından kaçırıldı.
okuduğumuzu anlamayalım resmen. bi daha bi daha bakıyorum. başlıklar aynı duruyo. haber yasağı koyan zihniyete mi, tutklamaya mı, yoksa şimdi de 7 sivilin kaçırılmasına mı yaniym, aptal oluyorum. yurtdışına firardan yargılanacak o askerler. ölmediler diye. gece dürbünsüz askerler. evindeki yemeği yiyemeden hapse girenler. ve biz bunu konuşmamalı, bilmemeliyiz.
gazeteler bize aslında her gün yeni doğmuş bebek saflığında dünyaya şaşırma imkanı veriyo. gözler kırpış kırpış, tanıdık bi anne kokusuna sığınarak gazete okuma dürtüsü. "biri bana izah etsin" hissi.
frankfurtta "bütün renkleriyle türkiye" başlıklı bir türkün hoşgörüsü tanıtımı yapılacakmış. ilkokuldan beri her öğretmenim bana ısrarla "aslen nerelisin yavrucum? türke benzemiyosun da" demeseydi samimiyetlerine inanırdım belki. ha bu örnek hoşgörüsüzlük örneği değil, etiketleme örneği. merakını tutamama. etiketleyip rahatlayacak. ve ben doğası gereği etiketlemenin pek de barışçıl bir şey olduğunu zannetmiyorum. zira kolunuza yıldız taktırmak gibi bir şey bu. abartmıyorum. ad koyacak size; çünkü ezberi şaştı-- dersini anlatmaya devam edemiyor resmen... sonra sınıfın ortasında izah etmek zorunda kaldığım aile ağacımdaki %3'lük mübadil kırıntısıyla sevinip "hah işte biliyodum ben!" demek, kafatasçılık olmuyo mu yani?? bu bir etiket fetişi. ve öğretmen yapıyosa öğrenci de yapar. bütün renkleriyle türkiye birbirinin rengini kenara not ediyor bence.
neyse işte, 24 saatim kaldı. işlerim daha kontrol altında duruyo. umarım umarım... bir jack bauer bi ben. biticek. küçük minik edit ve yazı. sonra allı güllü yollama. çıkacak hayatımdan bu tez.
ay ferahladım bi an düşününce.
sonra kocaman bir nefes alma, bir de şarap şişesi tahminen.
yok yok uyku. bolca.
e ben haliyle sıkılınca şöyle bi gazete başlıklarına bakıyorum. sayılmaz.
ve lakin aptal oldum. Milliyet ana sayfa aynen şöyle:
geri dönen 8 asker tutuklandı.
8 askerle ilgili haber yasağı getirildi.
2si korucu 7 kişi PKK tarafından kaçırıldı.
okuduğumuzu anlamayalım resmen. bi daha bi daha bakıyorum. başlıklar aynı duruyo. haber yasağı koyan zihniyete mi, tutklamaya mı, yoksa şimdi de 7 sivilin kaçırılmasına mı yaniym, aptal oluyorum. yurtdışına firardan yargılanacak o askerler. ölmediler diye. gece dürbünsüz askerler. evindeki yemeği yiyemeden hapse girenler. ve biz bunu konuşmamalı, bilmemeliyiz.
gazeteler bize aslında her gün yeni doğmuş bebek saflığında dünyaya şaşırma imkanı veriyo. gözler kırpış kırpış, tanıdık bi anne kokusuna sığınarak gazete okuma dürtüsü. "biri bana izah etsin" hissi.
frankfurtta "bütün renkleriyle türkiye" başlıklı bir türkün hoşgörüsü tanıtımı yapılacakmış. ilkokuldan beri her öğretmenim bana ısrarla "aslen nerelisin yavrucum? türke benzemiyosun da" demeseydi samimiyetlerine inanırdım belki. ha bu örnek hoşgörüsüzlük örneği değil, etiketleme örneği. merakını tutamama. etiketleyip rahatlayacak. ve ben doğası gereği etiketlemenin pek de barışçıl bir şey olduğunu zannetmiyorum. zira kolunuza yıldız taktırmak gibi bir şey bu. abartmıyorum. ad koyacak size; çünkü ezberi şaştı-- dersini anlatmaya devam edemiyor resmen... sonra sınıfın ortasında izah etmek zorunda kaldığım aile ağacımdaki %3'lük mübadil kırıntısıyla sevinip "hah işte biliyodum ben!" demek, kafatasçılık olmuyo mu yani?? bu bir etiket fetişi. ve öğretmen yapıyosa öğrenci de yapar. bütün renkleriyle türkiye birbirinin rengini kenara not ediyor bence.
neyse işte, 24 saatim kaldı. işlerim daha kontrol altında duruyo. umarım umarım... bir jack bauer bi ben. biticek. küçük minik edit ve yazı. sonra allı güllü yollama. çıkacak hayatımdan bu tez.
ay ferahladım bi an düşününce.
sonra kocaman bir nefes alma, bir de şarap şişesi tahminen.
yok yok uyku. bolca.
sonra... daha eğlenceli yazılar.
gak gak gubarak.
gak gak gubarak.
12 Kasım 2007 Pazartesi
romantikleştiremediklerimiz
yıldırımcım türkercim yine yazmış. yazının özellikle son kısımlarını sakin sakin okumanız ümidiyle. romantiklik kısmını da ona bıraktım.
"NEDEN sulukule" sorusu bir yana, ki o kısmı hep bir acı, "NASIL" kısmı beni bağlayan... zira ben ilk yarısına dair bi şi diyebilirim ancak. heralde en az 4 ay buna benzer "kentsel dönüşememe" projelerini ders olarak okudum, çalıştım, sınavına girdim falan. alim olmadım; ama demek istediğim bunlar hep aynneeennn bu şekilde varlardı. dünyanın dört bi yanında. yeni delhi'de, lima'da, nairobi'de oldu. üzgünüm leyla; evet bu kategoridesin, hatta uygulamana bakıyorum, o bile değilsin.
yani okuyunca yeni bir şey yok. dünyada heralde 1960-70lerden bu yana biriken bir kentsel yoksulluk edebiyatı varken bunun giriş kısmını bile açıp okumaya tenezzül etmeyen belediyecilik var, o kadar. "ben yaptım oldu faturayı da şu birleşmiş milletlere kesin" cinliği var. kör gözün parmağı. yani hani o kadar kerizce bir şekilde dan dun işe girişilmiş ki, ben artık okurken 10 adım sonrasını görebilmekten utanıyorum. bu ülkede şehir planlamacıların işsizliğine yanıyorum. neyse... özet:
1) yine üzgünüm leyla, gecekondu veya varoş "temizlenecek yer" değil. insanlar yaşıyo orda. buldozerle üstünden geçtiğinde sokakta kalanlara "oh olsun gelmeseydi" diyecek 5 yaş zekasının üstünde bi yorum yapabilmek mühim. zira bu, akar suyu olmayan adama "yıkanmıyoo" demek kadar kerizce.
2) o yıktıkların neticede bir bina. yani fiziki sermaye. insan nasıl "köprüyü sağlamlaştırıcam" diye işe başladığında yıkıp yenisini yapmayı aptalca buluyosa, bunda da durum o. sen varolan yapıyı yıkıp yenisini yaparsan onun masrafını da paşalar gibi kira bedeli altında yoksula sokarsın. zaten "belediye güzelleştirecekmiş" haberi bile kirayı 3e katlamıştır tahminen. sen varoştaki güç dengelerini bilir misin a güzel? borç harç işine bakan adamla adsız kadını ayırabilir misin? millet orda barınamayıp gidince sokağın adını da "fransız sokağı" yaparsın işte, şık durur (ironik detay: o sokağın eski adı cezayir sokağıydı. tam işgal). koket topuklar şarap içecek diye insanlar evinden olmuş, kaç yazar. aşağı mahalleye gitsin. ay yok hiç gelmesin iiyy.
3) ayrıca, herkes betonarme evde oturmak zorunda değil. barınma, ısınma ve temel ihtiyaçları karşılayan her yapı ev olabilir. misal ahşap. beton fetişinin sonunu gördük. toplu konut altında göğe ermiş beton yapılarda yaşamak herkese göre olmayabilir. hani bi ihtimal. illa verimli de olmayabilir. ezber bozmaksa buyrun burdan. belediyecimizin inşaatçı amcaoğlunun ensesini kalınlaştırmaya bi son verebiliriz belki.
4) "yeni yapılan konutlarda onların önceliği var" diye bi şi yok amca. sen o yeni konutları onlar için yaptın zaten. hani evlerini yıktın ya... hani telafi falan. neyse. onu geç, bir eve ortak 3 kardeş varsa kime vericen evi? kaç kişilik inşa ettin ki yenisini?
5) katılımcı mekanizmalara alışık değiliz. koskocaaa devlet babanın iki sulukuleliye göre plan geliştirmesi nefesimizi kesiyo ve lakin, böyle olmalı. üzgünüm leyla. senin gücün benden geliyo, ilahi bir şey değil. yegane katılımımız oy vermek olamaz artık. yerel yönetime katılım mühim. kaçımız belediyesinin websitesine girdi? zort. hiçbirimiz. bundan bahsediyorum. memnun olmadığını değiştirmek için biraz ihtimal varken onu reddetmek varoşdışı hayatların lüksü. oysa tam da evinin yakınında "istanbul güzelleşeceeeaaak!!!!" diye bekleyen bi buldozer olsa, birisine ses duyurmak istersin. zannımca.
6) şu an tahminen bize en uç gelecek akademik çalışmalar şu: kentte yaşama hakkı. yani kente göç hakkı. kısaca "siz kimsiniz de kenti köylüye kapıyosunuz, açın kapıları, yer gösterin, arsa belirleyin, gelen gecekondusunu yapsın" diyor. "alt yapı ver" diyor. ve bu şekilde gecekonduya dair sorunların çözülebileceğine inanıyor. Kenttekinin elindeki kaynakları paylaşmama ("bu şehir herkese yetmez") hakkını bir züppelik, zenginin yoksulu sömürüsü olarak görüyor. yani kısacası, aklına esince buldozerle gecekondu düzleştiren belediyelerimize rağmen, dünyadaki akademik çalışmalar bu seviyede. bi fikir versin istedim. katılmak-katılmamak değil konu; ama adamlar fikirlerini taş gibi savunuyo. özellikle 2050 itibariyle dünyanın %50sinden fazlasının şehirde yaşayacak olması gerçeğiyle. ekonomik açıklamaları da var ama baş ağrıtmiym. neyse.
7) ha peki çözüm ne? bir kere mal sahipliği yapısı ve alternatifleri belirsiz. o ev kimin, kullanan kim, devlet orayı satın alıp krediyle kiraya verebilir mi, vsvs. alternatifler nedir derseniz, öyle bakıyo belediyeniz size. norm kabul edilmiş şeyleri yıkabilmek ve değiştirmek mümkün. alt tarafı 3 saat harcayıp bu konuda belgesel izlese ufku değişecek adamın ama ı-ııhh, kati surette direniyor. halbuki yaşam alanı denen şey barınmadan öte. orda bir kültür var. romanlıktan kaynaklı değil sadece, o mahallenin artık kendine has bir kültürü var-sev, sevme. orası birilerinin evi. koşulları iyileştirmekle öldürmek arasındaki fark mühim. devlet yaşam koşullarını iyileştirebilir, suç oranını düşürüp eğitim olanaklarını arttırabilir.... ama o mahallenin ruhuna göz dikemez. ve neyin düzelmesi gerektiğini de ruhu yaratanlardan iyi bilemez. evet, o kocca belediye, sulukuleyi sulukuleliden iyi bilemez. üzgünüm leyla.
8) öncelik insanlarda. sulukuleyi "ihya" adı altında yaşayanlarından temizleyip sonra "aynı televisyondaki kibiinnn" bir kaç meyhaneyle çevirip "otantik roman havası geceleri" yapmak değil öncelik. müze haline getirmemek. "ve solda bi çalgıcı karısı binnaz görüyoruz, evet sağda çiçekçileerrr". insan o insan. rafa kaldırdığın biblo değil.
neyse... benim neticede yükseklisans branşım yaşamalanları. yoksulluk üzerine yan dal yaptım. tezim çevre konusunda. bu konuları çalıştım. (daldan dala gibi görünüyo biliyorum). Dedim ya alim olmadım; ama emin olduğum bir şey var, şehre bakışımızdaki elitist yaklaşımdan uzaklaşmamız gerekiyo. gecekonduyu niye yaptın demeden önce devletin kendi yürüttüğü 2 zorunlu göç sırasında kimseye yer göstermediğini ve üstelik geride bıraktıkları malvarlıklarında hak iddia etmelerini konusunda da yardımcı olmadığını-- bi zahmet hatırlamak gerekiyo.
ortaköy ve kadıköyü seviyor olmak, misal, sulukule ve laleliyi de sevmeyi gerektiriyor. egzotik fakirhane görüntüsü için değil. kendi oldukları için. "ağır roman" filmini sevdiğimiz için değil, istanbulu istanbul yaptığı için.
"sen git sen kal" deme gücümüz olsa dahi, hakkımız olmadığı için.
yersen leyla.
"NEDEN sulukule" sorusu bir yana, ki o kısmı hep bir acı, "NASIL" kısmı beni bağlayan... zira ben ilk yarısına dair bi şi diyebilirim ancak. heralde en az 4 ay buna benzer "kentsel dönüşememe" projelerini ders olarak okudum, çalıştım, sınavına girdim falan. alim olmadım; ama demek istediğim bunlar hep aynneeennn bu şekilde varlardı. dünyanın dört bi yanında. yeni delhi'de, lima'da, nairobi'de oldu. üzgünüm leyla; evet bu kategoridesin, hatta uygulamana bakıyorum, o bile değilsin.
yani okuyunca yeni bir şey yok. dünyada heralde 1960-70lerden bu yana biriken bir kentsel yoksulluk edebiyatı varken bunun giriş kısmını bile açıp okumaya tenezzül etmeyen belediyecilik var, o kadar. "ben yaptım oldu faturayı da şu birleşmiş milletlere kesin" cinliği var. kör gözün parmağı. yani hani o kadar kerizce bir şekilde dan dun işe girişilmiş ki, ben artık okurken 10 adım sonrasını görebilmekten utanıyorum. bu ülkede şehir planlamacıların işsizliğine yanıyorum. neyse... özet:
1) yine üzgünüm leyla, gecekondu veya varoş "temizlenecek yer" değil. insanlar yaşıyo orda. buldozerle üstünden geçtiğinde sokakta kalanlara "oh olsun gelmeseydi" diyecek 5 yaş zekasının üstünde bi yorum yapabilmek mühim. zira bu, akar suyu olmayan adama "yıkanmıyoo" demek kadar kerizce.
2) o yıktıkların neticede bir bina. yani fiziki sermaye. insan nasıl "köprüyü sağlamlaştırıcam" diye işe başladığında yıkıp yenisini yapmayı aptalca buluyosa, bunda da durum o. sen varolan yapıyı yıkıp yenisini yaparsan onun masrafını da paşalar gibi kira bedeli altında yoksula sokarsın. zaten "belediye güzelleştirecekmiş" haberi bile kirayı 3e katlamıştır tahminen. sen varoştaki güç dengelerini bilir misin a güzel? borç harç işine bakan adamla adsız kadını ayırabilir misin? millet orda barınamayıp gidince sokağın adını da "fransız sokağı" yaparsın işte, şık durur (ironik detay: o sokağın eski adı cezayir sokağıydı. tam işgal). koket topuklar şarap içecek diye insanlar evinden olmuş, kaç yazar. aşağı mahalleye gitsin. ay yok hiç gelmesin iiyy.
3) ayrıca, herkes betonarme evde oturmak zorunda değil. barınma, ısınma ve temel ihtiyaçları karşılayan her yapı ev olabilir. misal ahşap. beton fetişinin sonunu gördük. toplu konut altında göğe ermiş beton yapılarda yaşamak herkese göre olmayabilir. hani bi ihtimal. illa verimli de olmayabilir. ezber bozmaksa buyrun burdan. belediyecimizin inşaatçı amcaoğlunun ensesini kalınlaştırmaya bi son verebiliriz belki.
4) "yeni yapılan konutlarda onların önceliği var" diye bi şi yok amca. sen o yeni konutları onlar için yaptın zaten. hani evlerini yıktın ya... hani telafi falan. neyse. onu geç, bir eve ortak 3 kardeş varsa kime vericen evi? kaç kişilik inşa ettin ki yenisini?
5) katılımcı mekanizmalara alışık değiliz. koskocaaa devlet babanın iki sulukuleliye göre plan geliştirmesi nefesimizi kesiyo ve lakin, böyle olmalı. üzgünüm leyla. senin gücün benden geliyo, ilahi bir şey değil. yegane katılımımız oy vermek olamaz artık. yerel yönetime katılım mühim. kaçımız belediyesinin websitesine girdi? zort. hiçbirimiz. bundan bahsediyorum. memnun olmadığını değiştirmek için biraz ihtimal varken onu reddetmek varoşdışı hayatların lüksü. oysa tam da evinin yakınında "istanbul güzelleşeceeeaaak!!!!" diye bekleyen bi buldozer olsa, birisine ses duyurmak istersin. zannımca.
6) şu an tahminen bize en uç gelecek akademik çalışmalar şu: kentte yaşama hakkı. yani kente göç hakkı. kısaca "siz kimsiniz de kenti köylüye kapıyosunuz, açın kapıları, yer gösterin, arsa belirleyin, gelen gecekondusunu yapsın" diyor. "alt yapı ver" diyor. ve bu şekilde gecekonduya dair sorunların çözülebileceğine inanıyor. Kenttekinin elindeki kaynakları paylaşmama ("bu şehir herkese yetmez") hakkını bir züppelik, zenginin yoksulu sömürüsü olarak görüyor. yani kısacası, aklına esince buldozerle gecekondu düzleştiren belediyelerimize rağmen, dünyadaki akademik çalışmalar bu seviyede. bi fikir versin istedim. katılmak-katılmamak değil konu; ama adamlar fikirlerini taş gibi savunuyo. özellikle 2050 itibariyle dünyanın %50sinden fazlasının şehirde yaşayacak olması gerçeğiyle. ekonomik açıklamaları da var ama baş ağrıtmiym. neyse.
7) ha peki çözüm ne? bir kere mal sahipliği yapısı ve alternatifleri belirsiz. o ev kimin, kullanan kim, devlet orayı satın alıp krediyle kiraya verebilir mi, vsvs. alternatifler nedir derseniz, öyle bakıyo belediyeniz size. norm kabul edilmiş şeyleri yıkabilmek ve değiştirmek mümkün. alt tarafı 3 saat harcayıp bu konuda belgesel izlese ufku değişecek adamın ama ı-ııhh, kati surette direniyor. halbuki yaşam alanı denen şey barınmadan öte. orda bir kültür var. romanlıktan kaynaklı değil sadece, o mahallenin artık kendine has bir kültürü var-sev, sevme. orası birilerinin evi. koşulları iyileştirmekle öldürmek arasındaki fark mühim. devlet yaşam koşullarını iyileştirebilir, suç oranını düşürüp eğitim olanaklarını arttırabilir.... ama o mahallenin ruhuna göz dikemez. ve neyin düzelmesi gerektiğini de ruhu yaratanlardan iyi bilemez. evet, o kocca belediye, sulukuleyi sulukuleliden iyi bilemez. üzgünüm leyla.
8) öncelik insanlarda. sulukuleyi "ihya" adı altında yaşayanlarından temizleyip sonra "aynı televisyondaki kibiinnn" bir kaç meyhaneyle çevirip "otantik roman havası geceleri" yapmak değil öncelik. müze haline getirmemek. "ve solda bi çalgıcı karısı binnaz görüyoruz, evet sağda çiçekçileerrr". insan o insan. rafa kaldırdığın biblo değil.
neyse... benim neticede yükseklisans branşım yaşamalanları. yoksulluk üzerine yan dal yaptım. tezim çevre konusunda. bu konuları çalıştım. (daldan dala gibi görünüyo biliyorum). Dedim ya alim olmadım; ama emin olduğum bir şey var, şehre bakışımızdaki elitist yaklaşımdan uzaklaşmamız gerekiyo. gecekonduyu niye yaptın demeden önce devletin kendi yürüttüğü 2 zorunlu göç sırasında kimseye yer göstermediğini ve üstelik geride bıraktıkları malvarlıklarında hak iddia etmelerini konusunda da yardımcı olmadığını-- bi zahmet hatırlamak gerekiyo.
ortaköy ve kadıköyü seviyor olmak, misal, sulukule ve laleliyi de sevmeyi gerektiriyor. egzotik fakirhane görüntüsü için değil. kendi oldukları için. "ağır roman" filmini sevdiğimiz için değil, istanbulu istanbul yaptığı için.
"sen git sen kal" deme gücümüz olsa dahi, hakkımız olmadığı için.
yersen leyla.
11 Kasım 2007 Pazar
bi(r)haber
orda bir yerlerde çalışkan, üretken, ilim irfan insanları olduğunu bilmek içimizi rahatlatır ya hani... işte onların en büyüklerinden biri vefat etti. duydunuz mu bilmem. basınımız ücra duyurdu. Cumhuriyetle yaşıt bir dişi çınar, Prof. Mübeccel Belik Kıray, 10 kasım'da toprağa verildi. Türk sosyal bilimler tarihinin sayılı isimlerinden. toplumsal değişim denince akla gelen kadın. gerektiğinde ilmi için sürünmeyi de bilmiş bir saygıdeğer insan. benim için "tek bir dersine girseydim keşke" dediğim kişilerden.
karanfil severmiş.
bir tane de benden olsun.
"hayatımda hiç arkaya bakmadım" demiş... kitap olmuş.
sahi, ileriye bakabilmek için mühim sanırım.
denemek gerek.
sahi, ileriye bakabilmek için mühim sanırım.
denemek gerek.
karanfil severmiş.
bir tane de benden olsun.
10 Kasım 2007 Cumartesi
gerisay
kurdeşen dökebilirim evet. yakın. isilik. kurdeşen. enseden ayak bileğine dek. avuç içi teri.
bugün hocacığıma bi şiler yolliycaktım, yollamadım. hala yazıyorum aslında. yarın yollarım. hayır bu postu tezden kaçmak için yazmıyorum. (buyrun burdan: kısmi bir "yahu bu kızın tez konusu ne" açıklaması)
geçenlerde rüyamda 15inde tezi teslim ediyodum, "ee maalesef teslim tarihi dündü, kabul edemeyiz" diyolardı. ter içinde uyandım tahmin edileceği üzere... iki gün sonra mail geldi:
teslim zamanının 14 kasım öğlen saat 12 olduğunu hatırlatırız.
diye. kendimden korktum. resmen kendi kendimi uyarı sistemi kurmuşum rüyalardan naşi.
daldal dala yazmak istiyorum tezi. bi o bölüm bi bu bölüm (o pikap bu pikap şu pikap). yazdıkça eski halinde değişmesi gereken şeyleri düşünüyorum. geri dönüp kırpıp kesmek o kadar korkutucu geliyo ki gözüme... ama kesmezsem tutarsız bi tez olucak. ne yazdığımı hatırlamıyorum bile. lanet olası 2-3 istatistiki sayı için saatler kaybediyorum. ülkemizde AIDS hastası veya HIV taşıyıcısı sayısına dair hiçbir çalışma yapılmadığını görüyorum. daralıyorum. bir şey ararken karşıma çıkan alakasız şeylere takılıp içlenerek kaybettiğim vakti artık saymıyorum.
hava rüzgarlı. fırtın. uç uç kon. saç baş her daim karışık. burnum ve kulaklarım donuyo. her daim. bordo bereliler mevsimini açtım yine.
odam kendinden geçmiş vaziyette dağınık. bir kitap, üstünde 500 gr'lık makarna paketi ve onun üstünde de okyanus esintisi aromalı mum duruyo. yine aynı şekilde, kolye-bilgisayar şarjı-şekerleme kağıdı-diş macunu gibi ayrı bi kombinasyonum daha var. eğlenceliymiş aslında yahu.
hulusi ve nergiz gelicek birazdan, yemek yiycez. zaten hep bi yee iç eğlen çok kısaa ömrrüüünn hali var bende. olsun.
bu arada, yabancı bir erkeğe saat sordunuz ve kot pantolon giydiniz diye sizi öldürecek kadar psikopat bi adam olur da kocanız olursa, adalete güvenmeyin. gözünüz açık gidersiniz. bi bakmışsınız adam "haksız tahrik"ten indirim almış, ömür boyu hapis 24 yıla inmiş. saat sordunuz diye. kot giydiniz diye. "valla ben olsam ben de tahrik olurdum, anlıyorum seni kardeş" demiş yani hakim bey. alacakaranlık kuşağı gibi.
vay anam vay. daha önce de "bir aydır sürekli makarna yapıyo diye furdum" diyen bi manyak vardı. sanki kadınlar olarak lunaparktaki plastik ördek dizisi, boğazda ipe dizili renkli balonlarız yarabbim. çek vur stres at. hatta hepimizi vur bi tane oyuncak ayı kazan, senden ayı olmasın.
bugün hocacığıma bi şiler yolliycaktım, yollamadım. hala yazıyorum aslında. yarın yollarım. hayır bu postu tezden kaçmak için yazmıyorum. (buyrun burdan: kısmi bir "yahu bu kızın tez konusu ne" açıklaması)
geçenlerde rüyamda 15inde tezi teslim ediyodum, "ee maalesef teslim tarihi dündü, kabul edemeyiz" diyolardı. ter içinde uyandım tahmin edileceği üzere... iki gün sonra mail geldi:
teslim zamanının 14 kasım öğlen saat 12 olduğunu hatırlatırız.
diye. kendimden korktum. resmen kendi kendimi uyarı sistemi kurmuşum rüyalardan naşi.
daldal dala yazmak istiyorum tezi. bi o bölüm bi bu bölüm (o pikap bu pikap şu pikap). yazdıkça eski halinde değişmesi gereken şeyleri düşünüyorum. geri dönüp kırpıp kesmek o kadar korkutucu geliyo ki gözüme... ama kesmezsem tutarsız bi tez olucak. ne yazdığımı hatırlamıyorum bile. lanet olası 2-3 istatistiki sayı için saatler kaybediyorum. ülkemizde AIDS hastası veya HIV taşıyıcısı sayısına dair hiçbir çalışma yapılmadığını görüyorum. daralıyorum. bir şey ararken karşıma çıkan alakasız şeylere takılıp içlenerek kaybettiğim vakti artık saymıyorum.
hava rüzgarlı. fırtın. uç uç kon. saç baş her daim karışık. burnum ve kulaklarım donuyo. her daim. bordo bereliler mevsimini açtım yine.
odam kendinden geçmiş vaziyette dağınık. bir kitap, üstünde 500 gr'lık makarna paketi ve onun üstünde de okyanus esintisi aromalı mum duruyo. yine aynı şekilde, kolye-bilgisayar şarjı-şekerleme kağıdı-diş macunu gibi ayrı bi kombinasyonum daha var. eğlenceliymiş aslında yahu.
hulusi ve nergiz gelicek birazdan, yemek yiycez. zaten hep bi yee iç eğlen çok kısaa ömrrüüünn hali var bende. olsun.
bu arada, yabancı bir erkeğe saat sordunuz ve kot pantolon giydiniz diye sizi öldürecek kadar psikopat bi adam olur da kocanız olursa, adalete güvenmeyin. gözünüz açık gidersiniz. bi bakmışsınız adam "haksız tahrik"ten indirim almış, ömür boyu hapis 24 yıla inmiş. saat sordunuz diye. kot giydiniz diye. "valla ben olsam ben de tahrik olurdum, anlıyorum seni kardeş" demiş yani hakim bey. alacakaranlık kuşağı gibi.
vay anam vay. daha önce de "bir aydır sürekli makarna yapıyo diye furdum" diyen bi manyak vardı. sanki kadınlar olarak lunaparktaki plastik ördek dizisi, boğazda ipe dizili renkli balonlarız yarabbim. çek vur stres at. hatta hepimizi vur bi tane oyuncak ayı kazan, senden ayı olmasın.
8 Kasım 2007 Perşembe
remember remember the 8th of november
ben bugün öğle saatlerinde 23 oldum efendim. 22'nin simetrisini bozan bir asal sayıya teslimim artık. giderek yaklaşan bir 25, ki kendisi 30 habercisidir, eskisi kadar kocaman, eskisi kadar olgun ve dolgun görünmüyor artık... yirmili yaşlarını geride bırakmış veya itinayla bırakıyo olan herkes 23'ü çok bi tavsiye etti, heyecanla bekliyorum.
5 yıl önceki 18lik çıtır statümden hızla uzaklaşıyor olmak hiç koymuyo efenim. zira "bodur tavuk piliç gösterir" mottosuyla döndürüyorum dünyayı. üstelik zaman akreplere koymaz. hıh :P
ve 23 enteresan bir özgürlük hissiyle geldi bugün.
her şeyin mümkün ve güzel olacağı günler hissiyle...
daha nolsun?
7 Kasım 2007 Çarşamba
(none)
şu tez için Türkiye'nin 1980-2007 arası siyasi-ekonomik tarihinin üstünden geçmek can yakıyor. boğaz düğümlüyor. terk edildiğimiz yoksulluklar, özenle serpilen nefret tohumları, keriz yerine konulduğumuz anlar, ölenler ölenler ölenler... bok yoluna ölenler anıtı. tonlarca acı, sıfırlanan hayatlar, depremler mesela ve savaş. ekrana bakıp göz silen tek tez öğrencisiyim. benim ilkokul günlüğümde okunaklı tek yazı kızılay meydanında dövülen gazeteciyle ilgili. aptal olmuşum polisin tekmeleriyle yüzü dağılırken bile kamerasını korumaya çalışan adamı görünce. bir de kaldırım taşı sökenlerin kuvveti.
ama sanırım hiçbiri, hiçbiri madımak kadar canımı yakmıyor.
hiçbiri bu kadar açık, bu kadar vahşice kan istememiş sanki. bir şenlik için ordayken. kanla. bok yoluna. Defne yeni doğmuşken.
yüzsüzce "insan dinsiz olabilir ama bunu ilan etmenin gereği yok" diyebilmiş bir kenanevrenin kıçına suluboya fırçası sokmak istiyorum; ama yok olmuyor. gereği yokmuş; ama nedense benim TC kimliğimde din hanesi var! Mesut Yılmaz'ın "bir futbol maçında da bu kadar insan ölebilirdi" diyebilmesi mesela... Türkiyenin yegane Miss Piggy'si Çillercim "otel dışındakilere bi şi olmadı, içindekiler dumandan öldü" demiş. alay eder gibi. fazla sarışın fazla eblekö biraz banualkanımsı... ve bir adalet bakanını bu davada savunma koltuğunda görmek: kazan kazan şevket.
terk edildiğimiz acılar. bir öbek, bir 70 milyon olarak, "buyur acın budur, otur çek" diye terk edildiklerimiz. ağlayamadıklarımız. hani tıkanıp, dertop olup kaldıklarımız.
olayları evinin penceresinden izlemiş bir arkadaşım vardı. telefon ettikçe "gelicez yoldayız" deyip de hiç gelmeyen itfaiyeyi anlatırdı. her iki temmuz günü yüzü bulutlanırdı. bir bahar sabahı istanbulda gazete alırken arkasında iki hemşehrisi vardı. biri diğerine "yakanlardan mısın yakılanlardan mı?" diye sormuştu. tabii ki ikisi de yakanlardandı. o kız o gün sivaslılığını sakladı. yakanlardan olmayan sivaslıydı. farkı çok azı anladı.
biz şu son 27 yılda sanırım en iyi bir şeyleri saklamayı öğrendik.
bazen kadınlığımızı, bazen dinsizliğimizi, bazen dinimizi.
bazen doğduğumuz şehri.
bazen adımızı, bazen soyadımızı.
bazen toptan kafa kağıdımızı.
gerektiğinde saklanmalı her şey.
ve zaten bunları söylemenin gereği yok buyurdular.
gereği yok: nasıl olsa bizde her nabza göre bir acı var.
oysa tam da bunları söylemek gerekli sanki. söyleyebiliyor olmak. aldığın gazeteyi hemşehrinden saklamadan okuyabilmek. birazcık güvenebilmek için etrafımıza...
6 Kasım 2007 Salı
merak
arkadaşlar yaklaşık bir yıldır tuhaf bi şi cereyan ediyo bu blogta... kendiniz de buyrun girip bakın, belirli bi insanı merak etmemiz için sesi yetiyo. bu sesten ibaret kişilik hakkında istemeden bi database oluşturdum. hani kıçındaki bene kadar bilicez bu gidişle... her gün en az 3-4 insan gugılda bu yazıyı bulunca sevinip tıklıyo ben de onları trackerda görünce bi tuhaf oluyorum. bi bakın nolur. biraz (!) korkutucu görünmüyo mu?
***
tez meselesi bugün aydınlığa çıktı, böylece bu mekanı artık daha fazla stres baloncuğuyla kaplamiycam sanırım. "sabah 10, gözümü açamıyorum" saçıyla karşısına çıktığım hocam, ki kendisi uykuluyken bile ayık görünen şanslılardandır (kahve, evet), "olmuş bu sefer" dedi. oh dedim ben de. yüzümde güller açtı, evet. zaten olmamış dese yapıcak bi şi yok- daha fazla bi şi çıkmazdı benden. ama olmuş dedi. hatta teorim varmış benim, haberim yokmuş. tralla lalalalalalala yani. otur yaz kujum madem. aynen.
bu aralar günler aslında çok huzurlu geçiyor. utanmasam camdan dışarı bakınca güneşli, sakin bi deniz görücem. parlak. arada oluyo da galiba; penceremin önünde bi bina olsa kaç yazar... acı yok Raki. her şey kafada bitiyo. adriyın icabında; bakarım görürüm. bu aralar gülümsemeli günler var.
geri sayımlardan hazzetmiyorum işte. 1,5 sayısından da hiç hazzetmediğim gibi. 1,5 ay sonra ben saat farkı hesaplıyor olmak istemiyorum aslında. neyse, gün bugündür adamım. adriyın demiştim di mi. yes.
bu hollanda sinemalarının iyi yanı: salı günleri sneak preview. vizyona bilmem kaç hafta sonra giricek olan bi filmi önceden gösteriyolar tek bi gece- ama hangisi olduğu süplis. heyecan yumağı bi şi, el çırparak gidiyoruz salıları. boktan bi filmse de sövüp çıkıyoruz zira film kartımız olunca sınırsız film izleyebiliyoruz, öğrenciyiz mutluyuz.iki tane iyi yan yani. yan yana.
kötü yanı: her boka gülen seyirci öbeği. allahım, adamın gırtlağını keserler bir kahkaha, sevgililer kavuşamaz bir histerik gülüş... türkiye'de olsa var ya, imha ederler adamı. yandaki amca inceden çiziverir valla. bir üç beş de değil kardeşim, bi salon insan. irina palm'da mesela, filmi bırakıp salonu izlemeye başlamıştım ben. hepsi imaj derdinde taze ergen desen.. ı-ıh o da değil. daha iki gün önce 40 yaş civarı bi teyze acıdan kıvrandığımız film bitince bi seda sayan kahkahası attı-- ki seda sayan kahkahası ağır bi şi. kendisi sabah şovunda erken doğum sancısı tutan ve ölüp ölüp dirilen seyircisine bile gülebilen biri biliyosunuz (bilmiyosanız da yuh, ben teee hollandalardan takipteyim. hehe).
ama birinciliği venus adlı güzide filmde arkamdaki sırada gülme krizine girip boğazına patlamış mısır kaçıran kıza veriyorum. burnundan çıkmıştır inşallah. hıh.
***
tez meselesi bugün aydınlığa çıktı, böylece bu mekanı artık daha fazla stres baloncuğuyla kaplamiycam sanırım. "sabah 10, gözümü açamıyorum" saçıyla karşısına çıktığım hocam, ki kendisi uykuluyken bile ayık görünen şanslılardandır (kahve, evet), "olmuş bu sefer" dedi. oh dedim ben de. yüzümde güller açtı, evet. zaten olmamış dese yapıcak bi şi yok- daha fazla bi şi çıkmazdı benden. ama olmuş dedi. hatta teorim varmış benim, haberim yokmuş. tralla lalalalalalala yani. otur yaz kujum madem. aynen.
bu aralar günler aslında çok huzurlu geçiyor. utanmasam camdan dışarı bakınca güneşli, sakin bi deniz görücem. parlak. arada oluyo da galiba; penceremin önünde bi bina olsa kaç yazar... acı yok Raki. her şey kafada bitiyo. adriyın icabında; bakarım görürüm. bu aralar gülümsemeli günler var.
geri sayımlardan hazzetmiyorum işte. 1,5 sayısından da hiç hazzetmediğim gibi. 1,5 ay sonra ben saat farkı hesaplıyor olmak istemiyorum aslında. neyse, gün bugündür adamım. adriyın demiştim di mi. yes.
bu hollanda sinemalarının iyi yanı: salı günleri sneak preview. vizyona bilmem kaç hafta sonra giricek olan bi filmi önceden gösteriyolar tek bi gece- ama hangisi olduğu süplis. heyecan yumağı bi şi, el çırparak gidiyoruz salıları. boktan bi filmse de sövüp çıkıyoruz zira film kartımız olunca sınırsız film izleyebiliyoruz, öğrenciyiz mutluyuz.iki tane iyi yan yani. yan yana.
kötü yanı: her boka gülen seyirci öbeği. allahım, adamın gırtlağını keserler bir kahkaha, sevgililer kavuşamaz bir histerik gülüş... türkiye'de olsa var ya, imha ederler adamı. yandaki amca inceden çiziverir valla. bir üç beş de değil kardeşim, bi salon insan. irina palm'da mesela, filmi bırakıp salonu izlemeye başlamıştım ben. hepsi imaj derdinde taze ergen desen.. ı-ıh o da değil. daha iki gün önce 40 yaş civarı bi teyze acıdan kıvrandığımız film bitince bi seda sayan kahkahası attı-- ki seda sayan kahkahası ağır bi şi. kendisi sabah şovunda erken doğum sancısı tutan ve ölüp ölüp dirilen seyircisine bile gülebilen biri biliyosunuz (bilmiyosanız da yuh, ben teee hollandalardan takipteyim. hehe).
ama birinciliği venus adlı güzide filmde arkamdaki sırada gülme krizine girip boğazına patlamış mısır kaçıran kıza veriyorum. burnundan çıkmıştır inşallah. hıh.
8
sekiz asker dönüyor, adalet bakanımız üzgün. adalet yerini bulmamış sanırım: şehit istermiş canı-- öylesi evlaymış, yoksa işte böyle adamın arkasından konuşurlarmış. sevinememiş. hayır hayır, hastalıklı bir hal TABİİ Kİ değil bu, binlerce makul izahat var birinin diri olmasına sevinememe hali için. Hatta bunlar o kadar makul ki o beyinlerde, evladının canının korkusuyla titreyen o annelere babalara çocuklarının diriliğine sevinme hakkı bile vermiyor. bir gün bile tutmuyor çenesini, bırakmıyor ki hasret gidersinler, şöyle doya doya bi koklasın oğlunu. oysa öyle mi ya, cenazeleri olsaydı "oğlunu koklayamadan gömdü" derlerdi, biz omuz üstünden paşaya sarılmış yaşlı amcaya zoomlar, üzülürdük. neticede 8'ın kafasına sıktığınızda ve o zarifçe sağa devrildiğinde, evet evet o bir sonsuz işareti, öylesine poetik bir ölüm olacaktı. "8 asker sonsuza uğurlandı" falan.
sevinememişler. "politik çıkarlar için alet olan canlar" haline gelmiş çünkü o sekiz-- ne komik di mi, ölüleri politikaya alet ettiklerini görmeme hali. ölüyü diriyi. hem o hem öbürü, herkesin ölüyü diriyi politikaya alet ettiği bir hallerde değil miyiz zaten?
türk askeri şehit düşmesini bilirmiş. bunlar çürük yani. herkesin asker doğması gereken topraklarda, ölemediği için doğumda edindiği kimliği kaybedenler. yeterince asker değilsen yeterince türk de değilsin, bil bakalım sen nesin?
ne yazık devletin birine "dirin ölün kadar bir şey ifade etmiyor bana" diyebilmesi. ah nasıl isterdi adalet bak bakı şahin, tam teslimat anında arbede çıksın, 8 kişiden 5i ölsün ama geri kalan 3 kahraman bütün teröristleri temizlesin... kahraman ve şehit, ikisi birden olurdu işte.
sıfat fetişi. kahraman, şehit, tutsak, korkak, hain...
bütün bu sıfatlar içinde ölü ya da diri olmanın bi farkı yok. sıfatın kadar varsın. sonra gazetelerden fal tutma devletimizin biricik vatandaşları yorum kutucuklarında "şehit düşseler daha iyiydi, çocuğuna nasıl izah edecek?" diyebilir işte.
vampirimsi bir kan açlığı- başka bi adı yok bunun. politik analizlerde kendi hayatını öne sürmeyen adalet bakanının adalet koltuğunda oturmasının saçmalığı kadar basit.
sevinememişler. "politik çıkarlar için alet olan canlar" haline gelmiş çünkü o sekiz-- ne komik di mi, ölüleri politikaya alet ettiklerini görmeme hali. ölüyü diriyi. hem o hem öbürü, herkesin ölüyü diriyi politikaya alet ettiği bir hallerde değil miyiz zaten?
türk askeri şehit düşmesini bilirmiş. bunlar çürük yani. herkesin asker doğması gereken topraklarda, ölemediği için doğumda edindiği kimliği kaybedenler. yeterince asker değilsen yeterince türk de değilsin, bil bakalım sen nesin?
ne yazık devletin birine "dirin ölün kadar bir şey ifade etmiyor bana" diyebilmesi. ah nasıl isterdi adalet bak bakı şahin, tam teslimat anında arbede çıksın, 8 kişiden 5i ölsün ama geri kalan 3 kahraman bütün teröristleri temizlesin... kahraman ve şehit, ikisi birden olurdu işte.
sıfat fetişi. kahraman, şehit, tutsak, korkak, hain...
bütün bu sıfatlar içinde ölü ya da diri olmanın bi farkı yok. sıfatın kadar varsın. sonra gazetelerden fal tutma devletimizin biricik vatandaşları yorum kutucuklarında "şehit düşseler daha iyiydi, çocuğuna nasıl izah edecek?" diyebilir işte.
vampirimsi bir kan açlığı- başka bi adı yok bunun. politik analizlerde kendi hayatını öne sürmeyen adalet bakanının adalet koltuğunda oturmasının saçmalığı kadar basit.
4 Kasım 2007 Pazar
reset
öncelikle yüksek müsaadenizle bi
AAAAAAAAAAAAAAAAAYYYYYYYYYY
demek istiyorum.
iç şişmesi halleri.
of çekmiyorum zira civarda yıkılacak dağ bile yok canına yandığım dümdüz hollanda topraklarında, ziyan olur. almanyayı falan vurur, istemedim.
neyse, ben cuma günü falan, başa sardım yine.
hani benim bi hocam daha burda ya, iki ettiler ya, yemin ediyorum şöyle dedi danışmanım:
"sen bize elinde ne varsa yolla biz pazar gecesi viski içer içer okuruz artık".
yani keyiflerine düşkün oldukları için mi yoksa benim durum viski gerektirdiği için mi bilemiyorum... ama ilk kez bi insanın gözünde benim söylediklerime bağlı olarak endişe-panik-karmaşa-kayboluş-... vb duyguları bi arada gördüm. yani ben konuşurken "e biz niye yapıyoruz bunu şimdi?" dedi hocam fısıltıyla. ufff aaaaay yaaaaaaaağ. karşılıklı kaybolduk. hatta bana "metodolojiyi sonra yaz" dedi hocam. ben de "analizi nası yapıcam metodumu bilmeden" dedim. karşılıklı cin fikirliyiz ya, kaldık öylece :)
neyse, ben elimdeki her şeyi yollamadım, zira %90'ı zaten onda var, zira ben yeni bi şi yapmadım. bir sürü okudum. bi tane metodoloji girişimim oldu, yarıda bıraktım, onu da yollamadım. oturdum bir sürü kutucuk yaptım. "şundan şöyle bundan böyle" diye. oklar dolusu. anlarlarsa... valla benim elimdekine bakıp "hımmm ama nerde hani varoluşsal çalkalanmalar ve sermaye?" demeyi bıraksalar iyi olur. bulduğum kadarını gösterdim hocam. aaaaaa.
şimdilik yarınki yer yarılıp içine giriş anına kadar rahatım. ta-taaaa...
yarın çok heyecanlı bi gün ayrıca, bilgisayarım yeniden doğacak. fiyuuu.
çikolata, kurabiye, şekerleme ve meyve suyu stoklayıp ders çalışanlar!! birleşin ve dişçiye gidin!
ben dün ilk kez düşünememe halime ağladım. durdu beynim. klavye, makaleler, yazdıklarım, karalamalar... her şey durdu, hep birlikte müsait bi yerde indiler, beynim bomboş kaldı. çok fenaydı çok. sonra türk iktisadi tarihinden başlayarak arkayı beşledim falan... şimdi şoför yanı boş, en kral fikri oraya oturtucam, üstelik istediği radyo kanalını açabilir.
eastern promises'e gidildi efendim. keşke birazcık türkçe vurgu kısmını da çalışsalarmış... canum. olsun ama. hiç sevmeyenler de olmuş filmi, ben sevdim sanırım. yani filmde klişeler varsa nolmuş, maksat onu nası kullandığımız. di miiğ di miiğ... spoiler: eğer biri boğazımı keserse atkıyı aşağıya çekip kameraya göstericek takatim olacağını sanmıyorum. nokta. imdb'ye yorum yapan bazı sivrizekaların filmin neresini izlediğini anlayamadım. yine bi spoiler: hemşirenin bebeğe olan düşkünlüğü daha önce düşük yapmış olmasından kaynaklanıyo belli ki. yok işte, belli olmamış kimine. ayrıca kiril tek bi adam öldürmüş değil aslında. nokta.
30 days of night: zannımca film yerine fotoğraf sergisi olsa da aynı derecede beğenirdim. yani renkler pek hoş, çekimler güzel ama o aşık gibi gibi yapan çift olmasa da olur. yani diyaloglarla çarpılmadık, senaryo da çok süper değildi- ama renkler renkler. spoiler: karda tek başına aynı mimik ve vücut diliyle yürüyen bir sürü kadın karakter vardı. sonsuz bi deja vu hissi veriyo. aha bi tane daha* bum o da gitti. nokta. yönetmenin daha önce video klip çektiği belli oluyo.
kötü bi şi bu otosansürlü yazı ama spoiler sevmeyik.
aman işte neyse.... yine yeni yeniden deryik buhranları... bunları yazmaktan sıkıldım yahu siz de okumaktan. aslında şu an görece iyiyim ben. onu söyliym istemiştim.
AAAAAAAAAAAAAAAAAYYYYYYYYYY
demek istiyorum.
iç şişmesi halleri.
of çekmiyorum zira civarda yıkılacak dağ bile yok canına yandığım dümdüz hollanda topraklarında, ziyan olur. almanyayı falan vurur, istemedim.
neyse, ben cuma günü falan, başa sardım yine.
hani benim bi hocam daha burda ya, iki ettiler ya, yemin ediyorum şöyle dedi danışmanım:
"sen bize elinde ne varsa yolla biz pazar gecesi viski içer içer okuruz artık".
yani keyiflerine düşkün oldukları için mi yoksa benim durum viski gerektirdiği için mi bilemiyorum... ama ilk kez bi insanın gözünde benim söylediklerime bağlı olarak endişe-panik-karmaşa-kayboluş-... vb duyguları bi arada gördüm. yani ben konuşurken "e biz niye yapıyoruz bunu şimdi?" dedi hocam fısıltıyla. ufff aaaaay yaaaaaaaağ. karşılıklı kaybolduk. hatta bana "metodolojiyi sonra yaz" dedi hocam. ben de "analizi nası yapıcam metodumu bilmeden" dedim. karşılıklı cin fikirliyiz ya, kaldık öylece :)
neyse, ben elimdeki her şeyi yollamadım, zira %90'ı zaten onda var, zira ben yeni bi şi yapmadım. bir sürü okudum. bi tane metodoloji girişimim oldu, yarıda bıraktım, onu da yollamadım. oturdum bir sürü kutucuk yaptım. "şundan şöyle bundan böyle" diye. oklar dolusu. anlarlarsa... valla benim elimdekine bakıp "hımmm ama nerde hani varoluşsal çalkalanmalar ve sermaye?" demeyi bıraksalar iyi olur. bulduğum kadarını gösterdim hocam. aaaaaa.
şimdilik yarınki yer yarılıp içine giriş anına kadar rahatım. ta-taaaa...
yarın çok heyecanlı bi gün ayrıca, bilgisayarım yeniden doğacak. fiyuuu.
çikolata, kurabiye, şekerleme ve meyve suyu stoklayıp ders çalışanlar!! birleşin ve dişçiye gidin!
ben dün ilk kez düşünememe halime ağladım. durdu beynim. klavye, makaleler, yazdıklarım, karalamalar... her şey durdu, hep birlikte müsait bi yerde indiler, beynim bomboş kaldı. çok fenaydı çok. sonra türk iktisadi tarihinden başlayarak arkayı beşledim falan... şimdi şoför yanı boş, en kral fikri oraya oturtucam, üstelik istediği radyo kanalını açabilir.
eastern promises'e gidildi efendim. keşke birazcık türkçe vurgu kısmını da çalışsalarmış... canum. olsun ama. hiç sevmeyenler de olmuş filmi, ben sevdim sanırım. yani filmde klişeler varsa nolmuş, maksat onu nası kullandığımız. di miiğ di miiğ... spoiler: eğer biri boğazımı keserse atkıyı aşağıya çekip kameraya göstericek takatim olacağını sanmıyorum. nokta. imdb'ye yorum yapan bazı sivrizekaların filmin neresini izlediğini anlayamadım. yine bi spoiler: hemşirenin bebeğe olan düşkünlüğü daha önce düşük yapmış olmasından kaynaklanıyo belli ki. yok işte, belli olmamış kimine. ayrıca kiril tek bi adam öldürmüş değil aslında. nokta.
30 days of night: zannımca film yerine fotoğraf sergisi olsa da aynı derecede beğenirdim. yani renkler pek hoş, çekimler güzel ama o aşık gibi gibi yapan çift olmasa da olur. yani diyaloglarla çarpılmadık, senaryo da çok süper değildi- ama renkler renkler. spoiler: karda tek başına aynı mimik ve vücut diliyle yürüyen bir sürü kadın karakter vardı. sonsuz bi deja vu hissi veriyo. aha bi tane daha* bum o da gitti. nokta. yönetmenin daha önce video klip çektiği belli oluyo.
kötü bi şi bu otosansürlü yazı ama spoiler sevmeyik.
aman işte neyse.... yine yeni yeniden deryik buhranları... bunları yazmaktan sıkıldım yahu siz de okumaktan. aslında şu an görece iyiyim ben. onu söyliym istemiştim.
bum bum gençlik! neşelenin. bugün kendinize çiçek alın! siz de beyler!
1 Kasım 2007 Perşembe
atalet
yeni bir gune 7 dakika kaldi. bendeniz sabah 9'a kadar 5 bin yazıcam. 5-7-9. valla yazıcam. oda sirk çadırı gibi ışık ışık. her yerden gözüme ışık giriyo ki uyumiym. şimdi türk kahvesi yapıcam. gerekirse çivili yatak bile mümkün. bu gece uyku yok yok yok. işte bak elindeki makale sana söylemek istediklerini bi 5 cümle halinde vermiş, daha neylersin deryik.
sadidas iyi ki varsın. ben bunu daha önce koymuştum galiba. olsun. insana saçını kırmızıya boyattırır valla. öyle bi hal. sonra işin yoksa kırmızı-beyaz çizgili çarşaf ara. mavi duvar falan.
ayrıca bilen bilir, kızımız 19th nervous breakdown dinliyo çünkü ben öyle diyorum. hıh.
şiir
efendiimm... sütlü hanım "kendinizi anlatan bi dörtlük" mimini paslamış. bu vesileyle hemen bir şair alıntısı yapalım:
herkesin bir hikayesi vardır ama herkesin bir şiiri yoktur
der özdemir asaf. ben kendimi şiirli bulmam pek, hikaye belki. kendimi anlatan şiir bulmak da çok iddialı ve zor geliyo bana o yüzden. puf. neyse, deniyoruz efendim. zor işmiş:
bir gece ansızın gidebilirim. bu şiir olsun bari. "gidelim burdan" buhranlarıma ithafen, içinde sokak olan bi şiir olsun. gitme ihtimallerine. ay seçmek de kendini bilmek de zor.
evveeetttttt ebe sobe:
zanzara, peanutbutter, turuncu bi de taze blogger mormermaid ...
marş marş. edit edit: dörtlük olucak efendim!
herkesin bir hikayesi vardır ama herkesin bir şiiri yoktur
der özdemir asaf. ben kendimi şiirli bulmam pek, hikaye belki. kendimi anlatan şiir bulmak da çok iddialı ve zor geliyo bana o yüzden. puf. neyse, deniyoruz efendim. zor işmiş:
Şimdi evime girsem bile
Biraz sonra çıkabilirim
Madem ki bu esvaplarla ayakkaplar benim
Ve madem ki sokaklar kimsenin değil.
orhan veli- başağrısı
Biraz sonra çıkabilirim
Madem ki bu esvaplarla ayakkaplar benim
Ve madem ki sokaklar kimsenin değil.
orhan veli- başağrısı
bir gece ansızın gidebilirim. bu şiir olsun bari. "gidelim burdan" buhranlarıma ithafen, içinde sokak olan bi şiir olsun. gitme ihtimallerine. ay seçmek de kendini bilmek de zor.
evveeetttttt ebe sobe:
zanzara, peanutbutter, turuncu bi de taze blogger mormermaid ...
marş marş. edit edit: dörtlük olucak efendim!
gaf okumaları
bilmem ki gördünüz mü, bir milletvekili gaflamış. alevilerle satanistleri bir tutmuş, sonra da "ay olur mu hiç tabii ki biliyorum ben onların ne olduğunu, tabii ki bir tutmam, tabii kiiiii!" gibi bi özür dilemiş. şimdi bu adam niye bunu demiş, o kısmı tartışmak aylar sürebilir. zira nüfusunun alevi-sunni oranını bilmeyen bir ülkeyiz. aleviler DE var işte bu topraklarda. zaman zaman kafa göz dalsak da, böyle barış kardeşlik falan gerektiğinde çok seviyoruz onları. hem zaten aleviler hakkında ortalama fikir "çok aydın" olduklarıdır. okuma yazma oranı yüksektir, kadınlar daha eşit muamele görmektedir vs vs. yani hiç alevi tanıdığı olmayanın da baş sallayıp kabul ettiği bir kabul bu, onu demek istiyorum (deryikin yanlış anlaşılmaya dair el kitabı: öyle değiller demiyorum). alevi "iyi bi şi" yani. ama NE olduğunu tam olarak bilmiyoruz. ama iyi bi şi. korkmaya gerek yok... yani hakkında fikir sahibi olmadığımız ama kortuğumuz bir dolu diğer unsur arasında aleviler favorimiz devletçe: hem müslüman hem aydın hem barışçı hem de iyi aşure yapıyolar- daha ne isterik. devam.
şimdi efendim bu sayın milletvekili bunu niye demiş? örnek veriyo efendim. kendisinden alıntı yapıyoruz: "Alevilik Şia'nın bir koludur. Şia mezhebinin diğer kolları da ayrı bütçe isterse ne yapacağız? Bunun sonunun olmadığını söylemek istedim" demiş kendisi. Hemen düzeltelim, hayır satanistiliği bir Şia kolu olarak görmüyo. varsayalım ismail, örnekleyecekken dili sürçtü. neyse, devam. efendim kendisi "bunun sonu yok" buyurmuş. Öncelikle kendisi buna karar verecek mercii değil. her konuda olduğu gibi ilahi meselelerle ilgili de bir bakanlığımız var çok şükür. Fikir belirtiyor. Fikir kısaca şöyle:
herkese hak ettiği hizmeti sunarsak bu işin suyu çıkar.
tabii "sonu yok" denen kısım nedir diye bi analiz analiz düşünüyo insan... diyelim ki bütçe. ah yok siz milletvekilleri nasıl diyo: kaynak. bayılıyorum ben bu kaynak=para denklemine. neyse burdan hareketle bi bakalım, "para talebi"nin mi sonu yok, yoksa "resmi tanınma"nın mı? ikincisi pek kaynak gerektirmiyo zira. burdan bakınca yıllar boyu kabineler alevi ve bektaşi kültürünü çok egzotik, çok doğulu, en bi "islamın barışçı yüzü" olarak kullandı: resmen hümanist islam olarak pazarlandı gerektiğinde: türkiyenin farkıııı bu hoşgörüdüüüürrr.... Mevlananın torunlarıııı..... oysa aynı torunlar her yıl yağlı güreş de tutuyo. neyse. kendine yabancılaştırılmış toplum olarak "anneee bu neee" bile dedik belki. bilmiyoruz. bilgi yok. "kendi hakkında bilgi varme hakkı" diye bi şi varsa eğer, o hakları gasp edilmiş durumda.
anayasa bu tip konularda tam bi el kitabı. ben her vekile öneriririm, hani "devlet yönetimi 101" olabilecek bi şi... nası derler şeker: başucu kitabı. şimdi hani orda din, ırk,mezhep sayıyo ya vekilim... hah, işte o mezhep bu mezhep oluyo. ayıraman yani. yassah. yaa yaa maalesef. ben dedim de dinletemedim, artık yenisi ellerinden öper.
oysa öyle mi ya... vekilime göre sünnilerin mezhebi yok (hanefi, maliki, selefi falan bir ufak detay). yok ı-ıh kalmamış. sünniler bir ebedi bütün. böyle büyük bi mezhep bulutu. Şia mezhebininse böyle ahtopot gibi kolları var, ay hak falan talep ederlerse ya??? Osmanlıdan beri "dini haklar" denince, gayrimüslimler anlaşılıyor... sonra bi de devletim diyo ki "onların inancına TABİİ Kİ saygılıyız". tabii ki. en azından cebella gibi gibi komşu ülkelerin ve Avrupa var her konuyu gayrimüslimlere bağlayan. TABİİ Kİ saygı duyucan yani. misal, yine el kitabımız anayasamızda, azınlık kavramı az buçuk din bazlıdır: Ermeni-Rum-Yahudi üçlemesine karşı "Türk" vardır. 7 farkı bulunuz. Etnik bu farkın dini temeline vurgu tabii ki osmanlının millet sisteminden geliyo; ama buna itiraz çok. misal kürtlerin "müslümanız ama etnik farkımız var" demesi gibi, aleviler de "türk olabilirim ama mezhep farkım var" diyor. ayrıca kürt de olabilir. alevi-kürt durumu devletin başını döndüreceğinden şimdilik atlıyoruz. devam.
dedim ya, nüfusumuz hakkında pek bi bilgimiz yok. bunun teknik kısıtlamaları olabilir, hatta gidip "kardeş sen sunni misin" diye sormanın etik yanlarının da farkındayım... ama insan YOVARLAK sayılar bilir en azından... üniversiteler falan fülün. şöyle bi gugıla sorduğumuzda %30-43 arası bi sayı vermiş alevi nüfus için. vekiller 10 milyon diyo. biz gugıla sorduk, ortalamasını alıyoruz: %37. nüfusunun üçte birden fazlasına "ay ipin ucu kaçar sonraaa" gibi bi saçmalıkla dini hizmet vermiyosun. Ha bunun için bi bakanlık olması ne demektir, o ayrı mesele; ama var. ve burdaki konu vergi öderken gayet egaliter yaklaştığın bu insanların "yol su elektrik"ten fazlasını da alabilmesini sağlamak. din kurumunu bir hizmet haline getirdiysen, hizmete erişimi kısıtlayamazsın. zira vergi ödüyo adam. imamlar maaşlıyken, ilahiyat fakülteleri bissürü bissürüyken- yoo dostum yooo, bu insanları sanki bi müzede sergilenen hoşgörü anıtı haline çeviremezsin. buna karşın "fakültede dede mi yetiştiricez" diyen kendini bilmezler varsa az biraz kendilerinden farklı işleyen sistemlere varolma hakkı vermek nedir, düşünsünler. ak sakallı olur rüyana girer yoksa o dede.
diğer mezheplere gelince... keşke ortaya çıkıp talepte bulunsalar. "ho hooo alevilere, bektaşilere zırnık koklatmıyo Diyanet, bize sıra gelmez" demiyolar mıdır sizce? ayrımcılığın rasyonelize edilmesi kadar kanımı donduran bi şi yok. hani şöyle bi "e ama sebebi o kadar belli ki, uff görmüyo musunuzzz" hali... kan donduran... yok kardeş, baaakk baaak baaak... ı-ıh yıllardır göremoor ben.
"ay hem müslümansa niye camiiye gitmiyooo hıı hııı" cehaletinin tezahürü olan, "mumsöndü oyunu", "kızılbaş" lafları falan... çok eskide kalmadı monşer. çamur at izi kalsın damgalamasından sessizce, acı içinde payını almış bi nüfustan bahsediyoruz. namus namus kuduran bi milletin, kendi ülkesinin üçte birine namussuz dediğini görmezden geliyoruz; yıllarca sapık muamelesi gördüler. yine aynı kesim tarafından gerektiğinde "hadi hadi dön şimdiiii hoop mevlana oll!" şenlikleriyle konser fonu da yapıldı bektaşiler. Mercan Dede taaa Kanadalardan gelip çok etkilendi falan. Ney üflüyo ya, ona her hakkı verdi o ney. yarın öbür gün umarım bu füzyon mutfağı türk popu bi imama yatsı namazı falan da okutur sahnede. ya da pazar ayiniyle every way that i can. nolceekkk yaaau dans gibin işte, hem klise korosuymuş gibi, hani bizdeki hali gibi, şık görünüyo. yahu daha bakınca ibadet görmeyen bir göze hak hukuk nasıl anlatılır? pazar ekinden fırlamış bi cehaletle "bu koreografimde sema kültürünü tanıtmak istedim, işte bakınız sema. tanıdığınıza göre evimize gidebiliriz" hallerinden böööğ bööööğ böööğğğ....
neyse... beni korkutan yanı bu "ya diğerleri de isterse" fobisi. adam açıkça nüfusun üçte birine vermiyoruz yoksa bize kalmiycak diyo. yedik yedik şiştik gayri. başka alanlarda da oluyo mudur acebağ? "ay eşcinselleri tanırsak biseksüelller transseksüeller... bu işin sonu yok" falan... n bileyim, "evli kadını tanırsak bekar/dul da ister" falan...
sonu olmayan neyse... adam "haklarını tanımayı finanse edebildiklerimiz" diye bi şi tanımlamış. parası yoksa tanımıyo. ben mesela desem ona, "para istemiyorum yahu, tanı beni, adam yerine koy yeter, hakkımı ver", ona da yanaşmıyo. o illa nakit hizmet vericek. bi de eğitim tabii. zira hala ortalama bi vatandaşa ulaşım yolu camiiden, diyanet onaylı fetva ve hutbelerden geçiyo. eğitim kurumu olarak camii: o da lazım tabii, "ahlak bilgisi" kısmı; ama sünni ahlak. camiiye gelmiyosa kurt kapsın onu. biz bilemiyciiizz...
sonra nedir işte bi prof tanırsın, "ben alevileri anlamıyorum yalnız, niye diyanet tanısın istiyolar ki? yani diyanete karşı olmalıyız sonuçta" der, böyle saftirik saftirik. oturup kocccaa adama açıklarsın, "hocam şimdi madem öyle bi kurum var, ayrımcılık yapamaz. ya herkesin için olur ya kimse için olmaz" dersin. "hıııı"lar... düşünmemiş resmen bu konuda. ama aynı şahıs "deryik söyle bakalım neyzen nedir" diye sormaya cesaret eder mesela. "ney üfleyen" dediğinizde de sırtınızı pat patlar, "hah aferin, çalan değil üfleyen" diye. zira etkileşimi orda bitiyo. neyzeni biliyo, entellektüel kapasite dolmuş taşıyo. vaoov. CDleri falan da vardır. aay daraldım.
gırrrr.... hala bu milletvekilinin gafını tartışıyoruz. belki bi gün gelir özrünü kabahatinden büyük buluruz. zira benim gözlerim yerinden fırladı, kapanmıyor. adam özür dilerken bize, sana bana ona buna, şunu dedi aslında:
yarın öbür gün, "senin haklarını tanımaya kaynak yok" deyip o hakları gasp edebiliriz, haberin ola.
duyana, anlayana.
şimdi efendim bu sayın milletvekili bunu niye demiş? örnek veriyo efendim. kendisinden alıntı yapıyoruz: "Alevilik Şia'nın bir koludur. Şia mezhebinin diğer kolları da ayrı bütçe isterse ne yapacağız? Bunun sonunun olmadığını söylemek istedim" demiş kendisi. Hemen düzeltelim, hayır satanistiliği bir Şia kolu olarak görmüyo. varsayalım ismail, örnekleyecekken dili sürçtü. neyse, devam. efendim kendisi "bunun sonu yok" buyurmuş. Öncelikle kendisi buna karar verecek mercii değil. her konuda olduğu gibi ilahi meselelerle ilgili de bir bakanlığımız var çok şükür. Fikir belirtiyor. Fikir kısaca şöyle:
herkese hak ettiği hizmeti sunarsak bu işin suyu çıkar.
tabii "sonu yok" denen kısım nedir diye bi analiz analiz düşünüyo insan... diyelim ki bütçe. ah yok siz milletvekilleri nasıl diyo: kaynak. bayılıyorum ben bu kaynak=para denklemine. neyse burdan hareketle bi bakalım, "para talebi"nin mi sonu yok, yoksa "resmi tanınma"nın mı? ikincisi pek kaynak gerektirmiyo zira. burdan bakınca yıllar boyu kabineler alevi ve bektaşi kültürünü çok egzotik, çok doğulu, en bi "islamın barışçı yüzü" olarak kullandı: resmen hümanist islam olarak pazarlandı gerektiğinde: türkiyenin farkıııı bu hoşgörüdüüüürrr.... Mevlananın torunlarıııı..... oysa aynı torunlar her yıl yağlı güreş de tutuyo. neyse. kendine yabancılaştırılmış toplum olarak "anneee bu neee" bile dedik belki. bilmiyoruz. bilgi yok. "kendi hakkında bilgi varme hakkı" diye bi şi varsa eğer, o hakları gasp edilmiş durumda.
anayasa bu tip konularda tam bi el kitabı. ben her vekile öneriririm, hani "devlet yönetimi 101" olabilecek bi şi... nası derler şeker: başucu kitabı. şimdi hani orda din, ırk,mezhep sayıyo ya vekilim... hah, işte o mezhep bu mezhep oluyo. ayıraman yani. yassah. yaa yaa maalesef. ben dedim de dinletemedim, artık yenisi ellerinden öper.
oysa öyle mi ya... vekilime göre sünnilerin mezhebi yok (hanefi, maliki, selefi falan bir ufak detay). yok ı-ıh kalmamış. sünniler bir ebedi bütün. böyle büyük bi mezhep bulutu. Şia mezhebininse böyle ahtopot gibi kolları var, ay hak falan talep ederlerse ya??? Osmanlıdan beri "dini haklar" denince, gayrimüslimler anlaşılıyor... sonra bi de devletim diyo ki "onların inancına TABİİ Kİ saygılıyız". tabii ki. en azından cebella gibi gibi komşu ülkelerin ve Avrupa var her konuyu gayrimüslimlere bağlayan. TABİİ Kİ saygı duyucan yani. misal, yine el kitabımız anayasamızda, azınlık kavramı az buçuk din bazlıdır: Ermeni-Rum-Yahudi üçlemesine karşı "Türk" vardır. 7 farkı bulunuz. Etnik bu farkın dini temeline vurgu tabii ki osmanlının millet sisteminden geliyo; ama buna itiraz çok. misal kürtlerin "müslümanız ama etnik farkımız var" demesi gibi, aleviler de "türk olabilirim ama mezhep farkım var" diyor. ayrıca kürt de olabilir. alevi-kürt durumu devletin başını döndüreceğinden şimdilik atlıyoruz. devam.
dedim ya, nüfusumuz hakkında pek bi bilgimiz yok. bunun teknik kısıtlamaları olabilir, hatta gidip "kardeş sen sunni misin" diye sormanın etik yanlarının da farkındayım... ama insan YOVARLAK sayılar bilir en azından... üniversiteler falan fülün. şöyle bi gugıla sorduğumuzda %30-43 arası bi sayı vermiş alevi nüfus için. vekiller 10 milyon diyo. biz gugıla sorduk, ortalamasını alıyoruz: %37. nüfusunun üçte birden fazlasına "ay ipin ucu kaçar sonraaa" gibi bi saçmalıkla dini hizmet vermiyosun. Ha bunun için bi bakanlık olması ne demektir, o ayrı mesele; ama var. ve burdaki konu vergi öderken gayet egaliter yaklaştığın bu insanların "yol su elektrik"ten fazlasını da alabilmesini sağlamak. din kurumunu bir hizmet haline getirdiysen, hizmete erişimi kısıtlayamazsın. zira vergi ödüyo adam. imamlar maaşlıyken, ilahiyat fakülteleri bissürü bissürüyken- yoo dostum yooo, bu insanları sanki bi müzede sergilenen hoşgörü anıtı haline çeviremezsin. buna karşın "fakültede dede mi yetiştiricez" diyen kendini bilmezler varsa az biraz kendilerinden farklı işleyen sistemlere varolma hakkı vermek nedir, düşünsünler. ak sakallı olur rüyana girer yoksa o dede.
diğer mezheplere gelince... keşke ortaya çıkıp talepte bulunsalar. "ho hooo alevilere, bektaşilere zırnık koklatmıyo Diyanet, bize sıra gelmez" demiyolar mıdır sizce? ayrımcılığın rasyonelize edilmesi kadar kanımı donduran bi şi yok. hani şöyle bi "e ama sebebi o kadar belli ki, uff görmüyo musunuzzz" hali... kan donduran... yok kardeş, baaakk baaak baaak... ı-ıh yıllardır göremoor ben.
"ay hem müslümansa niye camiiye gitmiyooo hıı hııı" cehaletinin tezahürü olan, "mumsöndü oyunu", "kızılbaş" lafları falan... çok eskide kalmadı monşer. çamur at izi kalsın damgalamasından sessizce, acı içinde payını almış bi nüfustan bahsediyoruz. namus namus kuduran bi milletin, kendi ülkesinin üçte birine namussuz dediğini görmezden geliyoruz; yıllarca sapık muamelesi gördüler. yine aynı kesim tarafından gerektiğinde "hadi hadi dön şimdiiii hoop mevlana oll!" şenlikleriyle konser fonu da yapıldı bektaşiler. Mercan Dede taaa Kanadalardan gelip çok etkilendi falan. Ney üflüyo ya, ona her hakkı verdi o ney. yarın öbür gün umarım bu füzyon mutfağı türk popu bi imama yatsı namazı falan da okutur sahnede. ya da pazar ayiniyle every way that i can. nolceekkk yaaau dans gibin işte, hem klise korosuymuş gibi, hani bizdeki hali gibi, şık görünüyo. yahu daha bakınca ibadet görmeyen bir göze hak hukuk nasıl anlatılır? pazar ekinden fırlamış bi cehaletle "bu koreografimde sema kültürünü tanıtmak istedim, işte bakınız sema. tanıdığınıza göre evimize gidebiliriz" hallerinden böööğ bööööğ böööğğğ....
neyse... beni korkutan yanı bu "ya diğerleri de isterse" fobisi. adam açıkça nüfusun üçte birine vermiyoruz yoksa bize kalmiycak diyo. yedik yedik şiştik gayri. başka alanlarda da oluyo mudur acebağ? "ay eşcinselleri tanırsak biseksüelller transseksüeller... bu işin sonu yok" falan... n bileyim, "evli kadını tanırsak bekar/dul da ister" falan...
sonu olmayan neyse... adam "haklarını tanımayı finanse edebildiklerimiz" diye bi şi tanımlamış. parası yoksa tanımıyo. ben mesela desem ona, "para istemiyorum yahu, tanı beni, adam yerine koy yeter, hakkımı ver", ona da yanaşmıyo. o illa nakit hizmet vericek. bi de eğitim tabii. zira hala ortalama bi vatandaşa ulaşım yolu camiiden, diyanet onaylı fetva ve hutbelerden geçiyo. eğitim kurumu olarak camii: o da lazım tabii, "ahlak bilgisi" kısmı; ama sünni ahlak. camiiye gelmiyosa kurt kapsın onu. biz bilemiyciiizz...
sonra nedir işte bi prof tanırsın, "ben alevileri anlamıyorum yalnız, niye diyanet tanısın istiyolar ki? yani diyanete karşı olmalıyız sonuçta" der, böyle saftirik saftirik. oturup kocccaa adama açıklarsın, "hocam şimdi madem öyle bi kurum var, ayrımcılık yapamaz. ya herkesin için olur ya kimse için olmaz" dersin. "hıııı"lar... düşünmemiş resmen bu konuda. ama aynı şahıs "deryik söyle bakalım neyzen nedir" diye sormaya cesaret eder mesela. "ney üfleyen" dediğinizde de sırtınızı pat patlar, "hah aferin, çalan değil üfleyen" diye. zira etkileşimi orda bitiyo. neyzeni biliyo, entellektüel kapasite dolmuş taşıyo. vaoov. CDleri falan da vardır. aay daraldım.
gırrrr.... hala bu milletvekilinin gafını tartışıyoruz. belki bi gün gelir özrünü kabahatinden büyük buluruz. zira benim gözlerim yerinden fırladı, kapanmıyor. adam özür dilerken bize, sana bana ona buna, şunu dedi aslında:
yarın öbür gün, "senin haklarını tanımaya kaynak yok" deyip o hakları gasp edebiliriz, haberin ola.
duyana, anlayana.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)