İngilizcede yağmurla ilgili bir sürü kelime olmasına rağmen, perde benzetmemesi olması çok garip (ya da ben duymadım). Buradaki yağmur, resmen perde gibi. Birileri perdeyi kapıyor ve istemsizce, saatlerce duşta kitli kalıyoruz. Sonra sevgili güneş gelip o perdeyi aralıyor. Başka türlü tarif edemiyorum. Perdeleme yağış.
Türkiye'yle ilgili haberleri çok seyrek okuyorum. Genelde twitter'a girdiğimde ilk gördüğüm tweetlerden filan başlıyorum. Bugün de mesela, bir milletvekilinin (ki aslında kendisi seçilmemiştir, Hatip Dicle'nin yerine getirilmiştir. Söylediklerini okurken, bunları dillendirebilme cüretinin gerisini unutmamak gerekir) Sivas ve Aziz Nesin konulu yorumlarını okudum. Nasıl emin her kelimesinden! "Her doğru söylenmemelidir, hassasiyetlere saygı duyulmalıdır" filan. Mesela o cümleleri okumasanız bile ezberden birkaç paragraf birden söyleyebilirsiniz; çünkü bunların hepsi bant kaydı. Yeni bir şey söylememe işkencesi bu, bir tür ezbere mahkumiyet. Yeni bir şey duyma ihtimaliniz, bant kaydının milyonuncu kez çalınmasıyla yok ediliyor. Bant kaydının ötesi, neyi duymanıza izin vermedikleriyle ilgili. Mesela neyi duymanız istenmiyor da, yine o hep aynı bant çalınıyor? öyle bir şey işte.
Film kiralama ne güzel bir şey. İzlemediğim filmler için sabahlarım boş ve ev sineması kurabiliyorum. Benim izlemediğim film çoktur sevgili blog, sinema konusunda sahiden berbatım. Bazı filmler vardır, oradadır, herkes izlemiştir - ben hariç. İşte bu tür arayı kapama turları için, sabahlarım var, film shop var.
Bu hafta arkadaş ziyaretleri başladı efendim. Türkiye'den akıncılar yolda. Gelirken yanlarında bir avuç güneş getireceklerine inanıyorum.
internete hâlâ kafeden giriyorum çünkü lanet Orange, her türlü küfrü hakediyor. Bugün telefonda sinirden ağlamak üzereydim ki "bu sefer son" gibi bir şey dediler. Çok yaklaştım blog ya, olacaktı neredeyse. Her şey tamam, hatta olmayan modemimi bile kullanıma açmışlar. Modemimin bende olmamasının sebebi ısrarla adresimi yanlış yazmaları ve komşuma göndermeleri. Bir de böyle evet, elden teslim illa! Bu yüzden 3 hafta gecikme yaşadım, düzeltildi derken bugün HALA düzelmediğini öğrendim. 35 dakika boyunca 6 değişik kişiyle konuşup sonuncuya en sakin halimle "işimi görmezsen orayı havaya uçurucam" mesajı verdim. "tamam not aldım, kaydettim" dedi, "inanmıyorum! hep öyle oluyo!" filan dedim. Ağlamak üzereydim blog. bir 5 gün daha bekleyeceğim. 5 günlük iş için 4 hafta bekledim zaten. Bir yaptıkları hatayı bir daha yapmıyorlar; ama hep yenilerini bulabilmeleri sinirime dokunuyor. Şüphesiz ki ttnetmiş, turkcellmiş, hepsinden o kadar iyi bir "domuzdan koparabildiğin kadar kıl koparmalısın" eğitimi aldım ki rövanş benim olacak.
Bu kafenin kayıtlı personeli olmak üzereyim. Şu an yanımdaki masada dünyanın dedikodusu dönüyor ve derin analizlerle dünya kurtarılıyor. Diğer tarafımdaki masada ise küçük çocuklu bir anne var (bu arada, o masada hep küçük çocuklu anneler oturuyor. niyeyse?). Oğlu heralde 8-9 aylık filan, sürekli gülümsüyor. Bana demin elma ikram etti mesela; ama mama sandalyesinden uzanamayıp sinirlenmesin ve bağırmasın diye almadım. Şu an, kafenin büyük çoğunluğunun kadın olması başını döndürüyor, her gelene cilve yapıyor filan.
Kuru temizlemecimizde şöyle bir tabela vardı: "Başıboş bırakılan çocuklar köle olarak satılacaktır". Kendisi Afrika kökenli olan amca yazıya güldüğümü görünce "bence uygun" dedi. Ben bu "çocuğunuza sahip çıkın, hatta tercihen getirmeyin" tavrını seviyorum; çünkü sosyalleşebilecekleri parkmış ,bahçeymiş, o kadar çok yer var ki bazı yerleri çocuksuz bırakmak kayıp değil.
Bunun dışında efendim, üçü bir arada mutfak robotumsu rondo gibi bir şey aldım. İlk ürünüm sebze çorbası oldu. Ispanaklı bebek maması renginde olduğu için başta lezzeti konusunda ciddi şüphelerim olsa da bence lezzetliydi, üstelik çorbayı içmek zorunda kalan sevgili deneğim de beğendi. Rondo, gönüllerin dostu.
Yeni keşif: alt kısmı aynalı ampul. Cam lambalar için harika bir çözüm; loş ve mutlu.
Çeşm-i bülbül bir kasem oldu ki bence camın en zarif hallerinden biri. Düşünün, bir padişah, bir dervişi Venedik'e cam sanatı öğrensin diye göndermiş, o da dönünce bu sanatı geliştirmiş. Kötü bir şey çıkmazdı sanki zaten.
bu arada, İrlanda vizesiyle ilgili süper bir bilgi öğrendikten sonra, sanırım Dublin artık daha yakın.
Yazdığım konulara bakınca, sanırım bol fotoğraflı olsa anca okunurdu. O da olacak elbet, teknoloji el verdiğinde. bu da böyle bir "hayattayım" postu olsun. Pek bir miskinim.
20 Nisan 2012 Cuma
mate
batı yakasında yeni bir şey yok; ama kaydetmeyince de olmuyor, niyeyse.
Internet bağlantısı için geri sayışım sürerken, nihayet banka hesabı açtırabildim. Tabii council tax amcalarının adres beyanı için kullanacağım evrakta adımı Derryya şeklinde yazması biraz gerdi beni. Sonuçta “Derryya” bir isimden çok kedi miyavlaması gibi, hangi banka memuru inanır? Neyse, “ah şu şakacı council tax amcaları” diye gülerek atlattık o işi.
Banka memurunun yanında stajyer bir kızımız oturuyordu. Gülümse demişler, yazık, sonsuza dek gülümsedi. Her göz temasında hem de. Sonra İstanbul enteresan geldi tabii. Niyeyse, yıl 2012, İstanbul hala çok enteresan. “Londra İstanbul’dan çok farklıdır heralde?” dedi kızımız, “burası bir şehir filan ya hani”. Ah bilse, kemiğimin içindeki ilik büzülüyor böyle lafları duyunca. Önünde sırıta sırıta oturduğu ekrana kafasını dayayıp “yaz: Google! Yaz: İstanbul!” filan demek istiyorum. Neyse, “İstanbul da şehir?” dedim en salak ifademle. Kızımız kekeleyerek “yani gökdelenler filan” dedi, “evet maalesef İstanbul’da da var, artıyor” dedim. “Hani finans, iş hayatı, şehir” filan diyordu ki “hepsi var; ama bir tek oryantal resimlerdeki hali kalmadı artık, harem filan” dedim, güldü. “Tabii, doğru” filan dedi. Hahhhşşöööleeee.
Ev sahiplerimizle tanıştım. Oxford yakınlarında yaşayan, 40larında 2 kız kardeş. Ev sahibi açısından gün yüzü görmediğimden, Oxford’dan buraya (2 gün arayla, 2 kez) 1,5-2 saatte arabayla gelmeleri, üzerine de tam 4,5 saat evde türlü çeşitli tamirat işleri yapmaları ve bol trafikle geri dönmeleri beni dehşete düşürdü. Üstelik işlerin arasında kesinlikle onlarla ilgili olmayan şeyler de vardı, hatta çoktu. Ev eski olduğu için bir şey yapmadan önce akıl danıştığımız ufak tefek şeylere bile “elimiz değişmişken yaparız yaa” diye atladılar. Pek bir Viktoryan ve eski evimize, yani evlerine, elbette özeniyorlar; ona şüphe yok, ama başka bir hal bu. Kendilerini pek bir seviyorum, lokumlarla besliyorum.
Bunun dışında efendim, güneşsiziz. N’olacaktı zaten? Soğuk, gri ve “maymun çişi” yağışlı. Direnmiyorum, itaat ediyorum. Yağıyorsa, güneş açsın diye; birkaç saat sonra utangaç utangaç gülümsüyor – o kadar. Keşke o havada yürüyüş yapmayı da becersem; ama evde oturup yürüyüş yaptığımı düşünüyorum. Ayrıca bakınız bugün güneşliydi mesela, olmuyor değil; oluveriyor. E tabii ben de yürüyüşümü yaptım, aferin bana. Katlanıp cebe girebilen bir yağmurluk buldum kendime, açınca pek bir şık; ama hem de pratik. Belki bu vesileyle yağmur çamur dinlemeden yürürüm. Yürümeyi halledersem, sırada koşmak var. Siyatik, koşmak, bel, bacak, nasıl olacaksa?
Londra’nın tamamı “KURAKLIK VAR!” afişleriyle kaplı. Şehirde bahçe sulamak yakında yasaklanacakmış. 2 yıldır çok az yağış olduğu için ciddi bir su sıkıntısı varmış, bir de üstüne Olimpiyatlar geldiği için panikteler. Londra pek bir kasvetli olabilir; ama sonuçta muson iklimi değil. Hatta, Londra’ya Roma’dan daha az yağmur yağıyormuş efendim, yaa yaa.
Hyde Park turu yaptım nihayet, havalar yüzünden pek içimden gelmiyordu. Yorulup oturduğum bankın arkasındaki çite, hemen dibime bir mavi baştankara kondu. Büyük bir şaşkınlık ve sevgiyle onu seyrederken bir şey ayağımı dürttü: sincap! Kıpırdamadan durunca aynı sincap önce banka çıktı, oradan da kucağıma! Kıpırdadığım an, dev bir karahindiba yığınına benzeyen kuyruğunu savurarak gitti. Ben zaten sincapların varlığına henüz alışabilmiş değilim, bir de böylesi yakın temas inanılmaz geldi. Bizim parkın sincapları yabani yaratıklar, Hyde Park’takilerse evcilleşmiş resmen. Semtimizin sembolü sevgili tilkileri de görürsem bu iş tamam. 2007’de Galler’de gördüğüm tilki karaltısı dışında henüz denk gelebilmiş değilim.
Hayatımda hiç olmadığı kadar düzenli yemek pişiriyorum. Alışveriş arabası denen dikdörtgen teyze arabasından bende de var, pek havalıyım. “Renklere göre yemek” fikri bana doğru geliyor niyeyse. Aslında sebebi belli: “elma mor değil de kırmızıysa, vardır bir hikmeti” basitliğim. C vitamini tableti yutmak, 4-5 çeşit meyve-sebze yemek anlamına gelmiyor, meyve sadece vitamin değil. Belki anlaması, ayarlaması daha kolay geldiği içindir; ama renkli şeyler yemeye çalışıyorum. Çok sevgili hibiskus çayım (hibiskus, zencefil, ıhlamur & limon= saadet) ve yaban mersinli yoğurt “mor” öğün mesela. Renkler çeşitlendikçe, fayda da çeşitleniyor, tabii pek sevgili “3 beyaz” hariç. Beyaz istiyorsan, zencefil var, sarımsak var, yoğurt da sayılır sanırım. Ayrıca, minik rende ve muskat aldığım günden beri, ben de adeta bir şefim.
Bu arada, “beyaz peynirle reçeli birlikte yemek” bize has bir tuhaflık sanırdım ki “ yaban mersini soslu hindili sandviç” yedim. Böyle bir şey var efendim, fena da değildi. Yine de et- reçel ikilisi, tercihen ayrı gayrı olsunlar.
Kasım ayındaki Londra turumda tesadüfen pek bir güzel, pek bir butik, pek bir sade bir kahveciye denk gelmiştik (Kaffeine). Kahvelerimizi alıp eve dönmüştük. Meğer şehrin “ilk 10” butik kahve dükkânı arasındaymış ve hatta geçen yıl Avrupa’nın en iyi bağımsız kahve dükkânı seçilmiş filan. Bu güzel tesadüfün verdiği gazla, diğer 9 kahveciyi de bulup deneyeceğimdir.
Sundance Film Festivali bu yıl bir çılgınlık yapıp yeni dünya’dan çıkmış ve hatta Londra’ya gelmiş. Bu tür şeylerden ucu ucuna haberim olduğu için bilet bulabilecek miyiz, emin değilim. Olsun, yine de iyi ki gelmiş. Tiyatro seçenekleri öyle çok ki ve yine de bilet bulamama ihtimali o kadar yüksek ki ayrı bir mesai gerektiriyor. O da olacak; en azından önceliklileri belirledik.
Onlarca köpeğin tasmasız dolaşıp koşturduğu parkımızda henüz “bu hayvan orta boy bir çocuğu YER!” huzursuzluğu yaşamadım. Köpekten korkmam; ama eğitilmeden, sadece saldırganlaştırılıp ortaya salınmaları beni üzüyor. Seğmenler Parkı’nda bakıcılara emanet edilen köpeklerin saatlerce karşılıklı havlatıldığını, boğazlarının kanadığını, hayvanların agresif birer yaratığa dönüştüğünü, birkaçının gırtlak kanseri olduğunu gördüm ben. Buradaysa köpek koşan, oynayan, bir ıslıkta zınk diye duran bir evcil hayvan. Eğitimli bir kere; cüssesi hiç fark etmez, korkutması mümkün değil zaten. Şehrin göbeğinde tazı filan besleyip de eğitmeyen insanları zalim buluyorum açıkçası. Ya bırak ava çıksın, “özü”nü yaşasın ya da yardım et, burada yaşamayı öğrensin. Dobermanların kulağını kesme manyaklığı da yok çok şükür. En güzeli de minik, demir kutular: “lütfen sadece köpek pisliği atınız” yazıyor. Ayrı çöp kutusu! Bu çöp kutularının kullanımda olması da iyi bir şey tabii, süs değil.
Yine de en güzel, en medeni şey şu: engelliler için yapılan düzenlemeler. Sadece tekerlekli sandalye rampasından bahsetmiyorum. Gerçi o kısım ayrı bir konu. Mesela Bath’daki parkta şöyle bir tabela vardı: “Parkın bu kısmından sonrası maalesef tekerlekli sandalyeye uygun değil; ama geliştireceğiz. O zamana kadar lütfen soldan gidiniz.”. Yani her yer uygun da, bundan sonrası değil! Blenheim Sarayı’nın üst katındaki minik audio-visual tura merdivenle çıkılıyordu. Hemen yanında bir not: “üst kata tekerlekli sandalye erişimimiz maalesef yok. Burayı görme imkanı sağlayamadığımız ziyaretçilerimizden özür dileriz. Dilerseniz uygulamanın filmini yandaki sinema salonunda izleyebilirsiniz”. İncelik burada işte. Özür dilemekle başlıyor; ama yerine bir alternatif geliştirmekle, ne bileyim, müzeye giriş parasının karşılığını eşit şekilde alması için hizmet vermeye çalışmakla devam ediyor. Müzelerde ayrıca breille alfabesiyle açıklamalar ve “dokunulabilir” eserler, yaşlılar için yürüteçler, çok büyük puntolu açıklama kitapçıkları, özel kulaklıklar filan var.
Ev sahiplerimiz yeni bir uygulamayı anlattı bize: “vulnerable person” ayrımı varmış. Genel olarak çok küçük çocuklar, yaşlılar ve engelliler bu kategoride. Bu kişilere her türlü hizmette (örneğin doğalgaz, tesisat bakımı, sağlık kontrolü vb) öncelik sağlanıyor. Bir yandan çok iyi bir düzenleme tabii; ama uygulamada daha ziyade “bu kategoriye girmiyorsan/ evde giren biri yoksa, haftalarca bekle” halini almış. Yani evin kombisi bozulduğunda bile ilk soru “vulnerable kimse var mı?” oluyormuş veya yaşını filan soruyorlarmış; yoksa kış ayazı olmasına bakmadan, birkaç yüzyıl sonra gelecekler. “Önceliklendirme” daha ziyade “sadece onların işini görme” halini almış. Bu da böyle bir İngiliz derdi efendim.
Bir diğer dert de polisin ırkçılığı ve ırkçılıkla mücadele filan- bugün türkiye gazetelerine de çıkmış birkaç haber. Londra Emniyet Müdürü koltuğunda kısa sürede 2 istifa oldu, artık bu üçüncünün halletmesi umuluyor.
Son olarak: on bin tane güzellik ürünü filan tavsiye ediyorlar ya, bebe yağı kadar güzel vücut nemlendiricisi yok. Deneyin, teşekkür edeceksiniz.
Not: Ankara’nın dün bi ara 23 derece olduğunu öğrendim.
Kıskandım mı? Hayır. Kucağımda sincap vardı. Yıh yıh yıh.
Internet bağlantısı için geri sayışım sürerken, nihayet banka hesabı açtırabildim. Tabii council tax amcalarının adres beyanı için kullanacağım evrakta adımı Derryya şeklinde yazması biraz gerdi beni. Sonuçta “Derryya” bir isimden çok kedi miyavlaması gibi, hangi banka memuru inanır? Neyse, “ah şu şakacı council tax amcaları” diye gülerek atlattık o işi.
Banka memurunun yanında stajyer bir kızımız oturuyordu. Gülümse demişler, yazık, sonsuza dek gülümsedi. Her göz temasında hem de. Sonra İstanbul enteresan geldi tabii. Niyeyse, yıl 2012, İstanbul hala çok enteresan. “Londra İstanbul’dan çok farklıdır heralde?” dedi kızımız, “burası bir şehir filan ya hani”. Ah bilse, kemiğimin içindeki ilik büzülüyor böyle lafları duyunca. Önünde sırıta sırıta oturduğu ekrana kafasını dayayıp “yaz: Google! Yaz: İstanbul!” filan demek istiyorum. Neyse, “İstanbul da şehir?” dedim en salak ifademle. Kızımız kekeleyerek “yani gökdelenler filan” dedi, “evet maalesef İstanbul’da da var, artıyor” dedim. “Hani finans, iş hayatı, şehir” filan diyordu ki “hepsi var; ama bir tek oryantal resimlerdeki hali kalmadı artık, harem filan” dedim, güldü. “Tabii, doğru” filan dedi. Hahhhşşöööleeee.
Ev sahiplerimizle tanıştım. Oxford yakınlarında yaşayan, 40larında 2 kız kardeş. Ev sahibi açısından gün yüzü görmediğimden, Oxford’dan buraya (2 gün arayla, 2 kez) 1,5-2 saatte arabayla gelmeleri, üzerine de tam 4,5 saat evde türlü çeşitli tamirat işleri yapmaları ve bol trafikle geri dönmeleri beni dehşete düşürdü. Üstelik işlerin arasında kesinlikle onlarla ilgili olmayan şeyler de vardı, hatta çoktu. Ev eski olduğu için bir şey yapmadan önce akıl danıştığımız ufak tefek şeylere bile “elimiz değişmişken yaparız yaa” diye atladılar. Pek bir Viktoryan ve eski evimize, yani evlerine, elbette özeniyorlar; ona şüphe yok, ama başka bir hal bu. Kendilerini pek bir seviyorum, lokumlarla besliyorum.
Bunun dışında efendim, güneşsiziz. N’olacaktı zaten? Soğuk, gri ve “maymun çişi” yağışlı. Direnmiyorum, itaat ediyorum. Yağıyorsa, güneş açsın diye; birkaç saat sonra utangaç utangaç gülümsüyor – o kadar. Keşke o havada yürüyüş yapmayı da becersem; ama evde oturup yürüyüş yaptığımı düşünüyorum. Ayrıca bakınız bugün güneşliydi mesela, olmuyor değil; oluveriyor. E tabii ben de yürüyüşümü yaptım, aferin bana. Katlanıp cebe girebilen bir yağmurluk buldum kendime, açınca pek bir şık; ama hem de pratik. Belki bu vesileyle yağmur çamur dinlemeden yürürüm. Yürümeyi halledersem, sırada koşmak var. Siyatik, koşmak, bel, bacak, nasıl olacaksa?
Londra’nın tamamı “KURAKLIK VAR!” afişleriyle kaplı. Şehirde bahçe sulamak yakında yasaklanacakmış. 2 yıldır çok az yağış olduğu için ciddi bir su sıkıntısı varmış, bir de üstüne Olimpiyatlar geldiği için panikteler. Londra pek bir kasvetli olabilir; ama sonuçta muson iklimi değil. Hatta, Londra’ya Roma’dan daha az yağmur yağıyormuş efendim, yaa yaa.
Hyde Park turu yaptım nihayet, havalar yüzünden pek içimden gelmiyordu. Yorulup oturduğum bankın arkasındaki çite, hemen dibime bir mavi baştankara kondu. Büyük bir şaşkınlık ve sevgiyle onu seyrederken bir şey ayağımı dürttü: sincap! Kıpırdamadan durunca aynı sincap önce banka çıktı, oradan da kucağıma! Kıpırdadığım an, dev bir karahindiba yığınına benzeyen kuyruğunu savurarak gitti. Ben zaten sincapların varlığına henüz alışabilmiş değilim, bir de böylesi yakın temas inanılmaz geldi. Bizim parkın sincapları yabani yaratıklar, Hyde Park’takilerse evcilleşmiş resmen. Semtimizin sembolü sevgili tilkileri de görürsem bu iş tamam. 2007’de Galler’de gördüğüm tilki karaltısı dışında henüz denk gelebilmiş değilim.
Hayatımda hiç olmadığı kadar düzenli yemek pişiriyorum. Alışveriş arabası denen dikdörtgen teyze arabasından bende de var, pek havalıyım. “Renklere göre yemek” fikri bana doğru geliyor niyeyse. Aslında sebebi belli: “elma mor değil de kırmızıysa, vardır bir hikmeti” basitliğim. C vitamini tableti yutmak, 4-5 çeşit meyve-sebze yemek anlamına gelmiyor, meyve sadece vitamin değil. Belki anlaması, ayarlaması daha kolay geldiği içindir; ama renkli şeyler yemeye çalışıyorum. Çok sevgili hibiskus çayım (hibiskus, zencefil, ıhlamur & limon= saadet) ve yaban mersinli yoğurt “mor” öğün mesela. Renkler çeşitlendikçe, fayda da çeşitleniyor, tabii pek sevgili “3 beyaz” hariç. Beyaz istiyorsan, zencefil var, sarımsak var, yoğurt da sayılır sanırım. Ayrıca, minik rende ve muskat aldığım günden beri, ben de adeta bir şefim.
Bu arada, “beyaz peynirle reçeli birlikte yemek” bize has bir tuhaflık sanırdım ki “ yaban mersini soslu hindili sandviç” yedim. Böyle bir şey var efendim, fena da değildi. Yine de et- reçel ikilisi, tercihen ayrı gayrı olsunlar.
Kasım ayındaki Londra turumda tesadüfen pek bir güzel, pek bir butik, pek bir sade bir kahveciye denk gelmiştik (Kaffeine). Kahvelerimizi alıp eve dönmüştük. Meğer şehrin “ilk 10” butik kahve dükkânı arasındaymış ve hatta geçen yıl Avrupa’nın en iyi bağımsız kahve dükkânı seçilmiş filan. Bu güzel tesadüfün verdiği gazla, diğer 9 kahveciyi de bulup deneyeceğimdir.
Sundance Film Festivali bu yıl bir çılgınlık yapıp yeni dünya’dan çıkmış ve hatta Londra’ya gelmiş. Bu tür şeylerden ucu ucuna haberim olduğu için bilet bulabilecek miyiz, emin değilim. Olsun, yine de iyi ki gelmiş. Tiyatro seçenekleri öyle çok ki ve yine de bilet bulamama ihtimali o kadar yüksek ki ayrı bir mesai gerektiriyor. O da olacak; en azından önceliklileri belirledik.
Onlarca köpeğin tasmasız dolaşıp koşturduğu parkımızda henüz “bu hayvan orta boy bir çocuğu YER!” huzursuzluğu yaşamadım. Köpekten korkmam; ama eğitilmeden, sadece saldırganlaştırılıp ortaya salınmaları beni üzüyor. Seğmenler Parkı’nda bakıcılara emanet edilen köpeklerin saatlerce karşılıklı havlatıldığını, boğazlarının kanadığını, hayvanların agresif birer yaratığa dönüştüğünü, birkaçının gırtlak kanseri olduğunu gördüm ben. Buradaysa köpek koşan, oynayan, bir ıslıkta zınk diye duran bir evcil hayvan. Eğitimli bir kere; cüssesi hiç fark etmez, korkutması mümkün değil zaten. Şehrin göbeğinde tazı filan besleyip de eğitmeyen insanları zalim buluyorum açıkçası. Ya bırak ava çıksın, “özü”nü yaşasın ya da yardım et, burada yaşamayı öğrensin. Dobermanların kulağını kesme manyaklığı da yok çok şükür. En güzeli de minik, demir kutular: “lütfen sadece köpek pisliği atınız” yazıyor. Ayrı çöp kutusu! Bu çöp kutularının kullanımda olması da iyi bir şey tabii, süs değil.
Yine de en güzel, en medeni şey şu: engelliler için yapılan düzenlemeler. Sadece tekerlekli sandalye rampasından bahsetmiyorum. Gerçi o kısım ayrı bir konu. Mesela Bath’daki parkta şöyle bir tabela vardı: “Parkın bu kısmından sonrası maalesef tekerlekli sandalyeye uygun değil; ama geliştireceğiz. O zamana kadar lütfen soldan gidiniz.”. Yani her yer uygun da, bundan sonrası değil! Blenheim Sarayı’nın üst katındaki minik audio-visual tura merdivenle çıkılıyordu. Hemen yanında bir not: “üst kata tekerlekli sandalye erişimimiz maalesef yok. Burayı görme imkanı sağlayamadığımız ziyaretçilerimizden özür dileriz. Dilerseniz uygulamanın filmini yandaki sinema salonunda izleyebilirsiniz”. İncelik burada işte. Özür dilemekle başlıyor; ama yerine bir alternatif geliştirmekle, ne bileyim, müzeye giriş parasının karşılığını eşit şekilde alması için hizmet vermeye çalışmakla devam ediyor. Müzelerde ayrıca breille alfabesiyle açıklamalar ve “dokunulabilir” eserler, yaşlılar için yürüteçler, çok büyük puntolu açıklama kitapçıkları, özel kulaklıklar filan var.
Ev sahiplerimiz yeni bir uygulamayı anlattı bize: “vulnerable person” ayrımı varmış. Genel olarak çok küçük çocuklar, yaşlılar ve engelliler bu kategoride. Bu kişilere her türlü hizmette (örneğin doğalgaz, tesisat bakımı, sağlık kontrolü vb) öncelik sağlanıyor. Bir yandan çok iyi bir düzenleme tabii; ama uygulamada daha ziyade “bu kategoriye girmiyorsan/ evde giren biri yoksa, haftalarca bekle” halini almış. Yani evin kombisi bozulduğunda bile ilk soru “vulnerable kimse var mı?” oluyormuş veya yaşını filan soruyorlarmış; yoksa kış ayazı olmasına bakmadan, birkaç yüzyıl sonra gelecekler. “Önceliklendirme” daha ziyade “sadece onların işini görme” halini almış. Bu da böyle bir İngiliz derdi efendim.
Bir diğer dert de polisin ırkçılığı ve ırkçılıkla mücadele filan- bugün türkiye gazetelerine de çıkmış birkaç haber. Londra Emniyet Müdürü koltuğunda kısa sürede 2 istifa oldu, artık bu üçüncünün halletmesi umuluyor.
Son olarak: on bin tane güzellik ürünü filan tavsiye ediyorlar ya, bebe yağı kadar güzel vücut nemlendiricisi yok. Deneyin, teşekkür edeceksiniz.
Not: Ankara’nın dün bi ara 23 derece olduğunu öğrendim.
Kıskandım mı? Hayır. Kucağımda sincap vardı. Yıh yıh yıh.
14 Nisan 2012 Cumartesi
pazar sefası
Victoria Park, sandığım (daha doğrusu görebildiğim) kadardan ibaret değil, hatta 3 katı filanmış. Victoria, park yapiym deyince kamyonla göndermiş resmen. Aynı anda 2 futbol, 1 rugby maçı vardı, bunun dışında 3 göl var, ayrıca 4-5 ayrı konser verebilirsiniz rahatlıkla; devasa bir yer. İçindeki çocuk oyun alanlarının ebatlarını da tahmin edebilirsiniz. Ben bugün işte o çocuk parklarından birini gezdim. Tahterevalli sistemiyle yaylanan salıncaklar, tırmanılan ipler, kaykay-bisiklet parkurları, dev kaydıraklar, otlardan yapılmış tüneller, binbir şey. Tüm oyuncaklar ahşaptan. Zemin ya kum ya da yumuşak beton. Akşam saatlerinde girip hepsini denemek istiyorum. 12 aydan küçükler için bile özel salıncak vardı, geniş bir uzay gemisi gibi, yatak formunda. Çocuklar için işte. parkın kocamanlığı bi yana, çocuk parkı kısmı sahiden güzeldi. neyse, bir pazar günü parka gitmek, çok pazar bir şey.
efendim hava durumumuz genelde şöyle: sabahları, taylandlıların dediği gibi, maymun çişi şeklinde yağan saçma bir yağmur oluyor. Çiseleyip geçiyor. Sonra, 3-4 saat süren parçalı bulutlu, arada bir sımsıcak güneşli bir hava. Güneşi yakalarsanız harika. Sonra güneş çekiliyor, rüzgar filan derken, akşam serinliği. bence hiç fena değil. bizim mart kapıdan baktırır'ımız gibi, ingilizlerin de "nisana aldanma, yağmura yakalanma" minvalinde değişleri varmış. mayısta gün yüzü göreceğiz.
Civarda kasap ve balıkçı olması, semtimizin güzelliği. burayı sahiden seviyorum. Park var, balıkçı var, kasap var - daha ne? neyse, buralarda deniz levreği mevsimiymiş. Dün balıkçıya gittim ve "allahım, balık cinsleri ne ki ingilizce?" filan diye düşünürken, kapıda bu güzel yazı vardı. Deniz levreği denen şey, rahatlıkla 3 kişilik bir şey. Neyse, 2 kişilik akşam yemeği oldu. Ben ilk kez meze bile yaptım! Ayrıca, tekirdağ altın seri rakı, çok çok güzel bi rakı. müzeyyen varsa, rembetika varsa, buralar biraz oralar.
Bundan sonrası, sergi, tiyatro vesaire günleri. Özellikle de yayoi kusama sergisinin devam ettiği haberini aldığım için, çalsın sazlar, oynasın kızlar!
efendim hava durumumuz genelde şöyle: sabahları, taylandlıların dediği gibi, maymun çişi şeklinde yağan saçma bir yağmur oluyor. Çiseleyip geçiyor. Sonra, 3-4 saat süren parçalı bulutlu, arada bir sımsıcak güneşli bir hava. Güneşi yakalarsanız harika. Sonra güneş çekiliyor, rüzgar filan derken, akşam serinliği. bence hiç fena değil. bizim mart kapıdan baktırır'ımız gibi, ingilizlerin de "nisana aldanma, yağmura yakalanma" minvalinde değişleri varmış. mayısta gün yüzü göreceğiz.
Civarda kasap ve balıkçı olması, semtimizin güzelliği. burayı sahiden seviyorum. Park var, balıkçı var, kasap var - daha ne? neyse, buralarda deniz levreği mevsimiymiş. Dün balıkçıya gittim ve "allahım, balık cinsleri ne ki ingilizce?" filan diye düşünürken, kapıda bu güzel yazı vardı. Deniz levreği denen şey, rahatlıkla 3 kişilik bir şey. Neyse, 2 kişilik akşam yemeği oldu. Ben ilk kez meze bile yaptım! Ayrıca, tekirdağ altın seri rakı, çok çok güzel bi rakı. müzeyyen varsa, rembetika varsa, buralar biraz oralar.
Bundan sonrası, sergi, tiyatro vesaire günleri. Özellikle de yayoi kusama sergisinin devam ettiği haberini aldığım için, çalsın sazlar, oynasın kızlar!
12 Nisan 2012 Perşembe
bir batında iki
Hâlâ nezleyim, hatta bu bir yaşam şekli gibi. Böhür böhür öksürmek kötü, ama geçer. İşin tuhafı, günlük hayatımı pek etkilemiyor, yani fonda bir hastalık. Pek şikayetçi değilim.
Efendim, İngilizleri oldum olası pek bir sevdim de, şu Londra sahiden kendine has bir memleket. Yolda yürüyorsunuz, o güzel, kırmızı otobüslerden. üzerinde kocaman bir cümle var: "SOME PEOPLE ARE GAY. GET OVER IT.". O kadar basit, o kadar net ve güzel ki. Tek diyebileceğiniz şey: evet öyle. Bu bir kampanya sloganı tabii. Öyle işte, yollar sokaklar, böyle net. İnsanlar net ve bence o netlik yüzünden, güleryüzlüler aslında. Sonra metroda şöyle bir pano var: "The newspaper you read is rubbish". Bu yazıyor; çünkü birçok insan metro girişinde bedava dağıtılan the evening standard'ı okuduktan sonra metroda bırakıyor, bir zahmet yanında götürmüyor veya çöpe atmıyor. Bu yazı, onun için. "Lütfen okuduktan sonra gazetenizi çöpe atınız veya yanınızda götürünüz" kadar bıyıklı-üniformalı-asık suratlı amca değil. o yüzden işe yarıyor. Görenler gülümsüyor işte, nasıl anlatılır? Ne zararı olabilir ki gülümseterek uyarmanın? birileri sürekli parmak sallayıp "YASSAH!" diye bağırmayınca işler daha düzgün ve temiz yürüyor aslında.
Efendim, bir de şu metro vatmanları enteresan kişilikler. Bu olimpiyatlarda sırf işe geldikleri için bile ekstra maaş alacaklar, Londra biraz karışmış vaziyette onun için. Temizlik personeli almıyor mesela, ama niyeyse metro vatmanları alıyor. Dün iş çıkışı saatinde bindiğim metroda, vatmanın aslında sahne sanatlarıyla ilgilenmesi gerektiğine karar verdik bütün yolcular olarak. Yolculuğun başındaki "arkada başka araç var. hem zaten bu araç da cennete gitmiyor", "keşke bugün cuma olsaydı" ve "bak yine birinin paltosu sıkıştı! bari çekiştirmeyin yırtılmasın, gidiyoruuz!" masumiyetindeki anonsları, "orası çok kalabalık, biliyorum. kapıların üstündeki camı açarsanız eve ulaşana kadar yaşamanızı sağlayabilirim" ve hatta "aslında bu aracı ben kullanmıyorum, otopilot var. tabii arada kullanıyorum, mesela anons yapıyorum. aslında hemen evime gitmek istiyorum" halini aldı. Sevimli ve komik bir amcaydı, bol bol güldük. O insanı boğan kalabalık ve uzun yol, bitiverdi. Tabii öpüşen çifti otobüsten atan veya döven bir İETT şoförü kadar babacan değil, kabul ediyorum.
Oxford Street ve Regent Street ikilisi, kocaman, uçsuz bucaksız alışveriş caddeleri. Alışveriş caddesi derken, her bir parselde 4-5 katlı, DEVASA department store'lar olduğunu, yani hem yatay hem de dikey caddeden bahsettiğimizi hatırlatırım. Nişantaşı, Bağdat caddesi filan sahiden minicik ara sokaklar gibi kalıyor. Neyse efendim, ben aval aval dolanırken, etrafta bir sürü genç ve bavullu kadın gördüm. Alışveriş aşkına uçaklarını kaçırma riskini göze alan çılgın turistler olduklarını düşünüyordum ki - yo dostum yo! bir kere hepsi gayet ingiliz. londrada alışverişin yeni modası buymuş efendim. Bavullar, resmen alışveriş çantası olarak kullanılıyor. Birkaç tanesi farklı yer ve zamanlarda yol kenarında açtığında fark ettim ki, o bavullar, az önce alınmış onlarca eşyayla dolu! Dehşetimi anlatmam mümkün değil, utanmasam "siz gerçek misiniz?" diyecektim; ama bir yandan da o kadar mantıklı ki bir şey diyemiyor insan. Yani o kadar paketi nasıl taşısın, di mi ama?
Efendim, department store gezimize Liberty'den sonra John Lewis ile devam ediyoruz. Standart bir mağaza alanı kadar bir "oda kokusu ve tütsü" reyonu olduğunu söylersem, oranlamanız için sanırım yardımcı olur. Ayrıca kokuların çeşitliliği, şişelerin şıklığı, ambalajlarının güzelliği filan - pek bir seyirlik. Grafik tasarım konusunda pek bir özenli olan ingilizlerin kutu üstü logo yerleştirmesi bile estetik efendim. Neyse işte, kokluyoruz, okşuyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Aroma çılgınlığı. Ayrıca yastık çılgınlığı, bardak çılgınlığı, kumaş çılgınlığı filan. Evet tüketim toplumu çok kötü bir şey; ama yaratıcı insanlar güzel insanlar.
Onun dışında, yaklaşık 3 haftadır ev kadını günlerdeyim. Sahiden, akşama ne pişireceğimi filan düşünüyorum, Hatta sonra pişiriyorum onu, güzel de oluyor. Derinlemesine temizlik ve bir çırpıda ütü filan. Saatler sürmüyor, oluyor bitiyor. Oturtması biraz zahmetli bir tempoydu başta, çünkü ben ev işinden nefret ederim; ama şimdi bir Martha Stewart tavsiyesine uyuyorum ve günler daha güzel: "biriktirmeden bitir". Neyse, geridönüşüm işini de oturttum sayılır. Ambalaj atıklarını gördükçe içim acıyor. Civardaki pazarları öğrenebilirsem, büyük fark olacak. Bir sonraki hedefim compost için atıkları ayırmak, belediye de bunun için kutu bıraktı zaten.
Başka? düzenli egzersiz yapmak güzel şey, günlerin uzaması daha da güzel şey. Bir de var gücümle hapşurmak var ki, o bile güzel bir şey blogcuğum. Böyle işte. İnternet bağlantısını hala halledememiş olmak sıkıntılı. Telefondaki İrlandalı beyfendi bana onlarca saçma hatayı açıkladıktan sonra, "ama paskalya tatili vardı" deyince kendimi kaybedip "iki bin yıldır var, yeni bir şey değil!" demiş olabilirim; ama o güldü ve "haklısınız, sebep olamaz. telafi etmeliyiz" dedi. Hizmet sektörü berbat, ama ağızları iş yapıyor adamların, kızamıyorsunuz. Her şey biraz gelip-duru, Bodrum usulü sanki. Sinir basıyor, sonra da "amaaaaan n'olacak ki?" diyorum. Bir şey olmuyor.
Hava bir yağmurlu, bir güneşli. Bazen ikisi aynı anda. Sokağımızdaki sokak kedisi sayısı iki. Biri dev bir tekir, diğeri benekli bir inek gibi, siyah-beyaz. Çelimsiz ağacımız çiçeklendi ve yapraklandı, ben de inip yapraklarını okşadım. Pencere kenarı maydonozum ölümden döndü, hediye olarak kekik de aldım yanına. Komşularımızın hepsinin bahçesinde lavanta var, çok güzel kokuyor.
Böyle yani blog. Bu arada, Londra'da occupy hareketi tüm hızıyla devam ediyor, şu an Olimpiyatlar için süren inşaatları ve dönüşümü durdurmak için büyük bir hareket devam ediyor, daha da büyütmek için hazırlık var. Dert her yerde aynı dert ya, metro vatmanları filan, insanı gülümseten, insan olduğunu hatırlatan şeyler. Ne de olsa otopilotlar espri yapamaz.
Efendim, İngilizleri oldum olası pek bir sevdim de, şu Londra sahiden kendine has bir memleket. Yolda yürüyorsunuz, o güzel, kırmızı otobüslerden. üzerinde kocaman bir cümle var: "SOME PEOPLE ARE GAY. GET OVER IT.". O kadar basit, o kadar net ve güzel ki. Tek diyebileceğiniz şey: evet öyle. Bu bir kampanya sloganı tabii. Öyle işte, yollar sokaklar, böyle net. İnsanlar net ve bence o netlik yüzünden, güleryüzlüler aslında. Sonra metroda şöyle bir pano var: "The newspaper you read is rubbish". Bu yazıyor; çünkü birçok insan metro girişinde bedava dağıtılan the evening standard'ı okuduktan sonra metroda bırakıyor, bir zahmet yanında götürmüyor veya çöpe atmıyor. Bu yazı, onun için. "Lütfen okuduktan sonra gazetenizi çöpe atınız veya yanınızda götürünüz" kadar bıyıklı-üniformalı-asık suratlı amca değil. o yüzden işe yarıyor. Görenler gülümsüyor işte, nasıl anlatılır? Ne zararı olabilir ki gülümseterek uyarmanın? birileri sürekli parmak sallayıp "YASSAH!" diye bağırmayınca işler daha düzgün ve temiz yürüyor aslında.
Efendim, bir de şu metro vatmanları enteresan kişilikler. Bu olimpiyatlarda sırf işe geldikleri için bile ekstra maaş alacaklar, Londra biraz karışmış vaziyette onun için. Temizlik personeli almıyor mesela, ama niyeyse metro vatmanları alıyor. Dün iş çıkışı saatinde bindiğim metroda, vatmanın aslında sahne sanatlarıyla ilgilenmesi gerektiğine karar verdik bütün yolcular olarak. Yolculuğun başındaki "arkada başka araç var. hem zaten bu araç da cennete gitmiyor", "keşke bugün cuma olsaydı" ve "bak yine birinin paltosu sıkıştı! bari çekiştirmeyin yırtılmasın, gidiyoruuz!" masumiyetindeki anonsları, "orası çok kalabalık, biliyorum. kapıların üstündeki camı açarsanız eve ulaşana kadar yaşamanızı sağlayabilirim" ve hatta "aslında bu aracı ben kullanmıyorum, otopilot var. tabii arada kullanıyorum, mesela anons yapıyorum. aslında hemen evime gitmek istiyorum" halini aldı. Sevimli ve komik bir amcaydı, bol bol güldük. O insanı boğan kalabalık ve uzun yol, bitiverdi. Tabii öpüşen çifti otobüsten atan veya döven bir İETT şoförü kadar babacan değil, kabul ediyorum.
Oxford Street ve Regent Street ikilisi, kocaman, uçsuz bucaksız alışveriş caddeleri. Alışveriş caddesi derken, her bir parselde 4-5 katlı, DEVASA department store'lar olduğunu, yani hem yatay hem de dikey caddeden bahsettiğimizi hatırlatırım. Nişantaşı, Bağdat caddesi filan sahiden minicik ara sokaklar gibi kalıyor. Neyse efendim, ben aval aval dolanırken, etrafta bir sürü genç ve bavullu kadın gördüm. Alışveriş aşkına uçaklarını kaçırma riskini göze alan çılgın turistler olduklarını düşünüyordum ki - yo dostum yo! bir kere hepsi gayet ingiliz. londrada alışverişin yeni modası buymuş efendim. Bavullar, resmen alışveriş çantası olarak kullanılıyor. Birkaç tanesi farklı yer ve zamanlarda yol kenarında açtığında fark ettim ki, o bavullar, az önce alınmış onlarca eşyayla dolu! Dehşetimi anlatmam mümkün değil, utanmasam "siz gerçek misiniz?" diyecektim; ama bir yandan da o kadar mantıklı ki bir şey diyemiyor insan. Yani o kadar paketi nasıl taşısın, di mi ama?
Efendim, department store gezimize Liberty'den sonra John Lewis ile devam ediyoruz. Standart bir mağaza alanı kadar bir "oda kokusu ve tütsü" reyonu olduğunu söylersem, oranlamanız için sanırım yardımcı olur. Ayrıca kokuların çeşitliliği, şişelerin şıklığı, ambalajlarının güzelliği filan - pek bir seyirlik. Grafik tasarım konusunda pek bir özenli olan ingilizlerin kutu üstü logo yerleştirmesi bile estetik efendim. Neyse işte, kokluyoruz, okşuyoruz, yolumuza devam ediyoruz. Aroma çılgınlığı. Ayrıca yastık çılgınlığı, bardak çılgınlığı, kumaş çılgınlığı filan. Evet tüketim toplumu çok kötü bir şey; ama yaratıcı insanlar güzel insanlar.
Onun dışında, yaklaşık 3 haftadır ev kadını günlerdeyim. Sahiden, akşama ne pişireceğimi filan düşünüyorum, Hatta sonra pişiriyorum onu, güzel de oluyor. Derinlemesine temizlik ve bir çırpıda ütü filan. Saatler sürmüyor, oluyor bitiyor. Oturtması biraz zahmetli bir tempoydu başta, çünkü ben ev işinden nefret ederim; ama şimdi bir Martha Stewart tavsiyesine uyuyorum ve günler daha güzel: "biriktirmeden bitir". Neyse, geridönüşüm işini de oturttum sayılır. Ambalaj atıklarını gördükçe içim acıyor. Civardaki pazarları öğrenebilirsem, büyük fark olacak. Bir sonraki hedefim compost için atıkları ayırmak, belediye de bunun için kutu bıraktı zaten.
Başka? düzenli egzersiz yapmak güzel şey, günlerin uzaması daha da güzel şey. Bir de var gücümle hapşurmak var ki, o bile güzel bir şey blogcuğum. Böyle işte. İnternet bağlantısını hala halledememiş olmak sıkıntılı. Telefondaki İrlandalı beyfendi bana onlarca saçma hatayı açıkladıktan sonra, "ama paskalya tatili vardı" deyince kendimi kaybedip "iki bin yıldır var, yeni bir şey değil!" demiş olabilirim; ama o güldü ve "haklısınız, sebep olamaz. telafi etmeliyiz" dedi. Hizmet sektörü berbat, ama ağızları iş yapıyor adamların, kızamıyorsunuz. Her şey biraz gelip-duru, Bodrum usulü sanki. Sinir basıyor, sonra da "amaaaaan n'olacak ki?" diyorum. Bir şey olmuyor.
Hava bir yağmurlu, bir güneşli. Bazen ikisi aynı anda. Sokağımızdaki sokak kedisi sayısı iki. Biri dev bir tekir, diğeri benekli bir inek gibi, siyah-beyaz. Çelimsiz ağacımız çiçeklendi ve yapraklandı, ben de inip yapraklarını okşadım. Pencere kenarı maydonozum ölümden döndü, hediye olarak kekik de aldım yanına. Komşularımızın hepsinin bahçesinde lavanta var, çok güzel kokuyor.
Böyle yani blog. Bu arada, Londra'da occupy hareketi tüm hızıyla devam ediyor, şu an Olimpiyatlar için süren inşaatları ve dönüşümü durdurmak için büyük bir hareket devam ediyor, daha da büyütmek için hazırlık var. Dert her yerde aynı dert ya, metro vatmanları filan, insanı gülümseten, insan olduğunu hatırlatan şeyler. Ne de olsa otopilotlar espri yapamaz.
easter ne denir, neye denir?
Biliyorum, Türkiye gündemi ağır. Ne zaman bu kadar saçma bir şekilde ağırlaşsa Martin Luther’in kilise kapısına çaktığı o uzuuuun metin geliyor aklıma. Neyse, Türkiye’den uzaktayım; onu da geçtim, Amish gibi yaşıyorum. Haliyle, oradaymış gibi yapacak değilim efendim. Niyeyse, ben “light” yazılar yazınca “ama bugün şöyle böyle oldu” diye hatırlatma yorumları bırakanlar olabiliyor arada bir, bu not onun için. Evet, olmuştur; ama büyük ihtimalle benim haberim olmadı ve evet, pek de ilgilenmiyorum, başka âlemlerdeyim. Kafam çok daha rahat, hafiflemiş hissediyorum; ama içip içip ağlayabiliyorsak, Türkiye bizim Aleksandra’mız olduğu içindir.
*
“Yaz güneşi geçici” dediler, ben de biliyordum ama işte insan yine de sürmesini istiyor. Bir heves başladığım spor girişimleri ve o güneş yüzünden geçen hafta azıcık şifayı kaptım; ama dert değil. Bir heves dolabın ücra köşelerine attığım palto, bu hafta sonu ikinci derim oldu. Palto ve atkı ve bot. Ne güzel, ne bitmek bilmeyen şeylersiniz bazen.
Sevgili İngiltere Schengen’e dahil olmadığı için vize başvurusu olmadan İrlanda’ya bile gidememek diye temel bir engel var dostlar. Easter tatilinin ne zaman olduğunu bile 1 hafta önce fark edince vize yalan oldu tabii. 6-9 nisan tatili için bir heves tırım tırım arandık; bir yandan accuweather, bir yandan tren biletleri, sonuç: 2 gün Bath, 1,5 gün Oxford.
Sizler için geliyor:
Bath, adı üstünde, resmen bir kaplıca şehri. Krallık’ın tek doğal termal suyu buradan çıktığı için zamanında Romalılar kocaman bir kaplıca yapmışlar. Eski kaplıcanın olduğu yer müzeleştirilmiş, ayrıca bir de yeni, kocaman kaplıca işletmesi var. Şehir, minik minik mimari hoşlukları sebebiyle ayrıca bir de UNESCO Dünya Mirası şehri ilan edilmiş.
İlk gün müzeden başladık, pek keyifliydi. İngilizler komik millet. Romalılardan kalan havuzun etrafına “Romalı gibi” heykeller yapmışlar 19..yy’ın sonunda. Bu bilgiyi edinene kadar hevesle heykellerin fotoğrafını çekti herkes. Neyse, güzel olan şey, “augemented reality” denen teknolojinin, müzenin tamamında kullanılması. Mesela eski hamam odalarına giriyorsunuz, karanlıkta bir takunya takırtısı, bir anda yanınızdaki duvardan Romalı bir hanımefendi ve hizmetçisi geçiyorlar. Bir su sesi, bir adam başını yıkıyor, falan. Orası bir anda capcanlı oluyor. Duvarda şöyle yazılar var: “1. Yüzyılda Roma Hamamı’ndaki insanlar da bizim gibiydi: koşup havuza atlayanlar, bir türlü yıkanması bitmeyenler ve tabii kendini müthiş bir şarkıcı sananlar”. Ayrıca bu termal “tesis”in orijinaline dair dev maketler, suyun sirkülasyonunu gösteren animasyonlar vs vardı. Bergama’da silinip gitmiş tabelalarda ne yazdığını bize soran Koreli teyzeleri düşündüm, bir de işte böyle, normalde ilgini bile çekmeyecek şeyleri (kuyu kovasının metal kancası?) bile allayıp pullayıp anlatan İngilizleri.
Adamlar ülkedeki tek bir kaynaktan heralde Ankara’nın tamamından fazla turizm geliri elde ediyor. Kızılcahamam, Bursa ve Pamukkale konuşup durduk. Allianoi konuşamadık, boğazımız düğümlendi. Allianoi’da Avrupa’nın en büyük ve en sağlam durumdaki Roma kaplıcaları vardı. Bu gezdiğimiz şey, Allianoi’da ancak bir “odacık” filan ederdi.
Neyse, Bath’ta Venedik köprüsünden esinlenerek yaptıkları bir Pulteney köprüsü var, üstünde dükkânlar olan. Avon nehrini aşıveriyorsunuz. Güzel birkaç kafe ve pastane var ki şehrin en güzel manzaralı yeri olduğunu kesin. Buradan geçerek otelimize döndük.
Ertesi gün kaplıcadan başladık. Ankara’da onca yıl yaşayıp bir Kızılcahamam deneyimi bile yaşamamış bendeniz kaplıca konusunda fazlasıyla cahilim. Tek bildiğim, karı-koca olarak o sıcak sulara, buhara, dinlenmeye ihtiyacımız olduğuydu. Neyse efendim, bu konuda benim kadar cahil olmayan kavalyem “aslında Türkiye’de çok daha iyileri var” dese de, pek bir güzel vakit geçirdik. 16 yaş altındakileri kabul etmeyen işletme zaten en baştan kalbimi kazandı. Bina 4 katlıydı. Aromatik buhar odaları, çatıdaki açık ve sıcak havuz, güzel manzara derken 2 saat fazlasıyla yetti. Çıktığımda pembe ve mutluydum. Dolayısıyla diyebileceğim tek şey: gitmediyseniz, ilk fırsatta, en yakındaki kaplıcaya gidin.
Küçük şehirlerin güzel yanı, bir uçtan bir uca yürüme kolaylığı. Otelimize uğrayıp sonra tekrar yola düştük. Efendim bu Bath denen şehirde her yerde karşınıza çıkan bir Sally Lunn meselesi var. 1150’den beri mevcut bir fırında 1680’de çalışmaya başlayan bu Fransız göçmeni hanfendi, ööööyylleee güzel ekmekler yapmış ki namı yürümüş gitmiş, herkes bir “Sally Lunn Bunn” yemek ister olmuş, falan filan. O kadar ki mekan artık onun adıyla anılıyor. Pub yemeği bir yere kadar yenebildiği için hevesle gittik. Kuyruk yeni başlıyordu, çok beklemeden oturduk. Sally Lunn Bunn denen şey, Sally kızımızın bu cahillere Fransız ekmeği yapmasından ibaretmiş. bildiğiniz paskalya çöreği hamuru! Neyse efendim, tabak yerine kullanılan kocaman ekmeklerde öğlen yemeğimizi yedik, fena değildi. Fiyatları porsiyona göre uygun, ortamı da güzel.
Sonra efendim, doğruca the Circus ve the Crescent isimli meydan/ binalara gittik. Georgian tarza yapılmış bu güzide yapıları size ben anlatacak değilim, üstlerine tıklayın, vikipedi anlatsın. Pek bir haşmetliler. Crescent’taki evlerden biri müzeleştirilmişti, içini gezdik. Çok büyük değildi; ama her bir odada en az 65-70 yaşındaki teyzeler her bir nesneyle ilgili ayrıntıları anlatıyordu, susup dinliyorsunuz zaten. Yaşlı nüfus için istihdam yaratma aracı olarak müze. Çoğu esprili tipler oluyor, iyi vakit geçirtiyorlar. Georgian evlerin simetri takıntısı ayrı bir hikaye (odaya kapıyla giriliyor malum; ama tek kapı simetriyi bozmasın diye hemen yanına hiçbir yere açılmayan bir kapı yapmak??).
Mutfaktaki “köpek tekerleri”ni de burda gördük.Bizim emektar Anadolu kadını nerde, tembel İngilizler nerde? Saatlerce et mi pişirmek gerek veya un mu öğütülecek, kuyudan su mu çekilecek? Mekanizmayı kurmuşlar: yapılacak işe bağlı bir küçük teker, tekerin içine kısa bacaklı hiperaktif bir köpek, koştur babam koştur! Hayvan koşsun diye de tekerin içine kızgın kömür atıyorlarmış.
Dev kilisesi, belediye binası filan da var şehrin, içleri de ihtişamlıdır diye tahmin ediyorum. Biz giremedik maalesef, vakit yetmedi. Akşam yemeği için de şehrin en bir kuzey noktasındaki, pek bir ödüllü pub’da pek bir güzel şişe şarabımızı açtık, bize peynir de getirdiler, saatlerce oturduk bir güzel. Sonra şehrin en güney ucuna döndük yürüyerek. Bu arada nezlem zatürreye dönmediyse, aşktan efendim, aşktan.
Ertesi gün öğle saatlerinde Oxford’a vardık. Paskalya Pazarı olduğu için ortalık pek bir sakindi. Turist info’nun 1,5 saatlik yürüyüş turuyla civarı gezdik, civar dediysem, tabii ki üniversite binalarını. Bir vakitler İngilizler Paris’e gidermiş efendim eğitime, sonra kral krala küsünce iş başa düşmüş, üniversite açmaları gerekmiş, Oxford’u seçmişler. Kocaman bir “kompleks” inşa edilmiş (kocaman derken, tüm şehir. Üniversite şehri değil, üniversite-şehir resmen- kolejlerlerler); ama şehir halkı bu mürekkep yalamış, aksanlı züppelere pek bir gıcık olduğundan, öğrencilere saldırılar olmuş. Hop, okul binalarının etrafına kale duvarları çekilmiş. Yüzyıllar boyunca, dönem dönem çıkan ayaklanmalarda dövülen/ öldürülen öğrenciler olmuş böyle. Kral- kilise- üniversite ilişkisi ortadayken neden dayak yediklerini çözmek zor değil. Neyse efendim, ben diyeyim Tolkien, siz diyin Wilde ve hatta L.Carroll, hepsi Oxfordlu. Pek bir ihtişamlı binalar, sonuçları gazetelerde açıklanan sınavlar, sanki oku oku bitmez yıllar. Kütüphanesi özellikle hoşuma gitti. Pazar günümüz şehri boydan boya yürüyerek geçti. “Dünyanın metrekare başına en yüksek IQ düşen pub’ı”nda bira içerek ortalamaya gerekli katkıyı yaptık. Bir günümüz daha olsaydı Tolkien’in ağacına uğramak isterdim.
Ertesi sabah, erkenden yola düşüp otobüsle Oxfordshire âleminin gözdesi, İngiltere’nin en büyüğü olduğu iddia edilen Blenheim Sarayı’na gittik. Bu arada hava sahiden berbattı, tüküren yağmur, şemsiye uçuran rüzgar filan. 1. Marlborough Dükü’ne ödül olarak verilen bu ev, kendisinin çabasıyla hakikaten koca bir saray olmuş. Şu an 11.dük ve düşes burada yaşıyorlar ve bu sahiden şaka gibi. Devasa bir bahçe, 2 tane göl, ayrıca yine devasa bi park, fıskiyeler falan filan var. Bu kadar gösterişin ortasında “sarayda geri dönüşüm başladı! Lütfen kartonlarınızı sarı kutuya atın!” tabelası filan var, o da şaka gibi. Sarayın halka açık kısmını gezmek 2 saat sürüyor, park ve bahçe hariç. Onları da katarsanız en az 1,5 saat daha eklenir. Winston Churchill de burada doğmuş, ailedenmiş efendim. Ayrıca bu ailenin esas soyadı Spencer- Churchill, yani bir şekilde Prenses Diana’nın da akrabası oluyorlar. Sevgili Jelatin’in kulağını bol bol çınlatarak Çin porselenleri ve ipek örtüler arasında turladık. Saray ressamı Piper’ın (ki kendisini Coventry Katedrali’nin vitraylarından hatırlayabilirsiniz!) sergisi de bonus oldu. Yorgun argın Oxford’a döndük, oradan da trenle şehr-i Londra’ya.
Bu arada yollar şöyle: Trenle Londra- Bath 1 saat, Bath- Oxford 40 dakika, Oxford- Londra 1 saat. Haliyle gayet zevkli ve uzamayan tren yolculukları yaptık. Bath’a gidişimizde metro çalışmaları yüzünden 5 dakikayla trenimizi kaçırsak da info’daki şeker kadın bize bir sonraki trenden biletimizi ücretsiz, üstelik 1.sınıf kompartmana yükselterek verdi. Fark nedir derseniz, pek bir fark yok; ama havalıydı efendim.
Özet: Oxford pek bir gotik, pek bir edebi, pek bir pusluydu. Oxford turunun sonunda “bizim kampüsteki Boğaz manzarası şu binaların tamamına on basar” dediysem, üşüdüğüm için olabilir. Belki havanın da etkisindendir, beğenmekle beraber, benim için “bir Bath değil”. Bath’sa minik, güzel dükkanları, pek tabii ki o harika kaplıcasıyla kesinlikle iyi bir deneyimdi. Önceden Bath hakkında “yani.. evet.. var öyle bi şehir tabii” filan diyerek burun kıvırmıştım, hepsini geri alıyorum. Haftasonu tatili olarak mis gibi bir tercih oldu. Havalar ısınsın, o çatıdaki açık havuzda bir “twilight tour” yapmazsam gözüm açık giderim.
Türkiye’de olduğum süre boyunca gidemediğim; ama burnumun dibinde olan onca yeri düşündüm. Ben her gezi sonrası görmediklerimi düşünüyorum zaten. Galiba rövanşı İngiltere’de alacağım. Hem tren öyle büyük bir kolaylık ki, her fırsatta gitmeyeni dövebilirler.
Kapanış: easter budur efendim, tatil. Alt kat komşumuz Leeds'e gitmiş, babaannesini ziyarete. onunki sayılmaz.
Hazır internete girmişken, galiba bir post daha geliyor... ta taaa.
4 Nisan 2012 Çarşamba
alışma meselesi
Evimizin önündeki bahçecik, aşırı derecede bakımsız. Resmen kuru bir dal öbeği olan ağacımızın dallarının ucunda gördüğümü sandığım tomurcukları sayıyorum. Bence geç de olsa yeşerecek ve hepsinden güzel çiçek açacak; ama budanması fena olmazdı. Ağaç budayıcı nereden bulunur ve maliyeti nedir, hiçbir fikrim yok. Bu yüzden ağaca bakıyorum işte. Evin karşısında mercanlara ve hatta tek hücreli canlılara benzeyen 2 tane komik ağaç var, henüz yeşermediler. Onlar sağlıklı olduğuna göre, belki bizimki de iyidir? Sadece vaktini kolluyordur? Falan filan. Ağaç yapraklandığında, çocuğunun karnesini gören gururlu bir anne gibi koşup sarılıcam sanırım. Evet: konumuz ağaç.
Arka bahçemiz de aynı şekilde, pek parlak durumda değil. Maalesef oraya erişimim yok, tepeden bakıyorum anca. Alt kattaki genç ve dinamik çiftimiz, bir Pazar günü neşeyle etrafı düzenleyecek bence, güveniyorum. Arka bahçenin güzel yanı, çılgınca öten kuşlarla dolu olması. Sabah pusuya yattım ve kendi kadar bir yaprağı hevesle yuvasına götüren ispinozu gördüm! İspinozlar, küçük ama şahane yaratıklar bence. Alt katımızın kullanılmayan havalandırma deliğine yuva yapmış, yaprağı koyduktan sonra uzun uzun soluklandı, sonra beni gördü, “cik” dedi filan – bu o, eminim. Resmen bıcır bıcır öten, bordo-kahve bir minik ispinoz. El yapımı kuş yuvası aldım, yağmura dayanıklı kartondan. Onu yapıcam, asıcam ve sevgili blog, o ispinoz beni sevecek.
Ah şu kuş kitabım da yanımda olsaydı! Benim küçükken, süper bir kuş kitabım vardı. Mavi renkliydi, üstünde kocaman KUŞLAR yazıyordu, galiba 5. sınıftayken filan giderken babam almıştı. Tamamen resimli bir kitap, her kuş cinsinin dişisini ve erkeğini gösteriyordu. Fotoğraflı değil bakınız, resimliydi. El çizimi. Hatta ötüşlerini bile tarif ediyordu; ama “cirrrii-bikbik-ciii diye öter” cümlesini okumak pek bir şey ifade etmiyor tabii. Bir hevesle açtığım kitapta anca martı ve serçe türlerini işaretleyebilmiştim. Bir de adını kırmızıyla daire içine aldıklarım vardı. Kitabın başına da ufak bi lejant anahtarı hazırlayıp kırmızı dairenin açıklamasını yazmıştım: “güzel bir kuş”. İlkokul 5’te el kadar çocukları 1.8 milyon yaşıtıyla sınava sokarsanız sonuç bu oluyor işte: lejant.
Dün sonunda yağmur tüm haşmetiyle yağdı. Fazla ıslanmadan atlattım, bugün yine güneşli. Bugün hava güzel dedi adam, bugün hava güzel dedi çocuk. Şu memlekette yaşadığım yegâne sıkıntı, ete erişim. Evet, hafta içi et yemiyorum; ama artık evli bir kadınım ben – öhöm öhöm. Haliyle değişebiliyor. Ayrıca hafta sonu zaten et yiyorum. Hazır/dondurulmuş et almak zaten berbat bir fikir; onların hepsi de domuz eti. Salam filan neyse de yani, bir tencere yemeği olarak domuz – cık. Nihayet civarda 2-3 kasap saptadım, bugün sırayla hepsine gideceğim.
Ne kaddar iç açıcı ve ilgi çekici konular, di mi blog?
*
Sonra efendim, ben Liberty’e gittim. Ben Liberty gördüm. 4 katlı mağaza, lüks bir department store. “hazır giyim”den anladığı şey Vivenne Westwood, Prada, Gucci filan. Sevgili Elizabeth bile arada bir buradan alışveriş yaparmış. Ayrıca ev, kumaş, kırtasiye bölümleri de vardı ki, ah ah. Kırtasiye bölümünde kendimden geçtim. İyi ki öğrenci değilim ve hatta iyi ki işsizim. Kap kağıtları, kalemler, ajandalar, defterler – hepsi son derece zevkli, ince tasarımlar. Yaş 27 olduğu için, hepsini bir arada inceleyeceğim bir müze gibi gezme fikri daha normal geldi; yine de ufak tefek bir şeyler almış olabilirim.
Ev bölümü de keza, fazlasıyla renkliydi. Neyse, bu müthiş gezinin sonunda anca kurulama havlusu aldım iki tane. Havlunun üstünde kocaman bir tablo var: “hangi beyaz şarap hangi yemeğe uyar?”. Soldaki lejantta da (lejant!) uyum derecesi, üzüm grubu filan yazıyor. Diğer havlu da aynı şekilde; bir kırmızı şarap uyum tablosu. Yemekler kırmızı et, tavuk-hindi, balık, makarna-pizza, sebze vs diye gruplanmış. O kadar büyük ve detaylı ki oturup çalışmak gerekebilir. Ayrıca havan ve sürahi de aldım. Liberty ve benim bütçem az daha uyumlu olsalardı, kocamaaan masalar, güzel lambalar, yüz bin çeşit kumaş, örtüleerr, ıvırr ve zıvırrrr da alabilirdim. Aksesuar da bir şeydir.
Böyle yani. Liberty. Çok güzel. Ben Liberty gördüm.
Sonra efendiiim, V&A. Yani Victoria & Albert Museum. Dün öğleden sonra gidebildiğim için anca giriş katının yarısını gezebildim, 3 katlı. Haliyle birkaç posta daha gideceğim. 7 düvelin tarihi sanat eserlerini toplamışlar; British Museum’la aynı hissi veriyor bana. Yine de güzel, pek güzel.
Ayrıca süreli 2 sergi mevcut. Bu sene malum, Londra 3. kez olimpiyatlara ev sahipliği yapıyor ve Elizabeth’in 60. taht yılı. İlk sergi: 1948-2012 İngiliz Tasarımı. 1948, ilk olimpiyatların tarihi. İngiliz tasarım tarihinin hızlı bir turu, harika bir şey. Minik minik ayrıntılar, insanı öğrendiği için mutlu ediyor.
Mesela İngiliz demiryolunun geçirdiği dönüşüme baktıkça, aklıma TCDD için kurumsal kimlik çalışması hazırlayan Eskişehir Üniversitesi grafik bölümü öğrencisinin o güzel işi geldi. Pera Müzesi’ndeydi (bu haziranda da olur aynı mezuniyet sergisi, kaçırmayın). Tahminen TCDD o işi duymadı bile. İngiltere’nin devlet kurumları, hep önemli tasarım yarışmaları açmış, önemli yeteneklerle çalışmış ve sahiden iz bırakan işler çıkarmışlar. Logo tasarımından bilinçlendirme kampanyalarına kadar vurucu, esprili ve ciddi. Asla asık suratlı değil; ama resmi. İster istemez kıyaslıyor insan; hüzünleniveriyor. Hep diyorum ya, ben devletle böyle anlayışlı bir iletişim kurabilmek isterdim, "höt zöt hmmm!” yerine.
Coventry Katedrali 2. Dünya Savaşı sonrasında resmen yerle bir olduğunda, “yeniden yapalım, yenileyerek yapalım” ruhuna girmişler. Yine bir sürü tasarım ihalesi/ yarışması. Mesela harika bir vitray duvar hazırlanmış, 2 tane cam sanatçısı tarafından. Her zaman İncilden sahneler olur ya, bu gökkuşağı renklerinde, soyut bir pano. Bir sürü kareye bölünmüş. Renkli cam kareler sonuçta; ama hala aynı ilahi etki var. Picassovari bir İsa resmi sonra. Gidip göreceğimdir.
İkinci sergi Elizabeth’in hayatı, gençliği, güzelliği üzerine. Ona girmedim. Bu gezdiğim tasarım sergisinde Elizabeth’in taç giyişinin videosu vardı. O kadar genç ki, insan şaşırıyor. Tahta çıkışı için şehir genelinde ayrıntılı bir süsleme planlaması yapılmış, mimarların eskizleri vardı. O lüks ve şaşaa bir yana, bu planlı, disiplinli hal beni etkiliyor; her bir mağaza vitrinine kadar düşünmüşler. Ayrıca Fransa’ya gittiğinde Fransız dantelleriyle kaplı elbise giymek gibi jestleri de varmış efendim Elizabeth’in.
Bir de tabii: müzenin hediyelik eşya mağazası. Elindeki 3 kitaba bakakalan Amerikalı bir teyzenin dediği gibi: “ama bu haksızlık”. Kitaplar, özellikle kitaplar harika. 7 düvelin eserlerini topladıkları için, mesela bardak altlığı, mutfak önlüğü, defter, vb “desen” gerektiren ürünlerde çeşitlilik kendinden geçmiş vaziyette. Ayrıca tuhaf, komik ürün de bol. Ivır zıvır kuyusu.
Güzel şey şu galiba: İngilizler, İngiliz olanla gerçekten gurur duyuyor, İngiliz olanı iyi biliyor ve çok iyi satıyor. Milliyetçilik midir, pragmatist bir pazarlama mı, bilemem. Ev yapımı kurabiye veya kamp çadırı olması hiç fark etmez, gurur duyduğu bir ürün, tasarım varsa, üretimini kesmiyor. Mesela ilk döner-alçalır ofis koltuğu İngiliz işiymiş, “ofis hiyerarşisine son, herkes rahat koltuğu hak eder” gibi bir sloganla, seri üretim. Hala aynı model üretimde; çünkü rahat işte. Rahat ve o bir klasik. Yenilik açlığıyla boğulmuş değiller. Eğer üzümlü kurabiye en iyi o fırın tarafından yapılıyorsa, öyledir. Biz de gider onun üzümlü kurabiyesini yeriz ve bu başlı başına bir deneyim, bir güzellik olur. Tutup da o fırının olduğu binayı satmaya, adamı yerinden etmeye, yerine en yeni ve en dandik şeyi koymaya filan kalkışmayız. Şehir kültürü, anca 3 kuşak aynı yerde yaşayınca oluşur, derler. Adamlar iddialıysa, bu yüzden.
Neyse, devam: Çocuk kitapları büyüleyici. Hollanda’dayken de büyük bir zevkle bakardım; ama sahiden bu adamlar işi biliyor. Çizimler çok yalın, hikaye çok renkli ve karakterlerin hepsi o çocuksu yaratıcılıkta. Yalan söylüyorlar, abartıyorlar, yaramazlık yapıyorlar. Roald Dahl’ın en güzel yanı didaktik karakterlerin hep “kötü”lerden olması bence. Bu da o hesap: çocukların güzel şeyler yapması için, çocuk olmayı bırakmaları gerekmiyor. Üzmek, üzülmek, sevmek, sevindirmek, saygı duymak nedir, öğrenmeleri yetiyor işte.
Mesela Willams diye bir adamın yazdığı Masquerade diye bir çocuk kitabı varmış 1979'da. Çocuklar kadar büyükler de sevmiş, bir ormanda gizlenen hazineyi anlatıyormuş. Sanırım 1982’de, kitabın hayranlarından biri, (sahte bi yolla da olsa) sahiden ormandaki hazineyi bulmuş: Willams tarafından elle yapılmış, değerli taşlarla süslü altın bir kolye. Tavşan, kurbağa filan var üstünde! Kolye tüm ihtişamıyla sergideydi. Bunu yapacak kadar çocukları seven yazarların olması bence büyüleyici.
Bu arada: Ankara’daki Flamingo Pastanesi’nden satsumalı lokum almıştım. Bence dahiyane bir buluş. Bodrum’da üretiliyormuş. O kadar yakışmışlar ki içim titriyor yedikçe. Mandalinalısı da vardı; ama bu başka. Ankara’da olanlar bir denesin. Başka yerde var mı, bilmiyorum.
Bundan başka, bu hafta sonu Paskalya tatili. 4 günlük gezimizi planladık, cumayı bekliyoruz. Bath ve Oxford turu. Civar illerin hepsi gayet güzel ve yakın görünüyor bu ara gözüme, açılışı yapalım, devamı gelecek elbet.
Londra’da 3 Mayıs’ta belediye başkanlığı seçimleri varmış efendim. Şu anki başkan ve yeniden aday olan eski başkan birbirlerinin gözünü oyacak bir ağız dalaşına kapılmış vaziyette. Gazeteler de dalga geçiyor. Onun dışında, şehirde hamur işi vergisi gibi bir şey koymuşlar, ayaküstü yenen poğaçaların fiyatı arttı. Bir de olimpiyatlar öncesinde şehrin merkezine “sarhoş çadırı” gibi bir şey kuruyorlar. Aç karnına pub’a gidip saatlerce içmeyi ben zaten hiç anlamıyorum ve 2 bira bile olsa beni tarumar ediyor. Evine dönemeyecek halde olan, özellikle kadınlara hizmet verecek bir belediye çadırı olacakmış. Hırsızlık, taciz olayları azalsın diyeymiş. Çay, kahve filan veriyor, isteyeni taksiye bindiriyor. Bildiğiniz işkembeci formatı; ama henüz çorbayı akıl edebilmiş değiller.
Yani saçma olay derseniz, burada da gani gani var. Üstelik gün aşırı sokak ortasında vurularak ölenler, çete savaşındaki kör kurşun yüzünden felçli kalan 5 yaşındaki kız, mahalle barlarına bırakılan “cesedi kanalda bulunan kadını tanıyor musunuz?” ilanları da var. Yani cennet değil, hiç değil. Zaten cenneti büyük şehirlerde aramak hata olurdu, biz güzeli arasak yeterli.
gerisi de işte, alışmaya çalışmak.
bugün büyük yargılama günüymüş, şimdi gördüm.
evde internetim olmadığı için çok mutluyum.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)