bence, tamamen barışçıl kaygılarla, 1 mayısta "valilik+polis güçleri"ne karşı "sendikalar+istanbul halkı" arasında çift kale maç yapalım. ter atmaksa ter atmak, testesteronsa en damardan hali. en azından faul yapana sarı ya da kırmızı kart çıkıyo. böyle sid meier'in civilization'ını oynuyo gibi, "birlikler pangaltı yönünde, adam yığmalıyım" kafası olmaz en azından.
hakem kim olur onu bilemedim; ama hem yılın derbisi olur hem de seyirci coşkusu sınır tanımaz.
29 Nisan 2009 Çarşamba
aş
zaman aşımına uğramakmış.
zaman aşındırması o. teniniz zımparalanmış gibi bir acı, ruhunuzda.
oysa zaman aşındıran değil, iyileştiren bir şey olmalıydı, bize öyle öğrettiler.
birileri bir yerde bir şeyleri bize eksik öğretti zaten.
hayal kırıklıklarınızı halının altına süpürmeyin, orası doldu.
zaman aşındırması o. teniniz zımparalanmış gibi bir acı, ruhunuzda.
oysa zaman aşındıran değil, iyileştiren bir şey olmalıydı, bize öyle öğrettiler.
birileri bir yerde bir şeyleri bize eksik öğretti zaten.
hayal kırıklıklarınızı halının altına süpürmeyin, orası doldu.
28 Nisan 2009 Salı
nakarat.
bilmem hangi rakı sofrasıydı ya da kantin köşesiydi; ama şuna karar vermiştim ben: bir ülke eşcinselleri, travestileri, transseksüelleri kadar özgürdür. ötesi yok, "ama"sı yok. daha az özgürü, bence yok. birbirine tahammül edemeyen insanların ortak "tahammül edilemeyen"i olduğunu gördüm ben, örneğin LAMBDA'nın. böyleyken böyle benim analizim.
örneğin münevver adlı kızın başı kesildi ve emniyet müdürü sadece "gece vakti sahip çıksaydınız" diyebildi; ölüm haberi 19.30'da alınan bir genç kız için. şimdi aynı emniyet müdürünün ve benzerlerinin, Ankara'da taşlanan, sopalanan, evinden atılan o "diğer" insanlara bakışı ne olabilir? ben ne bekleyebilirim? yani akşam 7'de erkek arkadaşının yanında olan kızı bile "yoldan sapmış" gören bir adam için, bir travesti nerede durur? durmaz bi yerde, duramaz.
görünmezliğe itilmiş insanlar dolu bu şehir. düzenli olarak bülent ersoyun nüfus kağıdı rengi geyiği yapan gerzekler ordusu bir medyamız var. ötesini göremez. aa pembe, gönlüm sende. keh keh keh güler en fazla. bu kadar. görünmez insanlar ordusu: 8 milyon engelli, bilmemkaç milyon "heteroseksüel yapamadıklarımız", seks işçileri, kot işçileri bir de, falan filan. üst üste koyup toplayın, cümleten görünmeziz. görünmezlik yarıştırıyoruz anca.
yani şahsen, evlenmemiş, ailesiyle de yaşamayan, çalışan bir kadın olarak ben de birçok aşamada görünmezim devlet nezdinde, bunu konuşmuştuk blog. "bok yoluna niyazi" diye bi laf vardır, hepimiz niyaziyiz. seken kurşunla "dur ihtarı" verir polis, enseden ölürsünüz. ya da biri ensenize 3 kurşun sıkar, birileri biliyodur, ölmeniz seyredilir. ya da gündüz vakti boğazınız kesilir daha onyedi onyedi onyedi, onyediyken ve aileniz kabahatlidir. hep söyledim: ölebilen, ölümü çoook mümkün vatandaşlarız hepimiz. savaş bölgesi olsak anlarım. hayır insan kendini bilir bari. avropa eşiğinde türkiye!!! kendini norveç filan sanan bi ülkeyiz bi de. kaç norveçli "niyazi" statüsünde, sorarım?
adam gibi bir güvenlik şeridi bile çekememenin özrü nedir? pardon çıkalı eşekler çoğaldı galiba hakikaten. şimdi evet, münevver'e çok yazık ama, 16 yaşındaki mazlum şeker, salak gibi güvenlik şeridine güvendi de öldü. ona da mı babası sahip çıksaymış sayın cerrah? size kim sahip çıkıyo sahi? neden yaramaz, terbiyesiz ve fütursuz 10 yaşındaki veletler gibisiniz? ah hakarete mi girdi ki bu? oysa: yaramazsınız; zira zarar ziyan halindesiniz. terbiyesizsiniz, zira onun temeli yok bence. ve fütursuzsunuz; zira karışanınız yok. yani aslında, ipini koparmış ve "sahip çıkılması, kulağı çekilmesi gereken" kişi sizsiniz bana göre.
16-17-18. sayalım ölülerimizin yaşlarını. üst üste koyup toplayalım mı hatta: 51 yapıyor. siz 1953 doğumlusunuz oysa, yaşınız 56. yani ne bileyim, 3 ayrı ölüm ömrünüzde gizli, evet farkındayım biri antalya'da. o antalyalı olmasa başka bir 18 yaş "niyazi" olmuştur şehrinizde, ona sayın. insan ürpermez mi yahu? "bu çocukların bütün ömürlerinin toplamından fazla yaşadım" diye ağlamaz mı tenhalarda?
hadi diyelim ağladı. kim inanır artık?
ben şimdi midye satan bir travesti olsaydım, karakolun önünden geçseydim, dayak yerdim. çünkü bu oldu. çünkü bu ülke, kenara ittiği insanlara "vay siz niye kenardasınız!!" diyo. bu yani. hepimize bakıp şunu diyo: sen niye sabit işi ve geliri olan, heteroseksüel, orta yaşlı, sunni müslüman, türkoğlutürk, ortanın sağı politik görüşü olan, sağlıklı, dinç bir aile babası değilsin?! bunlardan biri değilsen, seni kimler öpsün?!
yukardakilerin birini ihlal eden bir kendini bilmezsen... bildirirler.
nakaratımızın sonuna geldik. ilk fırsatta tekrar çalınacaktır, görüşmek dileğiyle.
örneğin münevver adlı kızın başı kesildi ve emniyet müdürü sadece "gece vakti sahip çıksaydınız" diyebildi; ölüm haberi 19.30'da alınan bir genç kız için. şimdi aynı emniyet müdürünün ve benzerlerinin, Ankara'da taşlanan, sopalanan, evinden atılan o "diğer" insanlara bakışı ne olabilir? ben ne bekleyebilirim? yani akşam 7'de erkek arkadaşının yanında olan kızı bile "yoldan sapmış" gören bir adam için, bir travesti nerede durur? durmaz bi yerde, duramaz.
görünmezliğe itilmiş insanlar dolu bu şehir. düzenli olarak bülent ersoyun nüfus kağıdı rengi geyiği yapan gerzekler ordusu bir medyamız var. ötesini göremez. aa pembe, gönlüm sende. keh keh keh güler en fazla. bu kadar. görünmez insanlar ordusu: 8 milyon engelli, bilmemkaç milyon "heteroseksüel yapamadıklarımız", seks işçileri, kot işçileri bir de, falan filan. üst üste koyup toplayın, cümleten görünmeziz. görünmezlik yarıştırıyoruz anca.
yani şahsen, evlenmemiş, ailesiyle de yaşamayan, çalışan bir kadın olarak ben de birçok aşamada görünmezim devlet nezdinde, bunu konuşmuştuk blog. "bok yoluna niyazi" diye bi laf vardır, hepimiz niyaziyiz. seken kurşunla "dur ihtarı" verir polis, enseden ölürsünüz. ya da biri ensenize 3 kurşun sıkar, birileri biliyodur, ölmeniz seyredilir. ya da gündüz vakti boğazınız kesilir daha onyedi onyedi onyedi, onyediyken ve aileniz kabahatlidir. hep söyledim: ölebilen, ölümü çoook mümkün vatandaşlarız hepimiz. savaş bölgesi olsak anlarım. hayır insan kendini bilir bari. avropa eşiğinde türkiye!!! kendini norveç filan sanan bi ülkeyiz bi de. kaç norveçli "niyazi" statüsünde, sorarım?
adam gibi bir güvenlik şeridi bile çekememenin özrü nedir? pardon çıkalı eşekler çoğaldı galiba hakikaten. şimdi evet, münevver'e çok yazık ama, 16 yaşındaki mazlum şeker, salak gibi güvenlik şeridine güvendi de öldü. ona da mı babası sahip çıksaymış sayın cerrah? size kim sahip çıkıyo sahi? neden yaramaz, terbiyesiz ve fütursuz 10 yaşındaki veletler gibisiniz? ah hakarete mi girdi ki bu? oysa: yaramazsınız; zira zarar ziyan halindesiniz. terbiyesizsiniz, zira onun temeli yok bence. ve fütursuzsunuz; zira karışanınız yok. yani aslında, ipini koparmış ve "sahip çıkılması, kulağı çekilmesi gereken" kişi sizsiniz bana göre.
16-17-18. sayalım ölülerimizin yaşlarını. üst üste koyup toplayalım mı hatta: 51 yapıyor. siz 1953 doğumlusunuz oysa, yaşınız 56. yani ne bileyim, 3 ayrı ölüm ömrünüzde gizli, evet farkındayım biri antalya'da. o antalyalı olmasa başka bir 18 yaş "niyazi" olmuştur şehrinizde, ona sayın. insan ürpermez mi yahu? "bu çocukların bütün ömürlerinin toplamından fazla yaşadım" diye ağlamaz mı tenhalarda?
hadi diyelim ağladı. kim inanır artık?
ben şimdi midye satan bir travesti olsaydım, karakolun önünden geçseydim, dayak yerdim. çünkü bu oldu. çünkü bu ülke, kenara ittiği insanlara "vay siz niye kenardasınız!!" diyo. bu yani. hepimize bakıp şunu diyo: sen niye sabit işi ve geliri olan, heteroseksüel, orta yaşlı, sunni müslüman, türkoğlutürk, ortanın sağı politik görüşü olan, sağlıklı, dinç bir aile babası değilsin?! bunlardan biri değilsen, seni kimler öpsün?!
yukardakilerin birini ihlal eden bir kendini bilmezsen... bildirirler.
nakaratımızın sonuna geldik. ilk fırsatta tekrar çalınacaktır, görüşmek dileğiyle.
27 Nisan 2009 Pazartesi
mayıs, hoşgel.
evimde geçireceğim ilk gecede annemin yanımda olması kibar olursam zor, gerçekçi olursam kötüydü. annem, mesleki deformasyon, kişisel beklentiler ve anaç pimpiriklenmeler dehlizinin neticesi olarak bütün gün üst dudağının sağ tarafı havada, yüzü hafif buruşuk, alnı kırışık, ve bitmeyen bir "cık.. olamamış... beğenemedim, cık cık cık niye böyle ki bu" havasındaydı. "anneler hep en iyisini ister" evet. "ben senin iyiliğin için söylüyorum", biliyorum. kız çocukları da arada bir onay bekler ama. onay yoksa da, sessiz itiraz olsun ona bile razıyım.
annemi bilenler bilir ki bu annem için reflekstir. elit ukalanmalar değil, estetik kaygılardır. bende de var ama yani, bu kadar dilimin ucunda değil. misal, dış cepheye asılmış çamaşırları beğenmeyebilirsiniz. ama annem, kafası havada kendi etrafında 360 derece döner, bütün sokağı, bütün balkonları tek tek itinayla süzer ("bak ben balkonları süzüyorum" diyen bir süzüşle) ve şöyle der: "herkes mi dış cepheye asar çamaşırlarını! cık cık cık! ne çirkin!!!".
kızı olarak, bir gün önceden yolu üstündeki bütün dairelerin kapısını çalıp "annem geliyo, toplayın donlarınızı!!!" diye haykırmak istiyorum bazen. annem geliyo, hazrol! annem geliyo belediye, bütün kaldırımlar düzeltilsin, refüjler, belediye çukurları, dibi delik çöp kutuları, her şey her şey şekle girsin!!! bunun yanında bi de "anne bırak insanlar istediği gibi yaşıyo, biz de tencere almak için çıktık zaten!" isyanının eşiğinden dönüyorum. annem ve şehir-- uzlaşın! annem içimdeki bu çarpışmaları fark edip şöyle diyo: "arkaya cephesi yok galiba evlerin, evet ondan...hem ne güzel sardunya dikmişler, evet..." yani annem deniyo uzlaşmayı aslında; ama mr.hyde cümleye devam ediyo: ".. evin içine assın efendim!! şehirde yürüyen fanila mı seyretmeli!"
zor işte. onu anlıyorum, çamaşır asanları da anlıyorum; anlayıştan ölüyorum. zor.
ilk gecesini geçirmek için eve gitmek de zor. bütün gün deli gibi gezmişiz, yaşasın istanbul. eve gelmişiz sonra. ertesi gün "eksikler alışverişi günü" kapsamında tabak seçerken bile buhranlara sürüklenmek, çorba kasesine bile annemin onayının gerekmesi, benim bunu reddetmem ama içten içe evet, annemin onayladığı kasenin daha uzun süre, daha iyi şekilde dayanacağını bilip bunu resmen kabullenemem, hata yapmak istemem, hatalı ama daha güzel kase istemem, hatalarımın fikir aşamasında imha edilmesi, bunların tamamen iyi niyetle yapılsa da benim sinirimi zorlaması, annemin elinde olmayan bir bilirkişi/ başöğretmen/ müfettiş edasına sahip oluşu vs vs vs... ikea denen nane, on yüz bin reyon ve ikimiz de çarpışarak yorulduk. ben en yakın camı açıp, tepeye çıkıp, çığlık atmak istedim. kendimde 15 yaşındaki şımarık kız çocuğu görüntüsünü görmek istemedim. öyle diildi ama. öyle diil böyleydi. kase neticede. falan filan. anlattıkça boşalıyo ama ne bileyim. kız çocukları anlar beni.
kardeşim de tampon bölge. pinpon maçıyla soğuk savaş arasında giden tempo, arada bi 23 nisan coşkusuna dönüşüyo filan. ne biliyim işte. bugün sakinleştik sanki. iniş çıkış haller.
neyse, bu akşam bir yıldönümü. yıl dönüşleri güzel şeyler. ben aşığım, hayat güzel. duvarlarım hala post-it sarısı. post-it sarısına uygun bi mor tonu yok, ne yazık. olsun. perde buldum gibi. odam büyük ve ferah. benim serçe parmağımın bir boğumu ebatında baykuş biblom bile var. tavus kuşu formunda bakır bi sürme şişesi bile buldum. gülin'in hediye ettiği pembe kuşu lambama astım, başucumda uçuyo, havada. her yerde minik kuşlar oldu ve bu güzel. londra-istanbul buharlı gemi hattının afişi bile var bende, solda bir ingiliz askeri, sağda pos bıyıklı bir osmanlı neferi. böyle küçük şeyleri seyrederek çok mutlu olabiliyorum ben. ve aşığım, aşığım, aşığım. aşık olduğum adam, bi ufacık arada bana "annene karşı sabırlı ol biraz" diyebiliyo ve bu çok iyi geliyo bana. yıldönümlerinde yemek ve şarap ve biraz dinginlik.
mayıs, hoşgel demiştim.
annemi bilenler bilir ki bu annem için reflekstir. elit ukalanmalar değil, estetik kaygılardır. bende de var ama yani, bu kadar dilimin ucunda değil. misal, dış cepheye asılmış çamaşırları beğenmeyebilirsiniz. ama annem, kafası havada kendi etrafında 360 derece döner, bütün sokağı, bütün balkonları tek tek itinayla süzer ("bak ben balkonları süzüyorum" diyen bir süzüşle) ve şöyle der: "herkes mi dış cepheye asar çamaşırlarını! cık cık cık! ne çirkin!!!".
kızı olarak, bir gün önceden yolu üstündeki bütün dairelerin kapısını çalıp "annem geliyo, toplayın donlarınızı!!!" diye haykırmak istiyorum bazen. annem geliyo, hazrol! annem geliyo belediye, bütün kaldırımlar düzeltilsin, refüjler, belediye çukurları, dibi delik çöp kutuları, her şey her şey şekle girsin!!! bunun yanında bi de "anne bırak insanlar istediği gibi yaşıyo, biz de tencere almak için çıktık zaten!" isyanının eşiğinden dönüyorum. annem ve şehir-- uzlaşın! annem içimdeki bu çarpışmaları fark edip şöyle diyo: "arkaya cephesi yok galiba evlerin, evet ondan...hem ne güzel sardunya dikmişler, evet..." yani annem deniyo uzlaşmayı aslında; ama mr.hyde cümleye devam ediyo: ".. evin içine assın efendim!! şehirde yürüyen fanila mı seyretmeli!"
zor işte. onu anlıyorum, çamaşır asanları da anlıyorum; anlayıştan ölüyorum. zor.
ilk gecesini geçirmek için eve gitmek de zor. bütün gün deli gibi gezmişiz, yaşasın istanbul. eve gelmişiz sonra. ertesi gün "eksikler alışverişi günü" kapsamında tabak seçerken bile buhranlara sürüklenmek, çorba kasesine bile annemin onayının gerekmesi, benim bunu reddetmem ama içten içe evet, annemin onayladığı kasenin daha uzun süre, daha iyi şekilde dayanacağını bilip bunu resmen kabullenemem, hata yapmak istemem, hatalı ama daha güzel kase istemem, hatalarımın fikir aşamasında imha edilmesi, bunların tamamen iyi niyetle yapılsa da benim sinirimi zorlaması, annemin elinde olmayan bir bilirkişi/ başöğretmen/ müfettiş edasına sahip oluşu vs vs vs... ikea denen nane, on yüz bin reyon ve ikimiz de çarpışarak yorulduk. ben en yakın camı açıp, tepeye çıkıp, çığlık atmak istedim. kendimde 15 yaşındaki şımarık kız çocuğu görüntüsünü görmek istemedim. öyle diildi ama. öyle diil böyleydi. kase neticede. falan filan. anlattıkça boşalıyo ama ne bileyim. kız çocukları anlar beni.
kardeşim de tampon bölge. pinpon maçıyla soğuk savaş arasında giden tempo, arada bi 23 nisan coşkusuna dönüşüyo filan. ne biliyim işte. bugün sakinleştik sanki. iniş çıkış haller.
neyse, bu akşam bir yıldönümü. yıl dönüşleri güzel şeyler. ben aşığım, hayat güzel. duvarlarım hala post-it sarısı. post-it sarısına uygun bi mor tonu yok, ne yazık. olsun. perde buldum gibi. odam büyük ve ferah. benim serçe parmağımın bir boğumu ebatında baykuş biblom bile var. tavus kuşu formunda bakır bi sürme şişesi bile buldum. gülin'in hediye ettiği pembe kuşu lambama astım, başucumda uçuyo, havada. her yerde minik kuşlar oldu ve bu güzel. londra-istanbul buharlı gemi hattının afişi bile var bende, solda bir ingiliz askeri, sağda pos bıyıklı bir osmanlı neferi. böyle küçük şeyleri seyrederek çok mutlu olabiliyorum ben. ve aşığım, aşığım, aşığım. aşık olduğum adam, bi ufacık arada bana "annene karşı sabırlı ol biraz" diyebiliyo ve bu çok iyi geliyo bana. yıldönümlerinde yemek ve şarap ve biraz dinginlik.
mayıs, hoşgel demiştim.
24 Nisan 2009 Cuma
3
geçen seneki gecikmeli kutlamamdan dolayı blogumun doğumgününü bi gün erken kutluyorum. hayatıma girmiş biri kendisi, insan gibi. gücendirdiğimi filan sanıyorum galiba. yok yok, yarın ev taşiycam, yine kaynamasın, derdim o. ciddiye alıyorum, evet.
sevgili blogum 3 yaşına bastı. üç üç üç.
blogu açtığımda istanbuldaydım. ilk yaşını hollandada ve gününde kutladım. ikinci yaşını ankara'da ve gecikmeli, 3. yaşını yine istanbulda; ama bu sefer de önden kutluyorum.
yani 25 nisan 2006'dan beri aslında zor değil. 2009 yılının ilk çeyreğini düşündükçe (böyle makro büyüklükler açıkliycakmış gibi "ilk çeyrek" şeklinde filan düşünsem bile) ışık ışık her yer. çok güzelsin 2009. başka yıldönümleri de yaklaşırken, blogumun 3. yaşı daha da güzel.
yeni iş, yeni hayat, yeni ev. dönüşler, kavuşmalar. blogun doğumgününü kutlamak, yılbaşı ve kendi doğumgünümden farklı biraz (biraz da saçma tabii, ama olsun). insan yazdıklarını, kurduğu hayalleri hatırlıyor. okunduğunu unutuyor hatta belki. bazı şeylerin hep aynı kalması ve bazı şeylerin asla aynı kalmaması güzel olabiliyormuş. blogun üçüncü yaşı bu demek işte: bunu öğrenmek. her şeyin içime sinmesi.
annem ve kardeşim ev işlerime yardım için geliyolar. hatta montaj ekibiyle aynı saatlerde gelip orta çapta kriz geçirmeme sebep olabilirler. ondan sonra 4 gün yanımdalar. mis işte her şey. gazete vs okuyup içim islendiğinde niyeyse buraya yazamıyorum bi süredir. onun da zamanı var. bloga ilk girenler de böyle şekerli, havadan sudan sansınlar tamamını, dert değil. isli hallerim ve okudukça daralmalarım geri dönmese de olur bi süre.
sevgili blogum 3 yaşına bastı. üç üç üç.
blogu açtığımda istanbuldaydım. ilk yaşını hollandada ve gününde kutladım. ikinci yaşını ankara'da ve gecikmeli, 3. yaşını yine istanbulda; ama bu sefer de önden kutluyorum.
yani 25 nisan 2006'dan beri aslında zor değil. 2009 yılının ilk çeyreğini düşündükçe (böyle makro büyüklükler açıkliycakmış gibi "ilk çeyrek" şeklinde filan düşünsem bile) ışık ışık her yer. çok güzelsin 2009. başka yıldönümleri de yaklaşırken, blogumun 3. yaşı daha da güzel.
yeni iş, yeni hayat, yeni ev. dönüşler, kavuşmalar. blogun doğumgününü kutlamak, yılbaşı ve kendi doğumgünümden farklı biraz (biraz da saçma tabii, ama olsun). insan yazdıklarını, kurduğu hayalleri hatırlıyor. okunduğunu unutuyor hatta belki. bazı şeylerin hep aynı kalması ve bazı şeylerin asla aynı kalmaması güzel olabiliyormuş. blogun üçüncü yaşı bu demek işte: bunu öğrenmek. her şeyin içime sinmesi.
annem ve kardeşim ev işlerime yardım için geliyolar. hatta montaj ekibiyle aynı saatlerde gelip orta çapta kriz geçirmeme sebep olabilirler. ondan sonra 4 gün yanımdalar. mis işte her şey. gazete vs okuyup içim islendiğinde niyeyse buraya yazamıyorum bi süredir. onun da zamanı var. bloga ilk girenler de böyle şekerli, havadan sudan sansınlar tamamını, dert değil. isli hallerim ve okudukça daralmalarım geri dönmese de olur bi süre.
19 Nisan 2009 Pazar
oda
alttan alta ilan ettiğim üzere, ev sorunum çözüldü. evim var, odam var.
ev sorunu çözülünce oda sorunu başladı. evet hatta ikeaya gittim filan. bugün de nakliyeciler geldi. bir hafta içinde de montaj için gelicekler. maalesef bir oda dolusu eşyayı ve hatta daha fazlasını monte etmek için gereken sabrım/ becerim/ vaktim yok. laissez faire dedim, haha, benim yerime. ama bu da işte 1 hafta rötar demek. eve de bi ara yerleşicem umarım. ev arkadaşım yerleşti bile.
ikeaya gittiğim her 2 sefer öncesinde sanki advanced macroeconomics sınavına girercesine ürün bilgisi çalıştım. kendisi üniversite hayatımın en sancılı sınavı ve hatta süreciydi. tabii sınavda "maalesef elimizde yok" dediklerinde seviniyo insan, ikeada ben histeriye teğet geçtim. büyük oranda hallettim.
bin kez daha "iyi ki mimarlık okumamışım" ve "ya bari mimarlık okusaymışım kafam basardı belki" ikilemi yaşadım. bi kere malzeme bilgisini geçtim, renk hafızam yok. verdiği hisle renk hatırlanmıyo. öyle meşe, çam, kestane vs ağaç üzerinden ahşap rengi vs, bana uymuyo. resmen bloke o kısmı beynimin. parke tonunu aklımda tutamıyorum, dolap rengini düşünemiyorum. bi tek duvarım aklımda: mon ami pastel boyalarının en açık sarısı. o yaşlarda kalmış resmen renk yelpazem. küçükken severdim ama büyüyünce duvarımda görmek beni gerdi. sarıyla zaten nahoş durumdayız. sarı benim için yüzümün etrafında olmaması gereken, solduran, silen bi renktir. neyse, bir sonraki cengaverliğime kadar, uçuuuuk ve açıııık bi sarı olduğuna ikna olduğum bu renkle yaşiycam. derken bazı eşyalar beyaz. beyaz masa ve parke ve sarı duvar ve ahşap dolap ve hep kurduğum mor-kırmızı oda hayali yoo yoo yoo. zor. hafsalam, göz hafızam ve defalarca odamı ölçtüğüm mezura bu işe şaştı. bir araya geldiklerinde müthiş bi birliktelik yakalamazlarsa duvarı boyamaya kalkmaktan korkuyorum. mor-kırmızı işi de yattı şimdilik.
ay resmen: buldumcuk. evet buldumcuk oldum. oda krizi; çünkü ben bi buldumcuk.
tabii bu "bazal eşya temini" krizi aşıldığından beri ve odamın gayet geniş olduğunu fark ettiğimden beri zara home fetişi başladı. hem ikea uzak. hay bin kunduz, zevklerim maaşımın çok önünde seyrediyo. pamuklu filan ama yine de yastık yenmez yani. iyi bi yatırım diil. erkeklere yönelik dekorasyon ürününün az olması bence müthiş ilginç bi şi. kadınlar kendileri süslenmekle kalmayıp odayı da süslüyo. biblo, yastık, mum, vazo vs.. incik cıncık bir sürü parça. bari odanda sakin dur di mi. yok maalesef, bende de pek olamiycak galiba.
henüz kasaya gidemediğim için, gözüm doysun diye geziyorum resmen. hani göre göre bıkarım filan. ben ki yani, çocukluğumdan beri evde maison française görmekten, o birbirine benzer odalamalardan sıkılmış biriydim. her yaz pastel tonlar veya çingene karavanı tasarımları, her kış dağ kulubesi renkleri, arada metaller plastikler. döngü belli yani. ama bu sefer farklı. galiba çeyiz geni aktivasyonu yaşıyorum. evlendiğimden değil. hani 20 yaş dişi belli bi yaşta çıkar, o hesap. yaşım gelmiş, resmen ev tekstil ürünleri delisi oldum/ olabilirim/ olmaktan korkuyorum. aydınlatma, kutu, mum, sepet, perde konusunu hiç açmiym.
gerçi evet, ilk kez tamamen benim kontrolümde şekillenen bir mekan var. ondan yani bu hal. çocuk odası değil, yurt odası değil. yahu: çalışma masam olmasa fark etmezdi, düşünün! üstünde çalışılacak bi şi yok ki! ama çalışma masam yine de var. ama olmasa da olurdu, ne tuhaf! buna bile alışmam zaman aldı biraz desem komik olur belki.
neyse, dediğim gibi, bakıyorum bakıyorum o kadar. mutfak vs, hala eksik ufak tefek şeyler var, bi yerleşelim, yaşarken de çıkar illa ki. haliyle büzülmüş bütçemi onlara saklıyorum. hem odam aydınlık. güneş güneş. karşı taraftaki balkonlar çiçek dolu ve daha da önemlisi, saksı takılacak balkon demirlerine sahibiz.
işte bak: saksı ve çiçek. heyecanım harcama kalemine dönüşüyo resmen.
ev sorunu çözülünce oda sorunu başladı. evet hatta ikeaya gittim filan. bugün de nakliyeciler geldi. bir hafta içinde de montaj için gelicekler. maalesef bir oda dolusu eşyayı ve hatta daha fazlasını monte etmek için gereken sabrım/ becerim/ vaktim yok. laissez faire dedim, haha, benim yerime. ama bu da işte 1 hafta rötar demek. eve de bi ara yerleşicem umarım. ev arkadaşım yerleşti bile.
ikeaya gittiğim her 2 sefer öncesinde sanki advanced macroeconomics sınavına girercesine ürün bilgisi çalıştım. kendisi üniversite hayatımın en sancılı sınavı ve hatta süreciydi. tabii sınavda "maalesef elimizde yok" dediklerinde seviniyo insan, ikeada ben histeriye teğet geçtim. büyük oranda hallettim.
bin kez daha "iyi ki mimarlık okumamışım" ve "ya bari mimarlık okusaymışım kafam basardı belki" ikilemi yaşadım. bi kere malzeme bilgisini geçtim, renk hafızam yok. verdiği hisle renk hatırlanmıyo. öyle meşe, çam, kestane vs ağaç üzerinden ahşap rengi vs, bana uymuyo. resmen bloke o kısmı beynimin. parke tonunu aklımda tutamıyorum, dolap rengini düşünemiyorum. bi tek duvarım aklımda: mon ami pastel boyalarının en açık sarısı. o yaşlarda kalmış resmen renk yelpazem. küçükken severdim ama büyüyünce duvarımda görmek beni gerdi. sarıyla zaten nahoş durumdayız. sarı benim için yüzümün etrafında olmaması gereken, solduran, silen bi renktir. neyse, bir sonraki cengaverliğime kadar, uçuuuuk ve açıııık bi sarı olduğuna ikna olduğum bu renkle yaşiycam. derken bazı eşyalar beyaz. beyaz masa ve parke ve sarı duvar ve ahşap dolap ve hep kurduğum mor-kırmızı oda hayali yoo yoo yoo. zor. hafsalam, göz hafızam ve defalarca odamı ölçtüğüm mezura bu işe şaştı. bir araya geldiklerinde müthiş bi birliktelik yakalamazlarsa duvarı boyamaya kalkmaktan korkuyorum. mor-kırmızı işi de yattı şimdilik.
ay resmen: buldumcuk. evet buldumcuk oldum. oda krizi; çünkü ben bi buldumcuk.
tabii bu "bazal eşya temini" krizi aşıldığından beri ve odamın gayet geniş olduğunu fark ettiğimden beri zara home fetişi başladı. hem ikea uzak. hay bin kunduz, zevklerim maaşımın çok önünde seyrediyo. pamuklu filan ama yine de yastık yenmez yani. iyi bi yatırım diil. erkeklere yönelik dekorasyon ürününün az olması bence müthiş ilginç bi şi. kadınlar kendileri süslenmekle kalmayıp odayı da süslüyo. biblo, yastık, mum, vazo vs.. incik cıncık bir sürü parça. bari odanda sakin dur di mi. yok maalesef, bende de pek olamiycak galiba.
henüz kasaya gidemediğim için, gözüm doysun diye geziyorum resmen. hani göre göre bıkarım filan. ben ki yani, çocukluğumdan beri evde maison française görmekten, o birbirine benzer odalamalardan sıkılmış biriydim. her yaz pastel tonlar veya çingene karavanı tasarımları, her kış dağ kulubesi renkleri, arada metaller plastikler. döngü belli yani. ama bu sefer farklı. galiba çeyiz geni aktivasyonu yaşıyorum. evlendiğimden değil. hani 20 yaş dişi belli bi yaşta çıkar, o hesap. yaşım gelmiş, resmen ev tekstil ürünleri delisi oldum/ olabilirim/ olmaktan korkuyorum. aydınlatma, kutu, mum, sepet, perde konusunu hiç açmiym.
gerçi evet, ilk kez tamamen benim kontrolümde şekillenen bir mekan var. ondan yani bu hal. çocuk odası değil, yurt odası değil. yahu: çalışma masam olmasa fark etmezdi, düşünün! üstünde çalışılacak bi şi yok ki! ama çalışma masam yine de var. ama olmasa da olurdu, ne tuhaf! buna bile alışmam zaman aldı biraz desem komik olur belki.
neyse, dediğim gibi, bakıyorum bakıyorum o kadar. mutfak vs, hala eksik ufak tefek şeyler var, bi yerleşelim, yaşarken de çıkar illa ki. haliyle büzülmüş bütçemi onlara saklıyorum. hem odam aydınlık. güneş güneş. karşı taraftaki balkonlar çiçek dolu ve daha da önemlisi, saksı takılacak balkon demirlerine sahibiz.
işte bak: saksı ve çiçek. heyecanım harcama kalemine dönüşüyo resmen.
17 Nisan 2009 Cuma
fulya için.
bu yazı, annemin sabaha karşı kaybettiğimiz arkadaşı fulya için bir güzellemedir.
ben annesinin arkadaşlarına "teyze" demeyen bir çocuktum, onlar da zaten kendine teyze dedirtmeyen kadınlardır. annem de öyledir hatta. haliyle sizi yanıltmasın, fulya 55 yaş üstüydü. güzelleme işte. ve fulya zaten o kadar güzeldi ki bugün önünden geçmiş olma ihtimalinizin yüksek olduğu o evden birinin eksildiğini bilmeniz gerekiyor.
bazı insanlara adları yakışır. fulya mesela, hakikaten çiçek gibi bir insandı. hayatımıza annemin çocukluk arkadaşının yeni ev sahibi olarak girdi. bahçeli bir ev. üst katınızda ev sahibinizin oturduğuna sevinir misiniz? onlar sevinmişti. sonra biz de çok sevindik.
hepimizin iki eli ve 10 parmağı var. fulyada durum farklıydı. fulyanın parmak uçlarından yeni eller ve o ellerden de yeni parmaklar çıkardı. görmeyenler abarttığımı düşünebilir. hayır, fulyanın elleri ağaç dalları gibiydi. bu ellerin ve parmakların kendi takvimleri ve saatleri vardı.
bir kısmı bahçedeki bütün ağaç, çiçek ve zevkle sığınmış kedi ve kuşların bakımına ayarlıydı. sulamadan ibaret değil sadece. budama, gübreleme, toprak tazeleme, ilaçlama, arada bir sohbetle ruh okşama gibi kapsamlı bir işti bu. fulya bana küçükken izlediğim "yeşil parmaklı çocuk" adlı çizgi filmi hatırlatırdı: parmağını dokundurduğu her kovuk, her delik yeşerirdi ve bu yeşiller ankaranın göbeğinde, yaz sıcaklarında, birbiriyle örtüşüp serin bir vaha oluştururdu.
tom isimli, kırpık ve hırçın, yaşlı bir köpeği, jerry isimli kör bir kedisi vardı. tom, evi ve bahçeyi korumak için tüm savaş gazisi enerjisiyle benim uzuuun eteğimin içine girdiğinde 12 filandı yaşım, benim çığlık ve zıplamalarıma rağmen eteğimden çıkmadığı için beraber o bahçeyi turlamıştık. neyse, tom bikaç yıl önce öldü. peşinden de jerry gitti. bahçedeki bol tüylü iri kediler onların yerini aldı. yani ellerin ve parmakların bir kısmı evcil hayvanlara, hatta genel olarak hayvanlara ayrılmıştı. annemin arkadaşının 10 gün boyunca kaplan yavrusu bile misafir ettiğini hatırlatırım.
fulyanın ellerinin bir kısmı boyama ve resimle ilgilenirdi. büyük kızına düğün hediyesi yapmaya başladığında herkes nefesini tuttu. çocukluğundan düğününe kadar olan bütün fotoğraflarını kolajlayarak yaptığı tepsi görenleri ağlatacak kadar güzeldi. boş zamanlarında resim yapardı. evdeki her türlü ahşap, kapı ve saksı onun fırçasından geçmişti. "ahşap boyama kursu" denen nane ortada yokken, "peçetedeki deseni yapıştırınca kendimi yaratıcı sanıyorum" kadınları türememişken, fulya sırf ellerindeki enerji boşalsın ve evi iyice sıcak bir koza olsun diye günlerce saatlerce uğraşırdı. köy enstitülerinde yetişmiş bir annenin kızı olarak, üretmemeyi asla anlayamadı. ailecek böyleler aslında. "boş durunca yoruluyorum" derdi fulya. boş durmamak için etrafa saldırmazdı ama. elleri ve parmakları kılcal damarlar gibi büyürken, fulya hep çok zevkli ve zarifti. bir insanın en çok kendine özenebilmesi zor sanırım. zamansızlıklardan. bana bunun aslında ne kadar zor ama gerekli olduğunu öğreten fulyadır. işte fulyanın yanındayken insan, zaman o ellere uygun işlerdi.
bu ellerin bir diğer kısmı dikiş nakışla ilgiliydi. patchwork denen naneyi de ha keza, yıllardır yapardı. amerikalı patchwork dergilerine bizim "hanım dilendi bey beğendi"leri anlatan yazılar yazardı. battaniyeler, düğmeden kapı süsleri, işlemeler, alt kattaki küçük kızların parti kıyafetleri, acil müdahaleler ve daha neler neler, fulya tesislerinde işlenirdi. yüksük koleksiyonu vardı, dünyanın her yerinden toplanmış. yine de evi, salonu dantel işgaline uğramış, "yığma tipi düzenle sergi salonu" haline getirilmiş, kermes fuarı gibi evlerden değildi asla.
eller ve parmaklar diyorduk, bunların bir kısmı mutfaktan çıkmazdı. fulyanın evi demek, güzel koku demektir. kek, pasta, vejeteryan yemekler, soslar, ekmek, et, vs vs. ne isterseniz fulya bunu sizden önce anlayıp mutlaka onu hazırlamış olurdu genelde. bunlar da böyle alengirli süslerle doantılmış, nasıl yendiğini çözemediğimiz gıda fetişi objeler değil, çok sade, tüm havası lezzetinden gelen yemekler olurdu. annemin arkadaşı da bir o kadar becerikli olduğu için, komşuculuk oynarken evler arası gidip gelen tabakları siz düşünün.
fulyanın geriye kalan elleri sarılmak ve yanınıza oturduğunda dizinizi okşamak için özelleşmişti. fulyanın yanına oturduğunuzda sahne sizindir. o tüm varlığı ve dikkatiyle sizi dinlerdi. 9 yaşındaki birinin "defilesi"ni de, 17 yaşındaki birinin öss çığlıklarını da her şeyi her şeyi, inanılmaz bir dikkat ve ilgiyle takip ederdi. fulyanın yanına oturabilmiş olmak, şanstır.
alt kattaki evde, yani annemin çocukluk arkadaşının evinde, kanser haberi duyulduğunda fulya en büyük destekçileri oldu. orada yaşama sevinci fışkıran iki aile olarak iyice kenetlendiler. her türlü tedavi denendi ve hep en umutlu o oldu. annemin arkadaşının eşini kanserden kaybettiğimiz sıralarda, önce miydi sonra mıydı hiç hatırlamıyorum, fulyaya da teşhis kondu: göğüs kanseri. iki katlı bir bina için çok ağır bi yüktür bu.
9 sene önceydi bunlar sanırım. fulyaya adının çok yakıştığını söylemiştim. minyon, güleç ve bir sürü elliydi işte fulya. kemoterapiler başladı. iyi de gitti. günler aylar haftalar, fulyanın elleri durmaz, fulyanın çiçekleri solmaz. fulya mümkün olduğu kadar fulya kaldı. ağlayacağını biliyosa, alt kata inmez, gülümseyemeyecekse insanları görmezdi. ağrısı, acısı oldu tabii ki. ailecek zor zamanlar geçirdiler ama her yaz çeşmealtına gittiler. torunu oldu- alpella. dünyanın en ciddi suratlı, en kocaman gözlü küçük beyefendisi. anneannesi onu çok sevdi. fulya tek göğsünü kaybetti; ama kanser temizlendi.
kanser temizlenebilen bir şey değildir. onlarca eli ve parmağı olan fulya bunu lenflerinden öğrendi, 9-10 ay sonra. zamanlar bulanık, çok kesin söylemeyeyim. yine kemoterapi. saçlar gider; ama fulya hep gülümser. yok zorlama değil; insan tabiatı. fulya kedi olsa adını munis koyarlardı, ondan. kızları hep başarılı, torunu alpella bir tüp çikolata gibi resmen.
aylar ve yıllar ve muhteşem anılar geçti. önce elleri durdu fulyanın. sanırım ilk olarak bahçe işlerini bıraktı. titreme, göz yorgunluğu gibi sebeplerden de dikiş nakışı. boyamalar biraz daha sürmüş olabilir, yine atmiym. ama zamanla fulyanın ağaç ellerine kış geldi ve durdular. "acaba şimdi neyle uğraşıyo" diye evini, işlerini gözetlediğimiz fulya ellerinden vazgeçti ve biz de bir daha ellerinden bahsetmedik. kemoterapi sonrası kısa süreli bir toparlanma, kanser temizlenmeyen ama feci saklanan bir şeydir. temizlendi sanabilirsiniz, ama 2 ay sonra ce-e der. yorgunluk, çok yorgunluk sebebi bir şeydir.
fulyanın kızının düğün haberini aldığımda geçen yıldı sanırım. adaşım. evleniyordu, çok mutluydu ve düğün hazırlıkları demek, fulyanın elleri dursa da beyninin, gözlerinin tam kadro işbaşı yapması demekti. masa süslerinden misafirlere verilecek hediyelere kadar her şey, her detay inanılmaz zarif olacaktı, fulya bir kez daha düğün hazırlığındaydı. damadın amerikalı oluşundan naşi, iki düğün hatta. amerikalılara hediye lokum mu olsun, ne olsun 2 ay filan düşünüldü. çeşmealtında düğün olsun, sade olsun, doğal olsun. "sandalye giydirmesi"nden nefret eder, "sandalyeleri evlendirmiyoruz" der, gülerdi. fulya, oryantal gösterişin ana damarı olan parıltı, abartı, sim-kristal- payet işlerinden uzak, sade ve zevkli bir insandı. istediğinde 6 yaşındaki kızlara prenses elbisesi de hazırlardı. küçük kızının düğününde cam göbeği renginde bir elbisesi olacaktı, annemler karar vermişti. bu sade hanfendinin bir günlük de olsa fazlasıyla göze batması şarttı.
daha az çıkar oldu fulya yanımıza. istanbula taşınmadan önce uğradığımda yine gülümsüyodu, "bak becerdin, yaptın, aferin sana" demişti. kızı gelicekti. yemek yapacaktı. düğün vardı. eksik olan, azalan, süremeyen şey umuttu sanırım. araya ingilizce laf serpiştirenlerdendi fulya; ama çok iyi yapardı bunu. türkçesini bilmediği için değil hayır; bazen ingilizcenin daha iyi anlatmasından, bazen de bazı şeyleri türkçe duymayı istememesinden sanırım. ingilizce bazen bir parantezdir.
seçim gününden önceki gün doktor, kızına annesinin 1-2 haftası kaldığını söyledi. annesiyle olmak için doktorasından izin alıp amerikadan gelen, düğününe 1 ay kalmış kızına. seçim günü ilkokul binasına yürürken gözlerimiz yaşlıydı. annemler o gece yine cam göbeği rengindeki elbisenin modelini konuşmaya başlamış, fulya da bu tartışmanın tüm neşesini iyice dinledikten sonra "are you kidding me" deyip acı acı gülmüş, o kadar. "aa tabii ki giyeceksin" denince de peki demiş. böyleydi fulya.
çok ağrısı olduğunu biliyoduk. çok ama. bitsin istediği kadar vardı. "bitsin" dedirtecek kadar. fulyaya bile. elleri durmuş fulya. bu sefer inat etmeyecek gibiydi ve sanırım hakikaten üzücü olan şey de buydu. "ten rengi değişti artık" dedi annem. daha önceden bilinen o renk olmuştu. gelin kızı amerikaya gitti ve damatla geri geldi. nikah halledilmişti. damatlık ve gelinlikle beraber iki gün önce fulyanın karşısındaydılar. fulyanın da umarım cam göbeği bir bluz vardır üstünde.
dün gece annemler saat bire kadar yanındalarmış. sonra dönmüşler. iki gibi de fulya solmuş, galiba uykusunda. acısız. şimdi sanırım çeşmealtına ulaşmıştır, cenaze için.
blogdan naşi "başın sağolsun"lar almak için yazılmadı bu yazı (gerekli edit: zamanında bununla itham edildiğim oldu, ondan yazdım. yanlış anlaşılmasın lütfen. isteyen diler, isteyen yazar) ; dediğim gibi, bu fulya için bir güzellemedir. sizin için de bilgi notudur; zira elleri ağaç dalları gibi olan, üretken, hayat dolu insanları not düşmek gerek. sabahtan beri biraz bulanık biraz da bulutluyum, elimden geleni yapıyorum işte.
ben annesinin arkadaşlarına "teyze" demeyen bir çocuktum, onlar da zaten kendine teyze dedirtmeyen kadınlardır. annem de öyledir hatta. haliyle sizi yanıltmasın, fulya 55 yaş üstüydü. güzelleme işte. ve fulya zaten o kadar güzeldi ki bugün önünden geçmiş olma ihtimalinizin yüksek olduğu o evden birinin eksildiğini bilmeniz gerekiyor.
bazı insanlara adları yakışır. fulya mesela, hakikaten çiçek gibi bir insandı. hayatımıza annemin çocukluk arkadaşının yeni ev sahibi olarak girdi. bahçeli bir ev. üst katınızda ev sahibinizin oturduğuna sevinir misiniz? onlar sevinmişti. sonra biz de çok sevindik.
hepimizin iki eli ve 10 parmağı var. fulyada durum farklıydı. fulyanın parmak uçlarından yeni eller ve o ellerden de yeni parmaklar çıkardı. görmeyenler abarttığımı düşünebilir. hayır, fulyanın elleri ağaç dalları gibiydi. bu ellerin ve parmakların kendi takvimleri ve saatleri vardı.
bir kısmı bahçedeki bütün ağaç, çiçek ve zevkle sığınmış kedi ve kuşların bakımına ayarlıydı. sulamadan ibaret değil sadece. budama, gübreleme, toprak tazeleme, ilaçlama, arada bir sohbetle ruh okşama gibi kapsamlı bir işti bu. fulya bana küçükken izlediğim "yeşil parmaklı çocuk" adlı çizgi filmi hatırlatırdı: parmağını dokundurduğu her kovuk, her delik yeşerirdi ve bu yeşiller ankaranın göbeğinde, yaz sıcaklarında, birbiriyle örtüşüp serin bir vaha oluştururdu.
tom isimli, kırpık ve hırçın, yaşlı bir köpeği, jerry isimli kör bir kedisi vardı. tom, evi ve bahçeyi korumak için tüm savaş gazisi enerjisiyle benim uzuuun eteğimin içine girdiğinde 12 filandı yaşım, benim çığlık ve zıplamalarıma rağmen eteğimden çıkmadığı için beraber o bahçeyi turlamıştık. neyse, tom bikaç yıl önce öldü. peşinden de jerry gitti. bahçedeki bol tüylü iri kediler onların yerini aldı. yani ellerin ve parmakların bir kısmı evcil hayvanlara, hatta genel olarak hayvanlara ayrılmıştı. annemin arkadaşının 10 gün boyunca kaplan yavrusu bile misafir ettiğini hatırlatırım.
fulyanın ellerinin bir kısmı boyama ve resimle ilgilenirdi. büyük kızına düğün hediyesi yapmaya başladığında herkes nefesini tuttu. çocukluğundan düğününe kadar olan bütün fotoğraflarını kolajlayarak yaptığı tepsi görenleri ağlatacak kadar güzeldi. boş zamanlarında resim yapardı. evdeki her türlü ahşap, kapı ve saksı onun fırçasından geçmişti. "ahşap boyama kursu" denen nane ortada yokken, "peçetedeki deseni yapıştırınca kendimi yaratıcı sanıyorum" kadınları türememişken, fulya sırf ellerindeki enerji boşalsın ve evi iyice sıcak bir koza olsun diye günlerce saatlerce uğraşırdı. köy enstitülerinde yetişmiş bir annenin kızı olarak, üretmemeyi asla anlayamadı. ailecek böyleler aslında. "boş durunca yoruluyorum" derdi fulya. boş durmamak için etrafa saldırmazdı ama. elleri ve parmakları kılcal damarlar gibi büyürken, fulya hep çok zevkli ve zarifti. bir insanın en çok kendine özenebilmesi zor sanırım. zamansızlıklardan. bana bunun aslında ne kadar zor ama gerekli olduğunu öğreten fulyadır. işte fulyanın yanındayken insan, zaman o ellere uygun işlerdi.
bu ellerin bir diğer kısmı dikiş nakışla ilgiliydi. patchwork denen naneyi de ha keza, yıllardır yapardı. amerikalı patchwork dergilerine bizim "hanım dilendi bey beğendi"leri anlatan yazılar yazardı. battaniyeler, düğmeden kapı süsleri, işlemeler, alt kattaki küçük kızların parti kıyafetleri, acil müdahaleler ve daha neler neler, fulya tesislerinde işlenirdi. yüksük koleksiyonu vardı, dünyanın her yerinden toplanmış. yine de evi, salonu dantel işgaline uğramış, "yığma tipi düzenle sergi salonu" haline getirilmiş, kermes fuarı gibi evlerden değildi asla.
eller ve parmaklar diyorduk, bunların bir kısmı mutfaktan çıkmazdı. fulyanın evi demek, güzel koku demektir. kek, pasta, vejeteryan yemekler, soslar, ekmek, et, vs vs. ne isterseniz fulya bunu sizden önce anlayıp mutlaka onu hazırlamış olurdu genelde. bunlar da böyle alengirli süslerle doantılmış, nasıl yendiğini çözemediğimiz gıda fetişi objeler değil, çok sade, tüm havası lezzetinden gelen yemekler olurdu. annemin arkadaşı da bir o kadar becerikli olduğu için, komşuculuk oynarken evler arası gidip gelen tabakları siz düşünün.
fulyanın geriye kalan elleri sarılmak ve yanınıza oturduğunda dizinizi okşamak için özelleşmişti. fulyanın yanına oturduğunuzda sahne sizindir. o tüm varlığı ve dikkatiyle sizi dinlerdi. 9 yaşındaki birinin "defilesi"ni de, 17 yaşındaki birinin öss çığlıklarını da her şeyi her şeyi, inanılmaz bir dikkat ve ilgiyle takip ederdi. fulyanın yanına oturabilmiş olmak, şanstır.
alt kattaki evde, yani annemin çocukluk arkadaşının evinde, kanser haberi duyulduğunda fulya en büyük destekçileri oldu. orada yaşama sevinci fışkıran iki aile olarak iyice kenetlendiler. her türlü tedavi denendi ve hep en umutlu o oldu. annemin arkadaşının eşini kanserden kaybettiğimiz sıralarda, önce miydi sonra mıydı hiç hatırlamıyorum, fulyaya da teşhis kondu: göğüs kanseri. iki katlı bir bina için çok ağır bi yüktür bu.
9 sene önceydi bunlar sanırım. fulyaya adının çok yakıştığını söylemiştim. minyon, güleç ve bir sürü elliydi işte fulya. kemoterapiler başladı. iyi de gitti. günler aylar haftalar, fulyanın elleri durmaz, fulyanın çiçekleri solmaz. fulya mümkün olduğu kadar fulya kaldı. ağlayacağını biliyosa, alt kata inmez, gülümseyemeyecekse insanları görmezdi. ağrısı, acısı oldu tabii ki. ailecek zor zamanlar geçirdiler ama her yaz çeşmealtına gittiler. torunu oldu- alpella. dünyanın en ciddi suratlı, en kocaman gözlü küçük beyefendisi. anneannesi onu çok sevdi. fulya tek göğsünü kaybetti; ama kanser temizlendi.
kanser temizlenebilen bir şey değildir. onlarca eli ve parmağı olan fulya bunu lenflerinden öğrendi, 9-10 ay sonra. zamanlar bulanık, çok kesin söylemeyeyim. yine kemoterapi. saçlar gider; ama fulya hep gülümser. yok zorlama değil; insan tabiatı. fulya kedi olsa adını munis koyarlardı, ondan. kızları hep başarılı, torunu alpella bir tüp çikolata gibi resmen.
aylar ve yıllar ve muhteşem anılar geçti. önce elleri durdu fulyanın. sanırım ilk olarak bahçe işlerini bıraktı. titreme, göz yorgunluğu gibi sebeplerden de dikiş nakışı. boyamalar biraz daha sürmüş olabilir, yine atmiym. ama zamanla fulyanın ağaç ellerine kış geldi ve durdular. "acaba şimdi neyle uğraşıyo" diye evini, işlerini gözetlediğimiz fulya ellerinden vazgeçti ve biz de bir daha ellerinden bahsetmedik. kemoterapi sonrası kısa süreli bir toparlanma, kanser temizlenmeyen ama feci saklanan bir şeydir. temizlendi sanabilirsiniz, ama 2 ay sonra ce-e der. yorgunluk, çok yorgunluk sebebi bir şeydir.
fulyanın kızının düğün haberini aldığımda geçen yıldı sanırım. adaşım. evleniyordu, çok mutluydu ve düğün hazırlıkları demek, fulyanın elleri dursa da beyninin, gözlerinin tam kadro işbaşı yapması demekti. masa süslerinden misafirlere verilecek hediyelere kadar her şey, her detay inanılmaz zarif olacaktı, fulya bir kez daha düğün hazırlığındaydı. damadın amerikalı oluşundan naşi, iki düğün hatta. amerikalılara hediye lokum mu olsun, ne olsun 2 ay filan düşünüldü. çeşmealtında düğün olsun, sade olsun, doğal olsun. "sandalye giydirmesi"nden nefret eder, "sandalyeleri evlendirmiyoruz" der, gülerdi. fulya, oryantal gösterişin ana damarı olan parıltı, abartı, sim-kristal- payet işlerinden uzak, sade ve zevkli bir insandı. istediğinde 6 yaşındaki kızlara prenses elbisesi de hazırlardı. küçük kızının düğününde cam göbeği renginde bir elbisesi olacaktı, annemler karar vermişti. bu sade hanfendinin bir günlük de olsa fazlasıyla göze batması şarttı.
daha az çıkar oldu fulya yanımıza. istanbula taşınmadan önce uğradığımda yine gülümsüyodu, "bak becerdin, yaptın, aferin sana" demişti. kızı gelicekti. yemek yapacaktı. düğün vardı. eksik olan, azalan, süremeyen şey umuttu sanırım. araya ingilizce laf serpiştirenlerdendi fulya; ama çok iyi yapardı bunu. türkçesini bilmediği için değil hayır; bazen ingilizcenin daha iyi anlatmasından, bazen de bazı şeyleri türkçe duymayı istememesinden sanırım. ingilizce bazen bir parantezdir.
seçim gününden önceki gün doktor, kızına annesinin 1-2 haftası kaldığını söyledi. annesiyle olmak için doktorasından izin alıp amerikadan gelen, düğününe 1 ay kalmış kızına. seçim günü ilkokul binasına yürürken gözlerimiz yaşlıydı. annemler o gece yine cam göbeği rengindeki elbisenin modelini konuşmaya başlamış, fulya da bu tartışmanın tüm neşesini iyice dinledikten sonra "are you kidding me" deyip acı acı gülmüş, o kadar. "aa tabii ki giyeceksin" denince de peki demiş. böyleydi fulya.
çok ağrısı olduğunu biliyoduk. çok ama. bitsin istediği kadar vardı. "bitsin" dedirtecek kadar. fulyaya bile. elleri durmuş fulya. bu sefer inat etmeyecek gibiydi ve sanırım hakikaten üzücü olan şey de buydu. "ten rengi değişti artık" dedi annem. daha önceden bilinen o renk olmuştu. gelin kızı amerikaya gitti ve damatla geri geldi. nikah halledilmişti. damatlık ve gelinlikle beraber iki gün önce fulyanın karşısındaydılar. fulyanın da umarım cam göbeği bir bluz vardır üstünde.
dün gece annemler saat bire kadar yanındalarmış. sonra dönmüşler. iki gibi de fulya solmuş, galiba uykusunda. acısız. şimdi sanırım çeşmealtına ulaşmıştır, cenaze için.
blogdan naşi "başın sağolsun"lar almak için yazılmadı bu yazı (gerekli edit: zamanında bununla itham edildiğim oldu, ondan yazdım. yanlış anlaşılmasın lütfen. isteyen diler, isteyen yazar) ; dediğim gibi, bu fulya için bir güzellemedir. sizin için de bilgi notudur; zira elleri ağaç dalları gibi olan, üretken, hayat dolu insanları not düşmek gerek. sabahtan beri biraz bulanık biraz da bulutluyum, elimden geleni yapıyorum işte.
15 Nisan 2009 Çarşamba
karzai'nin karısı olmak.
afganistan kaderine teslim edilmiş, unutulmuş, debelenen bir ülke gibi görünüyor bana. kadınları en derinlerde, erkekleri de biraz üstte; ama hepsi debeleniyor. bilmem, karzai'nin karısı ne düşünmüştür bu karardan sonra?
14 Nisan 2009 Salı
duygusal saptamalar yapıcam, çekilin.
Oskar Schindler: I could have got more out. I could have got more. I don't know. If I'd just... I could have got more.
Itzhak Stern: Oskar, there are eleven hundred people who are alive because of you. Look at them.
Oskar Schindler: If I'd made more money... I threw away so much money. You have no idea. If I'd just...
Itzhak Stern: There will be generations because of what you did.
Oskar Schindler: I didn't do enough!
Itzhak Stern: You did so much.
[Schindler looks at his car]
Oskar Schindler: This car. Goeth would have bought this car. Why did I keep the car? Ten people right there. Ten people. Ten more people.
[removing Nazi pin from lapel]
Oskar Schindler: This pin. Two people. This is gold. Two more people. He would have given me two for it, at least one. One more person. A person, Stern. For this. [sobbing]
Oskar Schindler: I could have gotten one more person... and I didn't! And I... I didn't!
Evet bildiniz, Schindler'in Listesi. Bay Schindler'in arabasına bakıp, elindeki üstündekilere bakıp "bunlarla daha kaç kişi kurtarabilirdim!" diye ağlamasına ondan daha fazla ağlayan bir milletiz. Di mi yani, Spielberg bunun için akıttı parayı ve biz o siyah beyaz filmdeki tek kırmızı şeyi hala hatırlıyoruz. spoiler kurbanları da öğrensinler artık, geç kalmışlar.
Yani bunu alıntılamamın sebebi şu: bu dünyada "küçük dağları ben yarattım" havasında gezip yandaki ovalara da utanmasa adını kazıyacak yığınla insan var. bir de yani, işte böyle, bakınız 1100 kişiyi felaketten kurtarıp hala elinden geleni yapmadığını düşünenler. iki zıt kutup. ilk grubun çoğunluk, ikincinin azınlık olduğu bir sistemdeyiz.
Türkan Saylan, evi aranırken, kopyalanmayan harddiskler giderken 56 bin çocuğun burs hakkı peşindeydi. hala. inatla. her zamanki gibi. arama sırasında kan alırken, kemoterapili haliyle. kemoterapi nedir, bir insanı nasıl tüketir, günden güne nasıl eritir bilmeyenler olabilir. ev partileri düzenleyip herkese her şeye yetişebilen şen şakrak bir adamın 35 kilo oluşu ve hala inatla kapadokya-bodrum turu yapmasıdır kemoterapi. bir doğumgünü partisinde, annemin beni dansa kaldıran arkadaşının 6 ay sonra ölüşüdür kanser. siz görmeyin, bilmeyin.
ergenekonu takip edemeyeli aylar oluyo. davanın özünde, dibinde, bir gece oğulları gidip de dönmemiş birçok anne ve baba için önemli olduğunu düşünüyorum. ölebilme, öldürülebilme ihtimallerimizin daha normal seviyelere inmesi için. "hükümet komplosu"culardan değilim yani; ama bu hükümetin de böyle bir büyüklükteki davayı, olayları yönetebileceğinden de ciddi şüphelerim var. (evet yargı bağımsız hı hı. bir kısım yargı ve bir kısım medya yüzünden niyeyse ben pek öyle düşünmüyorum). neyse ne yani.
Türkan Saylan'ın gözlerine, yüzüne, hayatına ve hala burs burs burs deyişine bakınca, azınlık işte Türkan Hanım. o tip azınlıktan. bu yolda ömrünü ve kendini çürütse de yeterli bulmayacaklardan. ben anlamıyorum. tamam genel olarak anlamıyorum belki; ama bu kadar terbiyesizliği, bu ayıbı açıklayacak bir şey bulamıyorum. devlet denetimi delisi olmuş bi dernek zaten. sistemler ve devletler ve gladyonun çok ötesinde, bir birey olarak Türkan Saylan'a gelince konu, o insana, ne bileyim... utanır insan. hayır, türkan saylan'ın schindler olduğunu, fırından insan kurtardığını söylemiyorum. şartlar da farklı yes yes doğrucubaşılar. benim bahsettiğim, ruh. içindeki yani. çaba. emek. okul. öğrenci. yurt. ve kişinin, sıradışı çabalarına rağmen o çabayı yetersiz bulması. neyse işte, anlayana.
başkaları da var, fakındayım. ama kusura bakmasın kimse, türkan saylanın yeri, durumu, geçmişi ayrı. başka o.
Itzhak Stern: Oskar, there are eleven hundred people who are alive because of you. Look at them.
Oskar Schindler: If I'd made more money... I threw away so much money. You have no idea. If I'd just...
Itzhak Stern: There will be generations because of what you did.
Oskar Schindler: I didn't do enough!
Itzhak Stern: You did so much.
[Schindler looks at his car]
Oskar Schindler: This car. Goeth would have bought this car. Why did I keep the car? Ten people right there. Ten people. Ten more people.
[removing Nazi pin from lapel]
Oskar Schindler: This pin. Two people. This is gold. Two more people. He would have given me two for it, at least one. One more person. A person, Stern. For this. [sobbing]
Oskar Schindler: I could have gotten one more person... and I didn't! And I... I didn't!
Evet bildiniz, Schindler'in Listesi. Bay Schindler'in arabasına bakıp, elindeki üstündekilere bakıp "bunlarla daha kaç kişi kurtarabilirdim!" diye ağlamasına ondan daha fazla ağlayan bir milletiz. Di mi yani, Spielberg bunun için akıttı parayı ve biz o siyah beyaz filmdeki tek kırmızı şeyi hala hatırlıyoruz. spoiler kurbanları da öğrensinler artık, geç kalmışlar.
Yani bunu alıntılamamın sebebi şu: bu dünyada "küçük dağları ben yarattım" havasında gezip yandaki ovalara da utanmasa adını kazıyacak yığınla insan var. bir de yani, işte böyle, bakınız 1100 kişiyi felaketten kurtarıp hala elinden geleni yapmadığını düşünenler. iki zıt kutup. ilk grubun çoğunluk, ikincinin azınlık olduğu bir sistemdeyiz.
Türkan Saylan, evi aranırken, kopyalanmayan harddiskler giderken 56 bin çocuğun burs hakkı peşindeydi. hala. inatla. her zamanki gibi. arama sırasında kan alırken, kemoterapili haliyle. kemoterapi nedir, bir insanı nasıl tüketir, günden güne nasıl eritir bilmeyenler olabilir. ev partileri düzenleyip herkese her şeye yetişebilen şen şakrak bir adamın 35 kilo oluşu ve hala inatla kapadokya-bodrum turu yapmasıdır kemoterapi. bir doğumgünü partisinde, annemin beni dansa kaldıran arkadaşının 6 ay sonra ölüşüdür kanser. siz görmeyin, bilmeyin.
ergenekonu takip edemeyeli aylar oluyo. davanın özünde, dibinde, bir gece oğulları gidip de dönmemiş birçok anne ve baba için önemli olduğunu düşünüyorum. ölebilme, öldürülebilme ihtimallerimizin daha normal seviyelere inmesi için. "hükümet komplosu"culardan değilim yani; ama bu hükümetin de böyle bir büyüklükteki davayı, olayları yönetebileceğinden de ciddi şüphelerim var. (evet yargı bağımsız hı hı. bir kısım yargı ve bir kısım medya yüzünden niyeyse ben pek öyle düşünmüyorum). neyse ne yani.
Türkan Saylan'ın gözlerine, yüzüne, hayatına ve hala burs burs burs deyişine bakınca, azınlık işte Türkan Hanım. o tip azınlıktan. bu yolda ömrünü ve kendini çürütse de yeterli bulmayacaklardan. ben anlamıyorum. tamam genel olarak anlamıyorum belki; ama bu kadar terbiyesizliği, bu ayıbı açıklayacak bir şey bulamıyorum. devlet denetimi delisi olmuş bi dernek zaten. sistemler ve devletler ve gladyonun çok ötesinde, bir birey olarak Türkan Saylan'a gelince konu, o insana, ne bileyim... utanır insan. hayır, türkan saylan'ın schindler olduğunu, fırından insan kurtardığını söylemiyorum. şartlar da farklı yes yes doğrucubaşılar. benim bahsettiğim, ruh. içindeki yani. çaba. emek. okul. öğrenci. yurt. ve kişinin, sıradışı çabalarına rağmen o çabayı yetersiz bulması. neyse işte, anlayana.
başkaları da var, fakındayım. ama kusura bakmasın kimse, türkan saylanın yeri, durumu, geçmişi ayrı. başka o.
13 Nisan 2009 Pazartesi
do's and dont's
1) cumartesi gecesi çıkıp için. hatta votka için. mis.
2) kavalyeniz de içsin. beraber aşk böceği olun. mis.
3) bokburger yemeyin. ıslak hamburger mi ne işte, o. sakın. hele reflünüz varsa. öğk.
4) pazar sabahı oldu. başınız berbat, mideniz berbat ama gönlünüz şen. kahvaltınızı ettiniz. rahat batması yaşayıp kuşluk vakti IKEA'ya gitmeyin. dönün paşa paşa uyuyun.
5) hadi gittiniz... yok ya, gitmeyin.
6) tamam buldum. hadi gittiniz, yarı baygın dönüp bi talcid atıp günün yarısı boyunca uyudunuz.. sonra ikea room planner açıp oda dekorasyonuyla uğraşmayın.
7) hadi onu yaptınız. "aa bunda duvar ve yer rengi seçeneği yok" diye başka room planner uygulamaları aramayın bari.
8) hamiş: gerektiğinde huzur içinde ölün. sürünmeyin, inatlaşmayın. şalteri indirin.
böyle işte. ikea'da sanırım masa, yatak vs yanında insan da üretiyolar. zira o kadar insan, klon ordusu gibi aynı hareketlerle aynı yöne ilerlerken bi an hepsinin etiketi görünücekmiş gibi geldi. ron ron ron.. saat 3 yönünde yemek masası.. ron ron ron. (evet "ron" benim klon ordusu efektim). neyse işte yani. çile bitti gibi. montaj ve nakliyenin ayrı günler oluşu, o günlerde evde olmamın gerekliliği, bunun hafta içi oluşu ve bu her şeyin aritmetiği, trigonometrisi ve hatta cebri beni yoruyo. bi daha oralara gitmek de. ron ron ron icabında tabii, iki gün sık dişini. otobüs var, ne kolay. ama pil ömrüm düşük benim, ondan. bi ikea yatak odası takımına kıvrılıp sızıcaktım nerdeyse. ürün tanıtımı iyi olurdu: bayılmışcasına huzurlu uykular. yalnız gitmiş olsam heralde sızardım cidden. neyse işte, takvimliyorum kendimi bu ara.
neyse, olucak biticek umarım. bi ara. ron ron ron.
öncesinde içmiycem ama. içsem de bokburger yok. kendime söz.
2) kavalyeniz de içsin. beraber aşk böceği olun. mis.
3) bokburger yemeyin. ıslak hamburger mi ne işte, o. sakın. hele reflünüz varsa. öğk.
4) pazar sabahı oldu. başınız berbat, mideniz berbat ama gönlünüz şen. kahvaltınızı ettiniz. rahat batması yaşayıp kuşluk vakti IKEA'ya gitmeyin. dönün paşa paşa uyuyun.
5) hadi gittiniz... yok ya, gitmeyin.
6) tamam buldum. hadi gittiniz, yarı baygın dönüp bi talcid atıp günün yarısı boyunca uyudunuz.. sonra ikea room planner açıp oda dekorasyonuyla uğraşmayın.
7) hadi onu yaptınız. "aa bunda duvar ve yer rengi seçeneği yok" diye başka room planner uygulamaları aramayın bari.
8) hamiş: gerektiğinde huzur içinde ölün. sürünmeyin, inatlaşmayın. şalteri indirin.
böyle işte. ikea'da sanırım masa, yatak vs yanında insan da üretiyolar. zira o kadar insan, klon ordusu gibi aynı hareketlerle aynı yöne ilerlerken bi an hepsinin etiketi görünücekmiş gibi geldi. ron ron ron.. saat 3 yönünde yemek masası.. ron ron ron. (evet "ron" benim klon ordusu efektim). neyse işte yani. çile bitti gibi. montaj ve nakliyenin ayrı günler oluşu, o günlerde evde olmamın gerekliliği, bunun hafta içi oluşu ve bu her şeyin aritmetiği, trigonometrisi ve hatta cebri beni yoruyo. bi daha oralara gitmek de. ron ron ron icabında tabii, iki gün sık dişini. otobüs var, ne kolay. ama pil ömrüm düşük benim, ondan. bi ikea yatak odası takımına kıvrılıp sızıcaktım nerdeyse. ürün tanıtımı iyi olurdu: bayılmışcasına huzurlu uykular. yalnız gitmiş olsam heralde sızardım cidden. neyse işte, takvimliyorum kendimi bu ara.
neyse, olucak biticek umarım. bi ara. ron ron ron.
öncesinde içmiycem ama. içsem de bokburger yok. kendime söz.
10 Nisan 2009 Cuma
femme
medyada feminist dil varmış da değiştirilmeliymiş.
bu hikayedeki mal hepimiziz, kusura bakmayın.
bu hikayedeki mal hepimiziz, kusura bakmayın.
tokatta turizm.
tokat'ı hiç bilmem. sezarla ilgili haberden naşi il kültür ve turizm müdürlüğünün sitesine girip baktım. "alimler konağı, fazıllar yurdu ve şairler yatağı" imiş. evliya çelebi öyle demiş yani. tokat müzesi sanal turu bile var. fotoğrafları çeviriyosunuz, figürinlerin önünü arkasını görüyosunuz filan. tabii genel olarak sadece "tanrı figürini", "kadın figürini", "erkek figürini" yazıyo. gözümüzle gördüğümüz şeye bir iki satır daha bilgi eklensin isterdim ben; ama müzelerde niyeyse böyle hep, genel bi şi. Çekül işbirliğiyle kelkit havzası müzeleri sitesi yapılmış, sıradan bakılıyo. güzel bi şi işte. neyse, konumuz sezar.
malum, yegane yurtdışında yaşama deneyimim hollandada 15 ay. elimizde bu var, referans noktası budur. hani vardır ya, "tarih fışkıran topraklardayız" klişesi; öyleyiz hakikaten. bi anda onsuz kalınca anlıyo insan. hollandada tarih yok mu, var. sömürgeciliği başlattılar, lütfen, hakkını yemeyin yani. ama oralarda bir yerde kalıyo. daha gerisi yok. "god created the world and the duch created the netherlands" neticede. oralar eskiden bataklıktı. eh işte, ordan bi kubbe, burdan bakımsız bi hamam, şurdan eski bir köşk döküntüsü filan göremiyo insan. göz görmeyince gönül özlüyo aslında.
kimi insan yeniyi, en yeniyi, yepyeniyi ister. ben öyle değilim. yeniyi takdir etsem de (hahah: "saygı duyuyorum"), örneğin hala urartulardan kalan sulama kanallarının kullanılması beni gerçekten büyülüyo -- daha iyisini henüz yapamamış olmamız. huyumuzun suyumuzun aynı kalması. hem insanoğlu, sen ben ve biz de, geriye izimiz kalsın diye debelendiğimize göre, iz bırakanlara bi dönüp bakmak lazım sanki.
neyse işte. dağıldım. konu sezardı, sonra noldu? hah. hollanda. işte sezar "veni,vidi, vici" lafını bu hollanda diyarının ücra bir şehrinde demiş olsaydı neler olurdu, onu düşündüm bi. heiyelik eşyayı geçtim, bunun için özel bir hazır giyim sektörü olurdu, kocaman Vsi olan tasarımlar filan. tasar tasar bi ülke zaten, dibine vururlardı bence. ziyaretçilere "ben de veni vidi vici icabında" dedirtme deneyimi yaşatılırdı. sezarın lafı ettiği nokta tespit edilir, civar illere gelenlere "sezar turu" pazarlanır, yolcuların kafasına defne çelenkleri takılırdı. etrafta kesin bi "roma hamamı" temalı otel olurdu, şifalı sular ve ah tabii ki: SPA. yunanlılar çılgınca lokanta açar, beyaz örtüler içinde salınarak "romalı" olur, hollandalıların da midesi yemek görürdü bu vesileyle.
çok affedersiniz de yani, sezarın kanalizasyon kanalları ordan geçse bile ortalık bayram yerine dönebilir, öyle bi potansiyelleri var. "yüce sezarın romalı sidiği" filan. yapay şelale yaparlar valla. neyse işte iğrençleşmiym. bi nevi, sezarın ve o "veni vidi vici" lafının röntgeni çekilir, otopsisi yapılır ve hatta ırzına geçilir, pazarlanmadık noktası kalmazdı. biz de o küçücük kasabanın adını ne zaman duysak, "hıı evet amsterdam denince red light, ..... denince sezar" der, illa ki hatırlardık.
yani demem o ki, höyük höyük kazıları geçtim, müzesizliği de geçtim hadi, ortalıkta bir tek kalıntı olmasa da, "sezar vaz hiyır" yazılı bir taş bile bulunmasa da, suyu çıkabilecek bir turizm potansiyeli bu. tarihin tacizi aşamasına gelmesini ben de istemem. sezarı bi laf ettiğine pişman etmenin anlamı yok. hatta "tarih=turizm= para" denklemiyle tarihin ürüne dönüşmesi de bi yerden sonra canımı sıkıyo. ama yani, varsın tokat da "hani şu sezarın veni vidi vici dediği yer" diye bilinsin, fena mı olur? mesela yani?
malum, yegane yurtdışında yaşama deneyimim hollandada 15 ay. elimizde bu var, referans noktası budur. hani vardır ya, "tarih fışkıran topraklardayız" klişesi; öyleyiz hakikaten. bi anda onsuz kalınca anlıyo insan. hollandada tarih yok mu, var. sömürgeciliği başlattılar, lütfen, hakkını yemeyin yani. ama oralarda bir yerde kalıyo. daha gerisi yok. "god created the world and the duch created the netherlands" neticede. oralar eskiden bataklıktı. eh işte, ordan bi kubbe, burdan bakımsız bi hamam, şurdan eski bir köşk döküntüsü filan göremiyo insan. göz görmeyince gönül özlüyo aslında.
kimi insan yeniyi, en yeniyi, yepyeniyi ister. ben öyle değilim. yeniyi takdir etsem de (hahah: "saygı duyuyorum"), örneğin hala urartulardan kalan sulama kanallarının kullanılması beni gerçekten büyülüyo -- daha iyisini henüz yapamamış olmamız. huyumuzun suyumuzun aynı kalması. hem insanoğlu, sen ben ve biz de, geriye izimiz kalsın diye debelendiğimize göre, iz bırakanlara bi dönüp bakmak lazım sanki.
neyse işte. dağıldım. konu sezardı, sonra noldu? hah. hollanda. işte sezar "veni,vidi, vici" lafını bu hollanda diyarının ücra bir şehrinde demiş olsaydı neler olurdu, onu düşündüm bi. heiyelik eşyayı geçtim, bunun için özel bir hazır giyim sektörü olurdu, kocaman Vsi olan tasarımlar filan. tasar tasar bi ülke zaten, dibine vururlardı bence. ziyaretçilere "ben de veni vidi vici icabında" dedirtme deneyimi yaşatılırdı. sezarın lafı ettiği nokta tespit edilir, civar illere gelenlere "sezar turu" pazarlanır, yolcuların kafasına defne çelenkleri takılırdı. etrafta kesin bi "roma hamamı" temalı otel olurdu, şifalı sular ve ah tabii ki: SPA. yunanlılar çılgınca lokanta açar, beyaz örtüler içinde salınarak "romalı" olur, hollandalıların da midesi yemek görürdü bu vesileyle.
çok affedersiniz de yani, sezarın kanalizasyon kanalları ordan geçse bile ortalık bayram yerine dönebilir, öyle bi potansiyelleri var. "yüce sezarın romalı sidiği" filan. yapay şelale yaparlar valla. neyse işte iğrençleşmiym. bi nevi, sezarın ve o "veni vidi vici" lafının röntgeni çekilir, otopsisi yapılır ve hatta ırzına geçilir, pazarlanmadık noktası kalmazdı. biz de o küçücük kasabanın adını ne zaman duysak, "hıı evet amsterdam denince red light, ..... denince sezar" der, illa ki hatırlardık.
yani demem o ki, höyük höyük kazıları geçtim, müzesizliği de geçtim hadi, ortalıkta bir tek kalıntı olmasa da, "sezar vaz hiyır" yazılı bir taş bile bulunmasa da, suyu çıkabilecek bir turizm potansiyeli bu. tarihin tacizi aşamasına gelmesini ben de istemem. sezarı bi laf ettiğine pişman etmenin anlamı yok. hatta "tarih=turizm= para" denklemiyle tarihin ürüne dönüşmesi de bi yerden sonra canımı sıkıyo. ama yani, varsın tokat da "hani şu sezarın veni vidi vici dediği yer" diye bilinsin, fena mı olur? mesela yani?
9 Nisan 2009 Perşembe
sevgili chloe
8 Nisan 2009 Çarşamba
1001
1001. postum. vuhuhuhuhuuu çekiyorum kendime bunun şerefine. şehrazat olsa bundan sonra susardı ama ben susmiycam.
her genç ikea'yı tadacaktır. benim sıram da nihayet geldi ama ne zaman, nasıl, o bir muamma. meali: ankaradan cam şişe gelsin, evde bir bayram havası. numaralı sokaklara alışma vakti.
işe arabayla gittiğimiz o iki günde bazen radyoda çalan bi şarkı çok feylesofça geliyo bana. uyanamadığım için olabilir. ah diyorum, inince bulucam bu şarkıyı. tüm sorunlar gidicek. iniyorum ve giden ilk şey şarkı oluyo. evet not defterim var, yazmak da geliyo aklıma ama ı-ıh. hatırlayamadığıma göre bu o şarkı diil. the şarkı diil. geçebiliriz.
hani kapu tapastro lanetim vardı ya.. bitmiş. raporu çıkmış. biten projelerin raporunu görmek güzel. daha yolda olan, aylar aylar sonra "bak bunun da raporu hazır" denecek projeler de var. geçmişe yolculuk gibi, yaptığım, yazdığım şeyleri, çektiğim acıları görmek. tezimle bile böyle kaynaşmamıştım ben; o benim beynimin aktığı, başta sevip sonra küstüğüm daraltıcı bir kağıt öbeğiydi. severek doğurduğum; ama bakımsızlıktan elimden alınan çocuk gibi filan. görmek istemedim daha sonra. benzetmelere gel.
festival biletlerimiz var. nihayet. üstatlar kahvesi izlendi bile. güzeldi ama (kısmi spoiler- dikkat!) bence fazla stüdyo içindeydi. sokaklar, o bahsi geçen cafeler filan olsun isterdim daha çok. neyse, adamlar ölmeden belgelenmişler, iyi de olmuş. hepinize benden virgina luque süsleri.
işte çabuk panikleyen biriymişim. sakin olmayabilirim, evet. adrenalinle iş görüyorum ve genimde pimpirik var. organizasyon işlerini sevmiyosam mesela, kendimi bildiğimden, onlar yine dönüp dolaşıp beni buluyosa bahtsızlığımdan. aslında cidden paniklemek değil o; şikayet-çeneme vurması- işin bitmeyeceğini bilmek üçlüsü. bitmiyo da zaten. öngörüden gevezeleşmek. neyse yani, beni bana bırakın. bu potansiyelimi ikea'da delirmeye harciycam. hem hakikaten ona değer.
güzel şeyler de oluyo. mesela saat 11.11 şu an. akşam konser var. kolum hızla iyileşiyo.
güneşten burnum yanmış,geçer. her sene aynı şey. koruyucu krem alıcam alt tarafı. ne kadar zor olabilir? krem almaya gittiğimde, sırf elinde 50+ güneş koruma faktörlü ürün olmadığı için "doktorlar artık 50 faktörün üstünü önermiyo, kemikler güneşsiz kalıyomuş, size ancak 30 verebilirim, yo yo sakın bunu istemeyin benden, yo hayır yapamam" bilmişliğini yapan ve kendince beni benden koruyan kozmetik ürünü fıçısına sinirlenmeseydim uygun bi şi alıcaktım. ama o an aklımdan geçen tek şey doktorumun diplomasını, 10 yıllık eğitimi boyunca kullandığı kitapları ve yazdığı reçeteleri kızcağıza yedirmekti. bi suçu da yok aslında kendi alemi içinde; ama bana bulaşmasın. sohbet aslında iyice boğucu. çok da basit başlamıştı her şey:
- pardon, bu kremin güneşten koruma faktörü kaç?
-hmm demek leke sorununuz var...
-leke sorunum yok, onlar ben.
-evet yani güneşte benleriniz çıkıyo... (önce teşhis, sonra tedavi tabii)
-hayır benlerim zaten mevcut, kanser olmamaya çalışıyorum. bu ürünün SPF'sini soracaktım. doktorum 50 SPF'li ürün kullan demişti de.
- şimdi hanfendi yalnız doktorlar kararlarını değiştirdiler (yemin ederim cümle bu). artık önermiyolar. tehlikeliymiş. elinizdeki krem de zaten 30 faktör.
-ben 50 kullandım hep, memnunum. onu tercih ederim.
- ama olmaz; kemikler güneşsiz kalıyo. çok sağlıksız.
- (hayır, susucam artık)..... yani elinizde 50 spfli krem yok?
- şey evet yok.
- teşekkürler.
- ama zaten 30 kullanmalısınız.
- (dönme, bakma, ileri)... iyi akşamlar.
kemikler güneşsiz kalıyomuş. peheyt. hayır sanki kendimi izolasyon maddesiyle kaplatıyorum, kurşunla sıva filan yapıyorum. 50 faktör demek, 50 dakika yüksek koruma demek aslında. o kadar yani. sayılar ordan naşi. bilmesem inanıcam. netçe: burnum yandı iki gram güneş görünce. hıh. solaryum güzelimiz ise bu açıdan dertsiz, araba farı kıvamı rimellediği gözleriyle etrafta ruhsatsız doktor gibi fetva veriyo. doktor adına konuşma bari. isviçreli uzmanlar demek üzereydi ben kaçarken.
en sinirime dokunan yanı da o kadar krem kavanozu ve şişesi arasında ayrı bi boyuta geçip kendilerini guru ilan etmeleri. allık sorarsın mesela. sanki az ileride "Mineral Allıkların Üstünlükleri ve Yaşasın Cildimiz" konferansı var, kendisi de moderatör, tanımamak ayıp. tepeden tepeden konuşma tavrına cidden sinir oluyorum. netiçede sattığın şey bir krem, yaptığımız şey ticaret. sanki ürünü bizzat üretmiş de kariyeri söz konusuymuş gibi agresifleşmeyi anlamıyorum. ve yani bana bakınca kabak gibi görünen bir gerçek var: ne istediğim belli ve o sende yok. nokta o zaman. far rengi seçemeyen kıza yardım edin, beni bırakın.
lüzumsuz bir takılma mı, evet. başka şeylerden bahsedecektim galiba aslında... unuttum gitti. olsun. 1001. post da ortaya karışık olsun madem.
her genç ikea'yı tadacaktır. benim sıram da nihayet geldi ama ne zaman, nasıl, o bir muamma. meali: ankaradan cam şişe gelsin, evde bir bayram havası. numaralı sokaklara alışma vakti.
işe arabayla gittiğimiz o iki günde bazen radyoda çalan bi şarkı çok feylesofça geliyo bana. uyanamadığım için olabilir. ah diyorum, inince bulucam bu şarkıyı. tüm sorunlar gidicek. iniyorum ve giden ilk şey şarkı oluyo. evet not defterim var, yazmak da geliyo aklıma ama ı-ıh. hatırlayamadığıma göre bu o şarkı diil. the şarkı diil. geçebiliriz.
hani kapu tapastro lanetim vardı ya.. bitmiş. raporu çıkmış. biten projelerin raporunu görmek güzel. daha yolda olan, aylar aylar sonra "bak bunun da raporu hazır" denecek projeler de var. geçmişe yolculuk gibi, yaptığım, yazdığım şeyleri, çektiğim acıları görmek. tezimle bile böyle kaynaşmamıştım ben; o benim beynimin aktığı, başta sevip sonra küstüğüm daraltıcı bir kağıt öbeğiydi. severek doğurduğum; ama bakımsızlıktan elimden alınan çocuk gibi filan. görmek istemedim daha sonra. benzetmelere gel.
festival biletlerimiz var. nihayet. üstatlar kahvesi izlendi bile. güzeldi ama (kısmi spoiler- dikkat!) bence fazla stüdyo içindeydi. sokaklar, o bahsi geçen cafeler filan olsun isterdim daha çok. neyse, adamlar ölmeden belgelenmişler, iyi de olmuş. hepinize benden virgina luque süsleri.
işte çabuk panikleyen biriymişim. sakin olmayabilirim, evet. adrenalinle iş görüyorum ve genimde pimpirik var. organizasyon işlerini sevmiyosam mesela, kendimi bildiğimden, onlar yine dönüp dolaşıp beni buluyosa bahtsızlığımdan. aslında cidden paniklemek değil o; şikayet-çeneme vurması- işin bitmeyeceğini bilmek üçlüsü. bitmiyo da zaten. öngörüden gevezeleşmek. neyse yani, beni bana bırakın. bu potansiyelimi ikea'da delirmeye harciycam. hem hakikaten ona değer.
güzel şeyler de oluyo. mesela saat 11.11 şu an. akşam konser var. kolum hızla iyileşiyo.
güneşten burnum yanmış,geçer. her sene aynı şey. koruyucu krem alıcam alt tarafı. ne kadar zor olabilir? krem almaya gittiğimde, sırf elinde 50+ güneş koruma faktörlü ürün olmadığı için "doktorlar artık 50 faktörün üstünü önermiyo, kemikler güneşsiz kalıyomuş, size ancak 30 verebilirim, yo yo sakın bunu istemeyin benden, yo hayır yapamam" bilmişliğini yapan ve kendince beni benden koruyan kozmetik ürünü fıçısına sinirlenmeseydim uygun bi şi alıcaktım. ama o an aklımdan geçen tek şey doktorumun diplomasını, 10 yıllık eğitimi boyunca kullandığı kitapları ve yazdığı reçeteleri kızcağıza yedirmekti. bi suçu da yok aslında kendi alemi içinde; ama bana bulaşmasın. sohbet aslında iyice boğucu. çok da basit başlamıştı her şey:
- pardon, bu kremin güneşten koruma faktörü kaç?
-hmm demek leke sorununuz var...
-leke sorunum yok, onlar ben.
-evet yani güneşte benleriniz çıkıyo... (önce teşhis, sonra tedavi tabii)
-hayır benlerim zaten mevcut, kanser olmamaya çalışıyorum. bu ürünün SPF'sini soracaktım. doktorum 50 SPF'li ürün kullan demişti de.
- şimdi hanfendi yalnız doktorlar kararlarını değiştirdiler (yemin ederim cümle bu). artık önermiyolar. tehlikeliymiş. elinizdeki krem de zaten 30 faktör.
-ben 50 kullandım hep, memnunum. onu tercih ederim.
- ama olmaz; kemikler güneşsiz kalıyo. çok sağlıksız.
- (hayır, susucam artık)..... yani elinizde 50 spfli krem yok?
- şey evet yok.
- teşekkürler.
- ama zaten 30 kullanmalısınız.
- (dönme, bakma, ileri)... iyi akşamlar.
kemikler güneşsiz kalıyomuş. peheyt. hayır sanki kendimi izolasyon maddesiyle kaplatıyorum, kurşunla sıva filan yapıyorum. 50 faktör demek, 50 dakika yüksek koruma demek aslında. o kadar yani. sayılar ordan naşi. bilmesem inanıcam. netçe: burnum yandı iki gram güneş görünce. hıh. solaryum güzelimiz ise bu açıdan dertsiz, araba farı kıvamı rimellediği gözleriyle etrafta ruhsatsız doktor gibi fetva veriyo. doktor adına konuşma bari. isviçreli uzmanlar demek üzereydi ben kaçarken.
en sinirime dokunan yanı da o kadar krem kavanozu ve şişesi arasında ayrı bi boyuta geçip kendilerini guru ilan etmeleri. allık sorarsın mesela. sanki az ileride "Mineral Allıkların Üstünlükleri ve Yaşasın Cildimiz" konferansı var, kendisi de moderatör, tanımamak ayıp. tepeden tepeden konuşma tavrına cidden sinir oluyorum. netiçede sattığın şey bir krem, yaptığımız şey ticaret. sanki ürünü bizzat üretmiş de kariyeri söz konusuymuş gibi agresifleşmeyi anlamıyorum. ve yani bana bakınca kabak gibi görünen bir gerçek var: ne istediğim belli ve o sende yok. nokta o zaman. far rengi seçemeyen kıza yardım edin, beni bırakın.
lüzumsuz bir takılma mı, evet. başka şeylerden bahsedecektim galiba aslında... unuttum gitti. olsun. 1001. post da ortaya karışık olsun madem.
7 Nisan 2009 Salı
obama-free kalabilmek
ben yaptım. haberleri izlemedim, sabah sabah enteresan bi şekilde yollar açıktı. az önce de memleketine döndü selametle. kırlangıç fırtınası yaşadı, haberi yok. şimdi bitmiş bi maçın tekrarını izlerken skoru öğrenmemeye çalışan taraftar gibi bi haldeyim. başlık da yarı ingilizce, evet.
halbuki 10 yıl önce de erkan bebek miydi neydi, clinton'ın burnunu sıkmıştı. yani başkanlar gelir gider, biz burnunu sıkarız. düzgün bir "merhaba" diyebildi mi merak ederiz, işte efendim dış basındaki yankılarına sudaki aksimizmiş gibi büyülenerek bakarız filan. o zaman deprem yeni olmuştu. arada 3 abd başkanı (ki bush iki turdu, rica edicem onu 5 sayalım) eskittik. noldu depreme? depremde ölenlere? öldürenlere? rakı içinde 30 bin baloncuk oldu hepsi, hazin ve boğucu ağustos gecelerinde mezemizin yanında içerken ağladık heralde. yeniler ölmesindi hani? "sahi 10 yıl olmuş" yaa. bilmem, obamadan depreme hızlı mı geçtim noldu; ama ben bu "esmaralda bana su verdi" diye sevinen Quasimodo hallerinden bunaldım. işte Notre Dame, işte kambur. su verse nolur, soğuk soğuk iç otur (buyrun size kafiye, şirketten).
bir ülke büyüğü gelir, 23 nisan kostümü giydirilmiş gibi duran "semavi din temsilcileri" kendisiyle buluşur, istanbul belediyesi tanıtım videosu tadında gülücükler eşliğinde konuşulur. ev sahibi statüsünden kendisine en alengirli, en ücra ve muhtemelen bayaa lezzetli şeyler ikram edilir. yani bilirsiniz işte, misafirin memnuniyeti için her şey mübah. netçe: biz ev sahibi ülkeyiz.
hatçe:bok ev sahibiyiz.
ortada ev yok. o taraftan bakınca, bizim de arada bi çok şişindiğimiz üzere, köprüyüz efendim. bilirsiniz köprü sahibi olunabilecek bi mekan değildir; zira köprüde kalınmaz. köprüden geçersin ve gidersin. doğudan batıya veya tersi. handa bile sabahlarsın ama köprüde olmaz. ev sahipliği oynuyoruz ama bence köprü bekçisinden lüzumsuz eğlence gibi bir hal var ortada. yani köprülük, doğası gereği bağlar ve bırakır. jeopolitik ve dini köprülenmelerimiz haricinde, ne var elimizde bilmiyorum. şöyle bi görüntü: obama köprünün başına gelmiş, karşı taraftakine sesleniyo. biz de buna "mecliste konuşma" diyoruz. ya da tersi, bi kısım ortadoğulular istanbulda toplaşıp barış tartışıyolar, burda da biz köprücan. köprü, aracı, ara parça falan filan.
ticarette olsa aracı kurumluktan parsayı toplayabilirdik ama sanırım işler öyle yürümüyo.
neyse, öyle işte. gündem bile diil aslında ve ben çatacak yer arıyorum.
yegane alerjim makyaj ürünlerine. temizlemezsem 1-2 gün, pıtır pıtır kırmızı noktalarla doluyo göz kapağımın içi. göz kapağım zavallı, kırmızı ve pofuduk bir hal alıyo. bkz. aldı. bile bile lades. kaşınıyo meret. geçer. göz kapağı kaşınması sinir bozucu.
neyse, bir insanı sevmekle başlar her şey. di mi. parkta çift avına çıkan manyaklara rağmen. sinirliyim. 60 yaşında ruhsatsız silah taşıyan bir doktor tarafından ölen bir adamın ölüm sebebi ne? öpüşmek. gidin sevişin rahatlayın kardeşim. obama da sevişsin, kırlangıçlar da. yeter yahu.
halbuki 10 yıl önce de erkan bebek miydi neydi, clinton'ın burnunu sıkmıştı. yani başkanlar gelir gider, biz burnunu sıkarız. düzgün bir "merhaba" diyebildi mi merak ederiz, işte efendim dış basındaki yankılarına sudaki aksimizmiş gibi büyülenerek bakarız filan. o zaman deprem yeni olmuştu. arada 3 abd başkanı (ki bush iki turdu, rica edicem onu 5 sayalım) eskittik. noldu depreme? depremde ölenlere? öldürenlere? rakı içinde 30 bin baloncuk oldu hepsi, hazin ve boğucu ağustos gecelerinde mezemizin yanında içerken ağladık heralde. yeniler ölmesindi hani? "sahi 10 yıl olmuş" yaa. bilmem, obamadan depreme hızlı mı geçtim noldu; ama ben bu "esmaralda bana su verdi" diye sevinen Quasimodo hallerinden bunaldım. işte Notre Dame, işte kambur. su verse nolur, soğuk soğuk iç otur (buyrun size kafiye, şirketten).
bir ülke büyüğü gelir, 23 nisan kostümü giydirilmiş gibi duran "semavi din temsilcileri" kendisiyle buluşur, istanbul belediyesi tanıtım videosu tadında gülücükler eşliğinde konuşulur. ev sahibi statüsünden kendisine en alengirli, en ücra ve muhtemelen bayaa lezzetli şeyler ikram edilir. yani bilirsiniz işte, misafirin memnuniyeti için her şey mübah. netçe: biz ev sahibi ülkeyiz.
hatçe:bok ev sahibiyiz.
ortada ev yok. o taraftan bakınca, bizim de arada bi çok şişindiğimiz üzere, köprüyüz efendim. bilirsiniz köprü sahibi olunabilecek bi mekan değildir; zira köprüde kalınmaz. köprüden geçersin ve gidersin. doğudan batıya veya tersi. handa bile sabahlarsın ama köprüde olmaz. ev sahipliği oynuyoruz ama bence köprü bekçisinden lüzumsuz eğlence gibi bir hal var ortada. yani köprülük, doğası gereği bağlar ve bırakır. jeopolitik ve dini köprülenmelerimiz haricinde, ne var elimizde bilmiyorum. şöyle bi görüntü: obama köprünün başına gelmiş, karşı taraftakine sesleniyo. biz de buna "mecliste konuşma" diyoruz. ya da tersi, bi kısım ortadoğulular istanbulda toplaşıp barış tartışıyolar, burda da biz köprücan. köprü, aracı, ara parça falan filan.
ticarette olsa aracı kurumluktan parsayı toplayabilirdik ama sanırım işler öyle yürümüyo.
neyse, öyle işte. gündem bile diil aslında ve ben çatacak yer arıyorum.
yegane alerjim makyaj ürünlerine. temizlemezsem 1-2 gün, pıtır pıtır kırmızı noktalarla doluyo göz kapağımın içi. göz kapağım zavallı, kırmızı ve pofuduk bir hal alıyo. bkz. aldı. bile bile lades. kaşınıyo meret. geçer. göz kapağı kaşınması sinir bozucu.
neyse, bir insanı sevmekle başlar her şey. di mi. parkta çift avına çıkan manyaklara rağmen. sinirliyim. 60 yaşında ruhsatsız silah taşıyan bir doktor tarafından ölen bir adamın ölüm sebebi ne? öpüşmek. gidin sevişin rahatlayın kardeşim. obama da sevişsin, kırlangıçlar da. yeter yahu.
5 Nisan 2009 Pazar
taklit
kendisiyle ilk karşılaşmamız ankarada, kalenin ordaki antikacılarda oldu. ince, uzun ve zarifti. kahverengiydi rengi. fiyatını sordum, 2,500 lira gibi bi şi söylediler. yuh dedim. "bu mala yine iyi apla" dedi adam, hak verdim. kumbara edindim sonra. gün o gündür.
ters dönmüş yusufçukların saçtığı ışıktan büyülendiğim ilk an budur işte. tiffany lambadan bahsediyorum. hatta lamdaber mi ne deniyo galiba.. kesinlikle "aydınlatma ünitesi" filan diil bu eşya. "ışık oyunu mobilyası" olabilir ancak adı. vitray gibi; ama soluk renkli, kanatlarında ince ince iş... link verdiklerim benim gördüğümün yanında solda sıfır. o bi kere, morlu-maviliydi. uzundu hem. ben öyle antika meraklısı biri diilim, hatta mobilya mümkün olduğunca sade olsun isterim. desenli koltuklar filan boğar beni. danteller, koltuk ayakları filan, üstüme üstüme gelir. hatta yusufçuk desenine de doydum ben göre göre. ama tiffany lamba, özel kontenjandan henüz olduramadığım evimin baş köşesine sahip.
neyse, kendisinin taklitleri de mevcut tabii. fare giremediği yere sabun kalıbı taşırmış, benimki de o hesap. şimdi taklitlerinin fiyatlarını filan buluyorum. hiçbiri de o gördüğüm kadar zarif olamiycak, belli.
aa şemsiyesi bile var yahu. evet evet. artık şemsiyeyi açar, içinde ışık yakıp "tiffany oldum ben" derim.
ters dönmüş yusufçukların saçtığı ışıktan büyülendiğim ilk an budur işte. tiffany lambadan bahsediyorum. hatta lamdaber mi ne deniyo galiba.. kesinlikle "aydınlatma ünitesi" filan diil bu eşya. "ışık oyunu mobilyası" olabilir ancak adı. vitray gibi; ama soluk renkli, kanatlarında ince ince iş... link verdiklerim benim gördüğümün yanında solda sıfır. o bi kere, morlu-maviliydi. uzundu hem. ben öyle antika meraklısı biri diilim, hatta mobilya mümkün olduğunca sade olsun isterim. desenli koltuklar filan boğar beni. danteller, koltuk ayakları filan, üstüme üstüme gelir. hatta yusufçuk desenine de doydum ben göre göre. ama tiffany lamba, özel kontenjandan henüz olduramadığım evimin baş köşesine sahip.
neyse, kendisinin taklitleri de mevcut tabii. fare giremediği yere sabun kalıbı taşırmış, benimki de o hesap. şimdi taklitlerinin fiyatlarını filan buluyorum. hiçbiri de o gördüğüm kadar zarif olamiycak, belli.
aa şemsiyesi bile var yahu. evet evet. artık şemsiyeyi açar, içinde ışık yakıp "tiffany oldum ben" derim.
3 Nisan 2009 Cuma
ifil fili
Kendime stilize çubuklu pijama aldım. tülbent gibi. beli kemerli filan. bunu niye yazıyorum; çünkü tek isteğim pijama içinde yaşamak bu ara. ifil ifil, pamuklu ve ifil ifil ve ifil yine. ince çubukları ve stilize oluşuyla da bana bunu sağliycak kendisi umarım. pantolonmuş gibi yapıyo. Ayrıca gün olur boğaz kenarında mangal yapmak istersem en şık ben oluciim. tabii önce havaların biraz daha ısınması lazım; ama kırlangıçlar güzeldir, az buçuk daha bekleyebilirim.
stilize çubuklu pijama (evet hep italik yazıcam bunu) alışverişimin bir tesadüfü de elsa hanımla karşılaşmak oldu bakınız. bu tesadüfle öğrendim ki ses tonu cupcake kıvamı olan bir güzide blogır kendisi. itiraf ediyorum ben blogırların en çok ses tonunu merak ediyorum. bilinçaltımda bir perihan mağden vakası yaşama korkusu olabilir. neyse işte, hatta elsa için "cupcake yiyen kedi" bile denebilir, benim yorgun ve yaşlanmış ruh halime çok iyi geldi. benim yine çeneme vurdu galiba ama en azından bu sefer koşma taklidi yapmadım, bu da kârdır. diğ miğ diğ miğ.
bir boş vaktimde oynamak üzere uzuuuun renkli püsküller istiyorum.
kaptanın çiçek defteri: mineler de açmış, mavi ve minik.
stilize çubuklu pijama (evet hep italik yazıcam bunu) alışverişimin bir tesadüfü de elsa hanımla karşılaşmak oldu bakınız. bu tesadüfle öğrendim ki ses tonu cupcake kıvamı olan bir güzide blogır kendisi. itiraf ediyorum ben blogırların en çok ses tonunu merak ediyorum. bilinçaltımda bir perihan mağden vakası yaşama korkusu olabilir. neyse işte, hatta elsa için "cupcake yiyen kedi" bile denebilir, benim yorgun ve yaşlanmış ruh halime çok iyi geldi. benim yine çeneme vurdu galiba ama en azından bu sefer koşma taklidi yapmadım, bu da kârdır. diğ miğ diğ miğ.
bir boş vaktimde oynamak üzere uzuuuun renkli püsküller istiyorum.
kaptanın çiçek defteri: mineler de açmış, mavi ve minik.
külyutmaz
8 nisan civarında hava aniden soğursa, gerçekçi ve gri meteoroloji uzmanları konuyu balkanlarla, poyrazla filan açıklayabilirler. harita önlerinde ahkam kesebilirler. halbuki durumun kırlangıç fırtınasından başka bir şey olmadığını hepimiz biliyoruz. kanatlarında son rüzgarla gelecekler ve 28 eylüle kadar kalacaklar. yemişim balkanlarınızı.
2 Nisan 2009 Perşembe
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)