Biliyorum, Türkiye gündemi ağır. Ne zaman bu kadar saçma bir şekilde ağırlaşsa Martin Luther’in kilise kapısına çaktığı o uzuuuun metin geliyor aklıma. Neyse, Türkiye’den uzaktayım; onu da geçtim, Amish gibi yaşıyorum. Haliyle, oradaymış gibi yapacak değilim efendim. Niyeyse, ben “light” yazılar yazınca “ama bugün şöyle böyle oldu” diye hatırlatma yorumları bırakanlar olabiliyor arada bir, bu not onun için. Evet, olmuştur; ama büyük ihtimalle benim haberim olmadı ve evet, pek de ilgilenmiyorum, başka âlemlerdeyim. Kafam çok daha rahat, hafiflemiş hissediyorum; ama içip içip ağlayabiliyorsak, Türkiye bizim Aleksandra’mız olduğu içindir.
*
“Yaz güneşi geçici” dediler, ben de biliyordum ama işte insan yine de sürmesini istiyor. Bir heves başladığım spor girişimleri ve o güneş yüzünden geçen hafta azıcık şifayı kaptım; ama dert değil. Bir heves dolabın ücra köşelerine attığım palto, bu hafta sonu ikinci derim oldu. Palto ve atkı ve bot. Ne güzel, ne bitmek bilmeyen şeylersiniz bazen.
Sevgili İngiltere Schengen’e dahil olmadığı için vize başvurusu olmadan İrlanda’ya bile gidememek diye temel bir engel var dostlar. Easter tatilinin ne zaman olduğunu bile 1 hafta önce fark edince vize yalan oldu tabii. 6-9 nisan tatili için bir heves tırım tırım arandık; bir yandan accuweather, bir yandan tren biletleri, sonuç: 2 gün Bath, 1,5 gün Oxford.
Sizler için geliyor:
Bath, adı üstünde, resmen bir kaplıca şehri. Krallık’ın tek doğal termal suyu buradan çıktığı için zamanında Romalılar kocaman bir kaplıca yapmışlar. Eski kaplıcanın olduğu yer müzeleştirilmiş, ayrıca bir de yeni, kocaman kaplıca işletmesi var. Şehir, minik minik mimari hoşlukları sebebiyle ayrıca bir de UNESCO Dünya Mirası şehri ilan edilmiş.
İlk gün müzeden başladık, pek keyifliydi. İngilizler komik millet. Romalılardan kalan havuzun etrafına “Romalı gibi” heykeller yapmışlar 19..yy’ın sonunda. Bu bilgiyi edinene kadar hevesle heykellerin fotoğrafını çekti herkes. Neyse, güzel olan şey, “augemented reality” denen teknolojinin, müzenin tamamında kullanılması. Mesela eski hamam odalarına giriyorsunuz, karanlıkta bir takunya takırtısı, bir anda yanınızdaki duvardan Romalı bir hanımefendi ve hizmetçisi geçiyorlar. Bir su sesi, bir adam başını yıkıyor, falan. Orası bir anda capcanlı oluyor. Duvarda şöyle yazılar var: “1. Yüzyılda Roma Hamamı’ndaki insanlar da bizim gibiydi: koşup havuza atlayanlar, bir türlü yıkanması bitmeyenler ve tabii kendini müthiş bir şarkıcı sananlar”. Ayrıca bu termal “tesis”in orijinaline dair dev maketler, suyun sirkülasyonunu gösteren animasyonlar vs vardı. Bergama’da silinip gitmiş tabelalarda ne yazdığını bize soran Koreli teyzeleri düşündüm, bir de işte böyle, normalde ilgini bile çekmeyecek şeyleri (kuyu kovasının metal kancası?) bile allayıp pullayıp anlatan İngilizleri.
Adamlar ülkedeki tek bir kaynaktan heralde Ankara’nın tamamından fazla turizm geliri elde ediyor. Kızılcahamam, Bursa ve Pamukkale konuşup durduk. Allianoi konuşamadık, boğazımız düğümlendi. Allianoi’da Avrupa’nın en büyük ve en sağlam durumdaki Roma kaplıcaları vardı. Bu gezdiğimiz şey, Allianoi’da ancak bir “odacık” filan ederdi.
Neyse, Bath’ta Venedik köprüsünden esinlenerek yaptıkları bir Pulteney köprüsü var, üstünde dükkânlar olan. Avon nehrini aşıveriyorsunuz. Güzel birkaç kafe ve pastane var ki şehrin en güzel manzaralı yeri olduğunu kesin. Buradan geçerek otelimize döndük.
Ertesi gün kaplıcadan başladık. Ankara’da onca yıl yaşayıp bir Kızılcahamam deneyimi bile yaşamamış bendeniz kaplıca konusunda fazlasıyla cahilim. Tek bildiğim, karı-koca olarak o sıcak sulara, buhara, dinlenmeye ihtiyacımız olduğuydu. Neyse efendim, bu konuda benim kadar cahil olmayan kavalyem “aslında Türkiye’de çok daha iyileri var” dese de, pek bir güzel vakit geçirdik. 16 yaş altındakileri kabul etmeyen işletme zaten en baştan kalbimi kazandı. Bina 4 katlıydı. Aromatik buhar odaları, çatıdaki açık ve sıcak havuz, güzel manzara derken 2 saat fazlasıyla yetti. Çıktığımda pembe ve mutluydum. Dolayısıyla diyebileceğim tek şey: gitmediyseniz, ilk fırsatta, en yakındaki kaplıcaya gidin.
Küçük şehirlerin güzel yanı, bir uçtan bir uca yürüme kolaylığı. Otelimize uğrayıp sonra tekrar yola düştük. Efendim bu Bath denen şehirde her yerde karşınıza çıkan bir Sally Lunn meselesi var. 1150’den beri mevcut bir fırında 1680’de çalışmaya başlayan bu Fransız göçmeni hanfendi, ööööyylleee güzel ekmekler yapmış ki namı yürümüş gitmiş, herkes bir “Sally Lunn Bunn” yemek ister olmuş, falan filan. O kadar ki mekan artık onun adıyla anılıyor. Pub yemeği bir yere kadar yenebildiği için hevesle gittik. Kuyruk yeni başlıyordu, çok beklemeden oturduk. Sally Lunn Bunn denen şey, Sally kızımızın bu cahillere Fransız ekmeği yapmasından ibaretmiş. bildiğiniz paskalya çöreği hamuru! Neyse efendim, tabak yerine kullanılan kocaman ekmeklerde öğlen yemeğimizi yedik, fena değildi. Fiyatları porsiyona göre uygun, ortamı da güzel.
Sonra efendim, doğruca the Circus ve the Crescent isimli meydan/ binalara gittik. Georgian tarza yapılmış bu güzide yapıları size ben anlatacak değilim, üstlerine tıklayın, vikipedi anlatsın. Pek bir haşmetliler. Crescent’taki evlerden biri müzeleştirilmişti, içini gezdik. Çok büyük değildi; ama her bir odada en az 65-70 yaşındaki teyzeler her bir nesneyle ilgili ayrıntıları anlatıyordu, susup dinliyorsunuz zaten. Yaşlı nüfus için istihdam yaratma aracı olarak müze. Çoğu esprili tipler oluyor, iyi vakit geçirtiyorlar. Georgian evlerin simetri takıntısı ayrı bir hikaye (odaya kapıyla giriliyor malum; ama tek kapı simetriyi bozmasın diye hemen yanına hiçbir yere açılmayan bir kapı yapmak??).
Mutfaktaki “köpek tekerleri”ni de burda gördük.Bizim emektar Anadolu kadını nerde, tembel İngilizler nerde? Saatlerce et mi pişirmek gerek veya un mu öğütülecek, kuyudan su mu çekilecek? Mekanizmayı kurmuşlar: yapılacak işe bağlı bir küçük teker, tekerin içine kısa bacaklı hiperaktif bir köpek, koştur babam koştur! Hayvan koşsun diye de tekerin içine kızgın kömür atıyorlarmış.
Dev kilisesi, belediye binası filan da var şehrin, içleri de ihtişamlıdır diye tahmin ediyorum. Biz giremedik maalesef, vakit yetmedi. Akşam yemeği için de şehrin en bir kuzey noktasındaki, pek bir ödüllü pub’da pek bir güzel şişe şarabımızı açtık, bize peynir de getirdiler, saatlerce oturduk bir güzel. Sonra şehrin en güney ucuna döndük yürüyerek. Bu arada nezlem zatürreye dönmediyse, aşktan efendim, aşktan.
Ertesi gün öğle saatlerinde Oxford’a vardık. Paskalya Pazarı olduğu için ortalık pek bir sakindi. Turist info’nun 1,5 saatlik yürüyüş turuyla civarı gezdik, civar dediysem, tabii ki üniversite binalarını. Bir vakitler İngilizler Paris’e gidermiş efendim eğitime, sonra kral krala küsünce iş başa düşmüş, üniversite açmaları gerekmiş, Oxford’u seçmişler. Kocaman bir “kompleks” inşa edilmiş (kocaman derken, tüm şehir. Üniversite şehri değil, üniversite-şehir resmen- kolejlerlerler); ama şehir halkı bu mürekkep yalamış, aksanlı züppelere pek bir gıcık olduğundan, öğrencilere saldırılar olmuş. Hop, okul binalarının etrafına kale duvarları çekilmiş. Yüzyıllar boyunca, dönem dönem çıkan ayaklanmalarda dövülen/ öldürülen öğrenciler olmuş böyle. Kral- kilise- üniversite ilişkisi ortadayken neden dayak yediklerini çözmek zor değil. Neyse efendim, ben diyeyim Tolkien, siz diyin Wilde ve hatta L.Carroll, hepsi Oxfordlu. Pek bir ihtişamlı binalar, sonuçları gazetelerde açıklanan sınavlar, sanki oku oku bitmez yıllar. Kütüphanesi özellikle hoşuma gitti. Pazar günümüz şehri boydan boya yürüyerek geçti. “Dünyanın metrekare başına en yüksek IQ düşen pub’ı”nda bira içerek ortalamaya gerekli katkıyı yaptık. Bir günümüz daha olsaydı Tolkien’in ağacına uğramak isterdim.
Ertesi sabah, erkenden yola düşüp otobüsle Oxfordshire âleminin gözdesi, İngiltere’nin en büyüğü olduğu iddia edilen Blenheim Sarayı’na gittik. Bu arada hava sahiden berbattı, tüküren yağmur, şemsiye uçuran rüzgar filan. 1. Marlborough Dükü’ne ödül olarak verilen bu ev, kendisinin çabasıyla hakikaten koca bir saray olmuş. Şu an 11.dük ve düşes burada yaşıyorlar ve bu sahiden şaka gibi. Devasa bir bahçe, 2 tane göl, ayrıca yine devasa bi park, fıskiyeler falan filan var. Bu kadar gösterişin ortasında “sarayda geri dönüşüm başladı! Lütfen kartonlarınızı sarı kutuya atın!” tabelası filan var, o da şaka gibi. Sarayın halka açık kısmını gezmek 2 saat sürüyor, park ve bahçe hariç. Onları da katarsanız en az 1,5 saat daha eklenir. Winston Churchill de burada doğmuş, ailedenmiş efendim. Ayrıca bu ailenin esas soyadı Spencer- Churchill, yani bir şekilde Prenses Diana’nın da akrabası oluyorlar. Sevgili Jelatin’in kulağını bol bol çınlatarak Çin porselenleri ve ipek örtüler arasında turladık. Saray ressamı Piper’ın (ki kendisini Coventry Katedrali’nin vitraylarından hatırlayabilirsiniz!) sergisi de bonus oldu. Yorgun argın Oxford’a döndük, oradan da trenle şehr-i Londra’ya.
Bu arada yollar şöyle: Trenle Londra- Bath 1 saat, Bath- Oxford 40 dakika, Oxford- Londra 1 saat. Haliyle gayet zevkli ve uzamayan tren yolculukları yaptık. Bath’a gidişimizde metro çalışmaları yüzünden 5 dakikayla trenimizi kaçırsak da info’daki şeker kadın bize bir sonraki trenden biletimizi ücretsiz, üstelik 1.sınıf kompartmana yükselterek verdi. Fark nedir derseniz, pek bir fark yok; ama havalıydı efendim.
Özet: Oxford pek bir gotik, pek bir edebi, pek bir pusluydu. Oxford turunun sonunda “bizim kampüsteki Boğaz manzarası şu binaların tamamına on basar” dediysem, üşüdüğüm için olabilir. Belki havanın da etkisindendir, beğenmekle beraber, benim için “bir Bath değil”. Bath’sa minik, güzel dükkanları, pek tabii ki o harika kaplıcasıyla kesinlikle iyi bir deneyimdi. Önceden Bath hakkında “yani.. evet.. var öyle bi şehir tabii” filan diyerek burun kıvırmıştım, hepsini geri alıyorum. Haftasonu tatili olarak mis gibi bir tercih oldu. Havalar ısınsın, o çatıdaki açık havuzda bir “twilight tour” yapmazsam gözüm açık giderim.
Türkiye’de olduğum süre boyunca gidemediğim; ama burnumun dibinde olan onca yeri düşündüm. Ben her gezi sonrası görmediklerimi düşünüyorum zaten. Galiba rövanşı İngiltere’de alacağım. Hem tren öyle büyük bir kolaylık ki, her fırsatta gitmeyeni dövebilirler.
Kapanış: easter budur efendim, tatil. Alt kat komşumuz Leeds'e gitmiş, babaannesini ziyarete. onunki sayılmaz.
Hazır internete girmişken, galiba bir post daha geliyor... ta taaa.
1 yorum:
Pek bi uzundu azmettim okudum, eğlendim açıkcası :)
Yorum Gönder