batı yakasında yeni bir şey yok; ama kaydetmeyince de olmuyor, niyeyse.
Internet bağlantısı için geri sayışım sürerken, nihayet banka hesabı açtırabildim. Tabii council tax amcalarının adres beyanı için kullanacağım evrakta adımı Derryya şeklinde yazması biraz gerdi beni. Sonuçta “Derryya” bir isimden çok kedi miyavlaması gibi, hangi banka memuru inanır? Neyse, “ah şu şakacı council tax amcaları” diye gülerek atlattık o işi.
Banka memurunun yanında stajyer bir kızımız oturuyordu. Gülümse demişler, yazık, sonsuza dek gülümsedi. Her göz temasında hem de. Sonra İstanbul enteresan geldi tabii. Niyeyse, yıl 2012, İstanbul hala çok enteresan. “Londra İstanbul’dan çok farklıdır heralde?” dedi kızımız, “burası bir şehir filan ya hani”. Ah bilse, kemiğimin içindeki ilik büzülüyor böyle lafları duyunca. Önünde sırıta sırıta oturduğu ekrana kafasını dayayıp “yaz: Google! Yaz: İstanbul!” filan demek istiyorum. Neyse, “İstanbul da şehir?” dedim en salak ifademle. Kızımız kekeleyerek “yani gökdelenler filan” dedi, “evet maalesef İstanbul’da da var, artıyor” dedim. “Hani finans, iş hayatı, şehir” filan diyordu ki “hepsi var; ama bir tek oryantal resimlerdeki hali kalmadı artık, harem filan” dedim, güldü. “Tabii, doğru” filan dedi. Hahhhşşöööleeee.
Ev sahiplerimizle tanıştım. Oxford yakınlarında yaşayan, 40larında 2 kız kardeş. Ev sahibi açısından gün yüzü görmediğimden, Oxford’dan buraya (2 gün arayla, 2 kez) 1,5-2 saatte arabayla gelmeleri, üzerine de tam 4,5 saat evde türlü çeşitli tamirat işleri yapmaları ve bol trafikle geri dönmeleri beni dehşete düşürdü. Üstelik işlerin arasında kesinlikle onlarla ilgili olmayan şeyler de vardı, hatta çoktu. Ev eski olduğu için bir şey yapmadan önce akıl danıştığımız ufak tefek şeylere bile “elimiz değişmişken yaparız yaa” diye atladılar. Pek bir Viktoryan ve eski evimize, yani evlerine, elbette özeniyorlar; ona şüphe yok, ama başka bir hal bu. Kendilerini pek bir seviyorum, lokumlarla besliyorum.
Bunun dışında efendim, güneşsiziz. N’olacaktı zaten? Soğuk, gri ve “maymun çişi” yağışlı. Direnmiyorum, itaat ediyorum. Yağıyorsa, güneş açsın diye; birkaç saat sonra utangaç utangaç gülümsüyor – o kadar. Keşke o havada yürüyüş yapmayı da becersem; ama evde oturup yürüyüş yaptığımı düşünüyorum. Ayrıca bakınız bugün güneşliydi mesela, olmuyor değil; oluveriyor. E tabii ben de yürüyüşümü yaptım, aferin bana. Katlanıp cebe girebilen bir yağmurluk buldum kendime, açınca pek bir şık; ama hem de pratik. Belki bu vesileyle yağmur çamur dinlemeden yürürüm. Yürümeyi halledersem, sırada koşmak var. Siyatik, koşmak, bel, bacak, nasıl olacaksa?
Londra’nın tamamı “KURAKLIK VAR!” afişleriyle kaplı. Şehirde bahçe sulamak yakında yasaklanacakmış. 2 yıldır çok az yağış olduğu için ciddi bir su sıkıntısı varmış, bir de üstüne Olimpiyatlar geldiği için panikteler. Londra pek bir kasvetli olabilir; ama sonuçta muson iklimi değil. Hatta, Londra’ya Roma’dan daha az yağmur yağıyormuş efendim, yaa yaa.
Hyde Park turu yaptım nihayet, havalar yüzünden pek içimden gelmiyordu. Yorulup oturduğum bankın arkasındaki çite, hemen dibime bir mavi baştankara kondu. Büyük bir şaşkınlık ve sevgiyle onu seyrederken bir şey ayağımı dürttü: sincap! Kıpırdamadan durunca aynı sincap önce banka çıktı, oradan da kucağıma! Kıpırdadığım an, dev bir karahindiba yığınına benzeyen kuyruğunu savurarak gitti. Ben zaten sincapların varlığına henüz alışabilmiş değilim, bir de böylesi yakın temas inanılmaz geldi. Bizim parkın sincapları yabani yaratıklar, Hyde Park’takilerse evcilleşmiş resmen. Semtimizin sembolü sevgili tilkileri de görürsem bu iş tamam. 2007’de Galler’de gördüğüm tilki karaltısı dışında henüz denk gelebilmiş değilim.
Hayatımda hiç olmadığı kadar düzenli yemek pişiriyorum. Alışveriş arabası denen dikdörtgen teyze arabasından bende de var, pek havalıyım. “Renklere göre yemek” fikri bana doğru geliyor niyeyse. Aslında sebebi belli: “elma mor değil de kırmızıysa, vardır bir hikmeti” basitliğim. C vitamini tableti yutmak, 4-5 çeşit meyve-sebze yemek anlamına gelmiyor, meyve sadece vitamin değil. Belki anlaması, ayarlaması daha kolay geldiği içindir; ama renkli şeyler yemeye çalışıyorum. Çok sevgili hibiskus çayım (hibiskus, zencefil, ıhlamur & limon= saadet) ve yaban mersinli yoğurt “mor” öğün mesela. Renkler çeşitlendikçe, fayda da çeşitleniyor, tabii pek sevgili “3 beyaz” hariç. Beyaz istiyorsan, zencefil var, sarımsak var, yoğurt da sayılır sanırım. Ayrıca, minik rende ve muskat aldığım günden beri, ben de adeta bir şefim.
Bu arada, “beyaz peynirle reçeli birlikte yemek” bize has bir tuhaflık sanırdım ki “ yaban mersini soslu hindili sandviç” yedim. Böyle bir şey var efendim, fena da değildi. Yine de et- reçel ikilisi, tercihen ayrı gayrı olsunlar.
Kasım ayındaki Londra turumda tesadüfen pek bir güzel, pek bir butik, pek bir sade bir kahveciye denk gelmiştik (Kaffeine). Kahvelerimizi alıp eve dönmüştük. Meğer şehrin “ilk 10” butik kahve dükkânı arasındaymış ve hatta geçen yıl Avrupa’nın en iyi bağımsız kahve dükkânı seçilmiş filan. Bu güzel tesadüfün verdiği gazla, diğer 9 kahveciyi de bulup deneyeceğimdir.
Sundance Film Festivali bu yıl bir çılgınlık yapıp yeni dünya’dan çıkmış ve hatta Londra’ya gelmiş. Bu tür şeylerden ucu ucuna haberim olduğu için bilet bulabilecek miyiz, emin değilim. Olsun, yine de iyi ki gelmiş. Tiyatro seçenekleri öyle çok ki ve yine de bilet bulamama ihtimali o kadar yüksek ki ayrı bir mesai gerektiriyor. O da olacak; en azından önceliklileri belirledik.
Onlarca köpeğin tasmasız dolaşıp koşturduğu parkımızda henüz “bu hayvan orta boy bir çocuğu YER!” huzursuzluğu yaşamadım. Köpekten korkmam; ama eğitilmeden, sadece saldırganlaştırılıp ortaya salınmaları beni üzüyor. Seğmenler Parkı’nda bakıcılara emanet edilen köpeklerin saatlerce karşılıklı havlatıldığını, boğazlarının kanadığını, hayvanların agresif birer yaratığa dönüştüğünü, birkaçının gırtlak kanseri olduğunu gördüm ben. Buradaysa köpek koşan, oynayan, bir ıslıkta zınk diye duran bir evcil hayvan. Eğitimli bir kere; cüssesi hiç fark etmez, korkutması mümkün değil zaten. Şehrin göbeğinde tazı filan besleyip de eğitmeyen insanları zalim buluyorum açıkçası. Ya bırak ava çıksın, “özü”nü yaşasın ya da yardım et, burada yaşamayı öğrensin. Dobermanların kulağını kesme manyaklığı da yok çok şükür. En güzeli de minik, demir kutular: “lütfen sadece köpek pisliği atınız” yazıyor. Ayrı çöp kutusu! Bu çöp kutularının kullanımda olması da iyi bir şey tabii, süs değil.
Yine de en güzel, en medeni şey şu: engelliler için yapılan düzenlemeler. Sadece tekerlekli sandalye rampasından bahsetmiyorum. Gerçi o kısım ayrı bir konu. Mesela Bath’daki parkta şöyle bir tabela vardı: “Parkın bu kısmından sonrası maalesef tekerlekli sandalyeye uygun değil; ama geliştireceğiz. O zamana kadar lütfen soldan gidiniz.”. Yani her yer uygun da, bundan sonrası değil! Blenheim Sarayı’nın üst katındaki minik audio-visual tura merdivenle çıkılıyordu. Hemen yanında bir not: “üst kata tekerlekli sandalye erişimimiz maalesef yok. Burayı görme imkanı sağlayamadığımız ziyaretçilerimizden özür dileriz. Dilerseniz uygulamanın filmini yandaki sinema salonunda izleyebilirsiniz”. İncelik burada işte. Özür dilemekle başlıyor; ama yerine bir alternatif geliştirmekle, ne bileyim, müzeye giriş parasının karşılığını eşit şekilde alması için hizmet vermeye çalışmakla devam ediyor. Müzelerde ayrıca breille alfabesiyle açıklamalar ve “dokunulabilir” eserler, yaşlılar için yürüteçler, çok büyük puntolu açıklama kitapçıkları, özel kulaklıklar filan var.
Ev sahiplerimiz yeni bir uygulamayı anlattı bize: “vulnerable person” ayrımı varmış. Genel olarak çok küçük çocuklar, yaşlılar ve engelliler bu kategoride. Bu kişilere her türlü hizmette (örneğin doğalgaz, tesisat bakımı, sağlık kontrolü vb) öncelik sağlanıyor. Bir yandan çok iyi bir düzenleme tabii; ama uygulamada daha ziyade “bu kategoriye girmiyorsan/ evde giren biri yoksa, haftalarca bekle” halini almış. Yani evin kombisi bozulduğunda bile ilk soru “vulnerable kimse var mı?” oluyormuş veya yaşını filan soruyorlarmış; yoksa kış ayazı olmasına bakmadan, birkaç yüzyıl sonra gelecekler. “Önceliklendirme” daha ziyade “sadece onların işini görme” halini almış. Bu da böyle bir İngiliz derdi efendim.
Bir diğer dert de polisin ırkçılığı ve ırkçılıkla mücadele filan- bugün türkiye gazetelerine de çıkmış birkaç haber. Londra Emniyet Müdürü koltuğunda kısa sürede 2 istifa oldu, artık bu üçüncünün halletmesi umuluyor.
Son olarak: on bin tane güzellik ürünü filan tavsiye ediyorlar ya, bebe yağı kadar güzel vücut nemlendiricisi yok. Deneyin, teşekkür edeceksiniz.
Not: Ankara’nın dün bi ara 23 derece olduğunu öğrendim.
Kıskandım mı? Hayır. Kucağımda sincap vardı. Yıh yıh yıh.
3 yorum:
Çok özledim çok:-)
deryik, yeni evini ve yeni evinden fotoğrafları bizle paylaşsan ne güzel olur.
Pret A Manger de kahve sandviç zinciri ve hem güzel hem leziz hem ucuz, ne güzeldi...Rastlarsan mozarella pesto soslu sandviçini düşünmeden dene, çok bizden bi tat.
Yorum Gönder