31 Aralık 2010 Cuma
30 Aralık 2010 Perşembe
edito
Kastamonu; Sakarya; Düzce; Amasya; Tokat; Ordu; Giresun Çanakçı; Trabzon Tonya, Solaklı; Rize Salarha, Güneysu, Fındıklı, Senoz, İkizdere, Fırtına; Artvin Ardanuç, Şavşat, Murgul, Borçka, Macahel, Yusufeli; Erzurum Tortum, İspir; Tunceli; Antalya Üzümdere, İbradı, Gençler, Akseki, Sülekler, Alakır, Gökbük; Muğla Saklıkent, Yuvarlakçay.
tam listeye yakın hal, bu.
kitabı var-mış: Dereler ve İsyanlar.
eh, zaten olmalıydı.
bu konuyu küçümseyen varsa, yeni yılda kendilerine büyük, parlak ve şen şakrak dev aynaları diliyorum.
tam listeye yakın hal, bu.
kitabı var-mış: Dereler ve İsyanlar.
eh, zaten olmalıydı.
bu konuyu küçümseyen varsa, yeni yılda kendilerine büyük, parlak ve şen şakrak dev aynaları diliyorum.
28 Aralık 2010 Salı
şimdi HESler
çok acaip derecede sıkıcı bi post olacak. bi köşede dursun diye, kendim için biriktirdiğim bilgileri post yapmaya karar verdim. neyse, merak ederseniz, bi gözatmak için iyidir. ayrıca malum, bu blog zaten içinizi açmak için burda değil. içinizin fazla kararmasını engellemek, anca bu olabilir. okuyup itiraz edeceğiniz, düzelteceğiniz, ekleme çıkarma yapacağınız yerler varsa, beklerim. ben sürekli kafamda vızıldayan şeyleri alt alta yazmak istedim, sadece bu. kes-yapıştır derlediğim şeyler olduğu için, kaynakça eksik. doğa derneği, ilgili vadinin direniş websitesi, türkiye su platformu'ndan alıntıdır çoğu. aralarda da benim laflarım var.
Bugüne kadar ülke genelindeki HES’lere 70 dava açıldı. Bunlardan 38′i sonuçlandı. Davalardan 37′sinde yürütmeyi durdurma veya iptal kararı çıktı. dolayısıyla, aşağıdaki seçmece, buzdağının bilinen yüzüdür. gerisini siz merak edeceksiniz.
Yuvarlakçay: direnişin kazandığı ilk davalardan, ayrıca firmanın geri çekilmesi ve yaptığı açıklama da bir ilk.
Yuvarlakçay’da köylüler 11 ay yasadışı olarak kesildiğini iddia ettikleri 900 çam, bazı anıt ağaçlar ve sığlaların çevresinde çadır kurup nöbet tuttu. Geceleri 50-60 kişinin nöbet tuttuğu kamp yerinde bazen 2 bin kişi aynı anda toplanıyordu.Yuvarlakçay’da HES yapmak isteyen AKFEN, aslında daha önce ‘tepkiler nedeni’yle projeden vazgeçtiğini açıklamıştı. AKFEN Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın,“Yuvarlakçay’da çevre için gece gündüz nöbet tutan herkese” selam göndermiş ve “Biz de onlar kadar çevreciyiz. Bu kadar karşı olunan bir şeyi bizim yapmamıza imkân yok” demişti. Ancak “Şirketin sözüne değil, mahkemenin kararına inanırız” diyen köylüler, mahkeme kararı çıkana kadar nöbete devam edeceklerini söylemişti.
Muğla İdare Mahkemesi, “Su toplama havzasındaki su gözelerinin ters basınç etkisiyle komşu vadilere kaçacak olması ve çevredeki köylerin içme suyu ihtiyaçlarının karşılanmasının tehlikeye girecek olması” nedeniyle Muğla’nın Köyceğiz ilçesi yakınlarındaki Yuvarlakçay’a kurulmak istenen HES’in yürütmesini durdurdu. Kararda Yuvarlakçay’ın ‘Özel Çevre Koruma Bölgesi’, ‘Anıt Ağaç Topluluğu Koruma Alanı’ ve yasalar gereği korunması gerekli görülen ‘duyarlı yöre’lerden olduğu hatırlatıldı.
fırtına vadisi: bu vadideki tüm baraj projeleri, inatla, ısrarla durduruldu.verilen mücadelenin boyutları düşünüldüğünde, fırtına vadisinin kurtulması, bugün hes karşıtı olanlara yegane umut kapısı.
Doğu Karadeniz’e özgü bütün flora ve fauna çeşitliliğini Fırtına Vadisi’nde bulmak mümkün. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 1998 yılında aldığı karar ile Fırtına Vadisi, dağları yaylaları ve vadileri SİT alanı ilan edildi. O zamana kadar süren tüm tehditler, son buldu. 2001 yılında yeni bir düzenleme yapılarak SİT alanları önemine göre derecelendirildi. Buna göre, 1. Derece Ormanlık ve Kullanılmayan Dere Yatakları, 2 .Derece Turizm Amaçlı Yerler ve 3. Derecede Yerleşim alanları SİT alanı olarak ilan edildi. Çamlıhemşin'in tüm köyleri 3. Derecede SİT alanı kapsamına alındı.
yıl. 2006. Flora ve faunası nedeniyle tüm dünyada koruma altına alınmış 200 nadide bölgeden biri olan Fırtına Vadisi'ne regülatör ve hirdoelektrik santralı (HES) kurma projesi, beş yıl aradan sonra yeniden gündeme geldi.
Kaçkar Dağları'nın kuzey eteklerinde yer alan ve 537 odunsu bitki, 109 kuş, 23 memeli ve 21 sürüngene ev sahipliği yapan, Avrupa'nın korunmada öncelikli '100 sıcak bölgesi' içinde yer alan 'Fırtına Vadisi', bir kez daha santral tehdidi yaşadı. Fırtına Vadisi'nin Dikkaya mevkisinde regülatör ve hidroelektrik santralı (HES) yapımına 'onay' verildiği ortaya çıktı.
ARK Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi'nin yapmak istediği proje, yapımı çevrecilerin ısrarlı mücadeleleri ve uzun bir dava maratonundan sonra, Danıştay'ın nihai kararıyla engellenen Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santralı'nın sadece 10 kilometre aşağısında bulunuyordu. Rize İl Çevre ve Orman Müdürlüğü'nün Hemşin ve Büyükdere üzerine kurulması planlanan 'Dikmen' ve 'Kepenkdüzü' regülatörleriyle hirdoelektrik santralına (HES) 'ÇED raporu gerekli değil' raporu verdiği ortaya çıkmıştı. Dikkaya da davalarla durduruldu.
fırtına vadisinin aslında en büyük önemi, "derelerin avukatı" denen "çevreci bir tip"i yaratabilmiş olması: Avukat Yakup Okumuşoğlu. anlatsın:
"1996 yılında Çamlıhemşin’deki HES yatırımı için yazılan bu ÇED raporu onaylandı. Mesut Yılmaz’ın raporla birlikte yöreye gelip konuşma yapacağını duydum. Köyden insanlar telefon açıp “Ne yapalım” diye sordu. “Hiçbir şey yapamazsanız konuşurken arkanızı dönün ve çığlık atarak gidin” dedim. Hakikaten böyle yaptılar, haber “Başbakana hemşeri şoku” diye yansıdı. Fırtına Vadisi için vekalet toplamaya başladım, Çamlıhemşinli avukatlarla İzmir’de miting yaptık. 1998 Temmuz’unda dava açtık. Basında geniş yankı buldu. Elimizdeki bilirkişi raporunu sununca Danıştay iptal kararı verdi.Ancak sonradan yeni bir madde eklediler, ‘bakanlık uygun görürse enerji yatırımı yapılabilir’ diye. Bu defa sit alanında enerji santralı yapılamayacağına dair karar aldırdık. Eğer bu karar alınmasaydı bugün sit alanlarına da enerji yatırımı yapılabilecekti."
Macahel/Borçka: Camili Çevre Koruma Derneği ile 19 yurttaş tarafından, Artvin İl Tarım Müdürlüğü’nün Düzenli HES projesi imar planı yapılması amacıyla ‘tarım dışı amaçlı kullanım izni’ vermesine karşı, bu işlemin 5403 sayılı Yasaya aykırı olduğu ve toprak koruma projesi hazırlanmadan böyle bir izni verilemeyeceği iddiasıyla açılan davada Mahkeme, hukuka, mevzuata ve kamu yararına uygunluk bulunmadığına hükmetti.
Mahkemenin kararında Anayasa’nın 56. maddesine gönderme yapılarak, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesi hükümlerine yer verildi. Kararda ayrıca, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 12. maddesi ile aynı kanunun 13. maddesi hükümleri de açıkça yazıldı.
Rio Sözleşmesi olarak bilinen, 1992’deki BM Çevre ve Kalkınma Konferansından çıkan Biyo Çeşitlilik Sözleşmesinin içeriği ile bu sözleşmeye Türkiye’nin de taraf olduğunun vurgulandığı kararda, mahkemenin 13.05.2010’da bölgede bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verildiği, 30.09.2010 tarihinde bölgede bilirkişi incelemesi yapıldığı ve 27.10.2010 tarihinde ise bilirkişi tarafından hazırlanan raporun mahkeme kayıtlarına girdiği belirtildi.
UNESCO’nun, 29 Haziran 2005 tarihinde ‘Dünya Biyosfer Rezerv Alanı’ olarak ilan ettiği Artvin’in Maçahel (Camili) Vadisi üzerindeki 8 HES projesinden birisi olan Düzenli HES projesi için hazırlanan raporda, Dünyanın Türkiye’deki tek Biyosfer Rezerv Alanı olan Camili Vadisinde yapılması planlanan HES projelerinin ‘kamu yararı’ başta olmak üzere ‘İmar Mevzuatına, planlama tekniklerine ve plan bütünlüğüne’ uygun olmadığı kaydedildi. Ayrıca, Uluslararası Çevre Koruma Örgütü (CI), Dünya Bankası (WB) ve Küresel Çevre Fonu (GEF) tarafından da Dünyanın biyolojik çeşitlilik açısından en zengin ve aynı zamanda tehlike altındaki en önemli karasal ‘Ekolojik Bölgesi’nden biri olarak tanımlandığı; Avrupa-Sibirya Floristik Bölgesinin Kolşik kesiminde kalan bu alanın Batı Avrasya’daki Üçüncü Zamana ait ormanların en önemli sığınak ve reklit alanı durumunda olduğuna ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından uygulanan ‘Yüksek Koruma Değerli Ormanlar Projesi’ kapsamında izlendiğine işaret edildi.
Munzur: Türkiye’de bir şehir merkezinin içinde yapılan ilk baraj Uzunçayır Barajı. Bu kentte maalesef bir atık su arıtma tesisi yok. Munzur Vadisi Milli Parkı doğal sit alanı ilan edilmiş olsaydı, kesinlikle baraj projeleri hayata geçirilemeyecekti.
Munzur’a ilk kelepçe 2009'da vuruldu. Tunceli Mazgirt Köprüsü mevkisinde inşa edilen ve Tunceli şehir merkezinin içine kadar uzanan Uzunçayır Barajı’nda 17 Ağustos’ta su tutulmaya başlandı. Çevre Kanunu’na göre hazırlanması gereken Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlanmadan ve yapılması zorunlu olan arıtma tesisleri yapılmadan.Bu barajın su altında bırakacağı alanlarda Dersimlilerin (Tuncelililer) inancı olan Alevilik açısından önemli ibadet alanları bulunmakta Gola Çetu (Gola Xızıri) gibi. Bu sebeplerle Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda da bulunuldu, filmler çekildi (Jiare), yürüyüşler yapıldı. Ne gariptir ki, gola Çetu da "yoktur" raporu aldı devletten. orda sadece iki çaput bağlanmış bir ağaç vardı. Ama bu bile, munzurun milli park olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Mart 2010'da baharın müjdeleyicisi olarak bilinen ‘Çarşema Reş Bayramı’ şenliklerinin yapıldığı Hızır Baba’nın mekanı Gola Çeto baraj sularının altında kaldı. yılmadılar. 1994 yılında yapımına başlanan ve 17 Ağustos 2009 tarihinde su tutmaya başlayan Uzunçayır Barajıyla ilgili Ankara 13. İdare Mahkemesi, 22 Nisan 2010'da yürütmeyi durdurma kararı verdi.
munzurda baraj bir tane değil. 30 Eylül 2010'da Munzur Vadisi'nde kurulacak Bozkaya 1 Barajı için sondaja gelen iş makineleri halk tarafından engellendi. Kısa zamanda toplanan 700'e yakın vatandaş makinelerin önüne geçip büyük bir direniş gerçekleştirdi. Basında bu olay, "tuncelide bdpli belediye başkanı halkı galeyana getirdi, yatırımcı şirkete saldırttı" tadında verildi, pek az insan yuttu bunu.
27 Ekim 2010'da Tunceli-Munzur’da iki baraj projesi, Danıştay kararı ile durduruldu. Kararla ilgili açıklama yapan Avukat Barış Yıldırım, Danıştay kararının sadece yürütmeyi durdurma kararı olduğunu, Konaktepe Barajı HES 1-2 için geçerli olduğunu söyledi. Yıldırım, bu kararın diğer barajların da yürütmesinin durdurulmasında emsal karar oluşturduğunun da altını çizdi.
Söz konusu Danıştay kararında, “Konaktepe Barajı-Konaktepe HES 1-2 için alınan düzenlemeler kapsamında verilmiş izin ve yapılmış herhangi bir tahsis bulunmadığı, DSİ Genel Müdürlüğü’nün görüşünün henüz oluşturulmadığı, bu nedenle Munzur Vadisi Milli Park Uzun Devreli Gelişme Planı’nın onaylandığı” belirtildi.
Loç Vadisi: Loç Vadisi'nde "Göl tipi ve boru tipi baraj ve A tipi Taş Ocağı ve Beton Santrali" yapılması planlanıyor. Bu planlara karşı Loç Vadisini Koruma Platformu adı altında biraraya gelenler, tüm bunlar için ikiyüzbin ağaç kesileceğine, toprağa beton enjekte edileceğine, 10km içindeki tüm bitki örtüsünün kaya tozuyla kaplanacağına, civar köylerin sularının kesileceğine dikkat çekiyorlar. Baraj gölü ve iletim borularının geçecegi arazinin bir kısmı orman arazisi, bir kısmı ise köylüye ait tapulu tarlalar. Doğu Karadeniz Bölgesinde Lazca, Hemşince konuşan halkın bir kısmı burada yaşıyor, bu sebeple kültürel bir değer de taşıyor.
2009 Aralık ayında yürütmeyi durdurma davası açıldı. Mahkeme yürütmeyi durdurmadı ve bilirkişi atadı. 8 Haziran 2010 tarihinde Loç Vadisi'ne inceleme yapmak amacı ile gelen 3 profosör, Bolu'da kaza geçirerek yaşamlarını yitirdi. Bu olaydan sonra mahkeme tekrardan bilirkişi atadı. Bölgeyi inceleyen heyet bu barajın burada olmaması gektiği konusunda rapor çıkarttı. Mahkemenin bu raporlar doğrultusunda yürütmeyi durdurmasını bekleniyor.
24 temmuz 2010da Loç Vadisinde direniş çadırları kuruldu, şirket önünde sık sık gösteriler yapılıyor. Direnişçiler şantiyeyi kurdurmadı, dere yatağında çalıştırmadı; fakat bölgenin genç nüfusunun bölgede olmaması sebebi ile belirli bir alanda yol ve iletim borularını taşımak için kanal kazılmasının önüne geçilemedi. 2 Ekimde Fındıklı'daki şirket binasına yürüyüş ve bina önünde basın açıklaması yapıldı. 08 Ekim'de şirket, kış ayı başlarında çadırda kalmakta zorlanan direnişçilerin olmadığı yağmurlu bir sabah erken saatlerde çadırları söküp parçaladı ve toplayıp götürdü.
Allianoi: vadiler ve nehirlerin yanı sıra, tarih de su altında kalıyor. bu seferki örnek bir sulama barajı, HES değil. ama mantık aynı olduğu için, koymakta bir sakınca yok bence. allianoi, ayşe armanın "adı alyaya benziyor" diye tarif ettiği bi güzel yer. az buçuk bilgi: Allianoi'nin küçük bir termal merkezi olduğu sanılmaktadır. Sıcak sudan bu dönemden itibaren yararlanılıyordu. Helenistik Çağ'a ait sadece birkaç arkeolojik ve nümizmatik eser ele geçmiş olmasına rağmen Allianoi merkez yerleşiminde Helenistik mimariye rastlanılmamıştır. Roma İmparatorluk Dönemi'nde (İ.S. II. yüzyıl) kült merkezinde, Anadolu'nun pek çok merkezinde ve Pergamon'daki Asklepieionda olduğu gibi büyük bir bayındırlık faaliyeti yaşanmıştır. Kült merkezinde mevcut binaların büyük bir kısmı bu döneme aittir.
Yortanlı barajının yapılabilmesi için allianoi kumla kaplanarak gömülecekti. kıyamet burda koptu. öncelikle, allianoi, 2001'den beri 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı. itirazlar oldu. su perisi önderliğinde, bir güzel direniş oldu. dernekler, sanatçılar tepki gösterince, çevre bakanı aslında allianoi diye bi yer olmadığını ilan etti, herkes de kendi işine dönmeliydi. allianoi böylece, "devlet büyüğü" denen iktidar açlığına karşı vatandaşın, bireyin, "yok artık daha neler" dediği, diyebildiği, patladığı noktalardan biri oldu. büyüklükler sorgulandı. birileri kendini zincirledi taşlara, diğerleri heralde ona güldü, bilmiyorum. ben hiç gülmedim. yürütme durduruldu, bu karar iptal edildi, yapıldıkça bozuldu. kumla kapamanın kaçınılmaz olduğu noktalarda, kullanılan malzemeye de itiraz edildi, o da bi posta kavga konusu oldu. hukuka karşı hilenin, bilir kişilere hadlerini bildirmenin örneği oldu zavallı allianoi.
sonuçta, sözü geçen firma, allianoi'un tamamının kille/kumla örtülmesi işlemini tamamladı. bu işin hukuksuzluğu şu seviyede, sabırlı okuyucu, karşınızda İzmir Barosu açıklaması: Bergama’da Allianoi antik kentinin sular altında kalmasına neden olacak Yortanlı Barajı girişimine karşı yakın geçmişte kültür ve doğa korumacıları tarafından açılan 12 adet dava vardır ve bu davalar halen sürmektedir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde yapılan bir başvuru bulunmaktadır. İzmir İdare Mahkemeleri ile Danıştay 6.Dairesi, ‘’antik kentin kille doldurulması işlemini onaylayan İzmir 2 No lu Koruma Kurulu’nun vermiş olduğu kararın’’ yürütmesi durdurmuş ve iptal etmiştir. Süren benzer davalarda da bu yönde kara çıkması beklenmektedir. Şu an için Allianoi'nin üstü tamamen örtülmüş olup, her an baraj suyunun bırakılması ihtimali vardır.
Bugün, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün (DSİ), Bergama’daki Yortanlı Barajı’nın su tutması durumunda, bölgedeki jeotermal kaynaklara kalıcı zarar verileceği ve baraj gölündeki suyun istenilen düzeye ulaşamayacağına ilişkin raporu 12 yıldır sakladığı ortaya çıktı. Antik dönemin sağlık merkezi Allianoi’nin, Yortanlı Barajı suları altında kalmasına onay veren İzmir 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun son kararına karşın (ki iptal edildi), ortaya çıkan yeni bir belge, korumacı yönde açılan davaların seyrini değiştirecek nitelikte yorumlanıyor. Dolayısıyla, hukuk, bilim ve tarih, baraja karşı. ama onlara bakanlık yetkisi verilmiyor.
Hasankeyf: En bilinen baraj davalarından. o yüzden de birinci sıraya koymadım; ama mevcut hükümetin markası denebilir. kabaca özetlersek, UNESCO Dünya Mirası kriterlerinin 10 tanesinden 9'unu karşılayan dünyadaki tek yer hasankeyf. bu bile yetmeli. yetmiyorsa, önemli bir diğeri de doğal yaşam alanları ve ev sahipliği yaptığı endemik türler. yabancı finansör banka ve kurumlar, ılısu barajının finansman alabilmek için karşılaması gereken 153 uluslararası kriterin neredeyse tamamından sınıfta kalması sebebiyle, az buçuk baskı sonucu temmuz 2009'da projeden çekildiler. ne kadar özet geçiyorum kaç yıllık işi. neyse, milli sermayeye geldi tabii. ocak 2010'da doğa derneği, ılıs barajı'nın finansörü olacak akbank ve garanti'yi afişe etti, böylece medyadaki haber alamama tekeli kırılmış oldu. akbank "bi dahaki sefere yapmiycaz, söz" dedi, alay etti. tarkan destek verdi diye bi yandan yeşil kahraman, bi yandan da vatan haini oldu. en son projeye göre hasankeyf, sular altında kalmasın diye taşınacak, “Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi” yapılacak. Tabii hasankeyfliler de sürülecekler, yerlerini baraja bırakacaklar. gönül hasanın keyfine bakmasından yana. TOKİ pek tabii ki böyle düşünmüyor:
Hasankeyf ve köylerini daha ortada olmayan TOKİ evlerine taşımak için borç bedeli belli olmayan belgeler imzalatılmaya başlandı. Hasankeyf'in köylerinde başlayan bu uygulama yöre halkının tepkisine yol açtı. Evlerini boşaltmak istemedikleri halde bilgi sahibi olmadıkları yeni evler için belge imzalayan köylüler yasal haklarını kullanmaya hazırlanıyor. Ilısu köylülerin taşınacağı Yeni Ilısu, köyden ziyade Güney sahillerinde dağlara kondurulan yazlıkçı sitelerini andırıyor. Tek katlı evler, çim kaplı bahçeleriyle fazla bitişik. Bahçede de süs çamları dikili.İ nsanların eski köydeki evlerine 20 ile 35 bin lira arasında değişen değerler biçilmiş. Bu oturdukları evler ise tam 75 bin TL ederinde. Yani her hane minimum 40 bin lira borçlu olarak taşındı buraya. TOKİ insafa gelmiş, 300 TL’lik taksitler beş yıl sonra başlayacak.
Temmuz 2010'da bir kayanın düşmesi sonucu güvenlik gerekçesiyle hasankeyf ziyarete kapatıldı. Başbakan, kasım 2010'da Ilısu barajı'nın aslında hasankeyf'i "denize nazır" yapacak bir kurtarma projesi olduğunu belirtip, örnek olarak mısır'daki asvan barajı'nı vermişti. yerimiz kısıtlı, bu asvan örneği detayına giremiyorum, ama okuduğumda gülememiştim bile. doğa derneği şu ana dek 80 bin imza topladı, direniş sürüyor.
alakır vadisi: 100 bin insanın su kaynağı olmasının yanında ülkenin en önemli biyolojik çeşitlilik havzalarından biri olan vadiye sekiz tane HES yapımı için onay verildi. Projeler için "ÇED'e gerek yoktur" raporu alındı. (Karadeniz'de süren Paşalar HES'i için kesilecek ağaç sayısı 600 bin olduğu halde ÇED raporunda sayı 47 olarak belirtildiğinden, sahiden de ÇED'e aslında gerek yok). Debisi iddia edilenden daha düşük olan, 70 km uzunluktaki Alakır Nehri, "Dibek Tabiat Koruma Alanı"nı da barındırıyor. Antalya- Alakır Nehri'nin üzerindeki projenin gerçekleşmesi halinde öncelikle Kırmızı Benekli Alabalık ve nehirde yaşayan onlarca canlı ve etrafındaki birçok bitki türü yok olacak.
Alakır Vadisi'ndeki HES inşaatları bugüne kadar eşi görülmemiş bir doğa katliamına dönüştü. Vadideki HES'lerin inşasını yürüten şirketler binlerce ağacı keserek, vadi tabanına beton dökmeye başladı. Alakır'daki altı HES'in ikisinin yapımı sürmekteyken, üst kotlarda iki HESle beraber 4 HES daha yapılması planlanıyor. Öte yandan, Türkiye'nin bitki çeşitliliği açısından en önemli vadilerinden Alakır'daki HES'lere yönelik altı dava dosyası da görüşülmeye devam ediyor.
Alakır vadisindeki köylerde yaşayan ve ADO firmasının vadide yapmak istediği HESlere karşı kanuni hakları doğrultusunda dava açmış bulunan kişiler hakkında, ADO şirketi savcılığa ‘suç duyurusunda’ bulunuldu; ancak haklarında hiçbir delil gösterilemedi. Ünlü ressam İsmail Acar “Lale” isimli tablosunu, Alakır Nehri’nin özgür akması için Alakır mücadesine bağışladı. Tablonun satılmasıyla elde edilecek gelir Alakır nehrinin özgür akması için açılan davaların masraflarını karşılamak üzere kullanılacak.
Birhan Erkutlu, Nisan ayı başında Alakır'ın kıyısından topladığı çakıl taşlarını cebine koydu ve Antalya'nın yolunu tuttu. Everest'e tırmanmak için hazırlıklarını yapan dağcı Yılmaz Sevgül'den bir taşı Anadolu'nun bütün nehirlerinin özgür akması için çıktığı zirveye bırakmasını rica etti. 23 Mayıs'ta saat 08.30’da Nasuh Mahruki ile birlikte 8850 metre yükseklikteki zirveye çıkan Sevgül, Alakır'dan getirdiği emaneti zirvedeki buzların arasına bıraktı.
ikizdere: Rize’de 130′a yakın HES yapılması planlanıyor. Ülke genelinde inşa halindeki 145 HES’ten 23′ü Rize’de bulunuyor. Rize’nin Güneysu ilçesinde Gürgen Deresi üzerinde yapımı tamamlanan Kale HES ile İkizdere ilçesinde, İkizdere Deresi üzerinde kurulan Cevizlik HES deneme üretimine başladı. Deneme üretimiyle birlikte çevre örgütleri de ”derelerin kuruduğu” iddiasıyla bu duruma tepki gösterdi. Toplamda 4 HES faaliyete girerken, 22 adet planlanan proje var.
Gürgen Deresi’nde, santralin suyun bir bölümünü tünele aldığı Başköy ile tekrar yatağa bıraktığı Güneysu arasındaki 4 kilometre, İkizdere Deresi’nde ise Cevizlik köyü ile suyun tekrar dereye bırakıldığı Armutlu köyü arasındaki 8 kilometre boyunca dere yatağına sadece ”can suyu” olarak belirlenen su bırakılıyordu. Bu duruma da tepki gösteren çevreci örgütler, ”can suyu” olarak belirlenen miktarın zaten az olduğunu, ancak firmaların belirlenen bu miktarı bile dereye bırakmadıklarını iddia ediyordu.
Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıkları’nı Koruma Kurulu, 24 Ekim 2010'da tarihi bir karara imza atarak Rize’nin İkizdere Vadisi’ni Doğal SİT alanı ilan etti. Böylece İkizdere, Anzer ve Ovit yöresinde yapılması planlanan 22 Hidroelektrik Santrali (HES) Projesi rafa kalktı. Bölgenin SİT alanı ilan edilmesi için 2008′den bu yana hukuk mücadelesi veren eski İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, ‘Bugün HES’lerin pençesinden kurtulduğumuz, yeşili, doğayı çocuklarımıza bırakacağımızın müjdelendiği gündür’ dedi. Bu kararla, Anzer yaylası ve güzelim anzer balı da kurtuldu.
davalar böyle. daha bir sürü var tabii, ben özetledim.
devletim tabii ki hukukun haklılığı karşısında uyumuyor, asla gafil avlanmıyor, kazıklara bağladığı gemileri leventlerine çektirip, aşılmaz zincirleri aşıyor:
SONUÇ: Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı
Tasarının Çevre ile Kültür-Turizm komisyonlarında Hükümetin öngöreceği bir zaman diliminde ele alınması bekleniyor. lütfen sabredip okuyun:
30 maddelik tasarıya göre, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında olan “Doğal ya da tabii SİT alanı ilan edilen sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiat koruma alanları, yaban hayatını koruma alanları”, Çevre Bakanlığı bünyesinde kurulacak Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı’nın başkanlık edeceği “Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu” tarafından belirlenecek. Bunlar içinde koruma özelliği taşımayanlar, SİT alanından çıkartılacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, sadece üzerinde tarihi eser bulunan kültür alanları için karar alabilecek. 20 kişilik kurulda sadece 4 akademisyen ve bakanlıkça belirlenecek 2 sivil toplum kuruluşu temsilcisi bulunacak. Kurulun geri kalan üyeleri bürokratlardan oluşacak.
Bugüne kadar ülke genelindeki HES’lere 70 dava açıldı. Bunlardan 38′i sonuçlandı. Davalardan 37′sinde yürütmeyi durdurma veya iptal kararı çıktı. dolayısıyla, aşağıdaki seçmece, buzdağının bilinen yüzüdür. gerisini siz merak edeceksiniz.
Yuvarlakçay: direnişin kazandığı ilk davalardan, ayrıca firmanın geri çekilmesi ve yaptığı açıklama da bir ilk.
Yuvarlakçay’da köylüler 11 ay yasadışı olarak kesildiğini iddia ettikleri 900 çam, bazı anıt ağaçlar ve sığlaların çevresinde çadır kurup nöbet tuttu. Geceleri 50-60 kişinin nöbet tuttuğu kamp yerinde bazen 2 bin kişi aynı anda toplanıyordu.Yuvarlakçay’da HES yapmak isteyen AKFEN, aslında daha önce ‘tepkiler nedeni’yle projeden vazgeçtiğini açıklamıştı. AKFEN Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Akın,“Yuvarlakçay’da çevre için gece gündüz nöbet tutan herkese” selam göndermiş ve “Biz de onlar kadar çevreciyiz. Bu kadar karşı olunan bir şeyi bizim yapmamıza imkân yok” demişti. Ancak “Şirketin sözüne değil, mahkemenin kararına inanırız” diyen köylüler, mahkeme kararı çıkana kadar nöbete devam edeceklerini söylemişti.
Muğla İdare Mahkemesi, “Su toplama havzasındaki su gözelerinin ters basınç etkisiyle komşu vadilere kaçacak olması ve çevredeki köylerin içme suyu ihtiyaçlarının karşılanmasının tehlikeye girecek olması” nedeniyle Muğla’nın Köyceğiz ilçesi yakınlarındaki Yuvarlakçay’a kurulmak istenen HES’in yürütmesini durdurdu. Kararda Yuvarlakçay’ın ‘Özel Çevre Koruma Bölgesi’, ‘Anıt Ağaç Topluluğu Koruma Alanı’ ve yasalar gereği korunması gerekli görülen ‘duyarlı yöre’lerden olduğu hatırlatıldı.
fırtına vadisi: bu vadideki tüm baraj projeleri, inatla, ısrarla durduruldu.verilen mücadelenin boyutları düşünüldüğünde, fırtına vadisinin kurtulması, bugün hes karşıtı olanlara yegane umut kapısı.
Doğu Karadeniz’e özgü bütün flora ve fauna çeşitliliğini Fırtına Vadisi’nde bulmak mümkün. Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın 1998 yılında aldığı karar ile Fırtına Vadisi, dağları yaylaları ve vadileri SİT alanı ilan edildi. O zamana kadar süren tüm tehditler, son buldu. 2001 yılında yeni bir düzenleme yapılarak SİT alanları önemine göre derecelendirildi. Buna göre, 1. Derece Ormanlık ve Kullanılmayan Dere Yatakları, 2 .Derece Turizm Amaçlı Yerler ve 3. Derecede Yerleşim alanları SİT alanı olarak ilan edildi. Çamlıhemşin'in tüm köyleri 3. Derecede SİT alanı kapsamına alındı.
yıl. 2006. Flora ve faunası nedeniyle tüm dünyada koruma altına alınmış 200 nadide bölgeden biri olan Fırtına Vadisi'ne regülatör ve hirdoelektrik santralı (HES) kurma projesi, beş yıl aradan sonra yeniden gündeme geldi.
Kaçkar Dağları'nın kuzey eteklerinde yer alan ve 537 odunsu bitki, 109 kuş, 23 memeli ve 21 sürüngene ev sahipliği yapan, Avrupa'nın korunmada öncelikli '100 sıcak bölgesi' içinde yer alan 'Fırtına Vadisi', bir kez daha santral tehdidi yaşadı. Fırtına Vadisi'nin Dikkaya mevkisinde regülatör ve hidroelektrik santralı (HES) yapımına 'onay' verildiği ortaya çıktı.
ARK Enerji Üretim Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi'nin yapmak istediği proje, yapımı çevrecilerin ısrarlı mücadeleleri ve uzun bir dava maratonundan sonra, Danıştay'ın nihai kararıyla engellenen Dilek-Güroluk Hidroelektrik Santralı'nın sadece 10 kilometre aşağısında bulunuyordu. Rize İl Çevre ve Orman Müdürlüğü'nün Hemşin ve Büyükdere üzerine kurulması planlanan 'Dikmen' ve 'Kepenkdüzü' regülatörleriyle hirdoelektrik santralına (HES) 'ÇED raporu gerekli değil' raporu verdiği ortaya çıkmıştı. Dikkaya da davalarla durduruldu.
fırtına vadisinin aslında en büyük önemi, "derelerin avukatı" denen "çevreci bir tip"i yaratabilmiş olması: Avukat Yakup Okumuşoğlu. anlatsın:
"1996 yılında Çamlıhemşin’deki HES yatırımı için yazılan bu ÇED raporu onaylandı. Mesut Yılmaz’ın raporla birlikte yöreye gelip konuşma yapacağını duydum. Köyden insanlar telefon açıp “Ne yapalım” diye sordu. “Hiçbir şey yapamazsanız konuşurken arkanızı dönün ve çığlık atarak gidin” dedim. Hakikaten böyle yaptılar, haber “Başbakana hemşeri şoku” diye yansıdı. Fırtına Vadisi için vekalet toplamaya başladım, Çamlıhemşinli avukatlarla İzmir’de miting yaptık. 1998 Temmuz’unda dava açtık. Basında geniş yankı buldu. Elimizdeki bilirkişi raporunu sununca Danıştay iptal kararı verdi.Ancak sonradan yeni bir madde eklediler, ‘bakanlık uygun görürse enerji yatırımı yapılabilir’ diye. Bu defa sit alanında enerji santralı yapılamayacağına dair karar aldırdık. Eğer bu karar alınmasaydı bugün sit alanlarına da enerji yatırımı yapılabilecekti."
Macahel/Borçka: Camili Çevre Koruma Derneği ile 19 yurttaş tarafından, Artvin İl Tarım Müdürlüğü’nün Düzenli HES projesi imar planı yapılması amacıyla ‘tarım dışı amaçlı kullanım izni’ vermesine karşı, bu işlemin 5403 sayılı Yasaya aykırı olduğu ve toprak koruma projesi hazırlanmadan böyle bir izni verilemeyeceği iddiasıyla açılan davada Mahkeme, hukuka, mevzuata ve kamu yararına uygunluk bulunmadığına hükmetti.
Mahkemenin kararında Anayasa’nın 56. maddesine gönderme yapılarak, 2872 sayılı Çevre Kanunu’nun 1. maddesi hükümlerine yer verildi. Kararda ayrıca, 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu’nun 12. maddesi ile aynı kanunun 13. maddesi hükümleri de açıkça yazıldı.
Rio Sözleşmesi olarak bilinen, 1992’deki BM Çevre ve Kalkınma Konferansından çıkan Biyo Çeşitlilik Sözleşmesinin içeriği ile bu sözleşmeye Türkiye’nin de taraf olduğunun vurgulandığı kararda, mahkemenin 13.05.2010’da bölgede bilirkişi incelemesi yapılmasına karar verildiği, 30.09.2010 tarihinde bölgede bilirkişi incelemesi yapıldığı ve 27.10.2010 tarihinde ise bilirkişi tarafından hazırlanan raporun mahkeme kayıtlarına girdiği belirtildi.
UNESCO’nun, 29 Haziran 2005 tarihinde ‘Dünya Biyosfer Rezerv Alanı’ olarak ilan ettiği Artvin’in Maçahel (Camili) Vadisi üzerindeki 8 HES projesinden birisi olan Düzenli HES projesi için hazırlanan raporda, Dünyanın Türkiye’deki tek Biyosfer Rezerv Alanı olan Camili Vadisinde yapılması planlanan HES projelerinin ‘kamu yararı’ başta olmak üzere ‘İmar Mevzuatına, planlama tekniklerine ve plan bütünlüğüne’ uygun olmadığı kaydedildi. Ayrıca, Uluslararası Çevre Koruma Örgütü (CI), Dünya Bankası (WB) ve Küresel Çevre Fonu (GEF) tarafından da Dünyanın biyolojik çeşitlilik açısından en zengin ve aynı zamanda tehlike altındaki en önemli karasal ‘Ekolojik Bölgesi’nden biri olarak tanımlandığı; Avrupa-Sibirya Floristik Bölgesinin Kolşik kesiminde kalan bu alanın Batı Avrasya’daki Üçüncü Zamana ait ormanların en önemli sığınak ve reklit alanı durumunda olduğuna ve Dünya Doğayı Koruma Vakfı (WWF) tarafından uygulanan ‘Yüksek Koruma Değerli Ormanlar Projesi’ kapsamında izlendiğine işaret edildi.
Munzur: Türkiye’de bir şehir merkezinin içinde yapılan ilk baraj Uzunçayır Barajı. Bu kentte maalesef bir atık su arıtma tesisi yok. Munzur Vadisi Milli Parkı doğal sit alanı ilan edilmiş olsaydı, kesinlikle baraj projeleri hayata geçirilemeyecekti.
Munzur’a ilk kelepçe 2009'da vuruldu. Tunceli Mazgirt Köprüsü mevkisinde inşa edilen ve Tunceli şehir merkezinin içine kadar uzanan Uzunçayır Barajı’nda 17 Ağustos’ta su tutulmaya başlandı. Çevre Kanunu’na göre hazırlanması gereken Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlanmadan ve yapılması zorunlu olan arıtma tesisleri yapılmadan.Bu barajın su altında bırakacağı alanlarda Dersimlilerin (Tuncelililer) inancı olan Alevilik açısından önemli ibadet alanları bulunmakta Gola Çetu (Gola Xızıri) gibi. Bu sebeplerle Tunceli Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda da bulunuldu, filmler çekildi (Jiare), yürüyüşler yapıldı. Ne gariptir ki, gola Çetu da "yoktur" raporu aldı devletten. orda sadece iki çaput bağlanmış bir ağaç vardı. Ama bu bile, munzurun milli park olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Mart 2010'da baharın müjdeleyicisi olarak bilinen ‘Çarşema Reş Bayramı’ şenliklerinin yapıldığı Hızır Baba’nın mekanı Gola Çeto baraj sularının altında kaldı. yılmadılar. 1994 yılında yapımına başlanan ve 17 Ağustos 2009 tarihinde su tutmaya başlayan Uzunçayır Barajıyla ilgili Ankara 13. İdare Mahkemesi, 22 Nisan 2010'da yürütmeyi durdurma kararı verdi.
munzurda baraj bir tane değil. 30 Eylül 2010'da Munzur Vadisi'nde kurulacak Bozkaya 1 Barajı için sondaja gelen iş makineleri halk tarafından engellendi. Kısa zamanda toplanan 700'e yakın vatandaş makinelerin önüne geçip büyük bir direniş gerçekleştirdi. Basında bu olay, "tuncelide bdpli belediye başkanı halkı galeyana getirdi, yatırımcı şirkete saldırttı" tadında verildi, pek az insan yuttu bunu.
27 Ekim 2010'da Tunceli-Munzur’da iki baraj projesi, Danıştay kararı ile durduruldu. Kararla ilgili açıklama yapan Avukat Barış Yıldırım, Danıştay kararının sadece yürütmeyi durdurma kararı olduğunu, Konaktepe Barajı HES 1-2 için geçerli olduğunu söyledi. Yıldırım, bu kararın diğer barajların da yürütmesinin durdurulmasında emsal karar oluşturduğunun da altını çizdi.
Söz konusu Danıştay kararında, “Konaktepe Barajı-Konaktepe HES 1-2 için alınan düzenlemeler kapsamında verilmiş izin ve yapılmış herhangi bir tahsis bulunmadığı, DSİ Genel Müdürlüğü’nün görüşünün henüz oluşturulmadığı, bu nedenle Munzur Vadisi Milli Park Uzun Devreli Gelişme Planı’nın onaylandığı” belirtildi.
Loç Vadisi: Loç Vadisi'nde "Göl tipi ve boru tipi baraj ve A tipi Taş Ocağı ve Beton Santrali" yapılması planlanıyor. Bu planlara karşı Loç Vadisini Koruma Platformu adı altında biraraya gelenler, tüm bunlar için ikiyüzbin ağaç kesileceğine, toprağa beton enjekte edileceğine, 10km içindeki tüm bitki örtüsünün kaya tozuyla kaplanacağına, civar köylerin sularının kesileceğine dikkat çekiyorlar. Baraj gölü ve iletim borularının geçecegi arazinin bir kısmı orman arazisi, bir kısmı ise köylüye ait tapulu tarlalar. Doğu Karadeniz Bölgesinde Lazca, Hemşince konuşan halkın bir kısmı burada yaşıyor, bu sebeple kültürel bir değer de taşıyor.
2009 Aralık ayında yürütmeyi durdurma davası açıldı. Mahkeme yürütmeyi durdurmadı ve bilirkişi atadı. 8 Haziran 2010 tarihinde Loç Vadisi'ne inceleme yapmak amacı ile gelen 3 profosör, Bolu'da kaza geçirerek yaşamlarını yitirdi. Bu olaydan sonra mahkeme tekrardan bilirkişi atadı. Bölgeyi inceleyen heyet bu barajın burada olmaması gektiği konusunda rapor çıkarttı. Mahkemenin bu raporlar doğrultusunda yürütmeyi durdurmasını bekleniyor.
24 temmuz 2010da Loç Vadisinde direniş çadırları kuruldu, şirket önünde sık sık gösteriler yapılıyor. Direnişçiler şantiyeyi kurdurmadı, dere yatağında çalıştırmadı; fakat bölgenin genç nüfusunun bölgede olmaması sebebi ile belirli bir alanda yol ve iletim borularını taşımak için kanal kazılmasının önüne geçilemedi. 2 Ekimde Fındıklı'daki şirket binasına yürüyüş ve bina önünde basın açıklaması yapıldı. 08 Ekim'de şirket, kış ayı başlarında çadırda kalmakta zorlanan direnişçilerin olmadığı yağmurlu bir sabah erken saatlerde çadırları söküp parçaladı ve toplayıp götürdü.
Allianoi: vadiler ve nehirlerin yanı sıra, tarih de su altında kalıyor. bu seferki örnek bir sulama barajı, HES değil. ama mantık aynı olduğu için, koymakta bir sakınca yok bence. allianoi, ayşe armanın "adı alyaya benziyor" diye tarif ettiği bi güzel yer. az buçuk bilgi: Allianoi'nin küçük bir termal merkezi olduğu sanılmaktadır. Sıcak sudan bu dönemden itibaren yararlanılıyordu. Helenistik Çağ'a ait sadece birkaç arkeolojik ve nümizmatik eser ele geçmiş olmasına rağmen Allianoi merkez yerleşiminde Helenistik mimariye rastlanılmamıştır. Roma İmparatorluk Dönemi'nde (İ.S. II. yüzyıl) kült merkezinde, Anadolu'nun pek çok merkezinde ve Pergamon'daki Asklepieionda olduğu gibi büyük bir bayındırlık faaliyeti yaşanmıştır. Kült merkezinde mevcut binaların büyük bir kısmı bu döneme aittir.
Yortanlı barajının yapılabilmesi için allianoi kumla kaplanarak gömülecekti. kıyamet burda koptu. öncelikle, allianoi, 2001'den beri 1. Derece Arkeolojik Sit Alanı. itirazlar oldu. su perisi önderliğinde, bir güzel direniş oldu. dernekler, sanatçılar tepki gösterince, çevre bakanı aslında allianoi diye bi yer olmadığını ilan etti, herkes de kendi işine dönmeliydi. allianoi böylece, "devlet büyüğü" denen iktidar açlığına karşı vatandaşın, bireyin, "yok artık daha neler" dediği, diyebildiği, patladığı noktalardan biri oldu. büyüklükler sorgulandı. birileri kendini zincirledi taşlara, diğerleri heralde ona güldü, bilmiyorum. ben hiç gülmedim. yürütme durduruldu, bu karar iptal edildi, yapıldıkça bozuldu. kumla kapamanın kaçınılmaz olduğu noktalarda, kullanılan malzemeye de itiraz edildi, o da bi posta kavga konusu oldu. hukuka karşı hilenin, bilir kişilere hadlerini bildirmenin örneği oldu zavallı allianoi.
sonuçta, sözü geçen firma, allianoi'un tamamının kille/kumla örtülmesi işlemini tamamladı. bu işin hukuksuzluğu şu seviyede, sabırlı okuyucu, karşınızda İzmir Barosu açıklaması: Bergama’da Allianoi antik kentinin sular altında kalmasına neden olacak Yortanlı Barajı girişimine karşı yakın geçmişte kültür ve doğa korumacıları tarafından açılan 12 adet dava vardır ve bu davalar halen sürmektedir. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde yapılan bir başvuru bulunmaktadır. İzmir İdare Mahkemeleri ile Danıştay 6.Dairesi, ‘’antik kentin kille doldurulması işlemini onaylayan İzmir 2 No lu Koruma Kurulu’nun vermiş olduğu kararın’’ yürütmesi durdurmuş ve iptal etmiştir. Süren benzer davalarda da bu yönde kara çıkması beklenmektedir. Şu an için Allianoi'nin üstü tamamen örtülmüş olup, her an baraj suyunun bırakılması ihtimali vardır.
Bugün, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nün (DSİ), Bergama’daki Yortanlı Barajı’nın su tutması durumunda, bölgedeki jeotermal kaynaklara kalıcı zarar verileceği ve baraj gölündeki suyun istenilen düzeye ulaşamayacağına ilişkin raporu 12 yıldır sakladığı ortaya çıktı. Antik dönemin sağlık merkezi Allianoi’nin, Yortanlı Barajı suları altında kalmasına onay veren İzmir 2 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun son kararına karşın (ki iptal edildi), ortaya çıkan yeni bir belge, korumacı yönde açılan davaların seyrini değiştirecek nitelikte yorumlanıyor. Dolayısıyla, hukuk, bilim ve tarih, baraja karşı. ama onlara bakanlık yetkisi verilmiyor.
Hasankeyf: En bilinen baraj davalarından. o yüzden de birinci sıraya koymadım; ama mevcut hükümetin markası denebilir. kabaca özetlersek, UNESCO Dünya Mirası kriterlerinin 10 tanesinden 9'unu karşılayan dünyadaki tek yer hasankeyf. bu bile yetmeli. yetmiyorsa, önemli bir diğeri de doğal yaşam alanları ve ev sahipliği yaptığı endemik türler. yabancı finansör banka ve kurumlar, ılısu barajının finansman alabilmek için karşılaması gereken 153 uluslararası kriterin neredeyse tamamından sınıfta kalması sebebiyle, az buçuk baskı sonucu temmuz 2009'da projeden çekildiler. ne kadar özet geçiyorum kaç yıllık işi. neyse, milli sermayeye geldi tabii. ocak 2010'da doğa derneği, ılıs barajı'nın finansörü olacak akbank ve garanti'yi afişe etti, böylece medyadaki haber alamama tekeli kırılmış oldu. akbank "bi dahaki sefere yapmiycaz, söz" dedi, alay etti. tarkan destek verdi diye bi yandan yeşil kahraman, bi yandan da vatan haini oldu. en son projeye göre hasankeyf, sular altında kalmasın diye taşınacak, “Arkeolojik Park ve Açık Hava Müzesi” yapılacak. Tabii hasankeyfliler de sürülecekler, yerlerini baraja bırakacaklar. gönül hasanın keyfine bakmasından yana. TOKİ pek tabii ki böyle düşünmüyor:
Hasankeyf ve köylerini daha ortada olmayan TOKİ evlerine taşımak için borç bedeli belli olmayan belgeler imzalatılmaya başlandı. Hasankeyf'in köylerinde başlayan bu uygulama yöre halkının tepkisine yol açtı. Evlerini boşaltmak istemedikleri halde bilgi sahibi olmadıkları yeni evler için belge imzalayan köylüler yasal haklarını kullanmaya hazırlanıyor. Ilısu köylülerin taşınacağı Yeni Ilısu, köyden ziyade Güney sahillerinde dağlara kondurulan yazlıkçı sitelerini andırıyor. Tek katlı evler, çim kaplı bahçeleriyle fazla bitişik. Bahçede de süs çamları dikili.İ nsanların eski köydeki evlerine 20 ile 35 bin lira arasında değişen değerler biçilmiş. Bu oturdukları evler ise tam 75 bin TL ederinde. Yani her hane minimum 40 bin lira borçlu olarak taşındı buraya. TOKİ insafa gelmiş, 300 TL’lik taksitler beş yıl sonra başlayacak.
Temmuz 2010'da bir kayanın düşmesi sonucu güvenlik gerekçesiyle hasankeyf ziyarete kapatıldı. Başbakan, kasım 2010'da Ilısu barajı'nın aslında hasankeyf'i "denize nazır" yapacak bir kurtarma projesi olduğunu belirtip, örnek olarak mısır'daki asvan barajı'nı vermişti. yerimiz kısıtlı, bu asvan örneği detayına giremiyorum, ama okuduğumda gülememiştim bile. doğa derneği şu ana dek 80 bin imza topladı, direniş sürüyor.
alakır vadisi: 100 bin insanın su kaynağı olmasının yanında ülkenin en önemli biyolojik çeşitlilik havzalarından biri olan vadiye sekiz tane HES yapımı için onay verildi. Projeler için "ÇED'e gerek yoktur" raporu alındı. (Karadeniz'de süren Paşalar HES'i için kesilecek ağaç sayısı 600 bin olduğu halde ÇED raporunda sayı 47 olarak belirtildiğinden, sahiden de ÇED'e aslında gerek yok). Debisi iddia edilenden daha düşük olan, 70 km uzunluktaki Alakır Nehri, "Dibek Tabiat Koruma Alanı"nı da barındırıyor. Antalya- Alakır Nehri'nin üzerindeki projenin gerçekleşmesi halinde öncelikle Kırmızı Benekli Alabalık ve nehirde yaşayan onlarca canlı ve etrafındaki birçok bitki türü yok olacak.
Alakır Vadisi'ndeki HES inşaatları bugüne kadar eşi görülmemiş bir doğa katliamına dönüştü. Vadideki HES'lerin inşasını yürüten şirketler binlerce ağacı keserek, vadi tabanına beton dökmeye başladı. Alakır'daki altı HES'in ikisinin yapımı sürmekteyken, üst kotlarda iki HESle beraber 4 HES daha yapılması planlanıyor. Öte yandan, Türkiye'nin bitki çeşitliliği açısından en önemli vadilerinden Alakır'daki HES'lere yönelik altı dava dosyası da görüşülmeye devam ediyor.
Alakır vadisindeki köylerde yaşayan ve ADO firmasının vadide yapmak istediği HESlere karşı kanuni hakları doğrultusunda dava açmış bulunan kişiler hakkında, ADO şirketi savcılığa ‘suç duyurusunda’ bulunuldu; ancak haklarında hiçbir delil gösterilemedi. Ünlü ressam İsmail Acar “Lale” isimli tablosunu, Alakır Nehri’nin özgür akması için Alakır mücadesine bağışladı. Tablonun satılmasıyla elde edilecek gelir Alakır nehrinin özgür akması için açılan davaların masraflarını karşılamak üzere kullanılacak.
Birhan Erkutlu, Nisan ayı başında Alakır'ın kıyısından topladığı çakıl taşlarını cebine koydu ve Antalya'nın yolunu tuttu. Everest'e tırmanmak için hazırlıklarını yapan dağcı Yılmaz Sevgül'den bir taşı Anadolu'nun bütün nehirlerinin özgür akması için çıktığı zirveye bırakmasını rica etti. 23 Mayıs'ta saat 08.30’da Nasuh Mahruki ile birlikte 8850 metre yükseklikteki zirveye çıkan Sevgül, Alakır'dan getirdiği emaneti zirvedeki buzların arasına bıraktı.
ikizdere: Rize’de 130′a yakın HES yapılması planlanıyor. Ülke genelinde inşa halindeki 145 HES’ten 23′ü Rize’de bulunuyor. Rize’nin Güneysu ilçesinde Gürgen Deresi üzerinde yapımı tamamlanan Kale HES ile İkizdere ilçesinde, İkizdere Deresi üzerinde kurulan Cevizlik HES deneme üretimine başladı. Deneme üretimiyle birlikte çevre örgütleri de ”derelerin kuruduğu” iddiasıyla bu duruma tepki gösterdi. Toplamda 4 HES faaliyete girerken, 22 adet planlanan proje var.
Gürgen Deresi’nde, santralin suyun bir bölümünü tünele aldığı Başköy ile tekrar yatağa bıraktığı Güneysu arasındaki 4 kilometre, İkizdere Deresi’nde ise Cevizlik köyü ile suyun tekrar dereye bırakıldığı Armutlu köyü arasındaki 8 kilometre boyunca dere yatağına sadece ”can suyu” olarak belirlenen su bırakılıyordu. Bu duruma da tepki gösteren çevreci örgütler, ”can suyu” olarak belirlenen miktarın zaten az olduğunu, ancak firmaların belirlenen bu miktarı bile dereye bırakmadıklarını iddia ediyordu.
Trabzon Kültür ve Tabiat Varlıkları’nı Koruma Kurulu, 24 Ekim 2010'da tarihi bir karara imza atarak Rize’nin İkizdere Vadisi’ni Doğal SİT alanı ilan etti. Böylece İkizdere, Anzer ve Ovit yöresinde yapılması planlanan 22 Hidroelektrik Santrali (HES) Projesi rafa kalktı. Bölgenin SİT alanı ilan edilmesi için 2008′den bu yana hukuk mücadelesi veren eski İkizdere Derneği Başkanı Kadem Ekşi, ‘Bugün HES’lerin pençesinden kurtulduğumuz, yeşili, doğayı çocuklarımıza bırakacağımızın müjdelendiği gündür’ dedi. Bu kararla, Anzer yaylası ve güzelim anzer balı da kurtuldu.
davalar böyle. daha bir sürü var tabii, ben özetledim.
devletim tabii ki hukukun haklılığı karşısında uyumuyor, asla gafil avlanmıyor, kazıklara bağladığı gemileri leventlerine çektirip, aşılmaz zincirleri aşıyor:
SONUÇ: Tabiat ve Biyolojik Çeşitliliği Koruma Kanunu Tasarısı
Tasarının Çevre ile Kültür-Turizm komisyonlarında Hükümetin öngöreceği bir zaman diliminde ele alınması bekleniyor. lütfen sabredip okuyun:
30 maddelik tasarıya göre, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu kapsamında olan “Doğal ya da tabii SİT alanı ilan edilen sulak alanlar, özel çevre koruma bölgeleri, milli parklar, tabiat parkları, tabiat anıtları, tabiat koruma alanları, yaban hayatını koruma alanları”, Çevre Bakanlığı bünyesinde kurulacak Çevre ve Orman Bakanlığı Müsteşarı’nın başkanlık edeceği “Ulusal Biyolojik Çeşitlilik Kurulu” tarafından belirlenecek. Bunlar içinde koruma özelliği taşımayanlar, SİT alanından çıkartılacak. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu, sadece üzerinde tarihi eser bulunan kültür alanları için karar alabilecek. 20 kişilik kurulda sadece 4 akademisyen ve bakanlıkça belirlenecek 2 sivil toplum kuruluşu temsilcisi bulunacak. Kurulun geri kalan üyeleri bürokratlardan oluşacak.
hadi yine iyisiniz.
okuduğunuzu anlıyorsanız ve daha da iyisi okurken içiniz sıkılmıyorsa, gün ayabilir.
eksiği gediği var ise, dediğim gibi, lütfen tamamlayın.
lazım.
eksiği gediği var ise, dediğim gibi, lütfen tamamlayın.
lazım.
27 Aralık 2010 Pazartesi
şimdi bana kaybolan sabrımı verseler
keyifsizim be blog. peh.
her şey tıkırında. her atılan imza, teslim edilen dosya, alınan onay: onocak. öne çekiliyor her şey, benimse hep içim çekiliyor. yolda yürürken ayağım takılıyo hep bi çıkıntıya, takılıp kalmak için bahane arıyorum. laptop'ım hala bozuk. hatta laptop, itinayla harici diske dönüştürülüyor yakında. o derece bozuk.
takvimlere bakıyorum, bitiyolar. canım sıkkın. hep bi yetişememe hali ama söylenme yasağı koydum kendime. gitmem gereken doktorları alt alta yazınca check-up ediyor. o listeyi tamamlasam, yeter zaten.
midem kötü. ofiste herkesinki kötü. birimiz ülserle, ikimiz reflüyle boğuşuyor. 1 kişi de henüz çözülememiş kramplarla boğuşuyor. yo yo yediğimiz içtiğimiz değil sebep. sinir stres: kırmızı saç dipleri ve midemdeki yanardağ. geçer elbet. iklim değişir, ferahlaşır. bi şiler. sizin hiç akşam 8'de, evinize 2 saat uzaklıkta bi yerde, kaçta biteceği belli olmayan bi toplantınız oldu mu? özellikle saat sabah 8den beri işteyken? öğle paydosu bile yapmamışken ve aslında tuvalet molası dışında kıpırdamamışken? yaa yaa. madalyalık enayiler bandosu.
*
pazar gününün sürprizi: aylar yıllardır beklenen, büyük buluşma. bi güzel mutluluk, bi "oh be".
güzel ve özel.
*
yok politikası dur durak bilmiyor sevgili blog, saplantı yaparsan dehlize dönüşebilir. mesela protestocu öğrenciler, bir varmış, artık yok. hadi kanınız donsun, donsun. birileri için hala var, gerçekten yok edildiklerinde bile inadına o kadar varlar ki artık bir yerden sonra yok edilen şey, gerçeklik. gerçekle olan bağ.
hatırlar mısınız, bienal kapsamında bi "haber" hazırlanmıştı, bize hiç de uçuk veya tuhaf gelmeyen. makul gelmişti, çünkü yok politikasına uygundu. niye olmasındı yani? yok etmek her zaman fiziki değil, aksine çoğu zaman zihinde biten bi şi : acı yok rocky. anladınız.anlamadıysanız da nolcak yani. bak mesela, kasten adam öldürüldüğünde bile kasıt olmayabilir. itiraz edilir, yokmuş kasıt. aa bitmiş, kalmamış. ölen kişi 18inde gencecik bir adamdı, ne fark eder?
bu sebeple, imzanızı atmadıysanız, çok ayıp. atın.
sinirden habire link veriyorum, divad affetsin.
*
küçükken yemediğim tüm ayva tatlıları benim eşekliğim, özür dilerim. annem "amaaaaan yeme, pişman olunca bulamazsan görürüm" filan derdi. haklıymış.
şu bi hafta her saniyem kıymetli ya, onun için hepsi itinayla gasp ediliyor. çok üzgün, pek bi tuhafım blog. sabahları uykumdan fırlayıp, seyredip duruyorum. hani susayacağını bilerek çok su içmek aslında hiç işe yaramaz ya, aynen öyle, bakıp duruyorum. çok zor olacak be blog.
böyle en karındeşen haberleri okuyup, ne bileyim işte en ağır şarkıları dinleyip, içip içip ağlayamam efendim, katıla katıla ağlamak istiyorum. belki o zaman benim kendi dertlerim, üzüntülerim, unufak olur, ne bileyim, utanırım kendimden, akıllanırım, burnumu silerim, her şey geçer. ağlamamın da bi anlamı olur. ağlamaklı olmak önemli şey, ağlayabilmek. ama ağlamak, çok özenilmesi gereken bir sorumluluk. sanki. belki. ne bileyim. atıyorum işte.beynim acıyor. bi an düşünmüyorum, düşünürsem nefesim kesiliyor. konuşamıyorum, konuşamıyorum, konuşamıyorum - anlatabildim mi? konuşursam, gözyaşlarım, beni... anladınız. anlasana.
timur selçuk'un radyo tiyatrosu tadındaki şarkılarını dinleyerek kafa dağıtıyorum. acil durum alarmı. karantinalı despina, size kötü kadın derler, eski sinemalar falan filan. sonra hop- yuvamı çiçeklerim, başladığım yere dönerim. kafam karışık.
her şey tıkırında. her atılan imza, teslim edilen dosya, alınan onay: onocak. öne çekiliyor her şey, benimse hep içim çekiliyor. yolda yürürken ayağım takılıyo hep bi çıkıntıya, takılıp kalmak için bahane arıyorum. laptop'ım hala bozuk. hatta laptop, itinayla harici diske dönüştürülüyor yakında. o derece bozuk.
takvimlere bakıyorum, bitiyolar. canım sıkkın. hep bi yetişememe hali ama söylenme yasağı koydum kendime. gitmem gereken doktorları alt alta yazınca check-up ediyor. o listeyi tamamlasam, yeter zaten.
midem kötü. ofiste herkesinki kötü. birimiz ülserle, ikimiz reflüyle boğuşuyor. 1 kişi de henüz çözülememiş kramplarla boğuşuyor. yo yo yediğimiz içtiğimiz değil sebep. sinir stres: kırmızı saç dipleri ve midemdeki yanardağ. geçer elbet. iklim değişir, ferahlaşır. bi şiler. sizin hiç akşam 8'de, evinize 2 saat uzaklıkta bi yerde, kaçta biteceği belli olmayan bi toplantınız oldu mu? özellikle saat sabah 8den beri işteyken? öğle paydosu bile yapmamışken ve aslında tuvalet molası dışında kıpırdamamışken? yaa yaa. madalyalık enayiler bandosu.
*
pazar gününün sürprizi: aylar yıllardır beklenen, büyük buluşma. bi güzel mutluluk, bi "oh be".
güzel ve özel.
*
yok politikası dur durak bilmiyor sevgili blog, saplantı yaparsan dehlize dönüşebilir. mesela protestocu öğrenciler, bir varmış, artık yok. hadi kanınız donsun, donsun. birileri için hala var, gerçekten yok edildiklerinde bile inadına o kadar varlar ki artık bir yerden sonra yok edilen şey, gerçeklik. gerçekle olan bağ.
hatırlar mısınız, bienal kapsamında bi "haber" hazırlanmıştı, bize hiç de uçuk veya tuhaf gelmeyen. makul gelmişti, çünkü yok politikasına uygundu. niye olmasındı yani? yok etmek her zaman fiziki değil, aksine çoğu zaman zihinde biten bi şi : acı yok rocky. anladınız.anlamadıysanız da nolcak yani. bak mesela, kasten adam öldürüldüğünde bile kasıt olmayabilir. itiraz edilir, yokmuş kasıt. aa bitmiş, kalmamış. ölen kişi 18inde gencecik bir adamdı, ne fark eder?
bu sebeple, imzanızı atmadıysanız, çok ayıp. atın.
sinirden habire link veriyorum, divad affetsin.
*
küçükken yemediğim tüm ayva tatlıları benim eşekliğim, özür dilerim. annem "amaaaaan yeme, pişman olunca bulamazsan görürüm" filan derdi. haklıymış.
şu bi hafta her saniyem kıymetli ya, onun için hepsi itinayla gasp ediliyor. çok üzgün, pek bi tuhafım blog. sabahları uykumdan fırlayıp, seyredip duruyorum. hani susayacağını bilerek çok su içmek aslında hiç işe yaramaz ya, aynen öyle, bakıp duruyorum. çok zor olacak be blog.
böyle en karındeşen haberleri okuyup, ne bileyim işte en ağır şarkıları dinleyip, içip içip ağlayamam efendim, katıla katıla ağlamak istiyorum. belki o zaman benim kendi dertlerim, üzüntülerim, unufak olur, ne bileyim, utanırım kendimden, akıllanırım, burnumu silerim, her şey geçer. ağlamamın da bi anlamı olur. ağlamaklı olmak önemli şey, ağlayabilmek. ama ağlamak, çok özenilmesi gereken bir sorumluluk. sanki. belki. ne bileyim. atıyorum işte.beynim acıyor. bi an düşünmüyorum, düşünürsem nefesim kesiliyor. konuşamıyorum, konuşamıyorum, konuşamıyorum - anlatabildim mi? konuşursam, gözyaşlarım, beni... anladınız. anlasana.
timur selçuk'un radyo tiyatrosu tadındaki şarkılarını dinleyerek kafa dağıtıyorum. acil durum alarmı. karantinalı despina, size kötü kadın derler, eski sinemalar falan filan. sonra hop- yuvamı çiçeklerim, başladığım yere dönerim. kafam karışık.
>bu yazı normalden de koyu bir siyahla yazılmıştır. kopkoyu, simsiyah.<
22 Aralık 2010 Çarşamba
az
vaka incelemesi dersimize hoşgeldiniz gönül dostları. iki gün sonra unuttuğunuz haberlerin bir yıl sonraki yankısına misafiriz bugün.
hani 2009'du, ekim ayıydı, sel vardı, hani bir fabrikanın servis arabası vardı, camsız, nakliye kamyonetinden hallice. hani içindeki 8 kadın, bir dalgayla, evet evet sel dalgasıyla, o kamyonette ölmüştü. hatırladığınızı umuyorum. ilim irfan, raporlar, kesirler ve ondalıklar, her zaman önce gelir. -dir -dır dediniz mi, kesindir, tartışılmazdır. bakın mesela: tartışılmazdır.
İkinci bilirkişi raporunda servisin camlı ya da camsız oluşunun olaya etkisinin olmadığı iddia edilerek, şu ifadelere yer verildi: "Şirket Yönetim Kurulu Başkanı’ndan, İdare Amiri’nden ve aracın şoföründen sel felaketine karşı önlem almalarını beklemek mümkün değildir. Almaları gerekli bir önlem bulunmadığı için, olayın meydana gelişinde kendilerine kusur bulunması mümkün değildir. Kazanın oluşunda asli ve tek etken meydana gelen doğal afettir.
yok politikasından bahsetmiştim. yok politikasının bir önemli kısmı da, olana oldurana kadar, "yok" diyecek kişiyi aramaktır. filmi bi poz geriye sarıyoruz, oynatıyoruz:
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden (YTÜ) uzmanların hazırladığı ilk raporda, afet 4/8, fabrika sahibi Mehmet Cevdet Karahasanoğlu 3/8, idare amiri sanık Ferit Göncü ise 1/8 oranında kusurlu bulunmuştu. Ancak Karahasanoğlu ve Göncü’nün avukatlarının itirazı üzerine ikinci bir bilirkişi raporu hazırlandı.
tabii ki yok politikasının en önemli kısmı mağdurun suçlu olmasıdır, bunu da artık biliyosun blog. eh, bu olayda da aksamıyor kurallar, çünkü yok politikası tutarlılık ve süreklilikle kazanır gücünü. eğer suç yoksa, suçlu da yoktur. ama ortada bi mağduriyet varsa, bu durumda mağdurun suçlu olması gerekir:
adaletin gerekli olduğu anlar, güçsüzün, yoksulun, "aa niye efendim, o da gururla direnip, ömrünü bu yola vakfedip, adalet adalet diye günler geçilmeliydi" kahramanlığına mahkum edilmesinden belli. adalet tam da dayanacak gücü olmayana lazım, biraz da. kimseden kahramanlık beklenmemeli. biz, kahraman olmadan da, "15 yıldır adalet peşinde" olmadan da, manşetleri süslemeden de bi zahmet hakkımızı alabilmeliyiz. haktan hukuktan vazgeçti diye, "neden?" diye bile sorulmadan hak sahibine eksi puan yazıyorsa, bunun sebebi kötünün hep kötü, iyilerinse halk kahramanı olduğu masal dünyası varsayımı.
8 işçi kadının yakınlarından bazıları “Biz firmayla anlaştık. Şikayetçi değiliz” diyerek avukatlarıyla birlikte davadan çekildi.
bir incelememizin daha sonuna geldik.
*
bir cam. camın önünde bir ağaç, ağacın üstü öten kuş dolu. dikkatli bakınca, serçe değil, güvercin değil, mavi baştankara. yine, hep, en güzel. mavi baştankaralarla dolu bir ağacın hemen camın önünde olması, o camı özel yapmaz mı? yapar. ben içim daraldıkça, o camın önünde, o kış soğuğunda çırılçıplak kalmış dalların arasında, bi an sarı, bi an mavi parlayan noktacıkları izleyip rahatlamaz mıyım? rahatlarım. soğuktan tüylerini kabartmış grisavar onlar. o pencerenin, o dinginliğin, o "her çok güzel olacak; çünkü mavi baştankaralar uçuyor"un uzağına düşecek olmak, söyle bakalım blog, içimi nasıl acıtmasın? ocak ve şubat, en bi buz grisi halleriyle üzerime çökecekken, bunu bile bile, mavi baştankarasız nasıl dayanacağım ben? işte bunu bilemezsin blog, çözemezsin. oysa pencere önündeki ağaçlar mühim şeylerdir.
hani 2009'du, ekim ayıydı, sel vardı, hani bir fabrikanın servis arabası vardı, camsız, nakliye kamyonetinden hallice. hani içindeki 8 kadın, bir dalgayla, evet evet sel dalgasıyla, o kamyonette ölmüştü. hatırladığınızı umuyorum. ilim irfan, raporlar, kesirler ve ondalıklar, her zaman önce gelir. -dir -dır dediniz mi, kesindir, tartışılmazdır. bakın mesela: tartışılmazdır.
İkinci bilirkişi raporunda servisin camlı ya da camsız oluşunun olaya etkisinin olmadığı iddia edilerek, şu ifadelere yer verildi: "Şirket Yönetim Kurulu Başkanı’ndan, İdare Amiri’nden ve aracın şoföründen sel felaketine karşı önlem almalarını beklemek mümkün değildir. Almaları gerekli bir önlem bulunmadığı için, olayın meydana gelişinde kendilerine kusur bulunması mümkün değildir. Kazanın oluşunda asli ve tek etken meydana gelen doğal afettir.
yok politikasından bahsetmiştim. yok politikasının bir önemli kısmı da, olana oldurana kadar, "yok" diyecek kişiyi aramaktır. filmi bi poz geriye sarıyoruz, oynatıyoruz:
İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden (YTÜ) uzmanların hazırladığı ilk raporda, afet 4/8, fabrika sahibi Mehmet Cevdet Karahasanoğlu 3/8, idare amiri sanık Ferit Göncü ise 1/8 oranında kusurlu bulunmuştu. Ancak Karahasanoğlu ve Göncü’nün avukatlarının itirazı üzerine ikinci bir bilirkişi raporu hazırlandı.
tabii ki yok politikasının en önemli kısmı mağdurun suçlu olmasıdır, bunu da artık biliyosun blog. eh, bu olayda da aksamıyor kurallar, çünkü yok politikası tutarlılık ve süreklilikle kazanır gücünü. eğer suç yoksa, suçlu da yoktur. ama ortada bi mağduriyet varsa, bu durumda mağdurun suçlu olması gerekir:
Etraftaki sular nedeniyle araç içerisinde kişilerin inip inmemekte tereddüt yaşadıkları bir sırada daha büyük miktarda su bir anda bastırınca panik yaşanmış ve kendisine dışarıya atan veya arkadaşlarının yardımıyla kurtulan üç kişi dışında sekiz kişi araç içerisinde hayatını yitirmiştir. Olay günü taşıma tamamlanmış ve ölüm hadisesi araç işyeri bahçesindeyken müteveffa kişilerin ayaklarının ıslanmaması için araçtan inmekte tereddüt ettikleri bir anda meydana gelmiştir.
adaletin gerekli olduğu anlar, güçsüzün, yoksulun, "aa niye efendim, o da gururla direnip, ömrünü bu yola vakfedip, adalet adalet diye günler geçilmeliydi" kahramanlığına mahkum edilmesinden belli. adalet tam da dayanacak gücü olmayana lazım, biraz da. kimseden kahramanlık beklenmemeli. biz, kahraman olmadan da, "15 yıldır adalet peşinde" olmadan da, manşetleri süslemeden de bi zahmet hakkımızı alabilmeliyiz. haktan hukuktan vazgeçti diye, "neden?" diye bile sorulmadan hak sahibine eksi puan yazıyorsa, bunun sebebi kötünün hep kötü, iyilerinse halk kahramanı olduğu masal dünyası varsayımı.
8 işçi kadının yakınlarından bazıları “Biz firmayla anlaştık. Şikayetçi değiliz” diyerek avukatlarıyla birlikte davadan çekildi.
bir incelememizin daha sonuna geldik.
*
temsili resim |
20 Aralık 2010 Pazartesi
bum!
carine roitfeld vogue paris'i bırakıyormuş. derdi bizi mi gerdi diyceksiniz, çok ayıp. carine'e öyle denmez. yine de ben cevaben, "bi carine kadar olamadık" diyebilirim. hem bakınız, vogue türkiye; ama vogue paris - vogue france değil. anladınız siz.
biz lisede üşümüyormuşuz. ankara ayazında, sabahın 7sinde, imkanı yok üşümüyormuşuz. anneyle yapılan o "iyhh hayır anne tabii ki kalın çorap filan giymiycem" inatlaşmaları, annelerin sistit, kısırlık vb gözdağları - hür iradeyle yapılacak bi şi değil. şimdi beni liseye yollasalar, yün çoraplarımın üstüne yün yün giyinirdim heralde. hoş, artık kızlar da pantolon giyebiliyor sanırım.
bir cuma günü, bir sofra boyu, bir de adında veda olmasa. ne güzel güzelleştik yahu. meze hep güzel. rakıyla geç tanışmalarım bir yana, "kadın rakısı" reklamlarına kızsam da, doğruymuş, varmış öyle bir şey. sonra geçiyor; ama başlangıç aşaması. ben viski de içemem ki.
haftasonlarımın bir kısmı işim tarafından işgal ediliyor. bunu normal saymam beklense de, hayır şekerim, pazar günü de çalışmıyoruz, o kadar da değil. halbuki benim bu günlerim, o kadar kıymetli ki, anlatamam. anlatmıyorum o yüzden. benim her saniyem kıymetliyken, ilk söyleyeceği şeyi son söyleyenlere 2 saat harcamak beni geriyor. çok geriyor.
boş kalan vakitlerde, önceden yapılan programlar eşliğinde, gar, kestaneci, alaturka tuvaletle tanışan 2 genç kız, 2 saat rötarlı konser, benim ayakta uyuyabilme becerim, dönüş. ben sahiden ayakta uyuyabiliyorum - çok fena. lisedeyken üşümediğimiz gibi, uyumuyorduk da sanırım. gerçi bazı uykular, uyanamayışları kadar güzel.
*
enerji ve tabii kaynaklar bakanı, işçilerin gerekirse 16-18 saat çalışılması gerektiğini söylediğinde, sene bilmem kaç, sanayi devriminin ilk günleri, ingilterede bir madende 18 saat çalışan insan ordusu geliyorsa aklınıza, brecht'i de seviyorsunuzdur muhtemelen. alakasız değil canısı, hiç değil. tabii kaynaklar arasından insan uykusu. ilkokulda çözüyoduk oysa, 1 işçi işi 2 günde yapıyosa aynı işin 1 günde bitmesi için kaç işçi gerekir? cevap: 1. ikiiiiiii diyen salaklar ilkokulun karanlık yıllarına gömülecek.
wikileaks yeni sızdırmış olabilir ama birgünün yepyeni bir habermiş gibi shell ve nijerya yazısı yazması, pek bi enteresan. misal, guardian "eski haber" demiş; ama birgün bunu nasıl bilmez? biliyosa da niye söylemez? ogoni kelimesini de mi duymadılar hiç? petrol borularından sızıntı olunca hükümet "cilde ve her türlü hastalığa iyi gelir" açıklaması yapınca, petrolle yıkanan el kadar bebekleri de mi duymadılar? nijerya ve shell resmen vaka incelemesi bu tür özel sektör eliyle devlet yönetimi konusunda. yüzlerce kişinin katledilmesi, sürgünler, idamlar... birgün ekibi bunu duymamış olabilir mi, mesela? yok duymuşlarsa, bu söylenmeden o haber olmuş mu, olmamış. (merak eden için özet bilgi. link cenneti).
yok politikası, bence bu ülkedeki en hakim politika. bi kere tutarlı. birileri bi şeye itiraz ve hatta isyan ederse, sorun olan konu için "yok" diyorsunuz. her konuda, her koşulda, en sağlıklı şözüm: yok politikası.
mesela biliyoruz ki allianoi yok. keza, munzurda da hiçbir şekilde kutsal bir alan yok. olmayan şey sorun da çıkaramaz haliyle. dövülen 19 yaşındaki anne adayı var ya, o da yokmuş meğer. 40 açıdan incelemişler, öyle bir görüntü yokmuş. olsa, ah bi olsa, hemen gereğini yapacaklar. ama yok, elden ne gelir ki? keşke olsa. ama yok. abra kadabra bile değil, yok etmedik; çünkü hiç varolmadı. mağdurun hep suçlu çıkması da mesela, bu yok politikasının en önemli unsurlarından. mağdur suçludur; çünkü asıl suçlunun suçlu olabilmesi için gerekli "ortam" yoktur. yok yani, olsa dükkan sizin, kamyonla.
mesela 12 yaşında bir kız toplu tecavüz yaşıyor, buna dava açılıyor, 34 kez erteleniyor ve savcı "zorla alıkoyma" iddiasının düşürülmesini isteyebiliyor. neden? çünkü zorla alıkoyma yok. zorla alıkoyma nedir, neye denir, hiç konuşmaya değez. çünkü öyle bir şey - yok. misal, zaman aşımı. zaman aşar ve hatta billur tuz gibi: akar, akar, akar. bi bakmışız, suç yokmuş, hiç kalmamış. bunun için gerekirse 30 yıl beklenir. hayata dönüş mesela, ilk 10 yılını doldurdu, bi 20 yıl sonra bakarız, o da yokmuş. yok politikası işte, en etkilisi.
bunlar yoksa ne var peki? merak edebilirsiniz tabii, en doğal hakkınız. devlet bakanları ellerinde hesap cetvelleri ve tüik sayılarıyla size yanıt verir. verdikleri yanıtlar kıyaslanamaz cinstendir (mesela 2010 milli gelir TL cinsinden verilirken, 2011 yılı için yüzde büyüme oranı verilir); ama olsun, sayıdır. çarpar böler, mutlu olursunuz. elmalar ve armutlar ve çarpan balıklar. sayının, verinin kutsal olduğu topraklarda, kesirler ve ondalık sayılar konusunda sittin sene sorun yaşamış bir millet olarak (öss'de matematikte sıfır çeken insan sayısının yüksek olması sınavla değil, az buçuk eğitim sistemiyle ilgili bir sorun), taparız sayılara, virgüllere, noktalara, ondalıklara. nedir ne değildir önemi yok, biri çok konuşmuş hiç söylemiş, yine önemi yok.
nihayetinde, yok politikası der ki günün sonunda, 5 duyunuz da yorgun, yatağınıza yığıldığınızda, aklınızda kalan şey kocaman bir hiç olmalıdır.
biz lisede üşümüyormuşuz. ankara ayazında, sabahın 7sinde, imkanı yok üşümüyormuşuz. anneyle yapılan o "iyhh hayır anne tabii ki kalın çorap filan giymiycem" inatlaşmaları, annelerin sistit, kısırlık vb gözdağları - hür iradeyle yapılacak bi şi değil. şimdi beni liseye yollasalar, yün çoraplarımın üstüne yün yün giyinirdim heralde. hoş, artık kızlar da pantolon giyebiliyor sanırım.
bir cuma günü, bir sofra boyu, bir de adında veda olmasa. ne güzel güzelleştik yahu. meze hep güzel. rakıyla geç tanışmalarım bir yana, "kadın rakısı" reklamlarına kızsam da, doğruymuş, varmış öyle bir şey. sonra geçiyor; ama başlangıç aşaması. ben viski de içemem ki.
haftasonlarımın bir kısmı işim tarafından işgal ediliyor. bunu normal saymam beklense de, hayır şekerim, pazar günü de çalışmıyoruz, o kadar da değil. halbuki benim bu günlerim, o kadar kıymetli ki, anlatamam. anlatmıyorum o yüzden. benim her saniyem kıymetliyken, ilk söyleyeceği şeyi son söyleyenlere 2 saat harcamak beni geriyor. çok geriyor.
boş kalan vakitlerde, önceden yapılan programlar eşliğinde, gar, kestaneci, alaturka tuvaletle tanışan 2 genç kız, 2 saat rötarlı konser, benim ayakta uyuyabilme becerim, dönüş. ben sahiden ayakta uyuyabiliyorum - çok fena. lisedeyken üşümediğimiz gibi, uyumuyorduk da sanırım. gerçi bazı uykular, uyanamayışları kadar güzel.
*
enerji ve tabii kaynaklar bakanı, işçilerin gerekirse 16-18 saat çalışılması gerektiğini söylediğinde, sene bilmem kaç, sanayi devriminin ilk günleri, ingilterede bir madende 18 saat çalışan insan ordusu geliyorsa aklınıza, brecht'i de seviyorsunuzdur muhtemelen. alakasız değil canısı, hiç değil. tabii kaynaklar arasından insan uykusu. ilkokulda çözüyoduk oysa, 1 işçi işi 2 günde yapıyosa aynı işin 1 günde bitmesi için kaç işçi gerekir? cevap: 1. ikiiiiiii diyen salaklar ilkokulun karanlık yıllarına gömülecek.
wikileaks yeni sızdırmış olabilir ama birgünün yepyeni bir habermiş gibi shell ve nijerya yazısı yazması, pek bi enteresan. misal, guardian "eski haber" demiş; ama birgün bunu nasıl bilmez? biliyosa da niye söylemez? ogoni kelimesini de mi duymadılar hiç? petrol borularından sızıntı olunca hükümet "cilde ve her türlü hastalığa iyi gelir" açıklaması yapınca, petrolle yıkanan el kadar bebekleri de mi duymadılar? nijerya ve shell resmen vaka incelemesi bu tür özel sektör eliyle devlet yönetimi konusunda. yüzlerce kişinin katledilmesi, sürgünler, idamlar... birgün ekibi bunu duymamış olabilir mi, mesela? yok duymuşlarsa, bu söylenmeden o haber olmuş mu, olmamış. (merak eden için özet bilgi. link cenneti).
yok politikası, bence bu ülkedeki en hakim politika. bi kere tutarlı. birileri bi şeye itiraz ve hatta isyan ederse, sorun olan konu için "yok" diyorsunuz. her konuda, her koşulda, en sağlıklı şözüm: yok politikası.
mesela biliyoruz ki allianoi yok. keza, munzurda da hiçbir şekilde kutsal bir alan yok. olmayan şey sorun da çıkaramaz haliyle. dövülen 19 yaşındaki anne adayı var ya, o da yokmuş meğer. 40 açıdan incelemişler, öyle bir görüntü yokmuş. olsa, ah bi olsa, hemen gereğini yapacaklar. ama yok, elden ne gelir ki? keşke olsa. ama yok. abra kadabra bile değil, yok etmedik; çünkü hiç varolmadı. mağdurun hep suçlu çıkması da mesela, bu yok politikasının en önemli unsurlarından. mağdur suçludur; çünkü asıl suçlunun suçlu olabilmesi için gerekli "ortam" yoktur. yok yani, olsa dükkan sizin, kamyonla.
mesela 12 yaşında bir kız toplu tecavüz yaşıyor, buna dava açılıyor, 34 kez erteleniyor ve savcı "zorla alıkoyma" iddiasının düşürülmesini isteyebiliyor. neden? çünkü zorla alıkoyma yok. zorla alıkoyma nedir, neye denir, hiç konuşmaya değez. çünkü öyle bir şey - yok. misal, zaman aşımı. zaman aşar ve hatta billur tuz gibi: akar, akar, akar. bi bakmışız, suç yokmuş, hiç kalmamış. bunun için gerekirse 30 yıl beklenir. hayata dönüş mesela, ilk 10 yılını doldurdu, bi 20 yıl sonra bakarız, o da yokmuş. yok politikası işte, en etkilisi.
bunlar yoksa ne var peki? merak edebilirsiniz tabii, en doğal hakkınız. devlet bakanları ellerinde hesap cetvelleri ve tüik sayılarıyla size yanıt verir. verdikleri yanıtlar kıyaslanamaz cinstendir (mesela 2010 milli gelir TL cinsinden verilirken, 2011 yılı için yüzde büyüme oranı verilir); ama olsun, sayıdır. çarpar böler, mutlu olursunuz. elmalar ve armutlar ve çarpan balıklar. sayının, verinin kutsal olduğu topraklarda, kesirler ve ondalık sayılar konusunda sittin sene sorun yaşamış bir millet olarak (öss'de matematikte sıfır çeken insan sayısının yüksek olması sınavla değil, az buçuk eğitim sistemiyle ilgili bir sorun), taparız sayılara, virgüllere, noktalara, ondalıklara. nedir ne değildir önemi yok, biri çok konuşmuş hiç söylemiş, yine önemi yok.
nihayetinde, yok politikası der ki günün sonunda, 5 duyunuz da yorgun, yatağınıza yığıldığınızda, aklınızda kalan şey kocaman bir hiç olmalıdır.
15 Aralık 2010 Çarşamba
aynalı kavak
şimdi ben size bi şiler anlatıcam. hiç beklemediğiniz bi şi, evet.
bloga bunun için girmediniz sanki. amaan neyse.
bi arkadaşım var, bahsetmiştim sanki. 2,5 yıl doğu kudüste çalıştıktan sonra, filistinden, israilden, gazzeden, kudüsten, oradaki herkesten nefret ettikten sonra, artık delirmenin eşiğine geldiği için işi bırakıyor. avukat. dayanabilsinler diye 2 ayda bir 2 hafta tatil yapıyolardı, dayanamadı. kendisi japon, üç dinin merkezinde bir dinsiz. denedi, dayandı, çok acı gördü. "kimse barışa inanmıyor artık burda, isteseler de yapamazlar" diye küstü. afganistana tayinini istemiş, celalabad'a gidecekmiş. çok mutlu ve heyecanlı. "savaş geçmişi 60 yıldan az olan bi yerde umut olur bence" diye mail atmış herkese, böyle bitmeyen bir inançla ayrılacak kudüsten.
eş zamanlı olarak, afganistanda insan hakları görevlisi olarak çalışan, branşı da kadın hakları olan, uluslararası hukuk uzmanı bi arkadaşımız var. alışveriş delisi olup gördüğüm en güzel portakallı yemekleri pişiren mısırlı bir kadın. dün bir sevinçle "ilk kez bi basın bülteninde adım geçiyor" diye mail attı bize. sevinci buna - evet. basın bülteni ise afgan kadınlarına reva görünen her şeyi anlatıyordu. daha önce de sudanda çalışmıştı. çalışmıştı derken, bomba yağan bölgelerde, gerçekten sefil bir düzenin, yokluğun ortasında, okulu, evi olmayanların yasal hakları için, tecavüze uğrayanlar, organları çalınanlar, yetimler için çalışıyor. düzenli olarak sığınağa kaçıyor. şimdi kar altında, eskiden de çamur altında çalışıyordu.
2 arkadaşım, çift çift londradan nairobi'ye taşındılar, en az 2 yıl ordalar. kız tarafı ki yunan gülümdür, güney sudandaymış bi süre. onun branşı iktisat ama şimdilik işi eğitim. sınıfla ahırı sadece bir tabela ayırıyor: "sınıf". fotoğraflar dolusu anlatmış, ama öyle "safarideydik, bak bu da siyah halk, çok değişik, o yüzden sarılıp fotoğraf çektiriyorum" züppeliği yok. eşek gibi çalışıyor. çok yaşlı, çok yoksul ve pek az iletişim kurabildiği insanlarla.
böyle yani. doğu kudüs-celalabad-güney sudan. ordalar, yapıyorlar. bir şekilde yollarının kesiştiğini demin fark ettim. beceriyolar. yaşları en fazla 30.
sizi bilmem, ben kendileriyle tanıştığıma çok memnunum. facebooka laf edenler de halt etmiş, bu sayede en azından hayatta olduklarını biliyoruz. az şey değil, gerçekten. benim arkadaşlarımın en azından bir kısmı, birbirine "bomba atılmış, sel basmış, toprak kaymış, ses ver" diyen insanlar, iyi mi kötü mü bilmem. böyle araçlara ihtiyaç duyuyoruz. yani öyle bir düzeydeki alarm, "haydarpaşa garında değildin di mi?" diye mesaj alabiliyorum tayvan'dan.
bitmiyor. bi diğeri endonezyanın ormanlarında el kadar çocuklarla, en son sulama kanalı inşa ediyodu. bir diğeri perunun "milli turizm direktörü" mü ne oldu desem şaşarsınız, bir diğeri kuzey hindistan dağlarındaki ladakh'ın bir ufacık köyünde 2 yıl çalışıp selden iyice yokluğa düşen köycağızı için debelendikten sonra şimdi motosikletle vietnama doğru vurdu kendini. delirmemek için deli gibi geziyor, zafer turunda. böyleler yani. bir üç beş değil, çoklar, varlar. benim gibi ofis ekranından öteye geçemeyenler de mevcut aralarında; ama yine benim gibi, onların anlatacak hikayesi pek olmuyor takdir edersiniz ki.
neyse. ben fotoğraflara baktıkça, bi an kendime kızıp, sonra bozulup sonra da utançla umut etmeyi öğreniyorum. işe yarıyor. sahiden. şükürcülük değil asla, umut. cesur hamleler ve ataleti yenmeler için.
bloga bunun için girmediniz sanki. amaan neyse.
bi arkadaşım var, bahsetmiştim sanki. 2,5 yıl doğu kudüste çalıştıktan sonra, filistinden, israilden, gazzeden, kudüsten, oradaki herkesten nefret ettikten sonra, artık delirmenin eşiğine geldiği için işi bırakıyor. avukat. dayanabilsinler diye 2 ayda bir 2 hafta tatil yapıyolardı, dayanamadı. kendisi japon, üç dinin merkezinde bir dinsiz. denedi, dayandı, çok acı gördü. "kimse barışa inanmıyor artık burda, isteseler de yapamazlar" diye küstü. afganistana tayinini istemiş, celalabad'a gidecekmiş. çok mutlu ve heyecanlı. "savaş geçmişi 60 yıldan az olan bi yerde umut olur bence" diye mail atmış herkese, böyle bitmeyen bir inançla ayrılacak kudüsten.
eş zamanlı olarak, afganistanda insan hakları görevlisi olarak çalışan, branşı da kadın hakları olan, uluslararası hukuk uzmanı bi arkadaşımız var. alışveriş delisi olup gördüğüm en güzel portakallı yemekleri pişiren mısırlı bir kadın. dün bir sevinçle "ilk kez bi basın bülteninde adım geçiyor" diye mail attı bize. sevinci buna - evet. basın bülteni ise afgan kadınlarına reva görünen her şeyi anlatıyordu. daha önce de sudanda çalışmıştı. çalışmıştı derken, bomba yağan bölgelerde, gerçekten sefil bir düzenin, yokluğun ortasında, okulu, evi olmayanların yasal hakları için, tecavüze uğrayanlar, organları çalınanlar, yetimler için çalışıyor. düzenli olarak sığınağa kaçıyor. şimdi kar altında, eskiden de çamur altında çalışıyordu.
2 arkadaşım, çift çift londradan nairobi'ye taşındılar, en az 2 yıl ordalar. kız tarafı ki yunan gülümdür, güney sudandaymış bi süre. onun branşı iktisat ama şimdilik işi eğitim. sınıfla ahırı sadece bir tabela ayırıyor: "sınıf". fotoğraflar dolusu anlatmış, ama öyle "safarideydik, bak bu da siyah halk, çok değişik, o yüzden sarılıp fotoğraf çektiriyorum" züppeliği yok. eşek gibi çalışıyor. çok yaşlı, çok yoksul ve pek az iletişim kurabildiği insanlarla.
böyle yani. doğu kudüs-celalabad-güney sudan. ordalar, yapıyorlar. bir şekilde yollarının kesiştiğini demin fark ettim. beceriyolar. yaşları en fazla 30.
sizi bilmem, ben kendileriyle tanıştığıma çok memnunum. facebooka laf edenler de halt etmiş, bu sayede en azından hayatta olduklarını biliyoruz. az şey değil, gerçekten. benim arkadaşlarımın en azından bir kısmı, birbirine "bomba atılmış, sel basmış, toprak kaymış, ses ver" diyen insanlar, iyi mi kötü mü bilmem. böyle araçlara ihtiyaç duyuyoruz. yani öyle bir düzeydeki alarm, "haydarpaşa garında değildin di mi?" diye mesaj alabiliyorum tayvan'dan.
bitmiyor. bi diğeri endonezyanın ormanlarında el kadar çocuklarla, en son sulama kanalı inşa ediyodu. bir diğeri perunun "milli turizm direktörü" mü ne oldu desem şaşarsınız, bir diğeri kuzey hindistan dağlarındaki ladakh'ın bir ufacık köyünde 2 yıl çalışıp selden iyice yokluğa düşen köycağızı için debelendikten sonra şimdi motosikletle vietnama doğru vurdu kendini. delirmemek için deli gibi geziyor, zafer turunda. böyleler yani. bir üç beş değil, çoklar, varlar. benim gibi ofis ekranından öteye geçemeyenler de mevcut aralarında; ama yine benim gibi, onların anlatacak hikayesi pek olmuyor takdir edersiniz ki.
neyse. ben fotoğraflara baktıkça, bi an kendime kızıp, sonra bozulup sonra da utançla umut etmeyi öğreniyorum. işe yarıyor. sahiden. şükürcülük değil asla, umut. cesur hamleler ve ataleti yenmeler için.
14 Aralık 2010 Salı
Carménère
insan ne kolay mutlu oluyor. evimize yılbaşı mutluluğu gelmiş -ki ben özellikle bu yılki yılbaşından pek hazzetmiyorum ama-, küçük LED ampüllerle donatılmış kapı eşiği de insanı mutlu ediyor. hem, kırmızı mutlu bi renk. kırmızı sofra, mum, çiçek, şarap, makarna, çikolata. güzel şey işte sofralar. hanfendilerin dediği gibi: we had a date. sabah 6.30'da evden çıktığım düşünülürse, akşam iyi geldi.
evde bi ses, bi nefes, lazım bi şi. herkese.
*
ya geçmiş zaman, belki de ben bunu yazmıştım, lise 1'deydik. bi grup arkadaş, hemen hemen her edebiyat dersinde coşkuyla, necatigil'den "sevgilerde" şiirini okurdu. biz mi odunduk bilmiyorum, sinirimiz bozulurdu, katıla katıla gülerdik. ne bileyim yani, 15 yaşında bi grup kız çocuğunun "...yahut vakit olmadı" hüznü, "siz böyle olsun istemezdiniz" derken neredeyse ağlayacak olması, ah o engin vurgular, ses titremeleri, haymana pancar ağlayabilme becerisi, şiirin hep sarılarak okunması falan - komikti işte. gün o gündür, ben nerde sevgilerde olan birini görsem, gülerim, kaçarım, elimde değil. aklıma burcunun kıpkırmızı olması, azerin sıraya kapanarak kıkırdaması gelir. o arkadaşlar ise, kısacık şiir okuma müsameresi bittiğinde ağır bir duygusal şok yaşamış, üzerlerinden tır geçmiş gibi boşluğa bakakalırlardı. bu neredeyse mazohist tavrın nesi komik değil?
mesajı anlıyorum, tamam, konu şiir de değil aslında. o sevgilerde hali komik. yani 15 yaşında bile o kadar üzgünler ki ellerinden sahiden bir şey gelmiyor, dünyayla dün tanışmış gibi küskün; ama bu konuda bir şey yapamayacak kadar hisli harikalar kumpanyası. 15 be yahu! jelatincim canım, yetişkin versiyonunu "şiir dinletisi teyzesi" olarak çok güzel tariflemişti bi zamanlar. bir sağa bir sola sallanarak sevgilerdeyiz. daralıyorum işte. üzülerek: içimden gelen tek şey o şiiri okuyanı hızlı bi şekilde sallamak, sarsmak. işin daha da ilginç yanı, tarihte bugün: onlar hala sevgilerde. biz ise ne bileyim, başka yerlerdeyiz - yahut vakit olmadı. 10 yıldan fazla zaman geçti, erken teşhisin hayatımı kurtardığı bu ekolden uzak durmayı becerdim. darısı nice 10 yıllara. onun için çok rica edicem, sevgilerdeyseniz, orda kalınız, bana da bir kart atınız. mamafih ben şimdi tam burdayım, sıraya kapanıp gülüyorum. burcuyla azerin benden daha fazla işi olduğuna da eminim.
*
bugün ne öğrendik? soygunun türkçesi tarife olmuş. misal, konuşmadan, sabit 20 lira ödeyeceksiniz, ama bu bir avantaj olacak. saçma mı geliyor? hayır bu bir fırsat. siz şanslısınız. "100 dakika bedava" konuştuğunuzu sanarak mutlu olmanız gerekiyor. fırsat çünkü. sizi gidi çakallar siziii.
*
bunun dışında:
takvimlere küs küs küs. günler geçmesin.
en sevdiğim, çok sevdiğim, tek sevdiğim. kal kal kal. benim çok güzel bir hikayem var, anlatsam masal olur inanmazsınız, o yüzden anlatmam. tesadüfler ne güzel şey. sonra böyle bilmek, ne bileyim, içte bir parçanın hep bilmesi, bildiği için huzur dolması. oo ben anlatmam. o yüzden zaten, 22 güncük filancık kalmışken, ben aslında hem iniyorum hem çıkıyorum, çok buruşuğum.
laptop hala bozuk. tamir edilmesi gerekiyor çünkü sahiden, manen ihtiyacım var.
evde bi ses, bi nefes, lazım bi şi. herkese.
*
ya geçmiş zaman, belki de ben bunu yazmıştım, lise 1'deydik. bi grup arkadaş, hemen hemen her edebiyat dersinde coşkuyla, necatigil'den "sevgilerde" şiirini okurdu. biz mi odunduk bilmiyorum, sinirimiz bozulurdu, katıla katıla gülerdik. ne bileyim yani, 15 yaşında bi grup kız çocuğunun "...yahut vakit olmadı" hüznü, "siz böyle olsun istemezdiniz" derken neredeyse ağlayacak olması, ah o engin vurgular, ses titremeleri, haymana pancar ağlayabilme becerisi, şiirin hep sarılarak okunması falan - komikti işte. gün o gündür, ben nerde sevgilerde olan birini görsem, gülerim, kaçarım, elimde değil. aklıma burcunun kıpkırmızı olması, azerin sıraya kapanarak kıkırdaması gelir. o arkadaşlar ise, kısacık şiir okuma müsameresi bittiğinde ağır bir duygusal şok yaşamış, üzerlerinden tır geçmiş gibi boşluğa bakakalırlardı. bu neredeyse mazohist tavrın nesi komik değil?
mesajı anlıyorum, tamam, konu şiir de değil aslında. o sevgilerde hali komik. yani 15 yaşında bile o kadar üzgünler ki ellerinden sahiden bir şey gelmiyor, dünyayla dün tanışmış gibi küskün; ama bu konuda bir şey yapamayacak kadar hisli harikalar kumpanyası. 15 be yahu! jelatincim canım, yetişkin versiyonunu "şiir dinletisi teyzesi" olarak çok güzel tariflemişti bi zamanlar. bir sağa bir sola sallanarak sevgilerdeyiz. daralıyorum işte. üzülerek: içimden gelen tek şey o şiiri okuyanı hızlı bi şekilde sallamak, sarsmak. işin daha da ilginç yanı, tarihte bugün: onlar hala sevgilerde. biz ise ne bileyim, başka yerlerdeyiz - yahut vakit olmadı. 10 yıldan fazla zaman geçti, erken teşhisin hayatımı kurtardığı bu ekolden uzak durmayı becerdim. darısı nice 10 yıllara. onun için çok rica edicem, sevgilerdeyseniz, orda kalınız, bana da bir kart atınız. mamafih ben şimdi tam burdayım, sıraya kapanıp gülüyorum. burcuyla azerin benden daha fazla işi olduğuna da eminim.
*
bugün ne öğrendik? soygunun türkçesi tarife olmuş. misal, konuşmadan, sabit 20 lira ödeyeceksiniz, ama bu bir avantaj olacak. saçma mı geliyor? hayır bu bir fırsat. siz şanslısınız. "100 dakika bedava" konuştuğunuzu sanarak mutlu olmanız gerekiyor. fırsat çünkü. sizi gidi çakallar siziii.
*
bunun dışında:
takvimlere küs küs küs. günler geçmesin.
en sevdiğim, çok sevdiğim, tek sevdiğim. kal kal kal. benim çok güzel bir hikayem var, anlatsam masal olur inanmazsınız, o yüzden anlatmam. tesadüfler ne güzel şey. sonra böyle bilmek, ne bileyim, içte bir parçanın hep bilmesi, bildiği için huzur dolması. oo ben anlatmam. o yüzden zaten, 22 güncük filancık kalmışken, ben aslında hem iniyorum hem çıkıyorum, çok buruşuğum.
laptop hala bozuk. tamir edilmesi gerekiyor çünkü sahiden, manen ihtiyacım var.
13 Aralık 2010 Pazartesi
kutu
taş:
filistin'de atılanı iyi, diyarbakır'da atılanı kötü olan sert ve katı madde.
yumurta:
hrant'a atılınca "milli hassasiyet", kuzu'ya atılınca "öğrenci faşizmi" olan tavuk ürünü bir kabuklu besin maddesi.
be hey koca memleket, her günü ayrı bir ikiyüzlülük ve için ne kadar ferah.
hiç kimse olmasa mülkiye açar sandınız kollarını, kolları doluymuş, sarılmadı. hrant'a neler atmıştınız, hatırlar mısın? afişler vardı, nefret dolu afişler, yumurta atılmıştı ve domates ve diğer menemenlik şeyler. mahkemeden çıkarken, üniversiteye girerken, her koşulda bir avuç faşist hazır ve nazırdı, yumurtaları kan kokuyordu. "tutamayız" dediniz, tutamayız gençlerin bu vatani hislerle galeyana gelmesini, engelleyemeyiz. o kadar normal bir şey ki faşizm, be hey koca boğaziçi mesela, kurtlarını tutamadığı için solcuları tutmuştu, "film gösterimi yapmayın çocuklar, başınıza yıkabilirler, tutamayız". bu kadarcıktan başlıyor işte. tutunamayanlar değil, tutulamayanlar meselesi.
kurşunla taşı, bir ufacık bebekle (cenin olmaya dahi ömrü yetmemiş bir zigotla) tavuk yumurtasını birbirine karıştıranlarla dolu ortalık. sırf bu yüzden işte, asla anlamayacaklar. öyle bir ikiyüzlülük bu. muadillik nedir, bilmezden geliyorlar. eşitlik ve denklik farkını, imkanı yok kaale almıyorlar. coplu silahlı 10 adamla, eli yumurtalı 10 öğrenci, sayı olarak eşit ama güç olarak denk değil, değil, değil.
hani çocuklar sorar hep: bir kilo pamuk mu ağır bir kilo demir mi? yaşasın okulumuz. hangisi ağırmış müdürüm? en ağırı vicdan sızısı. kömür karası, isli bir duman, akciğerlerinizin içine, burnunuza dolacak ve tüm o kir pas toz içinde havalanacak beyninizde kapalı kalan sayfalar. uçuşacak kağıtlar -allegro, molto allegro! yaylılar delirecek - ve sonra işte, sustuğu an, toz, is, kağıt ve mürekkep içinde çöküvereceksiniz yere. tozun ağırlığı çökecek üstünüze. vicdan sızısı yumurta kokusu gibi, kolay kolay çıkmaz, çıkamaz.
*
namus diye aklı çıkacak bir milletin tek derdinin sevişenler, sevişebilenler ve sevişmek isteyenler olması, çok şükür ki namus algısını daraltıyor. yoksa kim uğraşır rica ederim, hak hukuk, doğruluk dürüstlük ve bütün diğer o "andımız" sıfatlarıyla? öyle olsa durulaşırdı her şey, temizlenirdi bulutlar. yok yok, nasıl olsun, kim uğraşacak? böylesi ne kolay, ne basit.
namus dediğiniz şey, ne bileyim, vicdandır bir yerde veya öyle olmalıdır. havalanan tozların altına gömmeye cüret edebildikleriniz ve onlarla yüzleşme ihtimalinizdir, hem namus hem de vicdan. vicdansız adamdan çıkar namussuz, sevişenden değil. sevişen, hamile kalan bir kadından, hiç değil. o 19'luk tazenin cüretine şapka çıkarıp, utancından rahat koltuğunda öleceğine, yüzü bile kızarmadan "ne işi vardı" diyenleri anlamak gülüm, aslında hiç zor değil. çünkü çoklar, her yerdeler ve yanlarından geçen her 19luk kadını bir fırsatını bulsalar yatağa atmak istiyorlar - olmadı göz banyosu: ah güzele bakma sevabı, herkes cennetlik. bu kadar sıradan, bu kadar basit. yüzleşin: daha bikaç ay önce "dağa çıkmak" demek, ro.j.ini seks kölesi yapmaktı. unutmayın. hiç alakasız, kopuk şeyler değil bunlar. bilakis.
kadınlar ikiye ayrılır: bizim kadınlarımız ve başkalarının kadınları.
kitlelerin sevgilisi malum, ac.un ılı.ca.lı. 19 yaşındayken bi kadına aşık oluyor. okulu bırakıp evleniyorlar. bir kızları oluyor. ah bu romantik bir hikaye tabii, kronoloji caiz veya caizleştirilmiş. başka bir kadın. 19 yaşında, öğrenci, hamile, evlenmemiş, belki evlenirdi, bize ne? protesto yürüyüşünde, düşük yaptırıyolar. zorla, tekme tekme. bizim oralarda buna cinayet derler, di mi kardeşim alexis? sen derdin, mesela. ah alexis zaten, sen huzura kavuştun. biz kaldık.
600 liraymış devlete göre kürtaj bedeli. halbuki kürtaj nasıl cinayet değil ise, zorla düşük de "tercihe bağlı" veya "olması gereken" cerrahi bir müdahale değildir. cinayettir, zulümdür. ne der kanunlar bilmem, anne karnındaki bir çocuğu tekmelerle, nefretle, kasıtla öldürmeye. anneye yapılan hem fiziki hem ruhsal işkenceye, kim ne der? 19 yaşında hayatının travmasıyla tanışan bir anneden anneliğini almaya, ne der hukuk? acısından, göremediği, tutamadığı rahmine sarılıp "ilerde belki?" demekten başka umudu mu kaldı o kadının? rüyalarına, uyuyamayışlarına, gözyaşlarına kim ne yapabilir? ya bebeğin babası, o gencecik adama neyi geri verecekler? sevdiğini de aldılar elinden; o kızın üstüne kocaman bir gölge düştü artık, hep bulutlu. elden ne gelir, ne yapsın? neyi aldıklarını biliyolar mı ki geri versinler? bu ilk mi? değil. son mu? değil. bu alışmışlığımızdaki zavallılığa ne yapsınlar, nasıl düzeltsinler?
19 yaş ne ediyor, kim hatırlıyor ki?
benim kardeşim 6 ay sonra 19 olacak. ben onun yüzüne nasıl bakayım? mesela? her anı, her heyecanı çiçek ve kelebek dolu bir yaşta, nasıl anlatayım bu nefreti, çok affedersiniz? (bunun için mi sahiden deryik, sadece bundan mı yani üzüntün, anlaman, içlenmen? / döv beni estragon). derdiniz değil. sizin hiç değil derdiniz. ne uğur, ne ceylan ne de kutuya koyup etiketleyebildiğiniz bir bebek - hiçbiri. umrunuzda değiller. o rahatlıkla zaten, tam da o pişkinlik münasebetiyle, siz mağrur bi şekilde ufka bakarken burnunuzda patlayacak yumurtalar. o yüzden. ve tüsiadcım, canım, kötü polis çok evet; ama inan, iyi polis kotası da uzun zaman önce doldu, yeni başvuru alamıyoruz. başka kapıya.
filistin'de atılanı iyi, diyarbakır'da atılanı kötü olan sert ve katı madde.
yumurta:
hrant'a atılınca "milli hassasiyet", kuzu'ya atılınca "öğrenci faşizmi" olan tavuk ürünü bir kabuklu besin maddesi.
be hey koca memleket, her günü ayrı bir ikiyüzlülük ve için ne kadar ferah.
hiç kimse olmasa mülkiye açar sandınız kollarını, kolları doluymuş, sarılmadı. hrant'a neler atmıştınız, hatırlar mısın? afişler vardı, nefret dolu afişler, yumurta atılmıştı ve domates ve diğer menemenlik şeyler. mahkemeden çıkarken, üniversiteye girerken, her koşulda bir avuç faşist hazır ve nazırdı, yumurtaları kan kokuyordu. "tutamayız" dediniz, tutamayız gençlerin bu vatani hislerle galeyana gelmesini, engelleyemeyiz. o kadar normal bir şey ki faşizm, be hey koca boğaziçi mesela, kurtlarını tutamadığı için solcuları tutmuştu, "film gösterimi yapmayın çocuklar, başınıza yıkabilirler, tutamayız". bu kadarcıktan başlıyor işte. tutunamayanlar değil, tutulamayanlar meselesi.
kurşunla taşı, bir ufacık bebekle (cenin olmaya dahi ömrü yetmemiş bir zigotla) tavuk yumurtasını birbirine karıştıranlarla dolu ortalık. sırf bu yüzden işte, asla anlamayacaklar. öyle bir ikiyüzlülük bu. muadillik nedir, bilmezden geliyorlar. eşitlik ve denklik farkını, imkanı yok kaale almıyorlar. coplu silahlı 10 adamla, eli yumurtalı 10 öğrenci, sayı olarak eşit ama güç olarak denk değil, değil, değil.
hani çocuklar sorar hep: bir kilo pamuk mu ağır bir kilo demir mi? yaşasın okulumuz. hangisi ağırmış müdürüm? en ağırı vicdan sızısı. kömür karası, isli bir duman, akciğerlerinizin içine, burnunuza dolacak ve tüm o kir pas toz içinde havalanacak beyninizde kapalı kalan sayfalar. uçuşacak kağıtlar -allegro, molto allegro! yaylılar delirecek - ve sonra işte, sustuğu an, toz, is, kağıt ve mürekkep içinde çöküvereceksiniz yere. tozun ağırlığı çökecek üstünüze. vicdan sızısı yumurta kokusu gibi, kolay kolay çıkmaz, çıkamaz.
*
namus diye aklı çıkacak bir milletin tek derdinin sevişenler, sevişebilenler ve sevişmek isteyenler olması, çok şükür ki namus algısını daraltıyor. yoksa kim uğraşır rica ederim, hak hukuk, doğruluk dürüstlük ve bütün diğer o "andımız" sıfatlarıyla? öyle olsa durulaşırdı her şey, temizlenirdi bulutlar. yok yok, nasıl olsun, kim uğraşacak? böylesi ne kolay, ne basit.
namus dediğiniz şey, ne bileyim, vicdandır bir yerde veya öyle olmalıdır. havalanan tozların altına gömmeye cüret edebildikleriniz ve onlarla yüzleşme ihtimalinizdir, hem namus hem de vicdan. vicdansız adamdan çıkar namussuz, sevişenden değil. sevişen, hamile kalan bir kadından, hiç değil. o 19'luk tazenin cüretine şapka çıkarıp, utancından rahat koltuğunda öleceğine, yüzü bile kızarmadan "ne işi vardı" diyenleri anlamak gülüm, aslında hiç zor değil. çünkü çoklar, her yerdeler ve yanlarından geçen her 19luk kadını bir fırsatını bulsalar yatağa atmak istiyorlar - olmadı göz banyosu: ah güzele bakma sevabı, herkes cennetlik. bu kadar sıradan, bu kadar basit. yüzleşin: daha bikaç ay önce "dağa çıkmak" demek, ro.j.ini seks kölesi yapmaktı. unutmayın. hiç alakasız, kopuk şeyler değil bunlar. bilakis.
kadınlar ikiye ayrılır: bizim kadınlarımız ve başkalarının kadınları.
kitlelerin sevgilisi malum, ac.un ılı.ca.lı. 19 yaşındayken bi kadına aşık oluyor. okulu bırakıp evleniyorlar. bir kızları oluyor. ah bu romantik bir hikaye tabii, kronoloji caiz veya caizleştirilmiş. başka bir kadın. 19 yaşında, öğrenci, hamile, evlenmemiş, belki evlenirdi, bize ne? protesto yürüyüşünde, düşük yaptırıyolar. zorla, tekme tekme. bizim oralarda buna cinayet derler, di mi kardeşim alexis? sen derdin, mesela. ah alexis zaten, sen huzura kavuştun. biz kaldık.
600 liraymış devlete göre kürtaj bedeli. halbuki kürtaj nasıl cinayet değil ise, zorla düşük de "tercihe bağlı" veya "olması gereken" cerrahi bir müdahale değildir. cinayettir, zulümdür. ne der kanunlar bilmem, anne karnındaki bir çocuğu tekmelerle, nefretle, kasıtla öldürmeye. anneye yapılan hem fiziki hem ruhsal işkenceye, kim ne der? 19 yaşında hayatının travmasıyla tanışan bir anneden anneliğini almaya, ne der hukuk? acısından, göremediği, tutamadığı rahmine sarılıp "ilerde belki?" demekten başka umudu mu kaldı o kadının? rüyalarına, uyuyamayışlarına, gözyaşlarına kim ne yapabilir? ya bebeğin babası, o gencecik adama neyi geri verecekler? sevdiğini de aldılar elinden; o kızın üstüne kocaman bir gölge düştü artık, hep bulutlu. elden ne gelir, ne yapsın? neyi aldıklarını biliyolar mı ki geri versinler? bu ilk mi? değil. son mu? değil. bu alışmışlığımızdaki zavallılığa ne yapsınlar, nasıl düzeltsinler?
19 yaş ne ediyor, kim hatırlıyor ki?
benim kardeşim 6 ay sonra 19 olacak. ben onun yüzüne nasıl bakayım? mesela? her anı, her heyecanı çiçek ve kelebek dolu bir yaşta, nasıl anlatayım bu nefreti, çok affedersiniz? (bunun için mi sahiden deryik, sadece bundan mı yani üzüntün, anlaman, içlenmen? / döv beni estragon). derdiniz değil. sizin hiç değil derdiniz. ne uğur, ne ceylan ne de kutuya koyup etiketleyebildiğiniz bir bebek - hiçbiri. umrunuzda değiller. o rahatlıkla zaten, tam da o pişkinlik münasebetiyle, siz mağrur bi şekilde ufka bakarken burnunuzda patlayacak yumurtalar. o yüzden. ve tüsiadcım, canım, kötü polis çok evet; ama inan, iyi polis kotası da uzun zaman önce doldu, yeni başvuru alamıyoruz. başka kapıya.
10 Aralık 2010 Cuma
rüy
dün 11 saat uyudum. habire uyuyomuşum gibi geliyor, aslında tek sebebi eve gidince yapabildiğim tek şeyin uyumak olması. çok yorgunum. en son 11 saatlik kozadan insan olarak çıktım. bayılmakla uyumak arası bi şi, sonra gecenin bi körü gözümü açıp üstümü başımı, elimde hışırı çıkan kitabı/dergiyi filan düzeltiyorum, bi tur da içim rahat olarak uyuyorum. sonra sabah 5.30 gibi bi daha uyanıyorum, yoo dostum yoo, son 2 saati kalmış biri olarak hayatta uyanamam, bulan var bulamayan var, zorla kendimi uyutuyorum. bu sayede bu hafta delirmedim. güzellik sırrım: 12 saat aralıksız (açıklama: sadece 1 çiş molası) çalışıp sonra akşam 8-9 gibi uykuya dalmak.
böyle delirme-delirtme eşiğindeki yoğun günlerin en güzel yanı yapabileceğiniz işlerin giderek artmasıyla gelen bir deli kuvveti, o gazla hiç gerekmeyen işleri de aradan çıkarmanız. mesela bendeniz, çarşamba günü ofisten 1 dakika bile ayrılamayacak kadar yoğunken mini bir sinir buhranıyla akmerkeze gidip geldiysem, arada ongünlerdir ah vah çektiğim 16 punto topuklu ayakkabıyı ve hatta 2 adet 6 den mus çorap alabildiysem (şok şok şok: deryik alışveriş yapıyor) (speşıl tenks tu: ayakkabıyı avlamama yardımcı olan jella) ve hatta iş çıkışı trafiği denen lanet şeye rağmen gidiş geliş 45 dakikada her şeyi halledebildiysem, sorarım size, adrenalinden faydalı ne var? yaptım, yine yaparım. hoş evime gece 1de gidebildim ve ertesi sabah 6.30'da fönlü, makyajlı ve hatta 6 denyeli bi şekilde işe gittim; ama nolcek yani. sonra da 11 saat uyudum işte, pek bi normal.
biricik kavalyemi bi 5 gündür görmüyorum. görmek ne, doğru düzgün duymuyorum bile. en son uyurken konuştum. bu hafta bitsin, kutlama turu yapıcam. gelip gidip anca yatağımda sızıyorum, ev arkadaşımı bile özledim, o derece vahim.
*
sonra, sonra işte öyle bir iyi niyetle yetiştiriliyoruz ki karşımızdakine bahane bulmakla geçiyor ömür. yok yok, öyle demiş olamaz, biz yanlış duymuşuzdur. yok yok öyle yapmaz, istemeden olmuştur. istiyorlar canım, diyorlar gülüm. kendinizi kandırmayın. bu ülkede kötü şeyler - evet, oluyor. kötü insanlar, evet var. aslında zor değil diyorsam, bunlara rağmen, onlara rağmen. öbür türlüsü kolay olurdu canım.
bi kez daha dikkatinizi çekerim, ben asla "kolay" demedim.
böyle delirme-delirtme eşiğindeki yoğun günlerin en güzel yanı yapabileceğiniz işlerin giderek artmasıyla gelen bir deli kuvveti, o gazla hiç gerekmeyen işleri de aradan çıkarmanız. mesela bendeniz, çarşamba günü ofisten 1 dakika bile ayrılamayacak kadar yoğunken mini bir sinir buhranıyla akmerkeze gidip geldiysem, arada ongünlerdir ah vah çektiğim 16 punto topuklu ayakkabıyı ve hatta 2 adet 6 den mus çorap alabildiysem (şok şok şok: deryik alışveriş yapıyor) (speşıl tenks tu: ayakkabıyı avlamama yardımcı olan jella) ve hatta iş çıkışı trafiği denen lanet şeye rağmen gidiş geliş 45 dakikada her şeyi halledebildiysem, sorarım size, adrenalinden faydalı ne var? yaptım, yine yaparım. hoş evime gece 1de gidebildim ve ertesi sabah 6.30'da fönlü, makyajlı ve hatta 6 denyeli bi şekilde işe gittim; ama nolcek yani. sonra da 11 saat uyudum işte, pek bi normal.
biricik kavalyemi bi 5 gündür görmüyorum. görmek ne, doğru düzgün duymuyorum bile. en son uyurken konuştum. bu hafta bitsin, kutlama turu yapıcam. gelip gidip anca yatağımda sızıyorum, ev arkadaşımı bile özledim, o derece vahim.
*
sonra, sonra işte öyle bir iyi niyetle yetiştiriliyoruz ki karşımızdakine bahane bulmakla geçiyor ömür. yok yok, öyle demiş olamaz, biz yanlış duymuşuzdur. yok yok öyle yapmaz, istemeden olmuştur. istiyorlar canım, diyorlar gülüm. kendinizi kandırmayın. bu ülkede kötü şeyler - evet, oluyor. kötü insanlar, evet var. aslında zor değil diyorsam, bunlara rağmen, onlara rağmen. öbür türlüsü kolay olurdu canım.
bi kez daha dikkatinizi çekerim, ben asla "kolay" demedim.
7 Aralık 2010 Salı
sırası gelmişken
boğaziçi üniversitesinde akademik hayatının en güzel günlerini geçiren, emekliliğini de oradan alan; ama emekliliğinin ertesi günü bir vakıf üniversitesinden bize kart atan akademisyenler var,vardı - ve ben buna çok tepkiliyim. bir sürü mantıklı açıklaması olabilir, benimki duygusal bir tepki. resmen kırgınım, küskünüm. 4 yıl içinde 7 hocama böyle el salladım ben, başka bir üniversiteden kart attılar bize, dekan veya bölüm başkanı veya bir şey olarak. bölümün şimdiki yaş ortalaması 35-40 civarı, bildiğim kadarıyla.
benim sinir olduğum şu: gittikten sonra, boğaziçine hasret, boğaziçine güzellemeler yazmaları. ah çimleri, öğrencileri, hocaları, bocalamaları. veya odtü veya itü veya galatasaray veya neyse- devlet. yok yani, yeni yerleri yazsınlar artık. bıraktınız. terk ettiniz resmen. üstelik, en üretken dönemlerinde devlet üniversitelerini terk edip oradaki akademisyen yetiştirme sürekliliğini sekteye uğratanlar, gittikleri üniversitede ise 5-10 ayrı üniversiteden gelen, "ortaya karışık" bir ekole ekleniyorlar. elbet mutlulardır ki kalıyorlar. ama bir "ekol" yok, o düşünce sürekliliği henüz oluşmamış ve bu olmadan üniversite olabiliyor mu, nasıl oluyor, beni düşündürüyor. zor olduğu muhakkak. evet, devlette maaşlar yetersiz, komik düzeylerde, biliyorum. ama hep böyleydi. emekli olana kadar da böyleydi. "devletten emekli olup, özelden maaş alalım" tavrı, size çıkarcı gelmiyor mu? bir bana mı geliyor? yok akademiden romantizm beklemiyorum, dürüstlük bekliyorum sadece.
ne bileyim, faruk birtek durabiliyorken, o yaşında ve o heyecanla, mesela binnaz hoca niye duramıyor, bi de üstüne "ah boğaziçi ne liberal bir gül bahçesiydi, 32 yıldır sadece bi kere polis girmişti" gibi yarısı yalan yarısı dolan bir yazıyı nasıl yazıyor? bahçeşehiri anlatsın artık, lütfen. unutun hocam boğaziçini. zaten unutmuşsunuz 2004'te dayak yiyenleri, yan binanızdı oysa orta kantin. belki de hiç görmemişsiniz. güzeldir bahçeşehir de elbet.
öğrenciler, kulüpler gırtlak parçalayıp destek isterken akademisyenlerden, "kurum içi demokrasi" rektörlüğe uğramazken, nerdeydiniz, siz ve diğer gidenler? kolilerinizle çıktınız ve öğrenciler, asistanlar, birçok şey yarıda kaldı.
ha geçinemeyip gitmiştir belki, belki barındırılmamıştır, böyle örnekler de var. ama benim sitemim, siz anladınız, gidip de aklı kalanlara. gidenler, kovulanları da barınamayanları da pek bilmez, umursamaz zaten. "üniversite rektörün değil, öğrencilerindir" diye ter ter tepindiğimizde, benim aklıma niye sadece canım karakışla'nın desteği geliyor da başka tek bir hoca bile yürümedi öğrencilerle? buna küsmek, boğaziçili şımarıklığı mı sahiden? belki öyle. güzel şımarıklardık biz. küskün ve şımarığım ben, hatta.
boğaziçi sandığınız kadar cennet değildi. gidilebilecek, bırakılabilecek bir yerdi, bıraktınız. onun için lütfen, unutun artık. gelecek güzel günlere kaldırın kadehlerinizi. öğrencilerin dayak yemediği; ama aynı zamanda "yemekhane fiyatları indirilsin" imzalarının da toplanmadığı toprakları anlatın azıcık. yoksa ben de biliyorum, boğaziçi, vakıf üniversitesi aroması sayesinde sevilen devlet üniversitelerindendir, "türkiyedeki herhangi bir devlet üniversitesi" değildir yani.
benim sinir olduğum şu: gittikten sonra, boğaziçine hasret, boğaziçine güzellemeler yazmaları. ah çimleri, öğrencileri, hocaları, bocalamaları. veya odtü veya itü veya galatasaray veya neyse- devlet. yok yani, yeni yerleri yazsınlar artık. bıraktınız. terk ettiniz resmen. üstelik, en üretken dönemlerinde devlet üniversitelerini terk edip oradaki akademisyen yetiştirme sürekliliğini sekteye uğratanlar, gittikleri üniversitede ise 5-10 ayrı üniversiteden gelen, "ortaya karışık" bir ekole ekleniyorlar. elbet mutlulardır ki kalıyorlar. ama bir "ekol" yok, o düşünce sürekliliği henüz oluşmamış ve bu olmadan üniversite olabiliyor mu, nasıl oluyor, beni düşündürüyor. zor olduğu muhakkak. evet, devlette maaşlar yetersiz, komik düzeylerde, biliyorum. ama hep böyleydi. emekli olana kadar da böyleydi. "devletten emekli olup, özelden maaş alalım" tavrı, size çıkarcı gelmiyor mu? bir bana mı geliyor? yok akademiden romantizm beklemiyorum, dürüstlük bekliyorum sadece.
ne bileyim, faruk birtek durabiliyorken, o yaşında ve o heyecanla, mesela binnaz hoca niye duramıyor, bi de üstüne "ah boğaziçi ne liberal bir gül bahçesiydi, 32 yıldır sadece bi kere polis girmişti" gibi yarısı yalan yarısı dolan bir yazıyı nasıl yazıyor? bahçeşehiri anlatsın artık, lütfen. unutun hocam boğaziçini. zaten unutmuşsunuz 2004'te dayak yiyenleri, yan binanızdı oysa orta kantin. belki de hiç görmemişsiniz. güzeldir bahçeşehir de elbet.
öğrenciler, kulüpler gırtlak parçalayıp destek isterken akademisyenlerden, "kurum içi demokrasi" rektörlüğe uğramazken, nerdeydiniz, siz ve diğer gidenler? kolilerinizle çıktınız ve öğrenciler, asistanlar, birçok şey yarıda kaldı.
ha geçinemeyip gitmiştir belki, belki barındırılmamıştır, böyle örnekler de var. ama benim sitemim, siz anladınız, gidip de aklı kalanlara. gidenler, kovulanları da barınamayanları da pek bilmez, umursamaz zaten. "üniversite rektörün değil, öğrencilerindir" diye ter ter tepindiğimizde, benim aklıma niye sadece canım karakışla'nın desteği geliyor da başka tek bir hoca bile yürümedi öğrencilerle? buna küsmek, boğaziçili şımarıklığı mı sahiden? belki öyle. güzel şımarıklardık biz. küskün ve şımarığım ben, hatta.
boğaziçi sandığınız kadar cennet değildi. gidilebilecek, bırakılabilecek bir yerdi, bıraktınız. onun için lütfen, unutun artık. gelecek güzel günlere kaldırın kadehlerinizi. öğrencilerin dayak yemediği; ama aynı zamanda "yemekhane fiyatları indirilsin" imzalarının da toplanmadığı toprakları anlatın azıcık. yoksa ben de biliyorum, boğaziçi, vakıf üniversitesi aroması sayesinde sevilen devlet üniversitelerindendir, "türkiyedeki herhangi bir devlet üniversitesi" değildir yani.
6 Aralık 2010 Pazartesi
tarara
"yangın söndürme uçağı göndermek, insani kadar islami bir görevdir" - biz geçen günlerde bunu öğrendik. devletimizin dini görevlerini yerine getirmesinden mutluluk duyuyoruz tabii, god forbid, 72 milyon birden günaha girmeyelim. neyse, darısı, göz göre göre yanan ve yanmasını geçtim, varlığı bile tanınmayan ormanlarımızın başına. orda bir yerde, çok var bunlardan. hani bakanlık tarafından tarih öncesi çağlarda her yere dikilen "ormanlar akciğerimizdir", "beni yakma" gibi deriin mesajlar taşıyan tabelalar var ya, onlar bile uğramamış o ormanlara. "heryılkıbrısadasıkadartoprakerozyonlakayboluyor" TEMA'sı da görmüyor dumanları. orman yok ki yansın. insani kapsama girmiyor, belki islami kapsamdan yırtar o ormanlar. ilerde bi gün.
salep seven çoktur elbet. ben pek sevmem. kış başına 1-2 tane filan içiyordum heralde, onu da bıraktım. siz salepin salep çiçeğinden yapıldığını, onun da güzelim bir orkide türü olduğunu biliyo muydunuz? ya ya. çiçek içiyoruz. aynı çiçek maraş dondurmasında da kullanılıyor, hatta kıvamını veriyor. dondurmayı da bırakıcam umarım, o konu biraz daha yavaş gidiyor. balığınız kaç santim, dondurmanız neli? anladınız.
neyse, hazır konu yeniden gündeme gelmişken: dünyada yalnızca türkiyede orkide sökülüyormuş. dondurmayı da salepi de anlatmışlar, merak eden okuyabülü. orda birileri işi gücü bırakmış, türkiyedeki orkide türlerinin geleceğini filan düşünüyor. kesin ajandır. orkide koklatıp bizi bayıltacaklardır. ya da direkt manyaktır yani, allah aşkına, kime ne orkideden? ot böcek.
konuyu ntv spikerleri gibi bağlamak istedim: sökülen tek şey orkideler değil sayın okuyucu. gençlerin gösteri hakkı da sökülüp alınıyor ellerinden (bence kariyerim yükselişte).
vahşet, alıştığınız zaman derinleşiyor. vahşi bile olmuyor artık, rutinleşiyor. başınıza türlü tuhaflıkta acı gelebilir, mağdur olarak, kesin siz bir şey yapmışsınızdır. mağdurun kendisini suçlu hissettiği, zaten düşünmeden suçlu ilan edildiği bi garip düzen. gençlerin, öğrencilerin dayak yemesine sadece gençler, öğrenciler kıyameti koparıyor neticede; bir de tarihte bir gün onlardan biri olmuş orta yaşlılar. akademisyenleri hiç anlamıyorum, çoktan vazgeçtim kalemşörlükten meydanda yürümeye üşenengillerden.
merak ettiğim, etliye sütlüye karışmayan anneler, babalar nerde? hani canının canı olan, biricik evlatlarıyken mesele? anneler babalar "çocuğunuza sahip çıkın lan!" azarıyla, suçu kendilerinde arıyorlar; çünkü zaten zaman kötü. zamanlar değişemez. manyağın teki kızınızın kafasını keserse, yılbaşında arkadaşlarıyla eğlenirken kombi yüzünden gazdan zehirlenip ölürse veya polis kemiklerini kırarsa çözüm belli: çocuğunuza sahip çıkın len!
halbuki aileler çocuklarını tercihen ağızlarını açıp haklarını, görüşlerini savunsunlar diye yetiştirmeli. di mi yani? çocuklarına insanca yaşamayı öğretmeli, sevmeyi, sevgiyi, sevebilmeyi. yolda yürürken kaldırım taşlarına dikmemeliler gözlerini. çok mu kolay sanki sevebilmek? durmadan dinlenmeden, vazgeçmeden sevmek? yüce çobanımızın bir yeni koyuna daha ihtiyacı yok çünkü.
"ne bekliyodun ki?" diyebilirsiniz. ben de derim ki: beklemekte hiçbir sakınca yok, vladimir ve estragon hala bekliyor. koyunlaşmadı diye birinin kasığının ezilmesi, iç kanamayla hastanelerde sürünmesi reva olmamalı yahu. buna itiraz beklemem mi tuhaf, itirazın olmayışı mı? anne babalar, neden çocuklarının bir gün işkenceden geçme ihtimaline itiraz etmiyor? nasıl olabiliyor? başkalarının çocukları, başkalarının yaramaz çocukları, sen onlardan olma yavrum, bizimki çok uslu teyzesi, olay görse karşı kaldırıma geçer.
hadi konuyu yine bağlayalım: peki karşı kaldırıma bile kaçamayanlar? talim kurşunuyla ölüvermek de mi normal, sahi? canan 16 yaşında ama en son çekilen fotoğrafında heralde 10-11 yaşlarında. güncel vesikalığı olmayan çocukların ölümü bir kenara not edilmiyor. şırnakta15 ayda 5 çocuk ölüp gitmiş, bilen duyan? foseptiğe düşüp ölen kaçıncı çocuk süleyman, onu da bilmiyoruz mesela. önemi yok, sayan da yok. vesikalıksız süleyman. daha okul yaşı gelmemişken, ne vesikalığı. vesikalık yaşı gelenlerin de eti bizim kemiği polisin. bu mu normal? ben bi şi beklememeli miyim?
birgünün "yiğid bulud" başlığına dakikalarca güldüm. neyse, şimdi çeneme vurmuşken bu son cümlelerimi ona harcamiycam, kendisini divada havale ediyorum. evrime inanmayın, devrime inanın.
daha günlük ıvır zıvırlar için bakınız ankara misafiri, rus resimleri, mercimek çorbası, akşam vapuru, cibalikapı, 8 adet baharat, 16 adet ot, kat kat tat. mum bir, renkli cam şişe iki, bence çok güzel şeyler.
salep seven çoktur elbet. ben pek sevmem. kış başına 1-2 tane filan içiyordum heralde, onu da bıraktım. siz salepin salep çiçeğinden yapıldığını, onun da güzelim bir orkide türü olduğunu biliyo muydunuz? ya ya. çiçek içiyoruz. aynı çiçek maraş dondurmasında da kullanılıyor, hatta kıvamını veriyor. dondurmayı da bırakıcam umarım, o konu biraz daha yavaş gidiyor. balığınız kaç santim, dondurmanız neli? anladınız.
neyse, hazır konu yeniden gündeme gelmişken: dünyada yalnızca türkiyede orkide sökülüyormuş. dondurmayı da salepi de anlatmışlar, merak eden okuyabülü. orda birileri işi gücü bırakmış, türkiyedeki orkide türlerinin geleceğini filan düşünüyor. kesin ajandır. orkide koklatıp bizi bayıltacaklardır. ya da direkt manyaktır yani, allah aşkına, kime ne orkideden? ot böcek.
konuyu ntv spikerleri gibi bağlamak istedim: sökülen tek şey orkideler değil sayın okuyucu. gençlerin gösteri hakkı da sökülüp alınıyor ellerinden (bence kariyerim yükselişte).
vahşet, alıştığınız zaman derinleşiyor. vahşi bile olmuyor artık, rutinleşiyor. başınıza türlü tuhaflıkta acı gelebilir, mağdur olarak, kesin siz bir şey yapmışsınızdır. mağdurun kendisini suçlu hissettiği, zaten düşünmeden suçlu ilan edildiği bi garip düzen. gençlerin, öğrencilerin dayak yemesine sadece gençler, öğrenciler kıyameti koparıyor neticede; bir de tarihte bir gün onlardan biri olmuş orta yaşlılar. akademisyenleri hiç anlamıyorum, çoktan vazgeçtim kalemşörlükten meydanda yürümeye üşenengillerden.
merak ettiğim, etliye sütlüye karışmayan anneler, babalar nerde? hani canının canı olan, biricik evlatlarıyken mesele? anneler babalar "çocuğunuza sahip çıkın lan!" azarıyla, suçu kendilerinde arıyorlar; çünkü zaten zaman kötü. zamanlar değişemez. manyağın teki kızınızın kafasını keserse, yılbaşında arkadaşlarıyla eğlenirken kombi yüzünden gazdan zehirlenip ölürse veya polis kemiklerini kırarsa çözüm belli: çocuğunuza sahip çıkın len!
halbuki aileler çocuklarını tercihen ağızlarını açıp haklarını, görüşlerini savunsunlar diye yetiştirmeli. di mi yani? çocuklarına insanca yaşamayı öğretmeli, sevmeyi, sevgiyi, sevebilmeyi. yolda yürürken kaldırım taşlarına dikmemeliler gözlerini. çok mu kolay sanki sevebilmek? durmadan dinlenmeden, vazgeçmeden sevmek? yüce çobanımızın bir yeni koyuna daha ihtiyacı yok çünkü.
"ne bekliyodun ki?" diyebilirsiniz. ben de derim ki: beklemekte hiçbir sakınca yok, vladimir ve estragon hala bekliyor. koyunlaşmadı diye birinin kasığının ezilmesi, iç kanamayla hastanelerde sürünmesi reva olmamalı yahu. buna itiraz beklemem mi tuhaf, itirazın olmayışı mı? anne babalar, neden çocuklarının bir gün işkenceden geçme ihtimaline itiraz etmiyor? nasıl olabiliyor? başkalarının çocukları, başkalarının yaramaz çocukları, sen onlardan olma yavrum, bizimki çok uslu teyzesi, olay görse karşı kaldırıma geçer.
hadi konuyu yine bağlayalım: peki karşı kaldırıma bile kaçamayanlar? talim kurşunuyla ölüvermek de mi normal, sahi? canan 16 yaşında ama en son çekilen fotoğrafında heralde 10-11 yaşlarında. güncel vesikalığı olmayan çocukların ölümü bir kenara not edilmiyor. şırnakta15 ayda 5 çocuk ölüp gitmiş, bilen duyan? foseptiğe düşüp ölen kaçıncı çocuk süleyman, onu da bilmiyoruz mesela. önemi yok, sayan da yok. vesikalıksız süleyman. daha okul yaşı gelmemişken, ne vesikalığı. vesikalık yaşı gelenlerin de eti bizim kemiği polisin. bu mu normal? ben bi şi beklememeli miyim?
birgünün "yiğid bulud" başlığına dakikalarca güldüm. neyse, şimdi çeneme vurmuşken bu son cümlelerimi ona harcamiycam, kendisini divada havale ediyorum. evrime inanmayın, devrime inanın.
daha günlük ıvır zıvırlar için bakınız ankara misafiri, rus resimleri, mercimek çorbası, akşam vapuru, cibalikapı, 8 adet baharat, 16 adet ot, kat kat tat. mum bir, renkli cam şişe iki, bence çok güzel şeyler.
4 Aralık 2010 Cumartesi
kar beyazı
akşamdan kalmayım. yok hayır, akşam bende kalmış. saçma sapan şeyler karıştırdım, üzerine de niyeyse bokburger. midem yaşımı hatırlattı sonra bana, destur dedi. sabah bir küçük zombiydim ben, cumartesi sabahı işe giden zombi midesi, düşman başına. su mu içeyim, kızarmış ekmek mi kemireyim, bana yazık bana yazık.
gülüşüm, sesim, soluğum kesilecek gibi geliyor, öylece bekliyorum günleri. sanki bir anda yüz felci geçirip, uzak bir noktaya sabitlenip kalıcam. bir anda, hop - ve perde! hayır öyle değil, biliyorum. bildiğim şeylere inanmak da istiyorum. ocak-şubat çabuk geçsin nolur, dallarda tomurcuk, havada sinek böcek filan olsun, ben kabuk kırma mevsimine geçeyim. yoksa böyle kozamsı bir kabuğa kapanıp ufuk daraltıcam. yapmamalıyım. gözlerimi kocaman açıp yüzünün, elinin, varlığının tüm detaylarını ezberlemek, sonra da beynimde haritalamak istiyorum. tarif bile edemiyorum bu hissi: hepsi gerektiğinde bi tuşa basıp, oynatmak için. gerekmesin. tek isteğim o.
elim siyahlara grilere gidiyor hep. en fazla, lacilere hakilere. koyu koyu. sonra silkiniyorum. açık renkler olsun, içim açılsın. zorluyorum. hava soğuyacak, bulutlandı bile. o kadar istemiyorum ki. stroopwaffel severdim neticede. 1 euro, albert heijn. kar beyazı. gidon.
gülüşüm, sesim, soluğum kesilecek gibi geliyor, öylece bekliyorum günleri. sanki bir anda yüz felci geçirip, uzak bir noktaya sabitlenip kalıcam. bir anda, hop - ve perde! hayır öyle değil, biliyorum. bildiğim şeylere inanmak da istiyorum. ocak-şubat çabuk geçsin nolur, dallarda tomurcuk, havada sinek böcek filan olsun, ben kabuk kırma mevsimine geçeyim. yoksa böyle kozamsı bir kabuğa kapanıp ufuk daraltıcam. yapmamalıyım. gözlerimi kocaman açıp yüzünün, elinin, varlığının tüm detaylarını ezberlemek, sonra da beynimde haritalamak istiyorum. tarif bile edemiyorum bu hissi: hepsi gerektiğinde bi tuşa basıp, oynatmak için. gerekmesin. tek isteğim o.
elim siyahlara grilere gidiyor hep. en fazla, lacilere hakilere. koyu koyu. sonra silkiniyorum. açık renkler olsun, içim açılsın. zorluyorum. hava soğuyacak, bulutlandı bile. o kadar istemiyorum ki. stroopwaffel severdim neticede. 1 euro, albert heijn. kar beyazı. gidon.
3 Aralık 2010 Cuma
vırvırdırdır
bendeniz, asabiyete bağlı olarak reflü ve dönem dönem pancar gibi kızaran saç diplerine sahibim.
bu sebeple, şu avuç içi kadar iş hayatımda en çok imrendiğim insanlar:
1. "kogötüneee" rahatlığına sahip insanlar. bunlar da ikiye ayrılıyor;
a) bu rahatlığına rağmen şansı yaver gidip (evet, ŞANS, işbitiricilik değil) işini halledenler
b) şansı yaver gitmediği ve işi batırdığı halde, pişkinliğe vurup yüzü kızarmayanlar.
2. ağırkanlılar.
sanılanın aksine, ikinci grup daha çok sinirimi bozuyor. açıkliym.
mesela 1-a'daki gruba sahiden imreniyorum, kutlu insanlar onlar.
1-b'dekileri ise teneşir paklar, beni aşıyor.
ama 2. grup başka. onlar ki iş yapmaz değiller, yaparlar. dert etmez değiller, ederler. ama hep az, hep geç. onların açtığı arayı, panik olunca bi tarafına motor bağlanıp koşabilenler kapatır. kızmak mı? kızamazsınız. o deniyor, çabalıyor. "yapmıyor" değil. sadece ağırkanlı. elbet bir gün olur. ya sabır.
evet ben oluyorum o motorize birlik. bayıldığımdan değil, sahiden. övünmek hiç değil. müthiş bir salaklık hatta. hayatta sanırım en korktuğum, hatta saplantım denebilecek şey gerçekleşiyor: jestleriniz göreviniz oluveriyor.
garfield sahiden hakediyor.
bu sebeple, şu avuç içi kadar iş hayatımda en çok imrendiğim insanlar:
1. "kogötüneee" rahatlığına sahip insanlar. bunlar da ikiye ayrılıyor;
a) bu rahatlığına rağmen şansı yaver gidip (evet, ŞANS, işbitiricilik değil) işini halledenler
b) şansı yaver gitmediği ve işi batırdığı halde, pişkinliğe vurup yüzü kızarmayanlar.
2. ağırkanlılar.
sanılanın aksine, ikinci grup daha çok sinirimi bozuyor. açıkliym.
mesela 1-a'daki gruba sahiden imreniyorum, kutlu insanlar onlar.
1-b'dekileri ise teneşir paklar, beni aşıyor.
ama 2. grup başka. onlar ki iş yapmaz değiller, yaparlar. dert etmez değiller, ederler. ama hep az, hep geç. onların açtığı arayı, panik olunca bi tarafına motor bağlanıp koşabilenler kapatır. kızmak mı? kızamazsınız. o deniyor, çabalıyor. "yapmıyor" değil. sadece ağırkanlı. elbet bir gün olur. ya sabır.
evet ben oluyorum o motorize birlik. bayıldığımdan değil, sahiden. övünmek hiç değil. müthiş bir salaklık hatta. hayatta sanırım en korktuğum, hatta saplantım denebilecek şey gerçekleşiyor: jestleriniz göreviniz oluveriyor.
garfield sahiden hakediyor.
1 Aralık 2010 Çarşamba
akşamları parmağım ağrıyor
1.tüm saçları kazınacak.
2.ayak ölçüsü alınacak.
3.uzun uzun yıkanacak.
4.temiz giysi ve uygun ayakkabıyla, bir sonraki istikamete gönderilecek.
kız çocukları, kız çocukları."sistematik" denen şeyler bazen dört maddede özetlenebilecek kadar basit-miş.
londra beni duydu, istanbula kar geliyomuş. hem lyon çoktan karlandı. çalsın sazlar oynasın kızlar: yonderboi.
yeni ay demek yeni dergi, mis mis mis. bi kısmı için özel satış noktalarına gidip üşenmeden o satış noktalarına "iyice satmaz oldular, bi sizde var, sağol sağol sağol" demek filan gerekiyor ki bu da törenimizin bi parçası.
güzel günler, sulu limonlar.
neler yazmıştım, silindi gitti. öksürdüm, uçtular.
hal, tavır, gidişat ve kelimeler, çok kişisel şeyler. bi c, bi r, iki de baloncuk; içten doğar, içten gelir.
zaman bir sürü şeyi aşındırıyor. hafızanızı sık sık tazeleyin, aşınmasın. balık yağı, fosfor, magnezyum, ne varsa destek çıkın. o hücreler size lazım, içinize işlemesi gereken bir sürü şey sebebiyle. üzgünüm.
30 Kasım 2010 Salı
malum
sol elimin, işaret parmağımın iç kısmının en kör noktasında bi şişlik var. boncuk gibi, içerden. kistimsi. yağ bezesi tahminen. bilmiyorum. bi ufak topçuk, öyle düzgün bi yuvarlak. keşke panik olup doktora gitsem. gerçi buna panik olan, ıvır zıvır diğer şeylere de panik olurdu. belki de yıllık check-up yaşım gelmiştir. iyi niyet tedavisi.
blog kapamak teknik olarak mümkün olmamalı. kepenk indirmeyi anlıyorum da dükkan açık kalmalı. evet okuyunca saçma gelse de isteğim bu. ama bi yandan da, sol el demişken yani, kepenk açanlardan divad, "sorduk mu?" demeye devam ediyor. yeni baştan. bu böyle biline. mesela. çok bağırmıyorum, ağır abi kendisi. lafın gelişi tabii, yoksa bmi açısından benim borum öter.
yabancı arkadaşlarım haymana pancar geziyor. hepsinin iş hayatının ilk ayından itibaren 2-3 hafta tatili var, her yıl artıyor. planlıyorlar ve fink atıyorlar. okyanus aşırı çoğu tatil de, demek ki maaş da fena değil. yok yok sinirlenmiyorum, fotoğraf çekiyolar allahtan. hep de böyle turkuaz denizler veya amazon ormanları, gözüm gönlüm açılıyor. ne güzel. haftalık çalışma saati en yüksek milletiz, tatil süremiz de kısa, ama bunu birileri birilerine "türkiye işlerine sadık, çalışma azmiyle dolu insanların olduğu, bi güzel ülkedir" diye pazarlayabiliyor. gördüm, durdum, ordaydım.
londraya kar yağmış. gulf stream de bi yere kadar, napsan netsen kuzey oralar. aa şiirim oldu.
wikileaks gündemini ileri sardım ben, bi haftaya bitmiş olur zaten."Torba Yasa' olarak bilinen düzenleme, alkollü içeceklerden hem oransal hem de asgari maktu tutar üzerinden vergi hesaplanmasını öngörüyor." diye bi cümle okudum demin, kesin kötü bir şey diyor, onu anlamaya çalışıyorum. iki ters bi düz öpecekler demek sanırım. bi de dün tayyip bey öyle bir "wikileaks önce döksün bi eteğindekleri, sonra yorum yaparız" dedi ki bi an için bu işlerin başında "vicky leeks" isimli bir kadının olduğunu düşündüğünü düşündüm. kendi kendime çok güldüm. vicky hanım, kuşları kondur eteğine de bir kapa bir aç. hey hey.
Son bir yılda 13, son 20 yılda ise 355 çocuk ölmüş, öldürülmüş. hani kazayla. uğur veya ceylan gibi. küçücükken, goncayken. öldürüldükten sonra bir kez, zaten silik olan kayıtları iyice yok oluyor, kim görmüş ne yapmış, siline siline boşluğa.
yetişkin birinin ölmesinden, faili meçhul yok edilişinden daha çok üzmemeli bizi bir çocuğun katli; teknik olarak. ama üzüyor cancağızım, üzüyor. can her yerde can; ama çocukların uçan kuşlar ve açan çiçeklere yakın bi yanı var. "içimizdeki çocuğu koruyalım" pembeliği değil bu, başka. sanki. bence. mümkün. neyse. insan ömrünün sonuna gelirken, ilk 20-25 yılını çok net hatırlarmış. bu yıllarda ilkleri yaşadığı için olurmuş bu, sonrası hep tekrardan ibaretmiş, hafıza kendini o kadar da yormazmış kayıt için. psiko101. okul, arkadaşlık, aşk, seyahat, taşınma, ölüm.. hepsinin ilki 20-25 yılda. genç yaşta ölenleri okudukça aklıma hep bu geliyor.
kardeşimin fotoğraflarına bakıyorum. fotoğraf ne güzel şey. kardeşim ne komik. arkadaşının saçını boyamış mesela, elinde eldivenler. an an an. fotoğraf dediğin özleme aleti zaten, başka neye yarar.
bir de ilgilenenlere duyurmak boyun borcu: 3 yıl önce kurulan tarlabaşı çocuk orkestrası, konserlerine başladı. 5 aralık pazar günü, muammer karaca sahnesindeler. konser ücretsiz, çocuklar hevesli, alkış güzel şey.
yarın 1 aralık. demek ki resmen 40 gün kalmış. 40 bile değil. oof of. karşıki dağlar.
yazmadan edemeyeceğim:
blog kapamak teknik olarak mümkün olmamalı. kepenk indirmeyi anlıyorum da dükkan açık kalmalı. evet okuyunca saçma gelse de isteğim bu. ama bi yandan da, sol el demişken yani, kepenk açanlardan divad, "sorduk mu?" demeye devam ediyor. yeni baştan. bu böyle biline. mesela. çok bağırmıyorum, ağır abi kendisi. lafın gelişi tabii, yoksa bmi açısından benim borum öter.
yabancı arkadaşlarım haymana pancar geziyor. hepsinin iş hayatının ilk ayından itibaren 2-3 hafta tatili var, her yıl artıyor. planlıyorlar ve fink atıyorlar. okyanus aşırı çoğu tatil de, demek ki maaş da fena değil. yok yok sinirlenmiyorum, fotoğraf çekiyolar allahtan. hep de böyle turkuaz denizler veya amazon ormanları, gözüm gönlüm açılıyor. ne güzel. haftalık çalışma saati en yüksek milletiz, tatil süremiz de kısa, ama bunu birileri birilerine "türkiye işlerine sadık, çalışma azmiyle dolu insanların olduğu, bi güzel ülkedir" diye pazarlayabiliyor. gördüm, durdum, ordaydım.
londraya kar yağmış. gulf stream de bi yere kadar, napsan netsen kuzey oralar. aa şiirim oldu.
wikileaks gündemini ileri sardım ben, bi haftaya bitmiş olur zaten."Torba Yasa' olarak bilinen düzenleme, alkollü içeceklerden hem oransal hem de asgari maktu tutar üzerinden vergi hesaplanmasını öngörüyor." diye bi cümle okudum demin, kesin kötü bir şey diyor, onu anlamaya çalışıyorum. iki ters bi düz öpecekler demek sanırım. bi de dün tayyip bey öyle bir "wikileaks önce döksün bi eteğindekleri, sonra yorum yaparız" dedi ki bi an için bu işlerin başında "vicky leeks" isimli bir kadının olduğunu düşündüğünü düşündüm. kendi kendime çok güldüm. vicky hanım, kuşları kondur eteğine de bir kapa bir aç. hey hey.
Son bir yılda 13, son 20 yılda ise 355 çocuk ölmüş, öldürülmüş. hani kazayla. uğur veya ceylan gibi. küçücükken, goncayken. öldürüldükten sonra bir kez, zaten silik olan kayıtları iyice yok oluyor, kim görmüş ne yapmış, siline siline boşluğa.
yetişkin birinin ölmesinden, faili meçhul yok edilişinden daha çok üzmemeli bizi bir çocuğun katli; teknik olarak. ama üzüyor cancağızım, üzüyor. can her yerde can; ama çocukların uçan kuşlar ve açan çiçeklere yakın bi yanı var. "içimizdeki çocuğu koruyalım" pembeliği değil bu, başka. sanki. bence. mümkün. neyse. insan ömrünün sonuna gelirken, ilk 20-25 yılını çok net hatırlarmış. bu yıllarda ilkleri yaşadığı için olurmuş bu, sonrası hep tekrardan ibaretmiş, hafıza kendini o kadar da yormazmış kayıt için. psiko101. okul, arkadaşlık, aşk, seyahat, taşınma, ölüm.. hepsinin ilki 20-25 yılda. genç yaşta ölenleri okudukça aklıma hep bu geliyor.
kardeşimin fotoğraflarına bakıyorum. fotoğraf ne güzel şey. kardeşim ne komik. arkadaşının saçını boyamış mesela, elinde eldivenler. an an an. fotoğraf dediğin özleme aleti zaten, başka neye yarar.
bir de ilgilenenlere duyurmak boyun borcu: 3 yıl önce kurulan tarlabaşı çocuk orkestrası, konserlerine başladı. 5 aralık pazar günü, muammer karaca sahnesindeler. konser ücretsiz, çocuklar hevesli, alkış güzel şey.
yarın 1 aralık. demek ki resmen 40 gün kalmış. 40 bile değil. oof of. karşıki dağlar.
yazmadan edemeyeceğim:
- İnebahtı Deniz Muharebesi, 7 Ekim 1571 tarihinde Osmanlı Devleti ile Haçlı donanmaları arasında, Korint Kıstağı'nda, İnebahtı yakınlarında yapılan deniz muharebesidir.
- Preveze Deniz Muharebesi, 27 Eylül 1538 tarihinde Barbaros Hayrettin Paşa komutasındaki Osmanlı donanmasının Andrea Doria komutasındaki Haçlı donanmasını Adriyatik Denizi'ndeki Preveze Kalesi önünde yendiği bir deniz muharebesidir.
29 Kasım 2010 Pazartesi
geniz
sesim yok. sesim olmayınca yazmak istiyorum. konuşamadıkça sıkılıyorum. laptop ölmüş. aptal toshiba. bu yüzden evde susmam gerekecek. bilgisayar uzmanı adam 1 aydır yan gelip yattıktan sonra, aletin ömrünü doldurduğunu, bana "6 yıl yine de iyi bi süre" diyerek açıkladı. ben de adama "annemin bulaşık makinesi 20 yıldır teklemedi" dedim. 6 yıl iyi süreymiş. bu kadar hızlı gelişirse teknoloji, tabii 6 yıllık bi ürünün bile yedek parçası olmaz piyasada. ben dedim sanki 2 ayda bir kendinizi aşın diye. 2011 bütçemde laptop görünmüyor, kampanya dostları. artık hesap makinesini modifiye edip çıkıcam yola. zaten 2011 bütçem de ortada görünmüyor, neyse.
norgunk! duvar çatlaklarına cam yapıştırıp çatlıyo mu diye beklemek istiyorum. amaaan. çatlar. elbet. hep.
açık radyo dinlediğim güzel ve uzak günlerde (pilli radyom vardı, her yerde çekerdi), fındık yağı ve faydaları hakkında bi program dinlemiştim. yer etmeyecek kadar sıradan olduğu için yer eden bir gündü. odada oyalanarak, fındık yağı dinleyebilmek, çok güzeldi. mevsim, hava durumu filan aklımda değil. yuvarlak masayı hatırlıyorum, üstü hep dağınık, etrafında eşelendiğim. sunucunun sesi de bi yumuşak, diksiyonu bi düzgündü ki anlatamam. 1 saate yakın süreyle, bir öğle vakti, fındık yağı. dinleyebilmiştim. işim yoktu, vaktim çoktu ve dikkatimi vere vere, sıkılmadan dinlemiştim. daha ne olsun?
bazı becerilerimi yitiriyorum. bir şeyler yitip gidiyor. takvim yapraklarına binip güzel ve uzak ülkelere... açık radyo için demiyorum bittabi. yok aslında, onun için diyorum. radyo dinleyebilme becerisi. ah zaman yetmiyor ma belle urbaine - veyahut léa. peh. öyle değil, biraz da öyle. görüntü netliğini yitiriyor zaman zaman. çoğu zaman. bakmayınca net, bakınca pırıltılar uçuşuyor. tavukkarası mıydı neydi gece körlüğü? neyse, sahiden cümleyi bağlamaya üşendim. herkes aynı tespitleri yapıyor. ben de öyle yapıyorum. kendimle ve başkalarıyla aynı tespitler, loop haller. düşündüğüm şeyi bi daha düşününce koridorda yürürken kendime toslamışım gibi veya cam kapıyı görmemişim gibi, bi salak his. his dünyam da sizi eminim fazlasıyla ilgilendiriyodur. tespitlerimiz orijinal olsun ki birbirinin aynısı günler yaşadığımızı çaktırmayalım. breh breh.
böyleyken böyle bir fiyonk.
20 günlük çene çukuru çok güzel bir şey.
norgunk! duvar çatlaklarına cam yapıştırıp çatlıyo mu diye beklemek istiyorum. amaaan. çatlar. elbet. hep.
açık radyo dinlediğim güzel ve uzak günlerde (pilli radyom vardı, her yerde çekerdi), fındık yağı ve faydaları hakkında bi program dinlemiştim. yer etmeyecek kadar sıradan olduğu için yer eden bir gündü. odada oyalanarak, fındık yağı dinleyebilmek, çok güzeldi. mevsim, hava durumu filan aklımda değil. yuvarlak masayı hatırlıyorum, üstü hep dağınık, etrafında eşelendiğim. sunucunun sesi de bi yumuşak, diksiyonu bi düzgündü ki anlatamam. 1 saate yakın süreyle, bir öğle vakti, fındık yağı. dinleyebilmiştim. işim yoktu, vaktim çoktu ve dikkatimi vere vere, sıkılmadan dinlemiştim. daha ne olsun?
bazı becerilerimi yitiriyorum. bir şeyler yitip gidiyor. takvim yapraklarına binip güzel ve uzak ülkelere... açık radyo için demiyorum bittabi. yok aslında, onun için diyorum. radyo dinleyebilme becerisi. ah zaman yetmiyor ma belle urbaine - veyahut léa. peh. öyle değil, biraz da öyle. görüntü netliğini yitiriyor zaman zaman. çoğu zaman. bakmayınca net, bakınca pırıltılar uçuşuyor. tavukkarası mıydı neydi gece körlüğü? neyse, sahiden cümleyi bağlamaya üşendim. herkes aynı tespitleri yapıyor. ben de öyle yapıyorum. kendimle ve başkalarıyla aynı tespitler, loop haller. düşündüğüm şeyi bi daha düşününce koridorda yürürken kendime toslamışım gibi veya cam kapıyı görmemişim gibi, bi salak his. his dünyam da sizi eminim fazlasıyla ilgilendiriyodur. tespitlerimiz orijinal olsun ki birbirinin aynısı günler yaşadığımızı çaktırmayalım. breh breh.
böyleyken böyle bir fiyonk.
20 günlük çene çukuru çok güzel bir şey.
hırıl
geleneksel sonbahar şenlikleri kapsamında, sesim kısıldı. cuma gecesinden beri hırlamayla tıslama arası sesler çıkarıyorum. sabah 7de başlayan gün, anca gece yarısı bitebildiği için olabilir. bilemiyorum. hasta mıyım, onu bile bilmiyorum ama sesim kısık. 3 gündür sürekli iksir kıvamı sıcak içecekler ve tıbbi destekle toparladım gibi. gerçi pek bi ilerleme olmadı; ama en azından artık öksürünce boğazım kanayacak gibi hissetmiyorum. 2 saat içinde düzelirse bi sunum yapıcam. kısmet.
dün bi mesaj: "haydarpaşa yanıyor derya". ben kısa olan mesajlardan hep korkarım. gözümün önüne sadece ana kirişlerdeki demirlerin kaldığı... feci şeyler geldi işte aklıma. hrantı vurduklarında da bu kadar kısa ve özdü gelen mesaj, tek bir cümle. aynı şey mi, değil. ama o kısalık zaten "ben daha ne diym, aç bak öğren" hüznü, takatsizliği taşıyor, öyle bir his benzerliği. neyse, haydar bey bunu da hafif atlatmış, bence. peruğu yanmış diyelim. vapur iskelesine komşu trenevi, hala ayakta. yani alınmayan önlemleri, 2 ay önce de tatbikat tadında bir yangın atlatılmasını ve binanın ahşaplığı düşününce, iyi bile. bundan sonra "halka açınca yanıyo, en iyisi elitlere açalım" diyebilirler tabii, ama aslında bu sefer zor. hem çatıda izolasyonu halk yapmıyodu. yangını görüp içi acıyanların aklına ilk olarak otel planları geliyorsa, valla bırakmayız şeker, haydarpaşa gar kalacak.
bunlardan önce, ben çırağanla barıştım. denizin gri-laci olduğu günler, herkesle ve her şeyle barışabilirim.
pınar selek-imsi ne çok insan var. olmak istediği halde samimiyetsizliğinden olamayan, hep bir yanı eğri, bir yanı hep "aslında farkında olmaması gereken, mış gibi mış gibi kameranın" taa içine içine gülümsüyor. anlatamıyorum. her gün her yerde sevgi pıtırı, halk dostu şekercikler. "yoksul musun sen çocuk? üşüyor musun ayazlarda? uzat o pis, terli ellerini, seveyim öpeyim" - pek bi şairane, ne kadar iğrenç. tahammülfersah. pis demeden, yoksul demeden becerin sevmeyi.elinizi bi acele temizlemeden samimi olun. altını çizdiğiniz kelimeler, kameraya baktığınızı fısıldıyor işte: pek bi farkında, pek bir ayarlı, pek bir haberli her adımınız. o yüzden eğreti ve ben o yüzden selek konusunda yazılan bazı şeylere karşı derimi kalınlaştıramadım. neye sinirlendiysem şimdi.
son dakikada bir contemporary istanbul turu. allahım, gezenlerin hepsi birbirine benziyor, bi çare bulunsun. alternatifler ordusu kostümleri veya benim gibi, ev gezmesi haliyle giden faniler. herkes her şeyden o kadar çok anlıyor ki burnumuzdan kültür soluyoruz, saç modelimiz depresif, stilimiz bohemya, renkler pastel, desenler retro. ah ama derken, ağızlar açılıyor: burhan doğançay yükselişe geçen genç artist, mehmet güleryüz cesur karikatürist oluyor. n'apam, nerelere kaçam.
fuarın neresiydi hatırlamıyorum, bi ara geri geri gittim resmi düzgün görmek için, sonra kameralar ve kocaman adamlar beni itti, yerime geri gittim: gül çifti çağdaş sanat turundaydı. gülümseyerek. gerçi etraflarındaki etten duvar sebebiyle en çok yer kaplamasını ve tavanı incelediler; ama olsun. modern zamanlarda kültürel sınıf atlama lazım. ayrıca bu tür etkinliklere protokol vaftizi de gerekir oldu sanırım. cumhurbaşkanı tasdikli muhalif eserler. ne bileyim, bir bana mı itici geliyor? videosunu çekseler bir eser de o konvoy olurdu. neyse işte, bi güzel tur, sonra mesaj.
peki kardeşimin evini ikea atölyesine çevirmesi? iki odanın yerini değiştirip, baştan aşağı taşıması? inanamama. harika bir iş çıkarmış. perde kesmiş, yatak demontajı ve sonra montajı ve masa ve ve ve. sahiden inanamama.
laptop'ım hala bozuk ve ofis dışı saatlerde ödünç ödünç günler geçiyor. bıktım.
dün bi mesaj: "haydarpaşa yanıyor derya". ben kısa olan mesajlardan hep korkarım. gözümün önüne sadece ana kirişlerdeki demirlerin kaldığı... feci şeyler geldi işte aklıma. hrantı vurduklarında da bu kadar kısa ve özdü gelen mesaj, tek bir cümle. aynı şey mi, değil. ama o kısalık zaten "ben daha ne diym, aç bak öğren" hüznü, takatsizliği taşıyor, öyle bir his benzerliği. neyse, haydar bey bunu da hafif atlatmış, bence. peruğu yanmış diyelim. vapur iskelesine komşu trenevi, hala ayakta. yani alınmayan önlemleri, 2 ay önce de tatbikat tadında bir yangın atlatılmasını ve binanın ahşaplığı düşününce, iyi bile. bundan sonra "halka açınca yanıyo, en iyisi elitlere açalım" diyebilirler tabii, ama aslında bu sefer zor. hem çatıda izolasyonu halk yapmıyodu. yangını görüp içi acıyanların aklına ilk olarak otel planları geliyorsa, valla bırakmayız şeker, haydarpaşa gar kalacak.
bunlardan önce, ben çırağanla barıştım. denizin gri-laci olduğu günler, herkesle ve her şeyle barışabilirim.
pınar selek-imsi ne çok insan var. olmak istediği halde samimiyetsizliğinden olamayan, hep bir yanı eğri, bir yanı hep "aslında farkında olmaması gereken, mış gibi mış gibi kameranın" taa içine içine gülümsüyor. anlatamıyorum. her gün her yerde sevgi pıtırı, halk dostu şekercikler. "yoksul musun sen çocuk? üşüyor musun ayazlarda? uzat o pis, terli ellerini, seveyim öpeyim" - pek bi şairane, ne kadar iğrenç. tahammülfersah. pis demeden, yoksul demeden becerin sevmeyi.elinizi bi acele temizlemeden samimi olun. altını çizdiğiniz kelimeler, kameraya baktığınızı fısıldıyor işte: pek bi farkında, pek bir ayarlı, pek bir haberli her adımınız. o yüzden eğreti ve ben o yüzden selek konusunda yazılan bazı şeylere karşı derimi kalınlaştıramadım. neye sinirlendiysem şimdi.
son dakikada bir contemporary istanbul turu. allahım, gezenlerin hepsi birbirine benziyor, bi çare bulunsun. alternatifler ordusu kostümleri veya benim gibi, ev gezmesi haliyle giden faniler. herkes her şeyden o kadar çok anlıyor ki burnumuzdan kültür soluyoruz, saç modelimiz depresif, stilimiz bohemya, renkler pastel, desenler retro. ah ama derken, ağızlar açılıyor: burhan doğançay yükselişe geçen genç artist, mehmet güleryüz cesur karikatürist oluyor. n'apam, nerelere kaçam.
fuarın neresiydi hatırlamıyorum, bi ara geri geri gittim resmi düzgün görmek için, sonra kameralar ve kocaman adamlar beni itti, yerime geri gittim: gül çifti çağdaş sanat turundaydı. gülümseyerek. gerçi etraflarındaki etten duvar sebebiyle en çok yer kaplamasını ve tavanı incelediler; ama olsun. modern zamanlarda kültürel sınıf atlama lazım. ayrıca bu tür etkinliklere protokol vaftizi de gerekir oldu sanırım. cumhurbaşkanı tasdikli muhalif eserler. ne bileyim, bir bana mı itici geliyor? videosunu çekseler bir eser de o konvoy olurdu. neyse işte, bi güzel tur, sonra mesaj.
peki kardeşimin evini ikea atölyesine çevirmesi? iki odanın yerini değiştirip, baştan aşağı taşıması? inanamama. harika bir iş çıkarmış. perde kesmiş, yatak demontajı ve sonra montajı ve masa ve ve ve. sahiden inanamama.
laptop'ım hala bozuk ve ofis dışı saatlerde ödünç ödünç günler geçiyor. bıktım.
25 Kasım 2010 Perşembe
hala bozuk laptop
iç şişmesi, pul biberli yemek reflüsü, mart ayı belki dert ayı değildir, bekleyip görmeli. ta taa.
geçen gün ben hasta olmamak için çok güzel uyudum. evimizde anne dolması (anneleri doldurmuyoruz, anne yapımı dolma, ho ho ho) olması şüphesiz ki nezle eşiğindeki biri için nimettir. ev zaten fazla fazla sıcak; yorgana gömüldüm, kitap okudum, uyudum. sabah oldu ve ben nergislerle kahvaltı ettim. nergis ne güzel çiçeksin sen, mis gibisin. yılın ilk nergisi için: içeçe niçeçe niçe yıllara. osmanlı çileği reçelim var demiş miydim? var. işte böyle çiçekmiş, yumurtaymış (ben yumurta çok severim. hatta kahvaltı aslında yumurta yeme bahanesidir. kolesterol filan diyecek olanlara tıp!), reçelmiş derken işe geç kalıyorum. otobüse koşuyorum, sonra aa - aslında geç kalmamışım. yolum daha kısa artık çünkü. oh mis.
dün bir kez daha aklıma geldi. yıl 2010, hatta nerdeyse 2011, benim hala bir tiffany lambaderim yok dostlar. ayaklı lambaya ne zamandır lambader diyoruz bilmiyorum; ama havalı. yoksa (divadi linkler geliyor), şu bu o veya diğerleri odamı süslüyor olabilirdi. gerçi odamda yer yok. olsun, yine de süslerdi. tiffany lambader için yer bulamıyosam ayıp zaten. taklitleri var ama gönül gerçeğini istiyor, aradaki farkı göz görüyor, burun kokluyor filan. evet bendeniz kendileriyle tanışmıştım, ondan.
ben ankaraya gittim ya, doğanın bir lütfu olan A harfi şeklindeki dal parçasından yaptığım kolyeyi gördüm. içim titredi. o dal, kocaman bir ormanda benim karşıma çıktıysa, bozulmadan kırılmadan yollar aştıysa, hala güzel güzel duruyorsa, e sanırım ben biçok şeyi halledebilirim. güç madalyonu gibi.
sait faik öykülerini özledim. behiç ak 'ın dumduma'sı gibi, kıpırdayan, canlı şeyler.
hayallerimi pamuklara, çizgili satırlara sarıyorum, rafa kaldırıyorum. orda çiçek açacaklar. hani fasulye tanesinin pamuklar arasından filizlenmesi gibi. zaten bence pamuklara sarıp sarmalamak, güzelim türkçe dışında bi şi ifade etmeyen, pofuduk bi kalıp. hatta tekstil tekstil bi kalıp.
perşembecum.cuma-cuma-cum. bitebilemek.
geçen gün ben hasta olmamak için çok güzel uyudum. evimizde anne dolması (anneleri doldurmuyoruz, anne yapımı dolma, ho ho ho) olması şüphesiz ki nezle eşiğindeki biri için nimettir. ev zaten fazla fazla sıcak; yorgana gömüldüm, kitap okudum, uyudum. sabah oldu ve ben nergislerle kahvaltı ettim. nergis ne güzel çiçeksin sen, mis gibisin. yılın ilk nergisi için: içeçe niçeçe niçe yıllara. osmanlı çileği reçelim var demiş miydim? var. işte böyle çiçekmiş, yumurtaymış (ben yumurta çok severim. hatta kahvaltı aslında yumurta yeme bahanesidir. kolesterol filan diyecek olanlara tıp!), reçelmiş derken işe geç kalıyorum. otobüse koşuyorum, sonra aa - aslında geç kalmamışım. yolum daha kısa artık çünkü. oh mis.
dün bir kez daha aklıma geldi. yıl 2010, hatta nerdeyse 2011, benim hala bir tiffany lambaderim yok dostlar. ayaklı lambaya ne zamandır lambader diyoruz bilmiyorum; ama havalı. yoksa (divadi linkler geliyor), şu bu o veya diğerleri odamı süslüyor olabilirdi. gerçi odamda yer yok. olsun, yine de süslerdi. tiffany lambader için yer bulamıyosam ayıp zaten. taklitleri var ama gönül gerçeğini istiyor, aradaki farkı göz görüyor, burun kokluyor filan. evet bendeniz kendileriyle tanışmıştım, ondan.
bu yazıyı iki gündür yazıyorum. hala yazıyorum.
aslında yazacak bir şeyim olmadığının kanıtıdır.
ben ankaraya gittim ya, doğanın bir lütfu olan A harfi şeklindeki dal parçasından yaptığım kolyeyi gördüm. içim titredi. o dal, kocaman bir ormanda benim karşıma çıktıysa, bozulmadan kırılmadan yollar aştıysa, hala güzel güzel duruyorsa, e sanırım ben biçok şeyi halledebilirim. güç madalyonu gibi.
sait faik öykülerini özledim. behiç ak 'ın dumduma'sı gibi, kıpırdayan, canlı şeyler.
hayallerimi pamuklara, çizgili satırlara sarıyorum, rafa kaldırıyorum. orda çiçek açacaklar. hani fasulye tanesinin pamuklar arasından filizlenmesi gibi. zaten bence pamuklara sarıp sarmalamak, güzelim türkçe dışında bi şi ifade etmeyen, pofuduk bi kalıp. hatta tekstil tekstil bi kalıp.
perşembecum.cuma-cuma-cum. bitebilemek.
23 Kasım 2010 Salı
adaş
tanımaktan gurur duyduğunuz insanlar vardır, hepimizin var.
bir tanesi benim adaşım. canımfulyanın canımkızı. şimdi antarktika'da. gezmeye değil, çalışmaya gitti. buzul kalınlıkları ölçüyor, sonra beni aşan işler yapıyor. en güzeli ne biliyo musun blog, hem annesi hem kızı ilham veriyor, üstelik farklı şekillerde. çok farklı şekillerde; ama bi o kadar aynı. genetik ilmi garip şey.
bir tanesi benim adaşım. canımfulyanın canımkızı. şimdi antarktika'da. gezmeye değil, çalışmaya gitti. buzul kalınlıkları ölçüyor, sonra beni aşan işler yapıyor. en güzeli ne biliyo musun blog, hem annesi hem kızı ilham veriyor, üstelik farklı şekillerde. çok farklı şekillerde; ama bi o kadar aynı. genetik ilmi garip şey.
selek
sabah sabah, pınar selek'in "bombacı" ilan edildiği haberiyle yine yeniden tanışmak, sinir bozuyor. haber yeni bile değil. olsun.
neydi o deli saçması şarkı: wwww bombabomba koom. ismail ye-ka.sanki komik bir şey, sanki eğlencelik bir şey bomba. gülmemiz, beğenmiyorsak da alay etmemiz gerekiyor. o popüler bir komik. recep ivedik'e de gülemeyenlerdenim, pardon. bir L.K klasiği olan jetski esprisine de gülmüyorum, misal. bombabombakooom diye bir şarkının varlığını tanıyıp üstüne de yorum yapacak sabrım da takatim de yok. yaşlıyım. gıcığım. başka şeylere gülüyorum. mesela en son bi fitness bloguna güldüm filan. öyle.
oysa bomba denen şey, komik değil. alakanız yoksa bile sizinle alaka kurabiliyor. bir tomar uzman çelişe çelişe yıllarınızı yok edebiliyor, emeğinizle, ince ince sevdiğiniz bu ülkeyi zorla size düşman, size kömür karası hale getiriyor. pınar selek, hani o anti-militarist pınar selek. hani bizimki. masal yazarı olan. bomba filan koymadığını hepimiz biliyoruz. fıtratı el vermez. babamın oğlu değil; ama işte o pınar selek. ben biliyorum mesela. hakkında bi halt bilmeyenlerin iki satır gazete haberiyle hüküm verdiği kadın. 12 yıldır, özenle, düzenle. aihm'ye başvurduğunda bile hakkında "al işte vatan hainini gör, şikayet etti bizi" denen kadın.
dünyayı gazete haberlerinin özet başlıklarıyla algılamak, dünyayla böyle tanışmak, karar verilmiş hükümleri ödünç almak, şüphesiz kolaydır. size gösterildiği kadarıyla görmek, şüphesiz ki rahattır. şüphesiz, pınar hanımı yuhalayan 1500 vuruşluk bir köşe yazısını okumak, onun makalelerini, kitaplarını filan okumaktan pratiktir. vakit de nakittir zaten. sunulan lokmaları ham ham yapıp yutuverirsiniz: artık sizin de bir görüşünüz vardır.
pınar selek, başka. o tuhaf bir şekilde umuttur. bak hala "biz umutluyuz" diyor. onun umut etmesi, yine fıtratı gereği. ne bileyim, bence "aslında zor değil" lafını en güzel taşıyan, gözlerinden parlayarak etrafa saçanlardandır. dedim ya, babamın oğlu, kızı değil. bana öyle geliyor. öyle hissediyorum. hissetmek ne, biliyorum. şimdi ben burdan bakıp bunu görüyorum ya, başkaları nasıl nefret dehşet vahşet görebiliyor, onlar mı başka yere bakıyor, hanigimiz şaşıyız, düşün düşün dur. bulamıyorum.
12 yıl. bi düşünün. 12 yıl. 4380 gün. delirmeden.
çünkü pınar selek'in bu saçma girdapla boğuşması, debelenmesi, acı çekmesi, koparılıp atılması gerekiyordu sahiden. eminim çok iyi gelmiştir kendisine, bize. şarttı bu acılar sahiden. birilerinin hapiste hep çocuk kalması gibi, selek de hep uzak kalmalı çünkü. bu politikalar, bu kararlar faşist değil yo hayır: liberal. bella. yetmez ama evet veya yetmezse yettirirler gülüüüm. kediye kedi diyormuş başbakan, ben bi adım ilerdeyim, göte de göt demeliyiz bence. faşizana liboş demiyelim. yok yani, o kadar da değil. liberallere ayıp oluyor diycem, inanamayacaksınız. machiavelli bu kadar basit adam değildi şeker. acıya acı diyelim, ihanete ihanet, iftiraya iftira. var mı ki bunlara?
kimileri bu ülkeyle platonik ilişkilere mahkum ediliyor. "sevdim sevilmedim, seveni sevemedim" hali sürüp gidiyor. ve bu normal olmalıymış. hı evet diyp bi sonraki habere geçmeliymişiz. gözlerimizi kocaman açıp, dehşet içinde bakakalmamalıymışız. normal çünkü. bombabombakoom. liberal eğlenceler bunlar. üstünde duracak bir şey yok.
onun için pınar selek'in umudu hepimizin üstünde, biz bakıp gülümsüyor.12 yıla rağmen, bıkkın olsa da küskün olmadığını bilmek de benim vicdanıma yük.o gülümseme canımı yakıyor. aslında zor olmaması gerektiği için, tarifi zor.
böyle tam bir kalp kası kasılması.
rodoplunun mide kanamaları, ne kadar anlaşılır şey. başka ne olabilirdi ki?
neydi o deli saçması şarkı: wwww bombabomba koom. ismail ye-ka.sanki komik bir şey, sanki eğlencelik bir şey bomba. gülmemiz, beğenmiyorsak da alay etmemiz gerekiyor. o popüler bir komik. recep ivedik'e de gülemeyenlerdenim, pardon. bir L.K klasiği olan jetski esprisine de gülmüyorum, misal. bombabombakooom diye bir şarkının varlığını tanıyıp üstüne de yorum yapacak sabrım da takatim de yok. yaşlıyım. gıcığım. başka şeylere gülüyorum. mesela en son bi fitness bloguna güldüm filan. öyle.
oysa bomba denen şey, komik değil. alakanız yoksa bile sizinle alaka kurabiliyor. bir tomar uzman çelişe çelişe yıllarınızı yok edebiliyor, emeğinizle, ince ince sevdiğiniz bu ülkeyi zorla size düşman, size kömür karası hale getiriyor. pınar selek, hani o anti-militarist pınar selek. hani bizimki. masal yazarı olan. bomba filan koymadığını hepimiz biliyoruz. fıtratı el vermez. babamın oğlu değil; ama işte o pınar selek. ben biliyorum mesela. hakkında bi halt bilmeyenlerin iki satır gazete haberiyle hüküm verdiği kadın. 12 yıldır, özenle, düzenle. aihm'ye başvurduğunda bile hakkında "al işte vatan hainini gör, şikayet etti bizi" denen kadın.
dünyayı gazete haberlerinin özet başlıklarıyla algılamak, dünyayla böyle tanışmak, karar verilmiş hükümleri ödünç almak, şüphesiz kolaydır. size gösterildiği kadarıyla görmek, şüphesiz ki rahattır. şüphesiz, pınar hanımı yuhalayan 1500 vuruşluk bir köşe yazısını okumak, onun makalelerini, kitaplarını filan okumaktan pratiktir. vakit de nakittir zaten. sunulan lokmaları ham ham yapıp yutuverirsiniz: artık sizin de bir görüşünüz vardır.
pınar selek, başka. o tuhaf bir şekilde umuttur. bak hala "biz umutluyuz" diyor. onun umut etmesi, yine fıtratı gereği. ne bileyim, bence "aslında zor değil" lafını en güzel taşıyan, gözlerinden parlayarak etrafa saçanlardandır. dedim ya, babamın oğlu, kızı değil. bana öyle geliyor. öyle hissediyorum. hissetmek ne, biliyorum. şimdi ben burdan bakıp bunu görüyorum ya, başkaları nasıl nefret dehşet vahşet görebiliyor, onlar mı başka yere bakıyor, hanigimiz şaşıyız, düşün düşün dur. bulamıyorum.
12 yıl. bi düşünün. 12 yıl. 4380 gün. delirmeden.
çünkü pınar selek'in bu saçma girdapla boğuşması, debelenmesi, acı çekmesi, koparılıp atılması gerekiyordu sahiden. eminim çok iyi gelmiştir kendisine, bize. şarttı bu acılar sahiden. birilerinin hapiste hep çocuk kalması gibi, selek de hep uzak kalmalı çünkü. bu politikalar, bu kararlar faşist değil yo hayır: liberal. bella. yetmez ama evet veya yetmezse yettirirler gülüüüm. kediye kedi diyormuş başbakan, ben bi adım ilerdeyim, göte de göt demeliyiz bence. faşizana liboş demiyelim. yok yani, o kadar da değil. liberallere ayıp oluyor diycem, inanamayacaksınız. machiavelli bu kadar basit adam değildi şeker. acıya acı diyelim, ihanete ihanet, iftiraya iftira. var mı ki bunlara?
kimileri bu ülkeyle platonik ilişkilere mahkum ediliyor. "sevdim sevilmedim, seveni sevemedim" hali sürüp gidiyor. ve bu normal olmalıymış. hı evet diyp bi sonraki habere geçmeliymişiz. gözlerimizi kocaman açıp, dehşet içinde bakakalmamalıymışız. normal çünkü. bombabombakoom. liberal eğlenceler bunlar. üstünde duracak bir şey yok.
onun için pınar selek'in umudu hepimizin üstünde, biz bakıp gülümsüyor.12 yıla rağmen, bıkkın olsa da küskün olmadığını bilmek de benim vicdanıma yük.o gülümseme canımı yakıyor. aslında zor olmaması gerektiği için, tarifi zor.
böyle tam bir kalp kası kasılması.
rodoplunun mide kanamaları, ne kadar anlaşılır şey. başka ne olabilirdi ki?
22 Kasım 2010 Pazartesi
akrobasi
oh be.
geldi, döndü, blog alemi titresin, efsane yeniden - yazıyor, döktürüyor. havası batasıcalar deliklerine kaçsınlar, jelatin döndü! bir senelik acı dolu sessizlik kahkahalarla bölündü okuyucu. bi süredir buralarda ama izniyle davullu zurnalı duyurmak istedim. bir ömür o balonlu veda postunu göreceğimize dair korku, puf oldu dağıldı. o da bizi özlemiş lay lay lom, o da bizi seviyor bim bam bom.
(reklam değil vefa, modern zamanlarda.)
22 kasım. kasım da bitiyor. sonra aralık. siz şimdi yeni yıl geliyor diye sevinirsiniz de allah bilir. ben bile olmayan ağacıma süs bakmıştım, kırmızı tüylere aldanmıştım. sonra bir-ki-üç-ebelik güç! pim pam pom- hoppala pof! böyle uzun bi pof. balon sönme efekti ne olabilir ki? puuuf-ffülülülülülü filan mı? ondan olsun. ebelik güç. 22 kasım nasıl olabildi ki? kasım seni sevmiyorum; ama lütfen bitme. aralıkla aramda böyle güzel ve sarı bir tampon bölge olarak kal.
ofisi de sevmiyorum. şu an burası, 40 yıllık memur tahsin beyin küf kokulu masası kadar eski, sararmış klasörler kadar nemli, nemrut ve köhne. köhne derken çıkan o boğulma sesi en uygunu: köhn-köhn- öksürür gibi. anlatamıyorum.
her gün hevesle çarpıladığım takvimim, renkli kalemlerle kendine gelmeye çalışan kişiliksiz kalemliğim, üstünde "feel better!" yazan, gülümseyen bir güneşin olduğu ilkokul sempatiği posterim, "meyve ye- denize açıl- yüz" yazılı sticker notlarım, nerden geldiğini hiçbi zaman çözemediğim kozalağım, kinder hediyesi firefox oyuncağım filan: buhrandayız.
onocak. konacak.
sürekli kitap alıyorum. okumaya bol bol vaktim olacak, uçacak konacak ve onocak. ondan. kovuğuma taşıyorum, bozdur bozdur harca. çarp böl parçala. bumbumşaralop.
bi de: planlar projeler ve stratejiler. bu sefer ciddiyim. üç nal ve bir at bulamazsam, çok sinirlenicem. asabi halimi bilmiyorsun blog. planlarım var, çalıkuşu olucam. bari çalıkuşu. uçacak, konacak ve onocak. yeni bir fiilim bile var, bak. kelimeleri bozmak, "asabiyim, o zaman wasabi yiyim" gibi sonu gelmez geyiklerle kendimi kandırmak istiyorum. harfleri ve kelimeleri boza boza birbirine benzetmek, dönüştürürken sevinmek, büzüştürürken delirmek filan, kendinden kaçma işaretidir bence. söyleyebileceklerinden korkarak, en iyisi mi söylenemez hale getirmek. ya ya, teşhisim bile var. bağımlılık yaparsa üzücü bile oluyor. üzücü büzücü süzücü.
anlamıyorsun blog. keşke anlasan. "tanısan severdin" gibi, anlasan çözerdin belki. anlamıyorsun. peh, ben anlıyorum da noluyor. aptal saptal türkçe pop şarkıları, hanimiş birinin anadilinin kıvrımı. aslında içimde bir kek kabarıyor, afiyetle yemek lazım. bunu düşünüyodum sabah, nil'in kek şarkısınn klibini gördüm televizyonda. niye başka şey değil de kek, anladım. aşk kek gibidir, kabarır. ya ya. blue jean'den hediye.
bir şeylere kızgınım, küskünüm, bozuğum, oynamıyorum. adını koyamıyorum. kapris değil, geldi içimden. derinden. filizlendiğim köşelerden. bi yandan da sanki gelecek güzel günler "niye bizi hevesle beklemiyorsun be salak" diye bana küsecekler gibi hissediyorum. küsmeyin, sizi de seviyorum. belli etmesem de, aslında, teşekkürler, en çok size.
her şeyin çok tahmin edilebilir olduğu günler ve gelecek, şüphesiz ki benim heyecanımı haketmezdi. şüphesiz ki taklalara alıştıkça ustalaşır insan, trapezinin tepesinde. ilk taklada boyun kıracakken, onuncu taklada gülümseyerek yere iner akrobat. ben acele etmeyecek kadar gencim hem. şuncacık genç irisi halimle, sabit adreslerde tosarıp, atamadığım taklalara hayıflanıp sonra adını "mutluluk" koyamayacağım. yok vallahi, kalsın.
eveeeet, anladınız:
talcid yayıncılık'tan taze çıktı: aslında zor değil by pollyanna, 100. baskı. altın vuruş.
*
nihayet canım aloş'un sergisi, rakı-meze, alphawezen, ah o güzel kerebiç, devasa nar ve diğerleri...
günler fena geçmiyor, haksızlık etmek istemem. hem la durée açıldı, mutluyuz gururluyuz.
kardeşim de nihayet semada, kendi evine dönüyor.
bi de aşığım ben. bilmiyorsanız. bulut bulut. pırpır. ikilemeler halinde aşığım. zaten.
sahi, aloş yazacaktım ben. okuyamadınız, gezin bari.
17 Kasım 2010 Çarşamba
sarı tatil
national geographic ne kadar güzel özetlemiş: sarı tatil.
cumartesi karar verip, pazar yola çıkıp bi güzel yedigöller kampı. hava güzel, çadır güzel, her yer sarı. resmen yaprak yağmış, her yer sarı. şelale bile sarıydı. biri sarı boyayı açık bırakmış. çadırımızın 30 saniyede kurulması ve 1 dakikada toplanması, katlanabilir olması, çubuklarla boğuşmamak en güzel kısmıydı sanırım. sonra 500 yıllık bir ağaca sarılıp sinek gibi kalmak. "anıt ağaca da isim kazımışlar mıdır" diye bi dert sahibi olmak: yok, kazımamışlar. o kadar da değil. ağacın kudretlisi bi başka bi şi. yüzüklerin efendisindeki orman gibi, tıpkı o ağaçlar gibi, bi anda eğilip başınızı okşiycakmış gibi. ağaca saygı duymak çok doğal geliyor insana. lise biyoloji hocamızın dediği gibi: önce fotosentez yapmayı becer, sonra yaprağı çiçeği koparırsın deyyus! gibigibi.
tabii yanlış anlaşılmasın, ümit vermek istemem: anıt çam dışında her yere her şeyi kazımışlar. "ahmet kalp ayşe", "tolga was here" gibi sıradan şeyleri geçtim, bastırılmış edebiyat merakı seviyesindeydi. şunca yıl lisede kompozisyon konusu saptamak yerine serbest metin çalışması filan yapılsa sanırım işe yarardı. hatta kamp alanındaki bi piknik masasında şu yazıyodu:
gibi bi şi. attım tabii bi kısmını; ama emin olun aslı daha uzundu. evet bu metin o masaya özenle yazılmış. kazık kadar biri üşenmemiş, sevimli bir ilkokul çocuğu havasıyla, vandal vandal sabitlemiş varlığını, anılarını. herkes her yere her şeyi sabitlemiş zaten. dünyada iz bırakmak için fazla çabasız bi yol olduğundan, iz bırakmış, bırakabilmiş olmalarına, izlerinin her yerden saçılmasına kızgınım. vandallık dışında bir şey, hakedilmemiş kazanç gibi. saygısızca. suratıma suratıma.
"sayın ziyaretçilerimiz, lütfen MASALARI ve AĞAÇLARI KAZIMAYINIZ". tabelalarca. hani koruma altında milli parktayız filan ya, bi zahmet tutun ilhamınızı - utanç verici. ben görünce utanıyorum, adam hala "Çarşı burda da karşı- ehi ehi" diye azimli... neyse. sonra yıldızlar. sessizlik. her şey olduğundan daha parlaktı. sessizlik parladı, yıldız parladı. yürümek ve gece ve uyku. her şey parladı. 2 güzel şarapla tanıştık, kavalyem tüm gün kuru dal topladı, ben kamp ateşi kundakladım, güzeldi işte. içtiğimiz su bile parlaktı, şaka değil.
sonra ankara. bayram turları. kesin kararlar. imzalar. ben durgunum. düzüm. sakin miyim yoksa bi hal mi geldi, bilmiyorum. kapankaya'dan aşağı bakmak iyi gelmişti, yine ondan istiyorum. hatta evereste filan çıkıp bulutlardan bakmak, anca keser. anlar biriktiriyorum, iyi bakıp büyütünce anı oluyolar. üç boyutlu an depoları yapmayı hala çok istiyorum. çırpınırmış karadeniz. karadenizden iyi mi bilicem. çırpınıyorum, çırpınıcam. ah kasım ah. tatil iyi geldi, sarı güzel renk. fotoğraflarımız o kadar sarı ve parlak ki büyüyüp anı olacaklar, kesin.
ah kasım.
cumartesi karar verip, pazar yola çıkıp bi güzel yedigöller kampı. hava güzel, çadır güzel, her yer sarı. resmen yaprak yağmış, her yer sarı. şelale bile sarıydı. biri sarı boyayı açık bırakmış. çadırımızın 30 saniyede kurulması ve 1 dakikada toplanması, katlanabilir olması, çubuklarla boğuşmamak en güzel kısmıydı sanırım. sonra 500 yıllık bir ağaca sarılıp sinek gibi kalmak. "anıt ağaca da isim kazımışlar mıdır" diye bi dert sahibi olmak: yok, kazımamışlar. o kadar da değil. ağacın kudretlisi bi başka bi şi. yüzüklerin efendisindeki orman gibi, tıpkı o ağaçlar gibi, bi anda eğilip başınızı okşiycakmış gibi. ağaca saygı duymak çok doğal geliyor insana. lise biyoloji hocamızın dediği gibi: önce fotosentez yapmayı becer, sonra yaprağı çiçeği koparırsın deyyus! gibigibi.
tabii yanlış anlaşılmasın, ümit vermek istemem: anıt çam dışında her yere her şeyi kazımışlar. "ahmet kalp ayşe", "tolga was here" gibi sıradan şeyleri geçtim, bastırılmış edebiyat merakı seviyesindeydi. şunca yıl lisede kompozisyon konusu saptamak yerine serbest metin çalışması filan yapılsa sanırım işe yarardı. hatta kamp alanındaki bi piknik masasında şu yazıyodu:
"sevgili günlük,
bugün geyik üretim çiftliğine gittik. ayrıca sazlı göl, nazlı göl ve ince gölü gördüm. tam yedi göl var.
burası çok güzel. yarın da tepeye çıkıcaz. her yer ağaç dolu. keşke hemen dönmesek."
gibi bi şi. attım tabii bi kısmını; ama emin olun aslı daha uzundu. evet bu metin o masaya özenle yazılmış. kazık kadar biri üşenmemiş, sevimli bir ilkokul çocuğu havasıyla, vandal vandal sabitlemiş varlığını, anılarını. herkes her yere her şeyi sabitlemiş zaten. dünyada iz bırakmak için fazla çabasız bi yol olduğundan, iz bırakmış, bırakabilmiş olmalarına, izlerinin her yerden saçılmasına kızgınım. vandallık dışında bir şey, hakedilmemiş kazanç gibi. saygısızca. suratıma suratıma.
"sayın ziyaretçilerimiz, lütfen MASALARI ve AĞAÇLARI KAZIMAYINIZ". tabelalarca. hani koruma altında milli parktayız filan ya, bi zahmet tutun ilhamınızı - utanç verici. ben görünce utanıyorum, adam hala "Çarşı burda da karşı- ehi ehi" diye azimli... neyse. sonra yıldızlar. sessizlik. her şey olduğundan daha parlaktı. sessizlik parladı, yıldız parladı. yürümek ve gece ve uyku. her şey parladı. 2 güzel şarapla tanıştık, kavalyem tüm gün kuru dal topladı, ben kamp ateşi kundakladım, güzeldi işte. içtiğimiz su bile parlaktı, şaka değil.
sonra ankara. bayram turları. kesin kararlar. imzalar. ben durgunum. düzüm. sakin miyim yoksa bi hal mi geldi, bilmiyorum. kapankaya'dan aşağı bakmak iyi gelmişti, yine ondan istiyorum. hatta evereste filan çıkıp bulutlardan bakmak, anca keser. anlar biriktiriyorum, iyi bakıp büyütünce anı oluyolar. üç boyutlu an depoları yapmayı hala çok istiyorum. çırpınırmış karadeniz. karadenizden iyi mi bilicem. çırpınıyorum, çırpınıcam. ah kasım ah. tatil iyi geldi, sarı güzel renk. fotoğraflarımız o kadar sarı ve parlak ki büyüyüp anı olacaklar, kesin.
ah kasım.
12 Kasım 2010 Cuma
kuzgun
bu gün, bu ay, bu yıl bitsin. çiğ damlaları çiğ damlaları. atamadığım çığlıklarla uçan balon şişirelim. uçsun gitsin uçsun gitsin. en sevdiğim şiirlerden birinin ruhunu çağıralım hadi:
...
Amansız gecenle yayıl dört yanıma
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.
Ey unutuş! Kurtar bu gamlardan beni.
benim için dıranas fahriye abla değil, olvido. tanıştığımızda ufaktım, okuldaydım, okuduğumuzu anladığımızı ispat için otopsi yapıyorduk kelimelere. sonra ordan kurtardım ben onu, beynimin kıvrımlarından kanıma karıştı. bir zarif taka gibi, tarifi zor. çiğ damlası diyelim. şıp şıp şıp.
merhaba tanıdık ama tanışmadık şeyler
duruyorum. donuk donuk duruyorum. bazı şeyler yokuş aşağı yuvarlanarak, hızlanarak ilerliyor. ne olacak diye beklerken, hop, oluveriyor. "daha 3 mevsim vardı" derken, 3 dolunay bile yokmuş belki. o kadar hızlı oluveriyor ki tepki vermem bile 2-3 gün sürüyor. reddediyorum, sanki idrak etmezsem olmayacakmış gibi. dondum, donuğum. ikilikler içindeyim. seviniyorum bi yandan, neden yani, aslında güzel haber. aslında zor değil. aslı çok derinlerde. sonra aynaya bakıyorum, bi sağıma bi soluma bakıyorum, yok yani daha bakarken ağlamaklıyım. ağlamıyorum. burnumun kırmızısıyla gözümün yaşı, öpülünce geçiyor. tekrar sağa bakıp karşıya geçmeli insan di mi, aslında zor olmayan tarafa. galiba sanki her an her şey aslında. kendime izin versem, bi tenhalara çekilsem, tüm kışın karları bir günde erimiş gibi çağlayanlar boşalacak içimden.sanki.
çok düşünüyorum, haddinden fazla uzun zamandır hep aynı şeyi düşünüyor olduğum için utanç içinde. sonra düşünmeyi de bırakıyorum. kendime takvimler yapıyorum, sonra onları kırpıp yıldız yapıyorum ben hep aynı nakarat. pamuklara sarıp saklayacağım kıymetlilerim, aslında iyi olan şeylere doğru, son hız, koşarak, rüzgarlarla. rüzgar evet. bu ara kapalı mekanlarda rüzgar hissediyorum. bir şeyler oluverirken rüzgarında savrulduğumu bile sonradan idrak ediyorum. aa esmiş. lodos sanıyorum, aslında iyi şeyler -miş meğer.
yoksa kasım güzeldir. akreplik güzeldir, sarı- turuncu-bordo güzeldir, havanın hala 20 derece civarında olması, bebekler ve göçmen kuşlar güzeldir, hep güzeldir. ama hep bir aralık-ocak-şubat sıkıntısıyla gelir ve allah biliyor ya, beni ocak-şubat ayları kadar mutsuz eden bir başka zaman dilimi yok. başıma ne geldiyse, o kısa günlerden, karanlık havalardan, soğuk rüzgarlardan, çamurlu yollardan, kara kıştan, hepsinin içerdiği o nemrutluktan. sevmedim, sevemiyorum. konu kışı sevmemek değil, ocak-şubat ayları. senelik girdabım. bak yine küstüm ben bu iki aya. biliyorum da söylüyorum, bu ikisi beni hiçbi zaman sevmediler. denedim, belki olabilir bir ümit diye, yok. her yılbaşı gergin olmamın sebebi, başıma gelecekleri bilmemden.
hadi başlasın. ne gele, gele.
10 Kasım 2010 Çarşamba
fındık kadar
1500. postu geçtiğim an bu andır blogovski. gün bugündür. breh breh, 4,5 yılı geçmiş tosunum.
dün bi mesaj. sonra bi telefon. nasıl sakin, bi tuhaf sakin. sonra başka bi telefon, başka bir mesaj. siz hiç, doğalı taş çatlasın 5-6 saat olmuşken fıldır fıldır bakan bebek gördünüz mü? ben gördüm. tamam biliyorum, bakıyor ama görmüyor; sadece ışık ve gölge; ama olsun. dokunmaya korkarak (dokunmak ne kelime, yanında nefes almaya korkarak) gördüm. eldivenleri atıp yorganı başına çekecek kadar hareketli ve komik. beatles bebeği hem, en güzeli. anne biraz savaştan çıkmış gibi yorgundu ama performansı yerindeydi, yeni doğum yapmış demezdiniz. çınar yapraklarını hayretle izleyen kedi gibi şaşkın şaşkın baktım, durdum. 9 kasım bebeği. doğumdünüm doğumgünü. fahri teyzemsi.
dün bunun üstüne: altın köpük, mum ve kasımpatılar. şüphesiz ki bi evin demirbaşları arasında şampanya kadehi gelir, gelmelidir. kutlanacak şey bir değil iki taneyse, dolsun kadehler, gülsün kızlar. şişenin üstünde yazdığı gibi: sadece özel kutlamalarda değil, aperatifler veya risotto ile de tüketeceğimiz günler şerefine. evin mumlarını, mumların kokusunu, antremizin aslında bi odacık olmasını, kara tahtayı ve mesajlarını, hepsini seviyorum. öyle işte. pır pır iç titremesiyle.
bilgisayarım mort. galiba. küllerinden doğacak yeniden, umarım. ayrıca telekomu arayıp durmaktan yoruldum ve sıkıldım. insanların "bugün dersem yarın anla, yarın dersem haftaya" tavrından da sıkıldım. dürtük dürtük. esnafa yaptığım yatırıma da sinirlendim, resmen kazıklandım, romantik bir mana bulup yükleyebilirsem canımı daha az sıkacak. eve hala elektrikçi ve tesisatçı çağırmadım, hala böyle dik dik bakıyo kablolar ve borular. bıdır bıdır bıdır işler sürüsü. ekmek kırıntısı gibi. bu hafta benim için hiç yok, çoktan tatil. o yüzden zaten, hepsi ondan.
bi mucize olsun, böyle dünyanın en güzel, en pofuduk, en geniş, en şık, en temiz 1,5 kişilik koltuğunu çok ucuza bulayım istiyorum. mudo outlet'te buna aday bi şi vardı aslında ama o zaman da en hijyen tijen halimle "iyyy niye bu kadar ucuz, bitlenmiş heralde durduğu yerde" diye burun kıvırdım. üzgünüm mudo, insan iki tozunu alır ürünün, outlet diye çöp değil ya. hatta bi tane daha olsun koltuk; ama aynısı değil tam, onun başka özellikleri var. hah işte bu ikisini biz baş köşeye koyalım, tam olsun.
bi de evet 10 kasım. ciddi bi senkron sorunu var, 5 dakikada 2 istiklal marşı, 3 saygı duruşu gördüm. olsun. birbirine "atatürkçü günler" dileyen boy-portre atatürk fotoğrafları bir kenara, biz her 10 kasımda sınıftaki atatürk portresinin bize ve sadece bize gülümsediğinden emindik ilkokulda. o yüzden, askeri kortejlerden, zoraki bayrak sallamalardan, sabahın köründe törenlemelerden fırsat kaldığında, 10 kasım. bi dakika boyunca şöyle bir düşünmek beynimi yıkamıyor, tıkamıyor. burun kıvırarak küçümseyenlere selam ederim, yokmuş gibi yapmanın faydası nedir, put mu kırıcaz, sivilleşicez mi, her neyse işte, bende var ondan. üzülmeyin, dertlenmeyin. yine de, ne zamandır el fatiha kıvamı istiklal marşı okunuyor 10 kasımda, bilemedim, hatırlayamadım. elbet okunuyodur; ama laik duası halini almış resmen. 23 nisan, 29 ekim filan anladım da, 10 kasımda niye istiklal marşı?
sorular sorular. olsun. yine de gülümsüyor işte. bi tek de bana, hıh.
dün bi mesaj. sonra bi telefon. nasıl sakin, bi tuhaf sakin. sonra başka bi telefon, başka bir mesaj. siz hiç, doğalı taş çatlasın 5-6 saat olmuşken fıldır fıldır bakan bebek gördünüz mü? ben gördüm. tamam biliyorum, bakıyor ama görmüyor; sadece ışık ve gölge; ama olsun. dokunmaya korkarak (dokunmak ne kelime, yanında nefes almaya korkarak) gördüm. eldivenleri atıp yorganı başına çekecek kadar hareketli ve komik. beatles bebeği hem, en güzeli. anne biraz savaştan çıkmış gibi yorgundu ama performansı yerindeydi, yeni doğum yapmış demezdiniz. çınar yapraklarını hayretle izleyen kedi gibi şaşkın şaşkın baktım, durdum. 9 kasım bebeği. doğumdünüm doğumgünü. fahri teyzemsi.
dün bunun üstüne: altın köpük, mum ve kasımpatılar. şüphesiz ki bi evin demirbaşları arasında şampanya kadehi gelir, gelmelidir. kutlanacak şey bir değil iki taneyse, dolsun kadehler, gülsün kızlar. şişenin üstünde yazdığı gibi: sadece özel kutlamalarda değil, aperatifler veya risotto ile de tüketeceğimiz günler şerefine. evin mumlarını, mumların kokusunu, antremizin aslında bi odacık olmasını, kara tahtayı ve mesajlarını, hepsini seviyorum. öyle işte. pır pır iç titremesiyle.
bilgisayarım mort. galiba. küllerinden doğacak yeniden, umarım. ayrıca telekomu arayıp durmaktan yoruldum ve sıkıldım. insanların "bugün dersem yarın anla, yarın dersem haftaya" tavrından da sıkıldım. dürtük dürtük. esnafa yaptığım yatırıma da sinirlendim, resmen kazıklandım, romantik bir mana bulup yükleyebilirsem canımı daha az sıkacak. eve hala elektrikçi ve tesisatçı çağırmadım, hala böyle dik dik bakıyo kablolar ve borular. bıdır bıdır bıdır işler sürüsü. ekmek kırıntısı gibi. bu hafta benim için hiç yok, çoktan tatil. o yüzden zaten, hepsi ondan.
bi mucize olsun, böyle dünyanın en güzel, en pofuduk, en geniş, en şık, en temiz 1,5 kişilik koltuğunu çok ucuza bulayım istiyorum. mudo outlet'te buna aday bi şi vardı aslında ama o zaman da en hijyen tijen halimle "iyyy niye bu kadar ucuz, bitlenmiş heralde durduğu yerde" diye burun kıvırdım. üzgünüm mudo, insan iki tozunu alır ürünün, outlet diye çöp değil ya. hatta bi tane daha olsun koltuk; ama aynısı değil tam, onun başka özellikleri var. hah işte bu ikisini biz baş köşeye koyalım, tam olsun.
bi de evet 10 kasım. ciddi bi senkron sorunu var, 5 dakikada 2 istiklal marşı, 3 saygı duruşu gördüm. olsun. birbirine "atatürkçü günler" dileyen boy-portre atatürk fotoğrafları bir kenara, biz her 10 kasımda sınıftaki atatürk portresinin bize ve sadece bize gülümsediğinden emindik ilkokulda. o yüzden, askeri kortejlerden, zoraki bayrak sallamalardan, sabahın köründe törenlemelerden fırsat kaldığında, 10 kasım. bi dakika boyunca şöyle bir düşünmek beynimi yıkamıyor, tıkamıyor. burun kıvırarak küçümseyenlere selam ederim, yokmuş gibi yapmanın faydası nedir, put mu kırıcaz, sivilleşicez mi, her neyse işte, bende var ondan. üzülmeyin, dertlenmeyin. yine de, ne zamandır el fatiha kıvamı istiklal marşı okunuyor 10 kasımda, bilemedim, hatırlayamadım. elbet okunuyodur; ama laik duası halini almış resmen. 23 nisan, 29 ekim filan anladım da, 10 kasımda niye istiklal marşı?
sorular sorular. olsun. yine de gülümsüyor işte. bi tek de bana, hıh.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)