30 Eylül 2012 Pazar

yaka iğnesi meselesi

Hava soğudu. Soğudu derken, palto giyiyoruz. Burası da böyle, n'apalım? kalorifer yakalım. çok çok üşüyen biri olduğum için hep şikayet edip söylenirim soğukta; ama artık sustum. Böyle çünkü. bana güneş vadetmedi londra. neyse, pek bir pineklemeli pazargünü geçirdim, hatta kendi geçti bitti. yazı da öyle olsun:

bu aralar, şöyle yüksek yakalı beyaz bi gömlek arıyorum; gidecek bir işim varmış gibi. kolalı yaka, güzel yaka. neyse, tüm bu arayışın sebebi aslında piccadilly caddesi oldu. "adı nerden geliyo buranın ya?" dedik, gugılladık. efendim caddenin adı portugal street'miş bi zamanlar. 16.yy'ın sonunda Robert Baker adlı bi terzi dükkan açmış. italyan işi, pikadil model yakalı gömlekler yapıp köşe olmuş. kendine bu caddede dev bir ev inşa ettiren, daha sonra bu muhitte yapılan diğer görkemli evlere de ilham veren bir terzi bey. haliyle yakaları da gugılladık. Elizabeth I dantelli versiyonu çok severmiş, sade versiyonu şurda. sonra o yakalar için en güzel aksesuar olan yaka iğneleri geldi karşıma ki bence pek zarifler. daldan dala derken, konu yaka iğneleri oldu bi anda. yıllar önce yine bi takılmıştım ben bu iğnelere, sonra unutmuştum. hortladı. (editos: kulağı delik olmayan annem hediye gelen minik küpeleri yaka ucuna takar da. oradan sarmıştım.)

http://25.media.tumblr.com/tumblr_l9teowQ1Xi1qdaotno1_500.jpg

80lerden bir versiyonu koydum ki tanıdık üstünde görün; potansiyeli anladığınızı umuyorum. bu işin atası tabii ki şu masum hanfendininki. erkek versiyonu da bence gayet şık, önemli gün ve haftalarda hediye alınan kol düğmelerine alternatif:

http://www.gq.com/style/blogs/the-gq-eye/swatch-pins-glenn.jpg

erkek versiyonunun uygulaması için de bakınız: birtakım . babalars. ve tabii ki: fred astaire.
mad men, boardwalk empire derken, dönem dizilerinin de hızıyla erkekler arasında inceden bi geri geliyor sanırım. bi de genelde "çakal" tipler kullandığı için, "kötü adam şıklığı" çağrışımı da varmış efendim; yorumcuların yalancısıyım, fred abiye yanlışım olmaz. erkeklerde işin içine kravat filan da giriyor, tamamen ayrı bir mesai. bi "inceleme" yazısı şurda.

neyse, benim hayalim daha ziyade şu aşağıdaki. madem yapıyoruz, eskilerden, çok eskilerden seslensin:

http://vintagecostumejewelry.us/unsign/j50601LockPin.jpg

bunu bulmak azıcık zor olduğu için, düz, sade çıbıklara da eyvallah diyeceğim gibi duruyor. tabii önce, herhangi bir gömleğin yakasını delmek yerine, kendinden yaka iğnesi deliği olan gömlek arayacağım. erkekler için bile azken, bu modelde kadın gömleği aramak da işte, meşgale. mesela kadınlar için kol iğneli gömleği de arıyorum hâlâ.

kadınlar için "yaka aksesuarları" genelde yaka ucu için olanlardan, zincirli filan. şıkırtıya, süslemeye müsait. onlar başka. bence bu barlar daha güzel. gerçi böyle diyorum; ama bi bakmışsınız aramaktan sıkılıp kocaman bi skoç etek iğnesini takmışım boynuma. şimdilik, erkek reyonundan araklanmış bi metal papyonum var, onunla yetiniyorum. tek ortak yanı iğne oluşu, üstelik.

gömleği ve iğneyi bulduktan sonra da artık giyer takar, otururum evcağızımda.

23 Eylül 2012 Pazar

kutlamalar, şenlikler

Birkaç günlük doğumgünü kutlamaları zamanıydı bu hafta. londra'nın en güzel yanı bence akrobasi/burlesk şov / kabare tipi şeyleri aramasan da bulabilmen. bu vesileyle biz de çift olarak bu işi sevdiğimizi fark ettik; hele ki şöyle vintage kostümler, mini mini bir piyano filan da varsa, harika.

neyse, 3-4 günlük kutlamaları da ona göre planladım haliyle. perşembe günü bir güzel restoran olan circus'a gittik. içinde ufak bir podyum kurulu. akşam yemeği saatlerinde gidecekseniz, yarım saatte bir akrobat, dansçı veya bir drag queen çıkıyor. 21:30'dan sonraysa yemek servisi bittiği için şovlar sıklaşıyor, 10-15 dakikada bir, gibi. bar kısmıyla birlikte gece 12'ye kadar sürebiliyormuş. yemekler asya mutfağı ağırlıklı, lezzetliydi. bir de çalışanlar çok güleryüzlüydü. hele bizim masayla ilgilenen kadın bence bu dünyaya hizmet sektöründe çalışmak için gelmiş, resmen neşe saçıyodu. tatlılar gelirken doğumgünü mumu koyup şarkı filan söylediler hem.

bir sürü program işte: cuma da "the tassle club" günüydü ki kendisi "londranın en uzun soluklu vintage sirk kabaresi" imiş. genelde iş dünyasına özel şovlar filan yapıyolarmış. bence zevkliydi. bileğim kadar beli olan çok güzel kadınların, harika kostümler içinde alev yutması beni büyülüyor, evet. bir de bu elfler tüyler ve tüller içinde sahnede süzülürken bir 3-5 dakikalığına tüm dünya duruyor, 3 boyutlu tablo gibiler. neyse, şovun adı göğüs uçlarına taktıkları ve gösterilerinin sonunda çevirdikleri püsküllerden geliyordu. anladınız.

cumartesi günü: bizim buraların en biricik caz mekanının 25. yıl kutlaması varmış, öyle bir müziklenmece oldu. ressam bi teyze açık hava sahnesine çıkan her grubun yağlı boya resmini yaptı, sonra sahne etrafına dizdiler. gece sonunda, etrafta balonlar ve elimizde punchlar eşliğinde amerikan prom night müzikleri dinliyoduk, pek bir 80lerdi efendim. bildiğimizden değil de işte, olsa öyle olur gibiydi.

 bugünü kabareli brunchla taçlandırmak  ve bu "konsept"i  altın vuruşla tamamlamak istedim; ama mekanda yer yokmuş. sağlık olsun. cümbür cemaat başka bi brunch mekanına gittik ve eylül yerine kasım ayını yaşayan londra'ya sitem ettik; çünkü everybody talks about the weather.

evet, resmen  "yedik içtik, çok eğlendik" raporu verdim. kafamı kullanacağım yazılar da yazarım inşallah.

*

şu an üşüyorum. yağmuru izlemek güzel. aslında şemsiye varsa ve rüzgar yoksa, yürüyüş de güzel. evcağızımızla ilgili minik minik projelerim var. onlarla oyalanmak güzel. iş başvurusu yapıp yanıt almamak kötü; ama umut fakirin ekmeği. öyle böyle derken, 2 gün sonra londra'daki 6. ayım olacak ki evet, zaman hızla akıııp gidiyor. biz bu vize yenileme işi yüzünden heralde bi 3-4 ay daha ülkeden çıkamayacağız. bu demek ki türkiye'ye de gidemeyeceğiz. bu da demek ki bazı gelin ve damatlara ayıp olacak. göçmen bürosuna söylenmiyorum, sadece beklemedeyim. göçmen bürosu da insan, neticede. neyse işte. çok heveslenmiştik ve bugün sessizce kahve içerek durumu kabullendik. o an kötü; ama bunu yaşayan 6 kişi bir arada olmak iyi.

18 Eylül 2012 Salı

demli çay

Benim sevgili anneannem bir evlilik teklifini, teklifi eden kişi çay fincanını tutarken serçe parmağını kaldırıyor diye reddetmiş. beyfendi bir pastaneye davet etmiş anneannemi, çok kibarmış da. sohbet etmişler; ama ah o parmak! çok şekilci olabilir, evet. daha başka, "ciddi" sebepleri de vardır elbet; ama "bir ömür o parmağı seyredemezdim" dediğinde ona hak vermiştim. seyredilmez sahi. hem Sabuşcuğum bir kınalı yapıncak, bir arnavutköy çileği, bir istanbul marilyn'i olarak, hiç gelemez öyle şeylere; gözü acır. mesela fincanda da "bi dudaklık pay" olmalı, yoksa asla içemez, ağzına kadar dolduranları da aşağılar azıcık.

neyse, konu dağıldı. işte bugünler, serçe parmak havada günlerdi biraz. ondan yazdım bunu. şimdi koskoca güne "indir o parmağı" deseniz ayıp olur ya, el mahkum bekleyeceksiniz bugün bitsin diye. sonra bir daha hiçbir günü bugün gibi yaşamayacaksınız ki bir ömür o parmağı seyretmeniz gerekmesin. Ben de kendime milat olarak bugünü seçtim. bugün son kez karşılıklı çay içiyoruz, ben, bugün ve serçe parmak. gerisi iyilik güzellik.

Londra eylülü atlayıp ekime geçti biraz; ama bu da güzel. güneş oldukça her gün mis gibi.

14 Eylül 2012 Cuma

mercan

haftada bir. arayı açmışım. olur öyle.

ay çok sıkıcı bir iki paragraf yazmışken sildim. sıkıcıydı çünkü. nezle, tamirci ustalar falan. bulaşık makinesi bir, kalorifer iki: bence hiçbir zaman çözülmeyecek sorunlar. alıştım.

tahin pekmez aldım. ben ikisini de ezel evvel hiç sevmem. burda pek bir sevdim niyeyse. aklıma zeycan geliyor. tansiyonum 4'e düştüğünde bana kaşık kaşık pekmez yedirme çabası. acaba niye sevmezdim ki? zaten küçükken patlıcan da yemezdim ben, saçmalık. gerçi karnıbahar baki. pişerken çıkardığı kokuyla sebzelerin durian'ı benim için.

evde her yer raf. dolap değil, raf. raflardaki her şey gözüme batıyor, tozlanıyor filan. hepsini kutulara kaldırmak istiyorum. minik bir ecza deposu görüntüsüne doğru, son hız. dekorasyon bloglarına filan bakıyorum, hep aynı soru zihnimde: peki EŞYALAR nerde?  bir sürü raf veya masa. hepsinde etsy'den alınmış baskılar, sulu boyalar, biblolar filan dizili. odada sadece 3 çekmece ve yine minik minik ıcır bıcırlar filan... kuzum battaniyeyi nereye kaldırıyosunuz? yedek çarşafın da mı yok? sadeleştin arındın da, bi sandalet, bi çizme, bunlar nerde?

yatağın bazasından şüpheleniyorum. sanki her şey fotoğrafı çeken kişinin arkasında, dev bir depoda üst üste duruyor. bu kare de böyle, sahiden bi "dekor". western filmleri gibi. dağınıklık değil bahsettiğim, fonksiyonel hiçbir nesne yok gibi. giysiler açıkta, bir ikea askıda dizili. kuzum o tozlanmıyo mu? onların hepsi gömlek, belin bıkının üşüdüğünde hırka giymiyo musun? nerde o hırka - kazak? yani o boydan boya raydolap kaplı odalar bile daha gerçekçi geliyor bana. eşyayla dolup taştığım için değil; en azından daha fonksiyonel. ayh ne bileyim.

defterlerim ve boya kalemlerim var. boya kalemlerimi kullanmıyorum sayılır. defterler güzel. saçma şeyler arıyorum: mesela minik, ahşap mandallar. kırtasiyede olur heralde. minik minik girişimler. çerçevelettiğimiz resimler nihayet yerini buldu. birini ısrarla asmıyoruz, belki karanlık oda baskısı yetişir, değiştiririz diye. ne mühim, di mi?

iş arıyorum iş. aslında işim bu.

7 Eylül 2012 Cuma

o harika insanların muhteşem olgunlukları üzerine

Insanları hayatlarındaki bazı olaylar olgunlaştırıyor. Böyle sıradan bir gerçek bu. Ben hiç "başkasının olgunlaşmasını sağlayan" taraf olmadım, o hissi bilmiyorum. Bildiğim tarafı anlatacağım; olgunlaşangiller.

Bu olgunlaşma halinin bir ayağı da tüm bunları çocukken yaşamak. "Ah hiç yaşıtları gibi değil, çok olgun, çok aklı başında". O aklı birileri kemirdi her gün, ondandır. Sincap gibi sevimli de değil, sıçan gibi kemirdi. Baktım ki çare yok, başımda tutayım dedim. hem delirsem n'olacak? yine ben uğraşacağım. öyle bir durum. ben o erken yaşta olgunlaşangillerdenim, evet. anlatsam roman olur, film olur. aslında daha iyi olur, pek gerçek gibi durmuyor. hani "gerçek hayatla ilgisi yoktur" desem, "e heralde yani" dersiniz. bir sürü şey öğreniyorsunuz. mesela insanlar şiddetten çok korkuyor; ama insanı esas delirtebilecek şey saçmalık. Siz hiç 10 yılı aşkın süreyle bir saçmalıkla uğraştınız mı? Sanmam. sisifos söylencesi gibi, anlamsızlık dolu bir lanet. "neden?" sorusunun çürüdüğü bir karadelik.

Neyse. İnsanların iyi niyetle, belki sadece gözlemle söylediği birçok safça söz bende çok sinir yapar. Garfield'a saldıran kötü kedi şerafettin gibi, boyunlarını sıkıp "sen hangi gezegende yaşıyorsun? küçük prensle mi komşusun, alice'le mi?" filan demek isterim. Tüm bu olgunlaşmanın bendeki hasar da bu oldu sanırım: tahammülsüzlük. artık büyüdüm heralde, birkaç şey dışında gülüp geçme safhasına geliyorum.

Mesela: boşanmış ve yalnız bırakılmış çocuklu kadınlar için "harika bir anne! inanmıyorum! ben olsam yapamazdım!" denmesi. Bana verdiği hissin tarifi yok. Göz seğirmesi, mide bulantısı. O kadın harika değil, o kadın harika olmak zorunda kaldı. Harika olmayı öğrenmek zorunda kaldı; çünkü başka seçeneği yoktu. Harika olmayı, süper olmayı, imkansızı başarmayı, hiç canı acımıyomuş gibi yapmayı, kendini çocuklarına adamayı, sırf onlar huzurlu kalsın diye kendisi de delirmemeyi filan - hepsini zorla öğrendi. Belki o da öğrenmek istemezdi, böyle bir tercihi, böyle bir lüksü olsaydı. Sana gelince canım, sen olsan sen de yapardın; ama inşallah yapman hiç gerekmez. İnan.

İş biraz burada zaten. Mesele o kadının harikalığı, süperliği değil, niye süper olmak zorunda kaldığı. Hani dedim ya ben "diğer tarafı bilmiyorum" pek diye, bu "başkasının süper olmasını sağlayan" tarafı biliyorum ama. Çok enteresan bir vakadır. Bir kere sahiden vakadır, genelde tıbbi bir yanıtı olan bir sorundur. Yine de bunu geçelim, enteresanlığına gelelim. Mesela mutlaka süperin süperliğini süpere verir, hak yemez. asla "ay o kötü!" filan demez. iki gün dese dahi, üçüncü gün demez. "aa biliyorum, o çok süper!" der. Nasıl demesin? O süper sayesinde kendi bir halta yaramadan yaşayabiliyor. Kendi bir taraf değilmiş gibi, elini taşın altına sokması gerekmiyomuş gibi. hani bir gün olsun, "süperin sırtından yük alsam da her günü Herkül'ün 12 görevini tamamlar gibi yaşamasa." demez. Süper süperdir çünkü. O yapar. Yapabilir.  Normal olan budur. O hep daha güçlüdür; sanki güçlü olmama gibi bir seçenek tanınmış gibi. Süperleştirense işte, takdirle izler. Alkışlar. İmrenir. Süper olamadığı için süpere garezlenmesi bile mümkün. Bazen sorarsınız, "e peki sen niye süper değilsin?" diye. Gözlerini kırpıştırarak "ama ben.. ben süper olamam ki... o süper!" filan der. ah o yapamaz. o beceremez. ona yazık. o bilmez! Tüm o haliyle, ona yazıktır; tabii ki süpere değil. Süper zaten süper, hâlâ anlamıyosunuz! ona bişcik olmaz!

Burda bitmez. Kendi yarattığı zararın, hasarın telafisiyle boğuşan bu zoraki süpere sırtını dayamaya devam eder. Her süper insan, her süper anne, "normal" birinin o "normal"liğin gereğini dahi yerine getirmeyişinin eseridir; fazladan sorumluluk, fazladan yük, fazladan her şey. Süper dediğiniz, normal bir insanın iki katıdır; çünkü bir normal insan 1 kişilik payından dahi vazgeçmiştir. Ah o kadarını bile beceremez o, yazık! o bilmez, o yapamaz, o bir yazıklar anıtı!

Aslında sahne şöyle: o süperleştiren zat, süperin sırtına çıkmış, zıplıyor.  var gücüyle, hırsla, gülerek. süper de sakince hayatını sürdürmeye çalışıyor; çünkü o yapmazsa yapacak başkası yok. arada canı acıyor, ah bile demiyor belki. diğeri hep zıp zıp. süper taşır. süper kaldırır; o süper çünkü. o sırada çocuğun altını değiştirir, işe gider gelir, anasına babasına bakar, evi tozlanmaz, çamaşırı - tabağı temiz kalır, çocuğun okuluna gider öğretmenleriyle konuşur filan. sırtında da hep daimi bir zıp zıp. zıplayabilir n'olacak? süper o sonuçta; taşır. şımarık bir çocuk gibi zıplanabilir, süperler düşünsün.

mesela süperler çekip gitmez. öyle bir ferahlığı yoktur. "çekip gidicem burdan" der defalarca, gitmez. gidemez. bırakamaz. lanet olsun ki beynini kemiren bir sorumluluk duygusuyla doludur. öyle saçma bir şeydir ki bu, yeri gelir o sırtında tepinen manyağa bile üzülür, "ay ayakları acıyodur, yorulmadı mı?" diye. öyle bir şey işte. o sırtındakinin heyheyleriyle uğraşır. saçı çekilir, sırtı tekmelenir, mühim değil. gücünü annelikten filan aldığını sanmıyorum; anne olmayan ve hatta kadın olmayan versiyonları da var bu hikayenin. gücünü sadece kendinden alır bu süperler. hani sahiden süper bir tarafları varsa, adamı çatlatan sorumluluk duygularıdır. Onların şirazesi kaymaz. onlar delirmez. onlar şöyle bir güzel saçmalamaz. onlar zembereğinden boşanmaz. anlatabildim mi? ha bir yerden elbet patlak verir, geceleri ağlar belki veya bir daha asla kimseye güvenmez. bunun da tek sebebi yine kendileridir, kendilerini suçlamaları, kendilerini yiyip bitirmeleri. Öyle bir sorumluluk fazlasıdır ki sırtındakine niye tepindiğini sormaz da "sırtıma nasıl çıktı? ben çıkarttım!" diye dertlenir. böyle yani.


Ne diyordum? hah işte ben tüm bu sebeplerle, bu koşullardaki birine harika, süper, vaaouvv diyenlerin hepsini çok tuzukuru bulurum. Baktığı yerde bir varolma çabası göremeyecek kadar tuzukuru bir rahatlık. sonra kızmama kızarım. ne güzel işte? baktığında olayın aslında ne olduğunu göremeyecek kadar tasasız yaşamış demek ki. bazal tepkiler, holywood/ yeşilçam replikleri savuracak kadar uzakmış. demek ki sahiden o tuzu kuru kalmış, ne güzel. erken olgunlaşmamış, belki tonla saçmalamış. ne güzel. yapabilmiş bunları. kıskanıyor bile olabilirim.

ha tüm bunların sonunda insan bazı şeyler öğreniyor tabii. mesela deli deliyi görünce sopasını saklıyor sahiden. kadın kadının kurdu sahiden. dinsizin hakkından imansız geliyor. keser dönüyor, sap dönüyor. bir sürü şey öğreniyorsunuz. delirmeyen süperler ve onların olgunlaşangilleri olarak, dua eder gibi atasözü ve deyim tekrarlıyorsunuz. olgunlukla, aklıselimle, huşu içinde. ne komik. başka bir sürü şey var mesela: o süperleştirenlerin her daim ilgi istediği gerçeği. sizden alıp götürdüklerini yine size fatura edeceği. yüzsüzlükle arsızlık arasındaki o azıcık farkı bile öğreniyorsunuz, gariptir.

sonra n'oluyor biliyor musunuz? bitiyor. bir şekilde, bir gün bir perde iniyor önünüze. bitiyor. o perdenin arkasına bir daha bakmıyorsunuz. kapanıyor tamamen. o perdenin ineceği günü iple çektiğiniz için olabilir, perdeyi çok seviyorsunuz. nihayet işte, nihayet perde kapanabiliyor. kimse açamaz. delirdiğimi düşündüğüm tek an, bu perdeyi sahiden gördüğümü düşündüğüm andı heralde. devasa bir tiyatro perdesi; ama kırmızı değil, koyu bir bej. kir göstermez cinsten, ağır bir perde. çok mutluydum. gelmişti işte perde. canım perde. tarifi zor. birine bakıyorsunuz ve o kişinin dev bir perde arkasında kaldığını görüyorsunuz; beyin ne güzel organ. müthiş bir ferahlık. bi arkadaşım da mavi bir kapıdan bahsetmişti. kapı da olur, benimki perde. o perde o kadar güç veriyor ki insana. tüm o sırtta tepinmelere son veriyorsunuz. sizin sırtınızda olmasa bile, süperin elinden tutuyorsunuz. o süperleştiren zavallıyı resimden kesip atıyorsunuz. perdelerce. cem karaca nâzım'ın şiirini ne güzel söyler: herkes gibisin. kimileri aşklarını filan düşünür belki bu şarkıda; o bile çok safça gelir bana. birini herkes gibi yapabilmek için yıllar harcayınca anlayacağınız cinsten bir şey.

bu arada ben de öyle böyyyüüük bir felaket yaşamadım. hatta bakarsanız, tüm bunlarla gırtlağıma kadar battığım dönemler hayatta en başarılı olduğum zamanlardı. yaşadıklarım 3. sayfa haberleri düzeyinde de değil. ben absürdlükle uğraştım, dediğim gibi: saçmalıkla. anlamsızlıkla. o kadar tüketici bir şey ki.

tüm bunlar olurken en garibi diğer insanların tepkisiydi. birçoğu süperin halini anladı, anlamaya çalıştı. sırtınızda birinin zıpladığının fark edilmesi çok zor olmuyor. bir kısmı bakmadı, görmedi, görmek istemedi, "sizin özeliniz yani, ben karışmiym" korkaklığı. bir kısmıysa, büyük bir zevkle, çekirdeklerini alıp işin geyiğini çevirdiler. gladyatör dövüşü gibi, BBG evi gibi. bir gün olsun kendilerine aynı şey olmayacağından çok emin olarak. "ateş olmayan yerden duman çıkmaz" dediler, "inanamıyorum" dediler. mantık aradılar; o devasa saçmalıkta, o absürd filmde mantık aradılar. bazısının kapısına kafası kesilmiş mr.spock kuklası filan göndermek istediğim doğrudur. öyle fantastik şeyler kurabiliyor insan;  neticede süper olan ben değilim. mantıklar ve aforizmalar sonrası, uzaktan, uzak durarak incelemelerini tamamladıktan sonra, eh baaarrri, lütfedip hak verdiler; ama tek kaşları hep havada kaldı. "ama niye sen? niye o? niye öyle? niye böyle?". bok çünkü, sebep bu. bok: saçmalığa ve yalana inanmanın kolaylığı, puf koltuk rahatlığı.

ha n'oluyor? bir güzel yükünüz oluyor. o perde arkasındaki dev yük. ölü kemirgen. her yere sizinle geliyor. işin acemisiyken saklamaya çalışıyorsunuz. sonra bir ferahlık anı: o yük sizin. sizi siz yapan manyak kemirgen, saçma yük. hayatınıza giren insanların da tanıması gereken bir yük. ilerde bir gün yaşlanıp da gençlik anılarınızı sayıklayacağınız günler geldiğinde, kelimelerinizde olabilecek bir yük. içki içerken gözleriniz dolduğunda perdeyi aralayan bir yük. sizin sevgili yükünüz. utanmanız gereken bir şey yok. bunu anlatıyorsunuz ki anlamayanla uğraşmayın. hayatınıza "ay ne süper! inanmıyoruum!" diyenler girmesin. bencilce; ama öyle. insan seçiyorsunuz. yükünüzü dinlerken dehşete kapılıyorsa, başını okşamak geliyor içinizden: masum çocuk. yükünüzü dinlerken o sizin başınızı okşuyorsa; tamam, anlıyor.

bu işte böyle bir şey. olgunlaşangillerin sıradan hikayesi. süper değil hiç kimse. kimse takdir de beklemiyor aslında. belki belki biraz destek, biraz anlayış. o kadar. kendi hayatımdaki zoraki süperden öğrendiğim yegane şey: "başkalarını kendi dertlerinle sıkma" oldu. ne komik di mi bu nasihat? "başkalarını rahatsız etmemek" ve "verebileceğin olası rahatsızlığı her zaman tartmak". o süper insan bana bunu öğretti işte. hani bir gün olur da birinin sırtına çıkmaya yeltenecek olursam, utanıp vazgeçeyim diye heralde. ben süper değilim dedim ya; ama süper beni iyi eğitti. iniş çıkışlarım, saçmalamalarım, yanlış tercihlerim, hatalarım filan hep kendime. birine rahatsızlık vermeme kaygısıyla, hep kendime. birini rahatsız ettiğimde, bu yüksek sesle müzik dinlemek bile olabilir, yerin dibine batışım bundandır.

deformasyonumsa şu oldu: dert anlatmaya çalışmak. ikna etmek bile değil. anlatmak, anlaşılmaya çalışmak. sırtta tepineni tepinmekten vazgeçirmeye çalışmak. tüm o saçmalık talimime rağmen, sonsuz bir "neden?" sorusuna cevap aramak. çene yarıştırmak. susmamak. oysa süper olanlar ne güzel susar. içine atmak bile değil, vazgeçtiği için. bense en gerektiği zamanda bile vazgeçmem. kendimi tüketirim. bir yere varmayacağı halde, sisifos gibi, inatla iterim o kayayı. mesleki deformasyon - adeta. kendi söküğümü dikemeyiş. cama çarpan sinek gibi. zoraki süperlerden değilim işte, ondan. aradaki farkı burdan anlayabilirsiniz. olgunlaşmış olabilirim; ama bir süper kadar değil.

neyse, bu da bi parantez olsun. açılsın, kapansın.

5 Eylül 2012 Çarşamba

ondördüncü


ben bu ara en çok yargıtay 14. ceza dairesini merak ediyorum. kendilerini genelde verilmiş mahkeme kararlarındaki cezaları indirmeleriyle tanıyoruz. basına yansımış kararları bi hatırlayalım:

1.meşhur N.Ç davası kararı onlara ait. karar yetmediği gibi basına "oradaki rıza kararı doğrudur, yaygarayla hukuk değiştirilmez" diyen de daire başkanı.
2. anal ve oral seksi ile nekrofili, ensest ve hayvanlarla ilişkiyi bir tutan ve "doğal olmayan ilişki" sayan muhteşem karar da onlara ait.
3. tecavüze yeltenen; ama mağdur direnince korkup kaçan adamlara indirim de kendilerinin eseri. buradaki indirim sebebi şuymuş: "aşılabilir mukavemet". yani isteseler mağdureyi manyakça dövüp yine yaparlarmış ama yapmamışlar, aşabilecekken aşmamışlar. yani kendileri vazgeçmiş. yani hafif bi teşebbüs bu. bu kavramları iyi öğrenin bak, bi gün gerekebilir.
4. 18 yaşında down sendromlu kız babasının tecavüzüne uğruyor, hamile kalıyor ve kürtaj oluyor. ancak kızlık zarı yırtılmamış; birçok kadında olduğu gibi. bu daire, "kız bakire, babanın suçu indirilsin" dedi. nitelikli suçtan, basit suça doğru bir indirim önerdiler. sadece 1 üye itiraz etti, 4 oyla onandı.

böyle yani. özel branşları çocuk yaştaki kişiye tecavüz davalarında ceza indirimi vermek. buradan öyle görünüyor.

karar metinlerinin tamamını okudunuz mu bilmem. hukuk bana çok enteresan geliyor. hukukçu olmadığım için olabilir. her şeyin tanımını yapmak şart bi kere. öyle ya, ortada tecavüz yokken adı tecavüzcüye çıkan, iftiraya uğrayanlar da var, yok değil. yani her erkeği sapık zannetmiyorum, çok şükür. ha suçlunun savunma hakkıdır, avukatın müvekkilini savunmasının avukatı suç ortağı yapmayacağı gerçeğidir, hepsine varım. yaşasın hukuk. hepimize lazım.

neyse, bu tanımlar enteresan yine de. mesela tacizin iki tipi var: nitelikli ve basit. tecavüz de şu: "birinin vücuduna rızası dışında organ veya sair cisim sokmak". böyle yani, hepsi teknik cümleler. hukuk da bakıyor, bu cümleye uyuyorsa durumunuz, onay veriyor. vücut tamam, rıza dışılık tamam, organ veya sair cisim tamam - o zaman tecavüz. böyle yani.

sonra işte bi yerde, "aşılabilir mukavemet" çıkıveriyor. hmmm. bunu teknik tanımda görmemiştik; ama tabii ki hukuk bir makine değil. kararı insanlar veriyor, insan için. yoksa girerdik sisteme tıkır tıkır, adalet sağlardık. öyle değil de böyleyse sebebi var: kanaat. insan için, insanla.

işte ben merak ediyorum, bu 14. daire niye hep suç indirimine kanaat getiriyor? kanaat olmasa teknik sebeplerden, ah nerdeyse istemeden oluveriyor bunlar? kim bu adamlar? hepsinin erkek olduğundan ben buradan eminim, kadın yoktur aralarında. kim bunlar? neciler? çok merak ediyorum. gazeteciler nasıl etmiyor, onu da anlamıyorum.

internetten bakıyorum, dairenin kuruluş tarihi 2011. yeniden yapılanmış yargıtay. üyelerine bakıyorum, mesela bir tanesi türkiye adalet akademisi yönetim kurulunda; adli ve idari yargı hâkim ve savcı adaylarının yetiştiren kurum bu. 14. dairenin 5 üyesinin oy birliğiyle NÇ kararı çıkmıştı. Bu isimlerin 3'ü HSYK kanunu değişikliğiyle o göreve gelmiş, diğer 2'si eski yargıtaycı. O kadar teknikler ki nüfusa göre 12 olan mağdurun kemik yaşına bakılmış, 14 görülmüş. Eh 14 dediğin, 15 sayılır. 15 olunca suçun vasfı değişiyor. E 15'ine az kaldı, birkaç ay var diye asgari sınırdan karar düşünülmüş, 14. daireye de uygun gelmiş bu. kanaat sonuçta. Bunları ben uydurmuyorum, başkan anlatıyor. Her şey teknik yani. Mesela bu davada "fuhşiyata tahrik" suçundan yargılananlar da vardı, 7,5 yıl sonra  dava zaman aşımına uğradı biliyor musunuz? hepsi teknik.

neyse bunlar hep yazılıp çizildi. bu adamların hiçbiri de gökten zembille inmiyor tabii.  yargıtaya gelene kadar cumhuriyet başsavcılığı görevinde filan, yıllar yılları bulunmuşlar. Mesela şu 4. vakada bahsettiğim, itiraz eden yegane üye HSYK atamasıyla gelmiş. sebeplerini "teknik olarak" karşı oy yazısında anlattığını açıklıyor, duygusal bir karar değilmiş.

yine de, HSYK'nın bu tür davalarda mimli olduğu açık. Malum, türkiyedeki feminist hareketin yıllarını vererek kanundan çıkarttığı "mağduruyla evlenen tecavüzcüye indirim/ af" salaklığını yeniden kanuna sokmayı öneren HSYK üyeleri oldu, bi toplantıda uzun uzun tartışıldı. Aynı şekilde, alıkonan veya kaçırılan kadın evlenirse, adamın suçu 5 yıl ertelenecekti, bu önerildi. HSYK'nin tamamının hükümet tarafından atanması da güçler ayrılığı ilkesine yönelik bir "nitelikli suç" bence; ama belki de aşılabilir mukavemeti vardır adaletin, bilemiyorum.

neyse konu dağılmasın. o meşhur HSYK toplantısında önerilen şeylerden biri de şuydu: 15 yaşından küçüklere karşı "rızaen" cinsel ilişki suçlarının ceza miktarları düşürülmesi. durun durun, sakin. bu niye önerildi biliyor musunuz? yani toplantı konusu neydi de HSYK bi anda bunu konuşmaya başladı? hadi hatırlayalım: ‘yargının hızlandırılması ve sorunların tespit edilmesi'. bu yani canım. yargı yükü hafiflesin diye lütfen tecavüzcünle evlenir misin?! ayrıca rızan mı var, kızlık zarın mı var filan derken beni temyizlerle oyalamasan da cezayı indirsek doğrudan? ayh yani siz kadınlar! 

yani burdan bakınca, 14. ceza dairesi bir hukuk devrimi yapıyor. HSYK'nın saatler süren çok anlamlı toplantısında konu dönüp dolaşıp taciz ve tecavüz davalarının sayıca çokluğu olmuş olacak ki, 14. daire konuşulup da uygulanamayan bütün bu fantastik önerileri hayata geçiriyor. tamamen teknik bir şekilde. yani rica ederim, bundan anlamlı ne olabilir? mesela benim bi önerim var: zaman aşımı istemiyorsanız, o zaman dava açmayın. dava olmazsa, zaman aşmaz. bence çok mantıklı. tecavüzcünüzün yakalanıp salıverilmesinden ve bir de mağdurken suçlu çıkarılmanızdan bıktıysanız, zevk almaya bakın. göreceksiniz, yargı hızlanacak ve sorunlar tespit edilecek. daha önemli ne var yani, teknik olarak?

yani işte, bu bir iş. teknik bakacaksınız; ama tabii "insan faktörü" de önemli. kanaat filan. bak ne diyor HSYK başkanı: biz bunları önerdik; ama bir sor, niye? soruyorum hemen: niye? bölge gerçeğiymiş efendim. napalım yani: insanlar böyle. kanaat. bazı bölgelerin tecavüzü başka bir tecavüz, bazı bölgelerinki fasülyeden. kadını 15 yaş altı, 15 yaş üstü, bakire, evli, dul filan diye sınıflandırdığımız yetmedi, bir de ayrıca bölgelere böleceğiz. Demiş ki kendisi, "orada bir bölge var uzakta, bu bölgede 15 yaşından küçük kızların evlendirilmesi olağandır". hayır, bu tecavüzdür. bence böyle. sizce de böyle olabilir; ama sanırım bölge bilgimiz zayıf. 15 yaşından küçük kız çocukların evlendirilmesinin "bölgesel gerçek" olduğunu belirterek, "kadının mağdur olmasını engellemek için" erkek ve aile hakkında ceza verilmesini öngören kanunun kaldırılmasını önerdiklerini ifade etmiş. yani biz gerizekalılar anlamıyoruz ama adam aslında kadını koruyor: bari başında bi kocası olsun. bari aile korunsun. aile büyüktür kadın. aile mühim şey tabii, aile demek erkek demek. kadın da işte, var evet öyle bir şey.

bölgeselmiş. bölgelerinizi seveyim. o bölgelerde çocuklar pisi pisine ölüyor. ceylan kendi köyünde koyun otlattığı tepeye gitti de öldü, annesi eteğine topladı yavrusunun parçalarını. o bölgelere sizin borcunuz dağlara taşlara yazılı; ama nolacak, biri gitti, diğer çocukları var di mi? teknik olarak çok çocukları var onların, canları acımaz teknik olarak. bölgesel gerçekler ve tecavüz. bulantı sebebi.

beynim acıyor yemin ederim. insanlar "ya senin çocuğun olsaydı?" filan diyor. nasıl da anlamıyoruz, bu teknik bir şey. zaten onun çocuğuna olmaz. olsaydı da teknik olarak farklı olurdu. bu iş tamamen teknik. hukukun, yargıtayın en saygı duymam gereken adamlarına empati üzerinden adalet kavramı anlatmaya çalışmam acıklı olur. "bak şimdi adalet lazım çünkü empati kurarsan..." filan. yok öyle bir şey. bu adam hukukla ve tabii ki adaletle ilişkisini teknik düzeye indireli yıllar olmuş. kimbilir bu eğlenceli 14. dairede bir araya gelmeden ayrı ayrı ne kararlara imza attılar? ben burdan sapıklar lokali gibi görüyorum; ama iş tamamen teknik. bakınız: birini bir organ veya sair cisim sokmak suretiyle hamile bırakabilirsiniz. bir önceki kararınızda ensest ilişki saf sapıklık da olabilir; ama bekaret, ah o zar! her şeyin üstünü örten zar! o işte, o zarın adı ne biliyor musunuz? aşılabilir mukavemet. öyle yani. hafif suç. hafifletici zar.

daha önce de dedim: ayaklı vajinalardan ibaretiz. arada doğuruyoruz filan. mesela gündüz vakti adam bacağınızı çimdikleme hakkını kendinde görüyor. elini yakalayıp bas bas bağırdığınızda o kadar şaşırıyor ki. ben yaptım, ordan biliyorum. adamın elini havaya dikip, "sen beni nasıl ellersin!" diye bağırdığınızda nutku tutuluyor. konuşan vajina! ve işin en ikiyüzlü yanı, civardaki erkeklerin, "lan sapık mısın laaan" diye adamın üstüne çullanması. hayır sapık değil, normal. sizin kadar normal. siz şimdi beni korudunuz; ama tenhada ne yapardınız bilemem. bi kere ellendim çünkü. az yelloz olabilirim, aşılabilir mukavemetim de pek aşılabilir değil belki; ama işte bi kere ellendim. demek ki bi kuyruk filan sallıyorum. rıza bir erkek adıdır neticede ve her kadının bi rızası vardır. böyle işte. o aptala dönmüş suratıyla bana bakarken, niye bağırdığımı anlamaya çalışıyordu, nasıl olurdu da yani, bir vajina nasıl konuşur? nasıl itiraz eder, teknik olarak?

beynim acıyor. inatla anlatmak lazım: bak bu bi kadın. yani insan. onun bedeni, onun kararı. seninle bir ömür sevişebilir, bir gün sevişmek istemeyebilir ve zorla sevişemezsin. bu bi kadın. sırf sokakta yürüyor diye kamu malı değil. bu bir kadın: göz göze gelince hallenirsin diye başını yerden kaldırmadan, hızlı hızlı yürüyen bu kadın senin vatandaşın. vergi filan veriyor, eşek gibi. emeği gasp ediliyor. ya sana, ya çocuğuna, ya anana babana bakıyor, bitmiyor derdiniz. en elit ortamlarda, şehirlerde, plazalarda filan çalışıyor, orada bile hiç olmadı sürekli "şaka" yapıyosun. üstelik o bel altı şakalar arası hallenmelerine gülmezse de frijit diyeceksin, öyle bir kafa yapın var. bu bir kadın. eve geliş saati mevsime göre değişiyor: hava 4'te kararıyorsa 4'te, hava 8'de kararıyorsa 8'de evde olmalı genç kız. balkabağı kıvamı, bitkisel hayat düzeyinde bir kadınlık.

insan bu kadın. her şeyi sürekli takip edip, bitmeyen bir ürkeklikle varolmaya çalışıyor ve sonra sen tüm teknik tükmüklerinle üstüne çullanıyorsun: mukavemetli rıza üstü sair cisim sokmalar.

neyse. başa dönelim. şu 4 maddeyi, 4 kararı bir okuyun ve sonra kendinize bir sorun: adalet, sahiden bu kadar teknik bir şey mi? bize yutturmaya çalıştıkları gibi mi işliyor bu teknik sistem? ben bu kararlardan sonra sokağa dökülmediysem, ne bekledim? alıştım mı? ne zaman alıştım? bi sorun. bi düşünün. sonuçta alt tarafı 5 erkek, şimdiden bu 4 karara imza attı bile. yine teknik olarak, bu yetkileri sonsuz değil.

ha bir de şunu düşünün: 15 yaşını kutladığı doğumgününün ertesi günü, veli izni, mahkeme onayı ne evrak varsa toplanıp 30 yaşındaki damatla evlendirilen bir kadın tanıyorsunuz. kocası başarılı bir adam oldu, şimdi cumhurbaşkanı. bir düşünün, iyi düşünün. bunu siyasetler üstü söylüyorum: çünkü zaten bu durum siyaset üstü bir durum, öyle yaygın. onun için düşünün zaten, son 10 yılı suçlayıp rahatlamak kolay. belki de itiraz etmek için daha çok sebebiniz vardır. belki iş sadece 1-2-3-4-5 adam, onların yargıtaydaki konumları, yetkileri filan değildir. belki sizin evin duvarları da biraz üstünüze üstünüze geliyordur.

ben yine de bu 14. daireyi merak ediyorum. araştırmacı gazeteci birilerini tanısaydım keşke. kim bu adamlar?

3 Eylül 2012 Pazartesi

bir iskoç başkenti hikayesi

Efendiim, bucak bucak Britanya turumuzun son durağı Edinburgh oldu; ama hemen yazmadım. geçen hafta Pazartesi günü tatildi, eh 2 yerine 3 gün oldu mu biz bi yere gideriz, hele Ağustos ayını festival ayı yapmış bi şehirse.

Edinburgh festival(ler)i ağustos ayında oluyor, birkaç tanesi çakışıyor. Fringe adlı şehir festivali, sanat festivali, uluslararası edinburgh festivali ve kitap festivali çakışmıştı mesela.  Neyse, baştan başlayayım.
bizim otel.
 İlk gün öğlen şehre vardık. Edinburgh Üniversitesi'nin kampüsü içinde olan bir otelde kaldık, bildiğiniz yurt odası; ama bilmediğiniz bir yurt binası. 2 gece kalacağımız için odadan fazla bir şey beklemiyorduk; ama kahvaltı önemliydi ve kahvaltısı güzeldi. Konaklamayla ilgili bir sorun, yorum okumak. Nereye gideceğini bilmeden gidip hayalkırıklığı yaşayan bir grup var ki sahiden benim asabımı bozuyor. Ya otelin adresi bile okul kampüsü. Hani bir spa'sı olmadığı aşikar! neyse.


sevgili kale
İlk gün 15 derece ve yağmurluydu, biz de kat kat giyinmiş ve mutluyduk. Önce otobüsle şehir turu yaptık. İyi de oldu aslında. ödüllü bir turmuş bizimki, 3-4 seçenek arasından "heritage tour"u seçmiştik. 1 saat sürüyor ve şehrin güzel bir özeti. Kalenin yakınlarında indik. Şehir açık hava müzesi gibi, yağmur yağmış ve topraktan mimari fışkırmış gibi. Edinburgh Kalesi sahiden güzel bir yer, manzarası yeter zaten. Biz biletlerimizi önceden internetten almıştık, iyi ki de öyle yapmışız, çok sıra vardı. Bi ara hatmettiğim ingiliz- iskoç tarihini hemen hemen unutmuşum, okudukça bir şeyler hatırladım.

Savaş müzelerinde sergilenen madalyaların rengarenk olması asabımı bozuyor. "ne güzel öldünüz, ne güzel sakat kaldınız" der gibi. ne bileyim, o renksiz üniformaların, acılı ölümlerin olmadığı bir şekerci dükkanı yalanı. hepsi bir aradayken, o madalyaları almış askerleri düşündüm, her biri acı için başka bir renk tasarlayacak kadar bu işi oyun sanan rütbelileri filan.

kaleden edinburgh
 Neyse efendim, kale turumuz bittikten sonra yeniden yola düştük. Festival zamanı olduğu için, biz de bu sanat fışkırmasından nasiplenelim diyerek, 4 saatlik fransızca bir oyuna bilet almıştık: Les naufrages du fol espoir. şehir dışında bir yer olduğu için havaalanı otobüslerine binmemiz gerekiyodu, otobüsü ararken kaybettiğimiz vakte yanıyorum. Neyse, ucu ucuna yetiştik. Oyun güzeldi, her şey iyiydi de bence 2,5 saate bağlardık. son 15 dakika boyunca kendimi çimdikledim, kabul ediyorum. Yine de güzel bir ekler yiyip şarap yudumladım; çünkü pisboğazım. Saat 22.30 gibi şehre döndüğümüzde cumartesi gecesi ateşiyle alakamız yoktu, sabah 5'te uyanmış olmanın yorgunluğuyla otele dönüp zzz.

Arkadaki david hume'un mezarı.
   
calton hill: iskoç akropolis'i.
Pazar günü güneşli olduğu için pek bir mutluyduk. Önce mezarlığı gezip sonra Calton Hill'e çıktık. Manzarası pek bir güzel, solunuz şehir, sağınız ufukta kuzey denizi olan bir yeşillik. Tam karşımızda şehrin en yüksek noktası Arthur's Seat vardı, resmen ayağımız kaşınıyordu.
calton hill'den manzara on numara
şu arkadaki tepe holyrood park.
Calton hill'den sonra kraliçenin İskoçya'daki mekanı olan holyrood sarayı'na doğru yürüdük; ama sarayı gezmedik. Hemen yanında da koca bir tepe olan holyrood park ve tepesinde de arthur's seat duruyordu. Aslında tırmanmayacaktık; ama bi anda iki su iki sandviç almış, yolluk yapmış halde bulduk kendimizi. bu arada hava ısındı, ceketler çıktı ve tırmanışa başladık. parkın ana yolundan 45 dakika kadar yürüdükten sonra bir düzlüğe geldik. biraz soluklanıp esas tırmanışa başladık.
arthur's seat'e doğru.
 iyi ki çıkmışız, manzara harikaydı. yine de ara ara çok gerginleştim; çünkü yükseklik korkum var ve alt kısımlara taş basamak yapıp da üst kısımları toprak eğim olarak bırakmanın mantığını çözemiyorum. neyse, zirveye ulaştık, fotoğraflarımızı çektik. hava 15 derece, güneşli; ama rüzgarlıydı.
zafer duygusunun adresi: arthur's seat.
Efendim bu yürüyüş ve yorgunluğun üstüne, şehrin ana caddelerinden biri olan ve kaleye çıkan royal mile boyunca yürüdük ve sonra bir pub'a kendimizi attık. bu tür tatillerde nerde yemek yiyeceğini ayarlayan, rezervasyon filan yaptıran insanlara hayranım. biz daha çok "xyz yapsak güzel olur" deyip, yapmayıp, son anda olmamasına da çok takılmıyoruz. neyse işte, ana caddede dolaştık, fringe'in coşkusunu damarlarımızda hissettik. sonra grassmarket'ta bir yerde erken bir akşam yemeği yedik. hesapta otelde biraz dinlenip tekrar çıkacaktık, cumartesi olamamış gece alemlerini pazar günü tadacaktık. olmadı. beni rüzgar çarpmış, otele gidince uyudum ve sadece ilaç içmek için gözümü açıp yine uyudum. haliyle gece hayatını pek göremedik; ama güzel diyolar. iskoçlar güzel insanlar zaten.

neyse, ertesi sabah dönüş zamanımızdı. eşyaları alıp istasyon yakınındaki fruit market gallery'e gittik. dieter roth sergisi vardı. küçüktü; ama güzeldi. yağmurlu olduğu için galerideki kafede biraz tembellik ettik, kahve filan içtik. sonra baktık vakit geçmiyor, princes street'e yürüdük. bizim olduğumuz tarihlerde edinburgh tramvayı kazısı vardı, haliyle ana cadde olmasına rağmen princes street ve kuzeyindeki sokaklara pek yüz vermemiştik. şu an havaaalanından şehir merkezine tramvay yapıyolar, o da bi bilgi. neyse, rose street vs, şirin yerler. bi baştan başa yürüdük, görmüş olduk. esas esprisi akşamüstü -gece bar keyfiymiş, bi dahaki sefere artık. sonra trene binip şehr-i londra.

bir dahakine leith walk'u keşfetmek, deniz kenarına gitmek ve dağ bayır tırmanmaktan gezemediğimiz müzeleri gezmek gibi hedeflerimiz var. britanya turumuzun yıldızı şimdilik edinburgh.

boş vites

Türkiye'den haberleri okumak çok garip be blog. Ben istisnasız her seferinde sinirden dişimi sıkıyorum, iyice sıkarsam gözlerim doluyor. Hollanda'dayken de böyle olmuştu, az uzaklaşıp bakınca daha beter acıtıyor. Kıyaslıyorsun, ister istemez. Hani yaşım kadar süredir, insanların gün aşırı savaşmalarla ölmesini geçtim, kaldırımları kıyaslıyorsun. Kaldırımların verdiği acıyı anlatamam. Kaldırımlar alçak ve sadece başında ve sonunda değil, aralarda da rampalar var. Rampalar tırtıklı ki hem görme engelliler fark etsin hem de tekerlekli sandalye / bebek arabası kaymasın. rampanın sonu yola çıkıyorsa istisnasız hepsinde ya "sola bakın" veya "sağa bakın" yazıyor ki ezilmeyelim. Hepsinde blog, her birinde.

Ben işte bu kaldırımlara bakıp düşünüyorum, vatandaş mı talep etmiş düzeltilmesini, "böyle şehirde yaşanmaz!" mı demiş, yoksa zaten hiçbir zaman 35 cm'lik kaldırımdaki kırık taşa takılan bebek arabası tekeriyle boğuşmamışlar mı? Baştan mı düzgün başlamış her şey? Nerde hata yapmışız, kaldırımlar söyleyecek bana. Öyle bir haldeyim. En fenası kaldırımlar. metroymuş, parkmış, hepsi sonra geliyor. Yer çekimi yüzünden illa basacak o ayaklar yere. İlla yürünecek. Öyle temel bir zorunluluk işte o kaldırım. Bunlarda kayboluyorum, tarifi zor. Kaldırımlar, sanki gazetede bu haberleri okumamızın tek sorumlusu.

Beni en çok etkileyen kitaplardan birinin adı: "Bildiğin Gibi Değil". Kitabın konusu ve içeriği dışında, adı etkilemişti; çünkü sahiden, değildi. bilmiyordum. bilmeme bir şekilde engel olunmuştu ve üstelik bu engel ailemden gelmiyordu; ailem de bilmiyordu tahminen. en azından bu kadar değil; yoksa annemin bu kitabı okurken ağladığını gördüğüm an hayatımda bir ilk olmazdı. Üstelik o kitap adının beni niye sarstığını sonradan hatırladım.

Baştan anlaşalım, ben istanbul üstü ankarada büyümüş, orta sınıfın güvenli çemberindeki beyaz türk kızıyım. yegane derdim ortaokullara giriş sınavı ve istanbuldan ankaraya taşınmamızdı. yaşadığım en büyük ayrımcılık  da mütemadiyen "siz de göçmenlik var mı? yok mu? vardır kesin. burnun kalkık. var mı göçmenlik? ay mavi gözlü müsün sen nazarın değer! bence göçmensiniz siz, bi sor annene." laflarını duyma seviyesinde kaldı. bi bok sayılmaz yani. ha evde "terör" değil savaş, ölüm lanetlendi bizde. soframıza iki şey uğramadı: din ve milliyetçilik. sol sol büyüdüm yani; ona rağmen bir çemberin, fanusun içindeydim. annem gazete kaplı eski dergilerini hiç atmadı; ama benim karıştırmamı da istemedi: "devrimi tamamlanmamış devrimcinin çocuğunu koruma içgüdüsü".

Neyse, dağılmasın konu. Aklıma Dilan geldi geçen gün. çok küçük değildim, 10-11 yaşımda filandım heralde. Ankara'da yeniydim. apartmanda Dilan diye bir kız vardı ve biz onunla oynamıştık. Ankara'da o kadar yalnızdım ki pek öyle sokakta oyun oynayan çocuk olmamama rağmen, oynamıştım işte. Ne oynadık hatırlamıyorum, iki karış kaldırımda voleybol filan olabilir. Eve döndüm ve annemle konuşurken, "adı dilanmış. öyle isim mi olur ya ne komik!" filan dedim. Annem bir hışımla bana dönüp "ne gülüyosun? adıymış işte" diye kızdı. "Ya ne demek ki dilan bi kere? bi anlamı yok bence. öyle bi isim de yok. çok komik. dilandilandilandi" filan diye iddialaştım, ben ve sevgili gelmek üzere olan ergenliğim. Annem yaptığı işi bırakıp, gözünü gözüme dikip buz gibi bi sesle "sen, derya, HER ismi biliyor musun ki?" dedi. öyle bir dedi ki ben artık kızardım mı morardım mı hatırlamıyorum. sustum. "madem bilmiyorsun, adının anlamını sorsaydın?" dedi. sormamıştım, gülmek daha kolay gelmişti. "kürtçe bir isim o,  kürtçe isim biliyo musun hiç?" dedi ve elindeki işe devam etti, bana bakmadan. sonrası sonsuz bir sessizlik: bilmiyordum. bilmediğim bir şeydi. kürtçe isimli, türkçe konuşan dilan. nasıl bir şeydi yani?  nereliydi? ya hatta "ama burası ankara?!" diye bile düşündüm galiba. binbir sorumu sormadım, kendime sakladım; çünkü bilmeyişimden çok utanacağımı hissettim. işin garibi, annem de anlatmadı, niyeyse. bence o da ne anlatacağını bilmiyordu.

çok şükür, dilan'ın adıyla yüzüne karşı dalga geçmeyecek kadar efendiymişim, daha da utanmadım kendimden. sonra bir daha inip oynamadım dilan'la, kaçtım hep utancımdan. hâlâ garip gelir o günkü hâlim; çünkü annemin ve anneannemin adları zordur, insanlar anlamaz, "aa yabancı mısınız?" filan derler. rum akrabalar var, onların adı da "farklı"dır. hani kendi dilanlığımı da azıcık da olsa yaşamış bi velettim ben; o günkü tepkim muamma. belki de o gün yüzündendir, 10 yıl sonra bi arkadaşıma "aa adın niko mu? ne enteresan!" diyen kıza bir hışımla "nesi enteresan?!" diye çıkışmam. enteresan olan tek şey, burnumuzun dibindekileri bilmeyişimizin derinliği. rumluk veya kürtlük değil.

neyse işte, o kitap adı, "bildiğin gibi değil", o yüzden çarptı beni. Ben, 10 yaşıma kadar kürtçe tek bir isim bile duymamıştım; öyle bir bilmemek. Nasıl olabiliyordu ki yani bu kadar bilmeyiş? Üstelik ailem beni zorla uzak tutmamıştı, hani "öcü kürtler" diye büyümedim ben. ben adını duyduğum ahmet kaya'yı da ilk kez üniversite 1'de yurttayken dinlemiştim zaten; kasetten dinlemiştim hatta. ileri geri sarmıştık. kum gibi'yi biliyordum da iki şarkı aptal etmişti: ağladıkça ve bahtiyar. diğer hepsi sonra geldi. bahtiyar'ı dinledikçe ben ağlamıştım. neler olmuştu. safça gelebilir; sinirden ağlamıştım: birileri her günü bu gerçekle yaşarken ben bilmemiştim. ben en çok bilmemekten utanmıştım galiba; nasıl olur da bilmem? sonra fark ettim ki bilemeyeyim diye bir düzen kurulmuş gidiyor zaten. kazımadıkça, rastlamadıkça, öğrenmen de zor. sonra sevgili üniversitem, elinden geldiğince öğretti. derslerle değil, insanlarla. hem büyüdüm ya, annem de o dergileri karıştırmama izin verdi.

Neyse, ne diyecektim ben? Hah. bildiğimiz gibi olmadığını ben öyle kabullendim işte; bilmeye çalışmak gibi bir sorumluluk yüklenerek. Tarih dersleri aldım, eski ezberlerimi unutayım diye. Arkadaşlarımı dinledim, anlatmak istedikleri zaman. Şimdi üniversitedeki inkılap tarihi dersleri kaldırılıyormuş. Bir yandan iyi tabii; 18 yıl boyunca okuduk nerdeyse. Bir yandan da, o dersler yakın tarih öğrenmek için "köprüden önceki son çıkış"tı. Belki bizim okulda öyledir sadece, emin olamıyorum; ama 1938'den sonrasıyla ilgili o gizemli kapı, o derste aralandı. Biz darbeleri o derste okuduk ve hayır, devlet ideolojisi ezberiyle değil, gerçek akademisyenlerden. Sosyal bilimlerde okumayan birçok öğrenci o dersten çok faydalandı. Bir kitap adı öğrenip okuduysa, merak ettiyse, o bile bir şeydir. O yüzden, kendi deneyimimle, üzüldüm dersin kaldırılmasına. Adının aksine, 1938'de sonlanan bir cumhuriyet tarihi değil, 1938 sonrasında kafası karışan bir cumhuriyet tarihi anlatılmıştı bize.

öyle bilmiyoruz ki hiçbir şey. 4+4+4 uygulamasına karşı çıkanları pkklı ilan etmiş milli eğitim bakanı. "normal vatandaş" destekliyormuş! bu ayrım, tek başına şiir gibi. bunca yıl "7 çok geç" diye kampanya yapılırken kastedilen okul öncesi eğitimdi, bebelere bilgi yükleme talebi değildi. ne kolay ama di mi? pkklılar sizi, her verdiğimiz lokmayı yutmuyosunuz. olmadı kcklılar sizi. o da olmadı bikbik örgütü. sizi gidi bilmeye çalışanlar. bildiğiniz gibi işte, ne kaşıyorsunuz ötesini? ne diye utanıyorsunuz ki? kaldırım, üzerinde yürünsün diye yapılmış bir yüksekliktir, standardı olmaz bunun. bizimki çok güzel, büyükşehir çalışıyor. bak sana yepyenisini yaptım, sevinsene. bildiğin gibi işte: daha fazlası yok, kurcalama.

34 kişi bok yoluna öldürüldü bu ülkede. adını ne koyarlarsa koysunlar, bir gece, ansızın ölebilirim. unutursak kalbimiz kurusun, elbette. ben büyük şehirlerde yaşayan 10 yaşındaki kız çocuklarını düşündüm; onlar da benim gibi, hiçbir dilan'la tanışmadan büyüdüler büyük ihtimalle. öldürülen 34 kişi için en iyi ihtimalle sadece "yazık" dendi. belki terörist, belki kaçakçı dendi ailesinde, öldükleri için bile lanetlendi insanlar. işin acı yanı şu: benim bildiğim gibi değildi; ama o kızın bildiği gibi de değil. hâlâ değil yani, bilmediğimiz şeyler olmaya, birikmeye devam ediyor. Bir koca millet, 72 milyon kişi, bilmeyişe mahkum ediliyor. Bilmemekle meraksızlık arasında büyük bir fark var: öğrenme anında olan bir ayrım. bilmediğiniz şeyi duyduğunuz an merak etmezseniz, o artık bilmemek değil, o meraksızlık. bilmeyişiniz kulağınızı çınlatıp başınızı döndürüyorsa, hoşgeldiniz.

böyle işte, bilinç akışı günler. kaldırıma bakıyorum, bakıp kalıyorum. kaldırımın standartları, bilgiye erişimin standartları, birilerinin bana hesap veriş standartları. hangi politika, kim, nasıl bir cüretle, beni o kadar uzak tuttu, o kadar kopuk yaşattı? hangi derste okutacaklar bunları? düzgün kaldırım talep etmek, sonradan öğrenilen bir şey mi yoksa düzgün kaldırımda yürümüş olmak mı gerekiyor önce?

güney afrikalı bir arkadaşımla buluştum geçen hafta, 4 yıl sonra. 2,5 yıl hong kong'da çalıştıktan sonra ülkesine temelli dönüş yapacak. istemiyor, hiç istemiyor hem de. konuştuk. anlattığı şeyleri o kadar iyi biliyorum ki asap bozucu. aynı hukuksuzluklar. mesela tecavüz davalarında kesinlikle güney afrika'yla aynı hukuku izliyoruz, yargıçlarımız orada eğitim almış gibi. eğitim sistemimiz de hong konglu. "küçücük çocuklar, ellerinde test kitapları, tek dertleri soru çözmek. hayatları okul sonrası kurslarda geçiyor" diye dehşetle anlatırken ben sadece "biliyorum" diyebildim. biliyorum. ilkokul 5. sınıfta 1.8 milyon yaşıtımla sınava girdim, yarıştım, kazandım. öss'yi düşündüm, o da aynı. 2 yıl boyunca sakince, "tempolu" bi şekilde hazırlanışımı düşündüm, tüm sakinliğimle. sınav sabahı saat 5.30'da yataktan fırlayıp, fizik notlarımı kucağıma döküp "hiçbir şey hatırlamıyorum, ben fizik bilmiyorum!" diye bağırışımı düşündüm, su içer gibi tek tek formüllere bakışımı, annemin beni dehşetle seyredişini. hong konglu çocuklara çok yazık. bana da yazık. bildiğim gibi olmayan onca şeyin ortasında, kendi ülkemdeki yaşıtlarımdan çok, hong kongluları anladığım için. bildiğim şeye bak.

daldan dala olacak ama bence alakasız değil:

dersimde orman yangınları var. ben bildim bileli, dersimde orman yanar ve bir tek dersimlilerin canı acır. ege'de ormanlar yandığında milli felaket ilan edilip gözyaşları sel olduğunda acaba bi dersimli ne düşünür? gerçi ben dersim yangınlarıyla da geç tanıştım, yakıldığıyla, yakılışıyla. yani düşün, ağaç bile türk ağaçları ve kürt ağaçları diye ayrılmış resmen, bu derece bir sınır var ve o kürt ağaçlarının yandığı bilgisine de erişimin yok. bildiğin gibi değil: orman yangını bile.

istanbul'daki ağaç katliamı başladı, sürüyor. hiçbir yeşil kalmayana kadar sürecek. bildiğimiz gibi olmamaya devam edecek; çünkü bu gerekiyor. bilmememiz gerekiyor ve buna alet oluyoruz. meraksızlık bu yüzden 7 ölümcül günahın 8. kardeşi bence. tüm ağaçlar kesilip tüm derelere baraj yapıldığında düzelecek mi dersiniz kaldırımlar? hayır düzelmeyecek; çünkü öyle bir talep yok. biz, ayağımızı yere düzgün basmamızı sağlayacak bir zemin talep etmedikçe, düzelmeyecek. düzgün bir kaldırım olmazsa bir yerden bir yere gidemezsin; sadece düzgün kaldırımdan düzgün kaldırıma gidebilirsin. onların çizdiği güzergahta yürürsün, onların istediği kadarını bilerek. bildiğin gibi değil ya, yürüdüğün gibi de değil. 10 santimi geçmeyen rampalı ve düzgün döşeli bir kaldırım - çok zor değil gibi geliyor kulağa; ama bunca yıldır olamayacak kadar zor bir şey aslında.

ha ama biz çok modern ve demokratik bir ülke olarak, anket yaparız, sonuçlara bakarız. anket yaptık, halkın %68'i bilmek istemiyor efendim. o yüzden anlatmıyoruz. anket yaptık, halkın %72'si orman yanıyorsa ağaç dikelim dedi efendim, pek takılmıyoruz. halkımızın %83'ü kaldırımları satıp yerine mandal almak istiyor efendim, engel mi olalım?

böyle zamanlarda içimde bir behzat komser, "anketinizi sikiym lan sizin!" diye bas bas bağırıyor ve hatta, bağıra bağıra kilo veriyor, filan. bu bilmeyişlerimizin ortasında bize biraz bir şeyler anlatıyor diye seviyoruz behzat'ı, "bildiğin gibi değil ama bu senin suçun değil" diyor ve bizi rahatlatıyor. o yüzden behzat yegane muhalefet partisi işte. küfrediyorsa da bilmeyişlerimizin acısından.

neyse, ben en iyisi bu yazıyı yayımlayayım. çünkü böyle yazdığım 3. yazı ve niyeyse yeni alışkanlığım taslak olarak kaydetmek.

Powered by Blogger

eXTReMe Tracker