dergileri hep cok sevdim, gazete eklerini de. zalim londra, dergi dediniz mi kamyonla onunuze yigiyor, cok fazla secenek var. surekli aldiklarimin yaninda bir de birinci, ikinci sayisi oldugunu gorunce destek icin, meraktan veya salt takdirden aldiklarim da var. ben ve dergilerim, ciddi mesaiyiz.
neyse, hani denk gelirsiniz, yolunuz duser alirsiniz veya website / sosyal medya takibi, tablete indirmek filan da size yetiyordur, onerebileceklerim sunlar:
Little White Lies: sinema dergisi. her sayi tek bir filme adaniyor; kapaktan yonetmen roportajlarina, kostume, muzige kadar. bu ince cabayi seviyorum. her sayisini almasam da websiteleri ve twitter hesaplari da pek guzel, takipteyim.
ernest journal: hem blog, hem ipad app'i hem de yilda iki kez basilan bir dergi. ben ikinci sayisina denk gelip aldim, pek sevdim. ingiltere'de kaybolmaya yuz tutup dirilen el sanatlarindan, ilginc tarihi hikayelerine kadar, farkli bircok alanda dolu dolu yazilari olan, tam bir merak dergisi. okumadigim satiri olmadi. su aralar en mutlu kesfim. biraz da "ne guzeldir ingilizlik" havasi var, onu seviyorum.
gentlewoman: dergi gibi dergi. bi kere ebatlari hasmetli. yilda iki kere cikmasinin hakkini veriyor. gentleman-gentlewoman kelime oyununu sevdigim, bolca kullandigim icin gorur gormez almistim ilk kez. son sayida kapak ve dosya kizi bjork. moda agirlikli, ama kesinlikle resimlerine bakmalik kuafor dergisi degil, yanlis anlamayiniz. aksine pek guzel okunuyor, done done bakiliyor.
oh comely: sanirim ben bu derginin hedef yas grubunun ust kisimindayim; ama kisa hikayeleri, sacmaliga ovgusu ve nasil oldugunu anlamasam da kapagini her acisimda zamani yavaslatmasiyla benim canim. iki ayda bir cikiyor. evinin her deligini kovugunu karistirmayi sevdiginiz, biraz daginik ama pek renkli arkadasiniz gibi. pek de sakin. neyse, ben gaza gelip dergi +curiosity box subscription bile yaptim.
ilk sayi kesiflerinden the holborn'u sevdim; duzenli olmasa da arada bi alirim. Studio Ahira'nin cikardigi Essay bir harikaydi ama sanirim devami gelmedi, hasretle bekliyorum. Isvicre menseili Ours "the conscious and critical mag for the curious citizen" aciklamasinin hakkini veren bir dergi, kendisinin 6. sayisi ama bana yeni kesif oldugundan ekledim. Danimarka'dan iki tane ilk sayi dergisi denedim, her ikisi de yilda iki kez cikiyor: Oak ve Cold North. Oak'taki moda / urun cekimlerini azaltsak tam olacak sanki, dikkatimi dagitti biraz. Cold North ise tam bir zanaat dergisi, eski veya yeni, eliyle hayatini kazanan insanlari tanitiyor. tasarim meraklilarina zevkli gelir sanki. ilkine denk gelsem de son sayi cok ilgimi cekmedi, ikinciye henuz denk gelmedim.
kinfolk'un ouur sonrasi giderek urun brosurune / monocle'in kotu bir taklidine donusmesi (son kapak = yargici brosuru resmen), cereal vb sonradan gelenlerin asla ilgimi cekmemesi filan derken, dergilerde durum budur. slow living'in icinin bombos edilip "I live slow cos I'm fuckin' rich enough" haline gelmesi de kendinin karikaturu tabii; slow bile parayla oldu. merak ettigim bir iki mutfak dergisi var, onlari tek bir kitapcida buldugum icin uygun vakti kovaliyorum. fetis olarak yemek degil, gida olarak yemek icin.
neyse, arada bir aldigim baska dergiler de var (maasi kagida gomuyorum, evet), onlari gectim simdilik. pek aylik dergici degilim, fazla geliyor. az ciksin, ozenli ciksin, ozletsin, kavusalim istiyorum. bu evden tasinacak olsak nasil olacak, bi onu bilmiyorum. dergi sayfalarinin doku farklarini bile seviyorum, dergiler iyi ki var. her biri bir kitap yavrusu.
hadi siz simdi linklere tikir tikir tik. yazinin ilhami da dergiseverlerin dergisi gym class. ona da tikir tikir ve bi de tik.
27 Nisan 2015 Pazartesi
muz.
efendim o kisacik turkiye ziyaretinden kalanlardan biri erimtan arkeoloji muzesi, ptt pul muzesi, digeri de tophane-i amire'deki mimar sinan sergisi oldu. isim ne, yazayim.
erimtan'la baslayalim. kisisel koleksiyon, hatta turkiye'deki ilk ozel arkeoloji muzesi. ufak ama zevkli. eserlerin antik metinlerle eslestirilmesi cok guzel bir ayrinti olmus, kap kacak canlaniveriyor; ancak ingilizce cevirilerin bazilari sahiden aci vericiydi. mesela "there was generous" denmez artik, o kadarini yapmayiz, yapana ingilizce ceviri isi vermeyiz. bir de adi ustunde: antik metin. bunlarin tahminen turkcesinden once vardi almanca / fransizca / ingilizcesi. o yuzden el yordamiyla ceviriye girismek biraz ayip olmus. bunun gibi 2-3 tane daha bariz hata vardi, kimi anlam degistiriyordu hatta. tez zamanda duzeltilecek, aceleden kaynakli bir hata oldugunu umuyorum, geneline bakinca ozensizlik demek haksizlik olacak (ucuzculuga dilim varmiyor).
onun disinda, cam eserlerin isiklandirmasi olsun, alev ebuzziya eserleri olsun, eser calismalari / muze insaati bilgilendirmesi olsun, incelikli isleri olan bir vaha olmus kale'de. ayrica icinde mini bir restoran ve seminer / konser salonu da var ki daha ne olsun, rica ederim. konser gunune denk getirip giderseniz, aksamina guzel muzik de yaniniza kar kalir. veya hazir oralardasiniz, kebapci emin ustaya gider, pirzola-kofte yersiniz. et yemiyorsaniz da kuru fasulye-pilav yapar size. herkesi mutlu edebilir emin usta.
parantez: etnografya muzesini kosarak gezdik nerdeyse; ama yeni hali guzel gorundu. hediyelik esyalar bir ziyan, bir kaynak israfi. pirlantali hitit gunesi formunda mumluk gordum, oradan hesap edin. eskinin o guzel, ince ince calisilmis, sahiden etnografya muzesindeki eserlere ait hediyelikler gitmis, istanbuldan artanlarin getirildigi (dev bir kasikci elmasi reyonu, mesela) zavalli bi yer olmus. ankara muzelerine sira gelemiyor herhalde. neyse, bu parantezdi.
*
ptt pul muzesini kac zamandir istiyodum, ayni gun ona da yettim. ilk kez bir kurumun savasta olen calisanlari icin ani duvari yaptigini gordum (1. dunya savasi) ki telgrafin yeri ve onemi dusunulurse gayet isabetli olmus. ve fakat tam da o Telgraflar Savasi aciklamasinin orada, gereksizce yuksek sesle bi animasyon oynuyordu, onu cozemedim. sacina kina yakilmis bir askere komutani neden diye soruyor, o da mektupla annesine yaziyor (koylerdeki okur yazarlik oraninin goz doldurdugu savas yillari), annesi de yari-agit bir sesle sayfalarca anlatiyor: bizde kurbanlik koyunlara kina yakilir, ben de seni vatana kurban yolluyorum ogul - bu minval gidiyor.
bu acili hikayenin PTT ile alakasi sanirim yazismanin postayla olmasi, baska bir bag kuramadim. pul muzesinde niye boyle ic daglayan, daha olmemis cocuga agit tadinda bir mektup yankilaniyor, cozemedim. annem ve ben disinda kalan ziyaretcilerin yas ortalamasi 10 idi bu arada; o cocuklara kinali sac travmasina ne gerek var, bilemedim. animasyon dediginiz cizgi film iste, cocuklarin illa ki dikkatini cekiyor. bize niye her sey hep aci, hep dert, onu da bilemedim. neyse ki muzenin geri kalani birazcik daha neseli, iciniz daglanmadan bitirebiliyorsunuz. bir de hediyelik esyalarin baski kalitesi daha iyi olsaymis, guzel olacakmis.
*
sonra istanbul, mimar sinan sergisi. buna sevgili jelatin hanimcigimla gittik. tophane-i amire guzel mekan, sesli rehberler de boynumuzda, sergiye girdik. gayet sadeydi aslinda ve sergileme temiz mi diyeyim, ferah mi, oyleydi. 8 bolume ayrilmis, bolca ekran, video var. basladik gezmeye, ama ben cabucak aptal oldum. kulagimda rehber. her kisimda bir video oldugundan illa onun sesi / muzigi de duyuluyor. bir de aciklama yazilarini okumaya calisiyorum. bi baktim, hicbir sey anladigim yok, sinir basmis durumda. once sesli rehberden vazgectim. ama yok, yine olmuyor. jelatin'e sordum, o da ayni sekilde. biz katiyyen okudugumuzu anlamiyoruz; ama etrafimizda "hmm very mimar, oh so sinan" seklinde nidalar var, herkes birinc birinc onayliyor.
sonra anladik ki sorun bizde degil, herbiri 4-5 satir suren cumlelerde (websitesindeki tanitim metninde de var ayni sorun, her paragraf bir cumle). resmen kes-yapistir metinler. bazi metinlerin basinda tirnak isareti var. alinti, tamam. ama kimden? bilmiyoruz. o alinti ise digerleri kimin? bilmiyoruz. "kanuni sultan suleyman'in pesi sira gelen halefleri" gibi gereksiz uzatilan betimlemelerle, cumleler olmus iki metre. biz turkcelere takiliyoruz, bizden baska takilan yok gibi. neyse, agirdan aldik, birbirimize ozetledik filan. sonra cikista baktik ki gulru necipoglu basta olmak uzere bircok akademisyenin makalelerinden alinti o metinler. yahu biz onlari uslu uslu odamizda, altini cizerek okumustuk? bence ayakustu sergi gezmeye gelen insandan akademik cumlelere dikkat vermesini beklemek, ustelik etraftaki ses ve goruntu karmasasinda beklemek, biraz AYIB olmus. cokca da tembellik olmus. "burda yazilmisi var" yerine, en azindan biraz oynanabilirdi. "e beceremiyosa okumasin, dinlesin" derseniz, sesli rehberdekiler yazanlardan farkli tabii ki, illa okumak gerekiyor. cikista karsilastigimiz ve serginin tam 25, ogrenci 15 TL oldugunu duyunca vazgecen genc kizin "kitabini alir okurum onun yerine" teshisini hakli cikartti, ozetle.
metinle gures tutmamiz disinda sergi guzeldi bence, az oz, tatli tatli anlatiyor. mimar sinan 101, zaten 102 bilmedigimden, bana yetti. yine de, O MUAZZAM BEZEMELERRR diye overken, insan birkac bezeme gormek istiyor. rustem pasa camii ile mihrimah sultan camii farkini fark edelim istiyor. ozellikle etrafta beyaz perde, dijital ekran, ekran, ekran varken bunca olmamasi bi garip geldi. biz sadece baski halinde 2-3 tane gorebildik ki onlar da grenliydi. bok atiyor demezseniz, o kismi da az buldum.
izlerken yarisinda kesilen videolari geciyorum, o kadar kadi kizi kusuru olsun. 3D printer ile camilerin birer kopyasi basilmis mesela; ama basibos duran 3D baski makinesinin sirrini cozemedik. insan bize de bassinlar, bize de versinler istiyor. dekorda silah varsa patlasin istiyor. veya biz cocuklar gibi sendik, canimiz dondurma istiyordu. etraftaki o "hmm cok enteresan hmmm sinan" havasina giremedik de buna sebep sinan degildi, tabii ki. minyaturler, maketler guzeldi, mimar sinan'in mimar basi testinde hirslandik. iyi gecti iyi.
serginin devaminda bir de kubbe mapping diye bir sey var. bikac yil evvel, bi sergi mi yoksa bienal isi miydi hatirlamiyorum, istanbul cami kubbeleri dijital ortama aktarilmisti, oturdugun yerden birbirlerine donusmelerini izliyodun. tam anlatamadim. neyse. (Editle gelen: kadinim Narsis hatirladi tabii. Sabanci'daki Efsane Istanbul sergisiymis.) e boyle bir devam olunca o isi bekledim ben (gerci hepsi mimar sinan eseri mi onlarin, bilemedim). neyse, gidip oturduk. bir cami kubbesinin iciyle basladik, goruntuler dondu degisti ve renk oyunlari oldu. sonra uzay. sonra yine renk oyunlari. sonra basladigimiz kubbeyle bitirdik. where is the sinan bezemeleri? onlar olamadi. hediyelik esyalarin baski kalitesi burada da kotuydu, bu teknolojik bir sey mi, malzemeden mi caliniyor, hic anlamayacagim.
tum bu dirdirlarimi yazacak ziyaretci defteri de olmadigindan sana yaziyorum blog. cunku ruhum bir emekli mufettis, cunku onlar yaptiklari isten bi defter koymayacak kadar cok eminler. hem defter olsa jelatin beni onun basinda birakip dondurmaya gidebilirdi.
*
erimtan'la baslayalim. kisisel koleksiyon, hatta turkiye'deki ilk ozel arkeoloji muzesi. ufak ama zevkli. eserlerin antik metinlerle eslestirilmesi cok guzel bir ayrinti olmus, kap kacak canlaniveriyor; ancak ingilizce cevirilerin bazilari sahiden aci vericiydi. mesela "there was generous" denmez artik, o kadarini yapmayiz, yapana ingilizce ceviri isi vermeyiz. bir de adi ustunde: antik metin. bunlarin tahminen turkcesinden once vardi almanca / fransizca / ingilizcesi. o yuzden el yordamiyla ceviriye girismek biraz ayip olmus. bunun gibi 2-3 tane daha bariz hata vardi, kimi anlam degistiriyordu hatta. tez zamanda duzeltilecek, aceleden kaynakli bir hata oldugunu umuyorum, geneline bakinca ozensizlik demek haksizlik olacak (ucuzculuga dilim varmiyor).
onun disinda, cam eserlerin isiklandirmasi olsun, alev ebuzziya eserleri olsun, eser calismalari / muze insaati bilgilendirmesi olsun, incelikli isleri olan bir vaha olmus kale'de. ayrica icinde mini bir restoran ve seminer / konser salonu da var ki daha ne olsun, rica ederim. konser gunune denk getirip giderseniz, aksamina guzel muzik de yaniniza kar kalir. veya hazir oralardasiniz, kebapci emin ustaya gider, pirzola-kofte yersiniz. et yemiyorsaniz da kuru fasulye-pilav yapar size. herkesi mutlu edebilir emin usta.
parantez: etnografya muzesini kosarak gezdik nerdeyse; ama yeni hali guzel gorundu. hediyelik esyalar bir ziyan, bir kaynak israfi. pirlantali hitit gunesi formunda mumluk gordum, oradan hesap edin. eskinin o guzel, ince ince calisilmis, sahiden etnografya muzesindeki eserlere ait hediyelikler gitmis, istanbuldan artanlarin getirildigi (dev bir kasikci elmasi reyonu, mesela) zavalli bi yer olmus. ankara muzelerine sira gelemiyor herhalde. neyse, bu parantezdi.
*
ptt pul muzesini kac zamandir istiyodum, ayni gun ona da yettim. ilk kez bir kurumun savasta olen calisanlari icin ani duvari yaptigini gordum (1. dunya savasi) ki telgrafin yeri ve onemi dusunulurse gayet isabetli olmus. ve fakat tam da o Telgraflar Savasi aciklamasinin orada, gereksizce yuksek sesle bi animasyon oynuyordu, onu cozemedim. sacina kina yakilmis bir askere komutani neden diye soruyor, o da mektupla annesine yaziyor (koylerdeki okur yazarlik oraninin goz doldurdugu savas yillari), annesi de yari-agit bir sesle sayfalarca anlatiyor: bizde kurbanlik koyunlara kina yakilir, ben de seni vatana kurban yolluyorum ogul - bu minval gidiyor.
bu acili hikayenin PTT ile alakasi sanirim yazismanin postayla olmasi, baska bir bag kuramadim. pul muzesinde niye boyle ic daglayan, daha olmemis cocuga agit tadinda bir mektup yankilaniyor, cozemedim. annem ve ben disinda kalan ziyaretcilerin yas ortalamasi 10 idi bu arada; o cocuklara kinali sac travmasina ne gerek var, bilemedim. animasyon dediginiz cizgi film iste, cocuklarin illa ki dikkatini cekiyor. bize niye her sey hep aci, hep dert, onu da bilemedim. neyse ki muzenin geri kalani birazcik daha neseli, iciniz daglanmadan bitirebiliyorsunuz. bir de hediyelik esyalarin baski kalitesi daha iyi olsaymis, guzel olacakmis.
*
sonra istanbul, mimar sinan sergisi. buna sevgili jelatin hanimcigimla gittik. tophane-i amire guzel mekan, sesli rehberler de boynumuzda, sergiye girdik. gayet sadeydi aslinda ve sergileme temiz mi diyeyim, ferah mi, oyleydi. 8 bolume ayrilmis, bolca ekran, video var. basladik gezmeye, ama ben cabucak aptal oldum. kulagimda rehber. her kisimda bir video oldugundan illa onun sesi / muzigi de duyuluyor. bir de aciklama yazilarini okumaya calisiyorum. bi baktim, hicbir sey anladigim yok, sinir basmis durumda. once sesli rehberden vazgectim. ama yok, yine olmuyor. jelatin'e sordum, o da ayni sekilde. biz katiyyen okudugumuzu anlamiyoruz; ama etrafimizda "hmm very mimar, oh so sinan" seklinde nidalar var, herkes birinc birinc onayliyor.
sonra anladik ki sorun bizde degil, herbiri 4-5 satir suren cumlelerde (websitesindeki tanitim metninde de var ayni sorun, her paragraf bir cumle). resmen kes-yapistir metinler. bazi metinlerin basinda tirnak isareti var. alinti, tamam. ama kimden? bilmiyoruz. o alinti ise digerleri kimin? bilmiyoruz. "kanuni sultan suleyman'in pesi sira gelen halefleri" gibi gereksiz uzatilan betimlemelerle, cumleler olmus iki metre. biz turkcelere takiliyoruz, bizden baska takilan yok gibi. neyse, agirdan aldik, birbirimize ozetledik filan. sonra cikista baktik ki gulru necipoglu basta olmak uzere bircok akademisyenin makalelerinden alinti o metinler. yahu biz onlari uslu uslu odamizda, altini cizerek okumustuk? bence ayakustu sergi gezmeye gelen insandan akademik cumlelere dikkat vermesini beklemek, ustelik etraftaki ses ve goruntu karmasasinda beklemek, biraz AYIB olmus. cokca da tembellik olmus. "burda yazilmisi var" yerine, en azindan biraz oynanabilirdi. "e beceremiyosa okumasin, dinlesin" derseniz, sesli rehberdekiler yazanlardan farkli tabii ki, illa okumak gerekiyor. cikista karsilastigimiz ve serginin tam 25, ogrenci 15 TL oldugunu duyunca vazgecen genc kizin "kitabini alir okurum onun yerine" teshisini hakli cikartti, ozetle.
metinle gures tutmamiz disinda sergi guzeldi bence, az oz, tatli tatli anlatiyor. mimar sinan 101, zaten 102 bilmedigimden, bana yetti. yine de, O MUAZZAM BEZEMELERRR diye overken, insan birkac bezeme gormek istiyor. rustem pasa camii ile mihrimah sultan camii farkini fark edelim istiyor. ozellikle etrafta beyaz perde, dijital ekran, ekran, ekran varken bunca olmamasi bi garip geldi. biz sadece baski halinde 2-3 tane gorebildik ki onlar da grenliydi. bok atiyor demezseniz, o kismi da az buldum.
izlerken yarisinda kesilen videolari geciyorum, o kadar kadi kizi kusuru olsun. 3D printer ile camilerin birer kopyasi basilmis mesela; ama basibos duran 3D baski makinesinin sirrini cozemedik. insan bize de bassinlar, bize de versinler istiyor. dekorda silah varsa patlasin istiyor. veya biz cocuklar gibi sendik, canimiz dondurma istiyordu. etraftaki o "hmm cok enteresan hmmm sinan" havasina giremedik de buna sebep sinan degildi, tabii ki. minyaturler, maketler guzeldi, mimar sinan'in mimar basi testinde hirslandik. iyi gecti iyi.
serginin devaminda bir de kubbe mapping diye bir sey var. bikac yil evvel, bi sergi mi yoksa bienal isi miydi hatirlamiyorum, istanbul cami kubbeleri dijital ortama aktarilmisti, oturdugun yerden birbirlerine donusmelerini izliyodun. tam anlatamadim. neyse. (Editle gelen: kadinim Narsis hatirladi tabii. Sabanci'daki Efsane Istanbul sergisiymis.) e boyle bir devam olunca o isi bekledim ben (gerci hepsi mimar sinan eseri mi onlarin, bilemedim). neyse, gidip oturduk. bir cami kubbesinin iciyle basladik, goruntuler dondu degisti ve renk oyunlari oldu. sonra uzay. sonra yine renk oyunlari. sonra basladigimiz kubbeyle bitirdik. where is the sinan bezemeleri? onlar olamadi. hediyelik esyalarin baski kalitesi burada da kotuydu, bu teknolojik bir sey mi, malzemeden mi caliniyor, hic anlamayacagim.
tum bu dirdirlarimi yazacak ziyaretci defteri de olmadigindan sana yaziyorum blog. cunku ruhum bir emekli mufettis, cunku onlar yaptiklari isten bi defter koymayacak kadar cok eminler. hem defter olsa jelatin beni onun basinda birakip dondurmaya gidebilirdi.
*
boyleyken boyle. fakat iyi gezdim.
boyle kusur bulma tesisleri yazisi gibi oldu ama bence siz de denk getirin, siz de gezin.
23 Nisan 2015 Perşembe
dokuz
adeta vur-kac tadinda bi turkiye ziyareti yaptim. su an etrafimdaki dil yine ingilizce, garip geliyor. oradayken gormek istedigim insanlara artik yetisemiyorum, bunu da kabullendim. birileri hep eksik kaliyor ve bazen kiriliyolar. olsundu, affederlerdi. insan zaten hep buna guveniyor: anlayacaklarina.
ankara havasiyla delirtti beni. bi soguk bi sicak. bebek sevdim ki bence bebekler bizi ne derece mutlu ettiklerini, icimizi isittiklarini filan bilseler feci havaya girerlerdi. sonraaaa... kale'ye gittik nihayet annemle. kebapci emin usta'nin kofteyle insan mutlu edebilmesi cok garip. dusun, her gun yuzlerce mini mini kofte yapiyosun ve her yiyen mest oluyor. buyucu gibi; ama esnaf lokantasi. tazecik erimtan muzesi guzeldi; ganimet kadrosundan bi karabatak ignem oldu. batip batip cikmalarima ithaf olsundu. parklar park, sokaklar sokak. ankarayla iliskim bi garip, ezelden beri. beni delirtiyor bazen, sonra dizine yatip uyuyorum, sacimi oksuyor ve sonucta hep onun dedigi oluyor.
devaminda istanbul. tatilim erguvan zamanina denk geldi, hatta salkimlar da mor mordu. istanbul'un mor gunlerini yakalamak, fazladan 1 hafta tatil gibi. hava ayaz olsa da kucagimda kediyle oturdum manzarada. ne komik, o tellere oturup bogaza sirtimizi donecek kadar lacivertten simarmis ogrencilerdik biz. tellere oturmayinca eksik kaliyor, bogazi gormeyince olmuyor, ne yapacagimi sasirdim. bi o yana bi bu yana donup durdum. asla ayni olmayacagini anladigim ufacik anlardan iste. zaten her sey ince ince degisiyor kampuste. 10 yilda olsun o kadar.
sonra hindi zahra konserine niyetlendim, ama bitirmisler biletleri, olmadi. pazartesi gunu olan bi konser bileti istanbulda nasil biter? olsun, actim kendim dinledim. aa bi de kitaplar ve murdum rengi mus coraplar aldim; cunku murdum rengi corap burada yok. dusunurseniz, sacma; ama murdum diye bi renk olmadigi icin sanirim. depoladim. zaten tum turkiye ziyaretim depolamak uzerine kurulu: corap, recel, insan, an - ne bulursam.
yine word'e yapistirsak ilkokul 5 seviyesi cikacak bi yazi. mukemmel.
*
gecenlerde ucakta okudugum bir yazinin gaziyla, zaten mevcut olan polonya merakim polisiye romanlarla birlesti, tirim tirim Leh polisiye yazarlarini arastiriyorum. aptallik etmeyip dergiyi yanima alsaydim daha kolay olacakti tabii. Wroclaw'in 12 adasini (ve 130 koprusunu), Krakow'un depresif karanligini filan merak ediyorum. Oradan da Baltik ulkeleri; ucunun birbirinden farkini merak ediyorum. Gonlumde sicak denizler, aklimda gri gri havalar var. Neyse, simdilik Marek Krajewski ve Zygmunt Miłoszewski ile baslayacagim sanirim. ilki zaten Wroclaw yerlisi bi yazarmis, goruciiz.
kitap demisken muzik de diyeyim bari. Laura Marling'i pek severim. folk muzigidir, tatli tatli atarlaridir, yillar icindeki degisimine ragmen tutarliligidir, her albumde saclarinin daha da kisalmasidir, biricigim kendisi. yine de, sorsaniz aklima gelmez mesela. her albumunu duzenli olarak dinledigim bu ufak tefek kadini hatirlamayisimi fazlasiyla tanidikliga bagliyorum. neyse, "damn all those people who don't lose control" derken bile yumusacik olan sesiyle, you know gelsin bugune. gelsin mis gibi calsin, ayni albumden devam edersiniz.
*
baska? baskasi iyilik saglik be blog. birkac gune unuturum yazmayi filan, dokuzuncu yasin simdiden kutlu olsun.buyuyosun bak. acaba ergenligin nasil olacak, yoksa evden mi kacacaksin? benim bilmediklerimi bilerek buyuyorsun elimde, ne acayip.
ankara havasiyla delirtti beni. bi soguk bi sicak. bebek sevdim ki bence bebekler bizi ne derece mutlu ettiklerini, icimizi isittiklarini filan bilseler feci havaya girerlerdi. sonraaaa... kale'ye gittik nihayet annemle. kebapci emin usta'nin kofteyle insan mutlu edebilmesi cok garip. dusun, her gun yuzlerce mini mini kofte yapiyosun ve her yiyen mest oluyor. buyucu gibi; ama esnaf lokantasi. tazecik erimtan muzesi guzeldi; ganimet kadrosundan bi karabatak ignem oldu. batip batip cikmalarima ithaf olsundu. parklar park, sokaklar sokak. ankarayla iliskim bi garip, ezelden beri. beni delirtiyor bazen, sonra dizine yatip uyuyorum, sacimi oksuyor ve sonucta hep onun dedigi oluyor.
devaminda istanbul. tatilim erguvan zamanina denk geldi, hatta salkimlar da mor mordu. istanbul'un mor gunlerini yakalamak, fazladan 1 hafta tatil gibi. hava ayaz olsa da kucagimda kediyle oturdum manzarada. ne komik, o tellere oturup bogaza sirtimizi donecek kadar lacivertten simarmis ogrencilerdik biz. tellere oturmayinca eksik kaliyor, bogazi gormeyince olmuyor, ne yapacagimi sasirdim. bi o yana bi bu yana donup durdum. asla ayni olmayacagini anladigim ufacik anlardan iste. zaten her sey ince ince degisiyor kampuste. 10 yilda olsun o kadar.
sonra hindi zahra konserine niyetlendim, ama bitirmisler biletleri, olmadi. pazartesi gunu olan bi konser bileti istanbulda nasil biter? olsun, actim kendim dinledim. aa bi de kitaplar ve murdum rengi mus coraplar aldim; cunku murdum rengi corap burada yok. dusunurseniz, sacma; ama murdum diye bi renk olmadigi icin sanirim. depoladim. zaten tum turkiye ziyaretim depolamak uzerine kurulu: corap, recel, insan, an - ne bulursam.
yine word'e yapistirsak ilkokul 5 seviyesi cikacak bi yazi. mukemmel.
*
gecenlerde ucakta okudugum bir yazinin gaziyla, zaten mevcut olan polonya merakim polisiye romanlarla birlesti, tirim tirim Leh polisiye yazarlarini arastiriyorum. aptallik etmeyip dergiyi yanima alsaydim daha kolay olacakti tabii. Wroclaw'in 12 adasini (ve 130 koprusunu), Krakow'un depresif karanligini filan merak ediyorum. Oradan da Baltik ulkeleri; ucunun birbirinden farkini merak ediyorum. Gonlumde sicak denizler, aklimda gri gri havalar var. Neyse, simdilik Marek Krajewski ve Zygmunt Miłoszewski ile baslayacagim sanirim. ilki zaten Wroclaw yerlisi bi yazarmis, goruciiz.
kitap demisken muzik de diyeyim bari. Laura Marling'i pek severim. folk muzigidir, tatli tatli atarlaridir, yillar icindeki degisimine ragmen tutarliligidir, her albumde saclarinin daha da kisalmasidir, biricigim kendisi. yine de, sorsaniz aklima gelmez mesela. her albumunu duzenli olarak dinledigim bu ufak tefek kadini hatirlamayisimi fazlasiyla tanidikliga bagliyorum. neyse, "damn all those people who don't lose control" derken bile yumusacik olan sesiyle, you know gelsin bugune. gelsin mis gibi calsin, ayni albumden devam edersiniz.
*
baska? baskasi iyilik saglik be blog. birkac gune unuturum yazmayi filan, dokuzuncu yasin simdiden kutlu olsun.buyuyosun bak. acaba ergenligin nasil olacak, yoksa evden mi kacacaksin? benim bilmediklerimi bilerek buyuyorsun elimde, ne acayip.
7 Nisan 2015 Salı
prag - yine yeniden
prag prag. oncelikle: soguktu. londra'ya ettigim laflari yutayim diye bu da boyle bir paskalya dersiydi resmen. yagmur olmasa da son gun lapa lapa kar yagdi.
neyse efendim, prag yazisi olsun bu. fotografsiz cinsten, isteyen kilit kelimeleri gugillasin, aramizda lafi mi olur.
eveeet. azmettigim uzere karlovi koprusunu defalarca turladim ama bu sefer katedrale gitmedim. Mucha her yerde, hatta otelin dolap kilitlerindeydi. o yuzden mucha kalbimizde. Onun yerine, gecen sefer yetistiremedigimiz yerlere gidelim dedik ki sehir sahiden bitsin.
Cuma ogleden sonra varis. kisa bi tur, aksam yemegi, ickiler filan. Cumartesi gezme maratonu basladi. Once topluca bir Cafe Slavia kahvaltisi ertesi sehre ilk kez gelenleri kale tarafina yollayip biz Hanavsky pavyonu'yla basladik, oradan kivrila kivrila Letna parkini yuruduk. Hanavsky oyuncak gibi bir av kosku, ayni zamanda muazzam manzarasi olan bi restoran. Aksamustu birasi icin guzel bir yeri var, bir baska bahar icin not ettik. Letna parkinda bir de devasa bir metronom var, niyeyse. gencler burada takiliyor (ankara'da segmenler parki havasi). hos, manzara bi harika, sebebini anlamak zor degil. Asagi iniste binbir Prag koprusunden biri olan Cech koprusunden gecip yahudi mahallesine geldik - gecen seferden icimde kalan Cantinetta Fiorentina'da mola. Porselen fincanlari, pastanin yanardoner renklerdeki cikolata cicegi filan derken ben ayrintilardan mest oldum. Cek korunasi cok zayifladigi icin sahiden ucuzdu her sey. gayet kokos bir yerde iki kisi yiyip icip 8 pound veya daha az odemek guzel bi his, yalan degil.
Sehir kucuk diye surekli yuruyor insan, fark etmeden yoruyor resmen. neyse, bu moladan sonra Zizkov semtine, televizyon kulesi civarina gittik. secession evleri denen, sekerleme kivami binalari gormeye. bilinenin aksine, viyana'ya has bir akim degil bu, ceklerin de kendi versiyonu varmis. neyse, binalar bir harika, kapi demirlerindeki kocaman arilar penceredeki sarmasikla birlesiyor, birinin duvarinda gunes saati var filan. derken manzaraya o kazulet tv kulesi giriyor. cirkin ama iste, bi gariptir ki oluyor. bi de uzerinde emekleyen bebek heykelleri var ki Kampa adasindaki yuzu olmayan bebek heykellerinden bunlar. Dolanmaktan bitap dusmusken kendimizi Palac Akropolis'in kafesine attik. burasi bir kultur merkezi / sinema, anladigim kadariyla. tatli bir restorani var. sonra artik pes edip tramvaya bindik, old town. ekibin geri kalaniyla bulusup bi cikolatacida muazzam sicak cikolata. soguk insani pisbogaz yapiyor sanirim veya bana bahane lazim. sonra birazcik dinlenip geceler geceler.
Sehri bitirmenin hakli gururuyla, geceyi fazla uzatmadan pazar sabahi erkenden yola ciktik: istikamet Dresden. Prag civarinda gorulecek yerler arasinda kaplica sehri Karlovy Vary ve muazzam bir milli park olan Cesky Raj (Cek Cenneti) var. biz ikisini de pek istemedik ki zaten o sogukta milli parkta ucardik herhalde, o yuzden Dresden'i sectik. Ilginctir, bu ucune de Prag'dan gidis 2 saat. Sanki her yer 2 saat mesafede, cok garip. Tren de ayni sure. O yuzden daha ucuz olan otobuse atladik, gayet de konforluydu. 11de Dresden'e vardik (pasaportunuzu yaniniza almayi unutmayin, kontrol var).
Dresden gunubirlik gezmeler birincisi oldu benim icin, pek guzel bir sehir. bir kere eski sehir merkezinde her bina birbirine yakin, gezmesi kolay. yine yuruye yuruye tum sehri bitirdik. Malum, sehir 2. dunya savasinda dumduz oluyor, tum o ihtisamli binalar yikiliyor. ana katedralin yikintilari 1995 yilina kadar (50 yil!) oylece durmus, daha sonra sivil girisimlerle 10 yil icinde yeniden insa edilmis. gotik binalarin uzerinde "2005te tamamlanmistir" notlari gormek garip. bu yikik dokuk kalmalarin bi sebebi de savas sonrasi sosyalist rejimin gecmisle hic ilgilenmemesi. Yeni sehri elbe'nin ote kiyisina kurmuslar, dogu almanya etkisi pufur pufur esmis. berlin duvarinin yikilmasi sonrasinda dresdenliler azmetmisler, tarihlerini, binalarini geri almislar. bana cok etkileyici geliyor bu hafiza. haliyle, sehir 1945'ten beri bir sekilde hep insaat halinde. biz oradayken de hala suruyordu rekonstruksuyon projeleri ve muazzam bir butce ayrilmis durumda.
bu arada, 500 bin kisilik ufak bir sehir olmasina ragmen 30dan fazla muze, 40tan fazla galeri var. Saksonya'nin baskenti olmanin verdigi gururla okuyor, uretiyor sehir. Yeni sehir tarafina da gectik, hatta azmedip Pfunds Molkerei binasina kadar gittik. Bildiginiz sutcu, bilmediginiz bir kokosluk. Paskalya oldugundan kapaliydi tabii; ama camdan gozetlemeye engel degil. ust katta kafesi de mevcut ama oturmadik. Dresden Prag'dan da soguktu, bir cay molasi ertesi 6 otobusuyle Prag'a geri gittik. ayagimizin tozuyla ekibin geri kalaniyla bulustuk, bi sandvic, oradan tretter's. bi gun once rezervasyonsuz almamislardi, pazar gunune kaldi. mis gibi kokteyller yapiyolar, kac tane, ne ictim hatirlamiyorum. biri haric: souvenir du provence isimli, lavantali kokteyl. iste o, o mis gibi. bardagina ilistirdikleri lavanta da bonus.
bitmeyen pazar gunu ertesi, pazartesi kahvaltisi icin cafe savoy. cayda tek luksum mariage freres markasi olabilir. mariage freres ikram eden her yer benim canim cigerim, burasi da oyleydi. biz mutlu mesut kahvalti ederken lapa lapa kar yagdi ama cok takilmadik. durdugu anda disari firlayip bu sefer de petrin tepesine ciktik. teleferik turu kisa ama zevkli, yukarda bi metal kule var, sonra kivrila kivrila karlov koprusune iniliyor. bende o cakma eyfel kulesine cikacak hal olmadigindan altindaki kafede oturup sicak sarap ictim, yukari cikan arkadaslari bekledik. neyse, inis yolunda yine bir terasa dizili restoranlar var, aksamustu bira molasi icin ideal (acaba bu molalari ne zaman kismet olacak... belki de aksamustu bira molasi kitapcigi yazma vaktidir). karlov koprusunun ayagindaki kuleye de ciktik efendim; cunku son saatlere bu yakisir. derken ruzgar ve kar ve zar zor kendimizi attigimiz Lokal. Lokal = Gar Lokantasi. son ogle yemegi ertesi havaalaani ve donus.
hava birazcik daha sicak olsaydi kesinlikle daha cok tadi cikacakti; ama prag hep guzel. ayrica, paskalyada sehir rengarenk kurdelelerle susleniyor. yalniz ana meydanda degil, irili ufakli her meydanda pazar standlari kuruluyor, bahar karsilamasi coskusu. Paskalya'da gayet tuhaf bir adetleri var yalniz: erkekler sazliktan ordukleri bi kirbacla (pomlazka) kadinlarin bacaklarina vuruyor. koprude yururken kirbaclaninca bunu yapan ve kahkahalarla gulen adamin manyak olduguna kanaat getirmistim; ama diger arkadaslara da olmus, paskalya adetiymis. acitmiyor, hafif bir sey. ama elinde rengarenk kurdeleli cubukla yuruyen bir adamdan beklediginiz bir sey degil.
*
boyleyken boyle. dondum ofis masama. kisa hafta en guzel sey. sirada turkiye ziyareti var, gun sayiyorum. orada da hava soguk olursa delirebilirim yalniz, artik tek istegim sicacik gunesler, caylar, parklar, bahceler. sonra biraz daha gunes tabii.
neyse efendim, prag yazisi olsun bu. fotografsiz cinsten, isteyen kilit kelimeleri gugillasin, aramizda lafi mi olur.
eveeet. azmettigim uzere karlovi koprusunu defalarca turladim ama bu sefer katedrale gitmedim. Mucha her yerde, hatta otelin dolap kilitlerindeydi. o yuzden mucha kalbimizde. Onun yerine, gecen sefer yetistiremedigimiz yerlere gidelim dedik ki sehir sahiden bitsin.
Cuma ogleden sonra varis. kisa bi tur, aksam yemegi, ickiler filan. Cumartesi gezme maratonu basladi. Once topluca bir Cafe Slavia kahvaltisi ertesi sehre ilk kez gelenleri kale tarafina yollayip biz Hanavsky pavyonu'yla basladik, oradan kivrila kivrila Letna parkini yuruduk. Hanavsky oyuncak gibi bir av kosku, ayni zamanda muazzam manzarasi olan bi restoran. Aksamustu birasi icin guzel bir yeri var, bir baska bahar icin not ettik. Letna parkinda bir de devasa bir metronom var, niyeyse. gencler burada takiliyor (ankara'da segmenler parki havasi). hos, manzara bi harika, sebebini anlamak zor degil. Asagi iniste binbir Prag koprusunden biri olan Cech koprusunden gecip yahudi mahallesine geldik - gecen seferden icimde kalan Cantinetta Fiorentina'da mola. Porselen fincanlari, pastanin yanardoner renklerdeki cikolata cicegi filan derken ben ayrintilardan mest oldum. Cek korunasi cok zayifladigi icin sahiden ucuzdu her sey. gayet kokos bir yerde iki kisi yiyip icip 8 pound veya daha az odemek guzel bi his, yalan degil.
Sehir kucuk diye surekli yuruyor insan, fark etmeden yoruyor resmen. neyse, bu moladan sonra Zizkov semtine, televizyon kulesi civarina gittik. secession evleri denen, sekerleme kivami binalari gormeye. bilinenin aksine, viyana'ya has bir akim degil bu, ceklerin de kendi versiyonu varmis. neyse, binalar bir harika, kapi demirlerindeki kocaman arilar penceredeki sarmasikla birlesiyor, birinin duvarinda gunes saati var filan. derken manzaraya o kazulet tv kulesi giriyor. cirkin ama iste, bi gariptir ki oluyor. bi de uzerinde emekleyen bebek heykelleri var ki Kampa adasindaki yuzu olmayan bebek heykellerinden bunlar. Dolanmaktan bitap dusmusken kendimizi Palac Akropolis'in kafesine attik. burasi bir kultur merkezi / sinema, anladigim kadariyla. tatli bir restorani var. sonra artik pes edip tramvaya bindik, old town. ekibin geri kalaniyla bulusup bi cikolatacida muazzam sicak cikolata. soguk insani pisbogaz yapiyor sanirim veya bana bahane lazim. sonra birazcik dinlenip geceler geceler.
Sehri bitirmenin hakli gururuyla, geceyi fazla uzatmadan pazar sabahi erkenden yola ciktik: istikamet Dresden. Prag civarinda gorulecek yerler arasinda kaplica sehri Karlovy Vary ve muazzam bir milli park olan Cesky Raj (Cek Cenneti) var. biz ikisini de pek istemedik ki zaten o sogukta milli parkta ucardik herhalde, o yuzden Dresden'i sectik. Ilginctir, bu ucune de Prag'dan gidis 2 saat. Sanki her yer 2 saat mesafede, cok garip. Tren de ayni sure. O yuzden daha ucuz olan otobuse atladik, gayet de konforluydu. 11de Dresden'e vardik (pasaportunuzu yaniniza almayi unutmayin, kontrol var).
Dresden gunubirlik gezmeler birincisi oldu benim icin, pek guzel bir sehir. bir kere eski sehir merkezinde her bina birbirine yakin, gezmesi kolay. yine yuruye yuruye tum sehri bitirdik. Malum, sehir 2. dunya savasinda dumduz oluyor, tum o ihtisamli binalar yikiliyor. ana katedralin yikintilari 1995 yilina kadar (50 yil!) oylece durmus, daha sonra sivil girisimlerle 10 yil icinde yeniden insa edilmis. gotik binalarin uzerinde "2005te tamamlanmistir" notlari gormek garip. bu yikik dokuk kalmalarin bi sebebi de savas sonrasi sosyalist rejimin gecmisle hic ilgilenmemesi. Yeni sehri elbe'nin ote kiyisina kurmuslar, dogu almanya etkisi pufur pufur esmis. berlin duvarinin yikilmasi sonrasinda dresdenliler azmetmisler, tarihlerini, binalarini geri almislar. bana cok etkileyici geliyor bu hafiza. haliyle, sehir 1945'ten beri bir sekilde hep insaat halinde. biz oradayken de hala suruyordu rekonstruksuyon projeleri ve muazzam bir butce ayrilmis durumda.
bu arada, 500 bin kisilik ufak bir sehir olmasina ragmen 30dan fazla muze, 40tan fazla galeri var. Saksonya'nin baskenti olmanin verdigi gururla okuyor, uretiyor sehir. Yeni sehir tarafina da gectik, hatta azmedip Pfunds Molkerei binasina kadar gittik. Bildiginiz sutcu, bilmediginiz bir kokosluk. Paskalya oldugundan kapaliydi tabii; ama camdan gozetlemeye engel degil. ust katta kafesi de mevcut ama oturmadik. Dresden Prag'dan da soguktu, bir cay molasi ertesi 6 otobusuyle Prag'a geri gittik. ayagimizin tozuyla ekibin geri kalaniyla bulustuk, bi sandvic, oradan tretter's. bi gun once rezervasyonsuz almamislardi, pazar gunune kaldi. mis gibi kokteyller yapiyolar, kac tane, ne ictim hatirlamiyorum. biri haric: souvenir du provence isimli, lavantali kokteyl. iste o, o mis gibi. bardagina ilistirdikleri lavanta da bonus.
bitmeyen pazar gunu ertesi, pazartesi kahvaltisi icin cafe savoy. cayda tek luksum mariage freres markasi olabilir. mariage freres ikram eden her yer benim canim cigerim, burasi da oyleydi. biz mutlu mesut kahvalti ederken lapa lapa kar yagdi ama cok takilmadik. durdugu anda disari firlayip bu sefer de petrin tepesine ciktik. teleferik turu kisa ama zevkli, yukarda bi metal kule var, sonra kivrila kivrila karlov koprusune iniliyor. bende o cakma eyfel kulesine cikacak hal olmadigindan altindaki kafede oturup sicak sarap ictim, yukari cikan arkadaslari bekledik. neyse, inis yolunda yine bir terasa dizili restoranlar var, aksamustu bira molasi icin ideal (acaba bu molalari ne zaman kismet olacak... belki de aksamustu bira molasi kitapcigi yazma vaktidir). karlov koprusunun ayagindaki kuleye de ciktik efendim; cunku son saatlere bu yakisir. derken ruzgar ve kar ve zar zor kendimizi attigimiz Lokal. Lokal = Gar Lokantasi. son ogle yemegi ertesi havaalaani ve donus.
hava birazcik daha sicak olsaydi kesinlikle daha cok tadi cikacakti; ama prag hep guzel. ayrica, paskalyada sehir rengarenk kurdelelerle susleniyor. yalniz ana meydanda degil, irili ufakli her meydanda pazar standlari kuruluyor, bahar karsilamasi coskusu. Paskalya'da gayet tuhaf bir adetleri var yalniz: erkekler sazliktan ordukleri bi kirbacla (pomlazka) kadinlarin bacaklarina vuruyor. koprude yururken kirbaclaninca bunu yapan ve kahkahalarla gulen adamin manyak olduguna kanaat getirmistim; ama diger arkadaslara da olmus, paskalya adetiymis. acitmiyor, hafif bir sey. ama elinde rengarenk kurdeleli cubukla yuruyen bir adamdan beklediginiz bir sey degil.
*
boyleyken boyle. dondum ofis masama. kisa hafta en guzel sey. sirada turkiye ziyareti var, gun sayiyorum. orada da hava soguk olursa delirebilirim yalniz, artik tek istegim sicacik gunesler, caylar, parklar, bahceler. sonra biraz daha gunes tabii.
2 Nisan 2015 Perşembe
pas
paskalya serefine ikinci kez prag, bu sefer tam bir universite reunion tadinda. ofisin son saati gecmediginden, sana siginirim blog.
o paskalya kalabaliginda zombi turist olmamak, guzel aslinda. elimde bira, Karlovy Koprusunden kugulari izleyecegim. Katedral'e gidip Mucha'nin o harika vitrayini ezberleyecegim. tek turistik beklentim bunlar (bu arada kar, yagmur filan yagmayacak). belki gunubirlik Dresden'e kacariz ki bence bunu yapariz ve oh mis, ne guzel olur. boyle az oz bi tatilcik. insan sevdigi sehirlere yeniden gidince mutlu oluyor bence. bi yandan, yeni bi yer gormeme kaybi tabii; ama sevmistim ben prag'i. yaninizdan cok hos biri gecmis de arkasindan bakakalmissiniz gibi. simdi de oturup kahve icecegiz gibi. ondan, farkli bir his veriyor bu ikinci tur bana. tabii kahve icerken 12 kisi filan olacagiz ama anladiniz siz. bir city crush olarak prag. bi de budapeste. ikisi ayni denebilir hatta.
resmen is olsun diye yazdim. siz gugildan fotograf filan bakin bari, kopruler ve gun batimlari olsun.
o paskalya kalabaliginda zombi turist olmamak, guzel aslinda. elimde bira, Karlovy Koprusunden kugulari izleyecegim. Katedral'e gidip Mucha'nin o harika vitrayini ezberleyecegim. tek turistik beklentim bunlar (bu arada kar, yagmur filan yagmayacak). belki gunubirlik Dresden'e kacariz ki bence bunu yapariz ve oh mis, ne guzel olur. boyle az oz bi tatilcik. insan sevdigi sehirlere yeniden gidince mutlu oluyor bence. bi yandan, yeni bi yer gormeme kaybi tabii; ama sevmistim ben prag'i. yaninizdan cok hos biri gecmis de arkasindan bakakalmissiniz gibi. simdi de oturup kahve icecegiz gibi. ondan, farkli bir his veriyor bu ikinci tur bana. tabii kahve icerken 12 kisi filan olacagiz ama anladiniz siz. bir city crush olarak prag. bi de budapeste. ikisi ayni denebilir hatta.
resmen is olsun diye yazdim. siz gugildan fotograf filan bakin bari, kopruler ve gun batimlari olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)