9 Ağustos 2013 Cuma

Portekiz Günlüğü - 3: Lizbon veya buralar eskiden hep zenginlikti.

Efendiiiiim.... ve kapanış: Lizbon'da geçen son iki gün.

Öncelikle: çok sıcaktı. Sıcak hava dalgasına denk gelmişiz, hava gündüz 40 derece, gece de anca 30'a iniyordu. Çok sıcaktı yani, sıcaktı. Öyle böyle değil, fena sıcaktı. Haliyle çok yavaş ve bol molalı gezdik. Bulduğum her çeşmeye kafamı sokup, yetmeyince yarı-abdest yöntemiyle yıkanıp genellikle sırılsıklam gezdim. Yine de yetmedi.

Sintra'dan Lizbon'a gelince ilk iş otele yerleştik. Restauradores bölgesinde, merkezi bir yerde kalıyorduk; ama 4 yıldızlı olduğunu iddia eden otelin birkaç yıldızı kayıp düşmüştü sanırım, alakası yoktu. Neyse, zaten 2 gece.

Biraz dinlenip kendimize geldikten sonra, akşam yemeği için çıktık. Hedef bir fado evine gitmek. Rehberde önerilen, Praça do Comercio yakınlarındaki yere gittik; ama kapanmıştı. Hemen yanına başka bir yer açılmış. Saat 9 gibi, tam sahne önüne yerleştik. Öyle büyük bir fado hayranı değilim, yani kim olsa zevkle dinlerdim tahminen; ama güzeldi sahiden. Genç, erkek bir gitarist, orta yaşlı, erke bir udi ( aslı "guitarra portuguesa", udumsu bir şey) ve orta yaşlı bir kadın vokalist. arada udi beyfendi de şarkı söyledi. Şarkılar sırasında fısıltı yok, mutlak sessizlikte müzik var, birazcık da porto şarabı ve yemek. 2-3 şarkıda bir ara verildiğinde garsonlar koşturarak tabak değiştirme, sipariş alma işlerini hallediyor. Bir ara müzisyenler kendi CDlerini satmak için masa gezdiler, biz de hanfendininkini aldık. Adımıza imzaladı. Yol yorgunluğu veya sıcaktan eser kalmadı, mis gibi olduk. Biraz yürüyüş, geri dönüş.
ilk gece fadosu

Sabah önce arabayı teslim ettik; çünkü Lizbon ufak, yürümelik ve iyi bir ulaşım ağı olan bir şehir. Görülecek semtleri kabaca listelersem: İstanbul'un Tophane - Tarlabaşı civarına fazlasıyla benzeyen  (her yeri İstanbul'a benzetmem kronik) dar sokaklı, Mağrip Kalesi'ne yakın Alfama bölgesi, yine dar sokaklı, Asmalımescit- Tünel havalı Bairro Alto, Lizbon'un o muhteşem okyanus aşırı keşifler tarihinin merkezi Belém başlıca bölgeler. Bir de tabii, binilmesi şart olan tramvaylar, fünikülerler var. Şehir eskiden çok gösterişliymiş, belli. Zaten hala o şanlı günleriyle ilgi çeken, biraz hasret ve biraz da "bir zamanlar fırtınalar estirirdim" havası veren bir şehir. Bizim "şanlı Osmanlı" takıntımız gibi, Portekizlilerin de coğrafi keşifler ve Altın Çağ takıntısı var; "avrupa'yı biz avrupa yaptık, ne güzeldik eskiden" hali. Lizbon da o günler için harika bir film dekoru; ama film çoktan bitmiş, hissediliyor.


Neyse, arabayı bıraktıktan sonra sahile doğru yürüyerek Figuira Meydanı'na geldik. Burada Lizbon'un en eski pastanelerinden Confeitaria Nacional var. Portekiz, Brezilya etkisi sebebiyle bol kahve içilen, hamur işi tatlı menüsü zengin, ye ye kilo al bir ülke. Biz de menüdeki soğuk kahvelerden ikisini seçtik, yanına da tabii ki meşhur tatlısı pastais de nata (muhallebili turta) alıp sokaktaki masaya kurulduk. Biraz serinledikten sonra yine sahile indik, postaneye uğramak için. Kapalıydı. Yakınlarda Elevador de Santa Justa var; ama yüz vermedik niyeyse. Eski bir asansör, çıkıp şehir manzarası izleniyor. Onun yerine meşhur 28 numaralı tramvaya binmek için durağa yürüdük.

Confeitaria Nacional, Tramvay 28, Miradouro das Portas do Sol ve Alfama

Tramvay sahilden başlayıp şehrin en eski bölgelerini dolaşarak tepeye tırmanıyor ve daha sonra Alfama civarında inişe geçiyor. Kalabalıktı ama oturacak yer bulduk bi şekilde. Manzara ve yolculuk sahiden zevkli. Lizbon'un bir güzelliği, "miradouro" denen seyir terasları. Biz de  tramvayla tepeye çıkıp, Miradouro das Portas do Sol yakınında indik. Buradan geriye doğru yürüyüp Sé Katedrali'ni gezdik (sıcaktan sığındık diyelim). Sonra eski bir Mağrip Kalesi olan Sao Jorge'ye çıkalım dedik. Aslında kaleye ulaştık da; ama o sıcakta, hele ki Sintra'da zaten bir kale gördükten sonra gözümüz yemedi. Sıcağa yenilip geri indik, istikamet Alfama. Yoksul bir semt; ama "yoksul ve renkli hayat turizmi" tarafından bozulmamış henüz. Elinizdeki haritayı boşverin, zaten küçük bir bölge ve sahiden kaybolarak geziliyor. Apartman avlusu diyorsunuz, sokaklar arası geçit çıkıyor, yol bitti derken ucunda bir çeşme var (çeşme = vaha). Şansımıza, birkaç gündür bir festival sürüyormuş bölgede, rengarenkti etraf. Kıvrıla kıvrıla sahile doğru indik. Alfamalı kadın balıkçıların tutup pişirdiği sardalyalar meşhur. Zaten balık dendi mi sardalya kızarma anlaşılıyor. Fado Müzesi yakınlarındaki balıkçılardan birine oturup bira eşliğinde balığımızı yedik. Sonra St. Apolonia durağından metroyla postane, otel ve sıcaktan kaçıp azıcık dinlenme.

Akşam Bairro Alto'ya gittik, elbette. Tramvaya binmişken Fünikülerin hatrı kalmasın diye, Gloria'dan bindik. Kısa bir yolculuk; ama dik bir yokuş çıkıldığı için iş görüyor. Yol boyu çok güzel graffitiler yapılmış, onlara bakarken bitiveriyor zaten. İndikten sonra hemen yanı başında "Miradouro de São Pedro de Alcantara" var, parkın içinde, kaleye bakan bir manzara terası. Burada biraz oyalanıp Bairro Alto sokaklarına daldık.

Birbirine paralel sokaklarda genelde ufak şarapçılar ve tavernamsı restoranlar var. Şehrin en meşhur gece kulüpleri de burada, mesela John Malkovich'in işlettiği Lux. Biz bir tane tabelasız, gizli kulübün yerini saptadık; ama gitmedik sonra. Neyse, güzel bir tapas - porto peşindeydik. O cehennem sıcağında dar sokaklara rüzgar girmiyor, feci. Bir mucize eseri, sokakları dik kesen merdivenlere kurulmuş ifil ifil esen Tapas 28'i bulduk. iç mekanı geniş olsa da dışarısı daracık; merdivenlere atılmış birkaç minder ve 4-5 masası var en fazla (temsili foto); ama menüsü zengin, yemekler çok lezzetli, şarap güzel, fiyat uygun. daha ne?

Gloria Füniküleri, Miradouro de São Pedro de Alcantara, Bairro Alto ve Brasileria

Yemekten sonra yeniden yürüyüş, bu sefer Baixa / Chiado istikametine. Bir diğer meşhur pastane olan Brasileria'nın önünden geçip sahile indik. Plaça do Comercio'ya kermes kurulmuş, uğultulu bir müzik var. Ona aldırmadan deniz kenarına yürüdük. Ufukta çakma Manhattan Köprüsü, ışıklandırılınca Boğaziçi'ne dönüşmüş, biz de sanki Arnavutköy sahildeyiz gibi oldu bi an. Güzel de oldu. Sokaklarda volta ata ata döndük otele. Ginjinha denen vişne likörü pek meşhur, shot halde ikram eden mekanlar var bolca. Geceye başlarken ağız tatlandırıp devam etmek için ideal; ama biz denemedik, şarap vurgunuyduk.

İkinci gün, yani dönüş günümüz, müze günü. Sabah metroya atlayıp Calouste Gulbenkian Müzesi'ne gittik. Türkiye'den göç etmiş, ikinci kuşak br petrol zenginiymiş Gulbenkian. Sanat ve tarih koleksiyonerliği öyle bir boyuta ulaşmış ki sonunda müze açmış. Dünyanın en büyük kişisel koleksiyonlarından. İran halılarından İznik çinilerine, Rubens'ten Turner'a bir sürü eser var. Tüm bunların içinde, René Lalique tasarımı, art nouveau takılar bambaşkaydı. Özellikle de yaka iğnesi olan meşhur Dragonfly Lady. Müze turunu restoranındaki öğle yemeğiyle taçlandırıp Parque Eduardo üzerinden sahile indik ve tramvaya atladık: İstikamet Belém.

Jéronimos Manastırı'nın dışı, içi ve kilisesinin azıcığı.






Belém de yapacak çok şey var; ama kesinlikle öncelik, Vasco de Gama'nın keşiflerini taçlandırmak için yapılmış muazzam Jerónimos Manastırı'nın. Manastıra doğru yürürken onlarca polis, kamera dikkatimizi çekti; ama üstünde durmadık. Avluyu dolaşırken, beyazlar içinde, yüze yakın rahip ve rahip adayı olduğu belli heyecanlı gençler görünce de niyeyse normal geldi. Bu arada avluda da bir ekran kurulu. Tam manastırın meşhur kilisesine doğru yöneldik ki tüm girişleri izciler tutmuş, sokmuyolar. "hayırdır, olay ne?" dedim tüm turistliğimle. beni baştan aşağı süzüp "olay? hiiiiç, Portekiz'in yeni kardinali bugün göreve başlıyor da!" dedi. Onca pazar günü içinden, bu pazara denk getirmişiz; yani kilise büyük tören için kapalı. Neyse, şansımıza küsüp çıkarken bir baktık, ayine halk da girebiliyor, kapıları açmışlar. Yeni kardinalin fotoğrafının olduğu bir kartpostalı elimize tutuşturdular ve öylece içeri girdik, maksat bir göz atmak. Kalabalık çok artıyordu, sonra istesek de çıkamayız diye çekinip yol yakınken geri dönüp çıktık. Bir sürü yaşlı kadın ve erkek hevesle kardinali görmek için bekliyordu, çok enteresan geliyor bana şu ruhban işi. neyse.

Keşifler Anıtı ve Belém Kulesi

Belém, pastel de nata'sı ile meşhur. Manastırlar bolca yumurta üretirmiş orta çağda, yumurtanın akını kumaş kolalama ve porto yapımında kullanırlarmış, kalan sarılardan da bu tatlı üretilmiş. Ülkedeki tatlı çeşitliliği de bu gelenekten geliyor. Yani "pastel de nata" aslında "pastel de Belém" denebilir. En meşhur mekan da Casa Pastéis de Belém. Burada yemeden olmazdı; ama işte sıcak. Pastanenin yanından geçip devam ettik. Manastırdan sonra Belém Kalesi'ne yönlendik. Sahilde karşınıza Keşifler Anıtı çıkıyor; dev bir gemiye kaptanlık eden Vasco de Gama. Anıtın içinde bir de ufak sergi vardı. Çok oyalanmadan Belém Kulesi'ne gittik. Kule ufak; ama gezmesi zevkli. Eski bir tarihi var, katlar arası ilerledikçe manzara güzelleşiyor. Kız Kulesi'ne iç güveysi alabiliriz.

ve kapanış: kavun suyunda çilekli dondurma iyi bi fikir ve pastel de nata ve porto.
Tur tamamlanınca uzun uzun tramvay bekleyip yeniden Plaça do Comerçio'ya döndük. İlk bulduğumuz yere girip biraz serinledik, Ministerium diye tatlı bi caféydi. Sonrası bavulları sırtlanıp havaalanı, rötarlı uçak ve nihayet Londra. Duty Free'den ne alalım derseniz, biz bir şişe porto, bir de bir şişe ginjinha ve ona özel üretilen, çikolatan yapılmış shot bardaklarından aldık. likörlü çikolata gibi bir kombinasyon oluyor ki o da gayet mutlu bir şey zaten.

Hamiş: Portekiz güzel. Gidebilen gidip doya doya gezsin.

1 yorum:

Dudu dedi ki...

nasıl heyecanlandım, nasıl güzelmiş, ne güzel anlatmışsın.
notlarımı aldım, bilet de cebimde.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker