doğumgünü kutlamalarımı nihayet bitirdim. önce bir dim sum gecesi yaptık, hatta yan masada da doğumgünü kutlayan türk bir abla-kardeş vardı. "'asya mutfağı sevmem' diyenden kork" misali, hunharca yedim. cuma da cabaret'yi izledik. müzik ve dans güzeldi, mekanımız olan Savoy Tiyatrosu güzeldi. belki birkaç karakter daha iyi olabilirdi; ama "bir liza minelli değil" gerçeği bu.
hediye paketimden, kitapçı turlarında elimi atıp bıraktığım, merak ettiğim kitaplar çıktı. hediyenin inceliklisi daha güzel, dinlendiğinizi bilmek. cumartesi günü arkadaşlarla kutlama yaptık ve tazecik bir espresso setimiz oldu. bir de ben bundan sonra sadece bellini içerim, bellini güzel, bellini hafif.
bir de kinfolk çıktı paketimden - merak ettiğim kinfolk (manifestolu dergileri severiz). itiraf edeyim, aslında biraz abartıldığını düşündüğüm bir "fenomen"di kendisi benim için. hani şu "minimalist instagram kadınları"nın tamamında olan hipster köpek resmi, + desenli battaniye, çocuk odasındaki elma- armut resmi, siyah-beyaz washi tape filan gibi bir şeydi biraz: yetişkinlerin içindeki liseliyi tatmin eden "must-have", bir gruba aidiyet alameti. bir takım "farklı olacağız diye aynı"lıklar: siyah-gri-beyaz, bi çılgınlık yaparsak bakır. o yüzden şüpheyle karışık bir meraktı.
neyse, erteleyip duruyordum ya, aslında ne garip, çok da doğru bir zamanda karşıma çıktı. "eve misafir çağırma" konusunda istekli; ama bir şekilde "teknik aksaklık"lara takılıp erteleyen bir çiftiz. hayır, aslında ben bu konuda galiba biraz fazla hassasım; her şey tam olsun derken hiçbir şeyin olmadığı hallerdeyim. bir de galiba, iki kişilik hayatı seviyorum; çok kalabalıklara gelemiyorum. tekil misafirlerimiz oldu; ama şöyle küçük; ama etkili bir "house warming" dahi yapmış değiliz. biraz benim yüzümden, biraz da bitmeyen tesisatçı ziyaretlerinden, ertelenip durdu.
kinfolk, neredeyse tam bir "resimli kitap" olmasına rağmen, az öz kelimeleriyle midir nedir, beni çok havaya soktu. iade-i itibarla söylüyorum: evet, güzel dergi. "neyi bekliyosun be kadın?" dedi, iyi geldi. zaten bu saatten sonra dergilerde edilmemiş söz, çekilmemiş fotoğraf yok gibi, dolayısıyla o konuda bir iddiası olmasındansa, bana bir "hava" vaadinde bulunması daha anlamlı geliyor. neyse, 3 ayda bir çıkması bile kendi içinde bir citta slow havası, bir tutarlılık. bi yerde ‘rustic wooden table-ism’ tanımlamasını okumuştum, hah işte, tam da ondan. wooden table kısmı hazır. rustic için de londra'nın en uygun semtlerinden birindeyiz, deneriz. havalara girmelers.
bu vesileyle: beni mutlu eden bazı eşyalar var. bunlardan biri de ikea'da filan da satılan, ucuzun ucuzu ufak su bardakları (pokal'mış modeli). Daha önce lafını etmiş de olabilirim, benim en güzel anılarım bir şekilde bu bardaklarla çakıştı hep, londra'da da böyle. yorgunlukla oturulan kafedeki kahve, kuyruk beklenerek girilen italyan restoranındaki şarap, hep bu iddiasız; ama samimi su bardaklarındaydı. sorsanız hangi tarih, hangi gün olduğunu, hatta yanımda kim olduğunu bile hatırlamam belki; ama o hissi hatırlarım. ne bileyim, seferîyken defterinizi çıkarıp iki satır yazma isteği veren anlar vardır ya, onlar işte.
bu bardak varsa, orası sevilen bir yerdir; maaşınızı bayılmadan lezzetli şeyler yersiniz, öğrenciler bir köşede ders notu okur, gürültülü veya sessiz; herkes kendi alemindedir, yerde emekleyen bebeklerin üzerinden atlayarak servise devam eden sevimli garsonlar vardır. bu bardak, ara sokakların gizli kalmış cevherini, sahibi her zaman güleryüzlü olan hazineleri gösteren pusuladır. daha da abartabilirim, isterseniz.
Herhalde bu yüzden, bu bardaklar bana her an hareketli, bir şey kırılsa da önemli olmayan, canlı, hayat dolu mutfakları hatırlatıyor; nasıl bir mutfak istediğimi. "Müze değil, hayat". Ne bileyim, English Home sayfalarına, o hep çiçekli, hep ince desenli, hep pastel ve hep anaç mutfaklara bakmak başka bir şey, her saniye o fotoğraftaki müze hali yaşamaya çalışmanın (bence) yorgunluğu başka bir şey. Fotoğrafını beğensem de beni geriyor, öyle uzak. Ben o rustic wooden table'ı, az öz iskandinav havasını daha çok seviyorum. Yemek yemek kadar canlı, gıda kadar hayatla ilgili bir mutfak istiyorum. kendi 6'lımızı aldığımızda, saçma bi sırıtışla rafa yerleştirmem belki de bundan, bardaklara yüklediğim anlamdan. özenli ve düzenli mutfaklardan çok, herkesin her şeyin yerini bildiği, kuralların pek olmadığı mutfakların bardağı sanki.
neyse, kısaca "kinfolk bardağı" diyebilirim artık, onca anlamı kapsamak için aradığım sıfatı bir dergide buldum (ki sahiden öyleymiş). bu sıfatı buldum ya, sanki bardakların hakkını verme zamanı geldi. sonuçta sonbahar, çorbaların, sıcak şarap denemelerinin, peynir tabaklarının, kuru meyvelerin mevsimi. londra yağmurlu havaların, evde toplaşmaların, kolay ulaşımın ve arkadaşları, aileyi özleyerek geçen günlerde yeni arkadaşlar edinmenin şehri.
*
kaktüsçüklerim, daha doğrusu bir zaman türkiye'de deli gibi aradığım ve burada bulduğum air plant'lerim kaç zamandır saksı bekliyordu. bonzai saksılarına yerleştirdim, hatta komşu duvarlardan topladığım yosunlarla da dibini bezedim filan. tabii az su isteyen kaktüsle bol su isteyen yosuna birlikte bakmak çin işkencesi oldu. yosunlar gidici; ama kaktüsler sağlam. bir ara terrarium girişimim de olacak; ama malzeme topluyorum şu an. bir de yılbaşı konusunda hiç olmadığım kadar hevesliyim, etrafın beyaz-yeşil- kırmızı halinden de olabilir tabii. ağaç filan süsleyecek değilim, zaten evde yer yok; ama bakalım, bir şeyler düşüneceğim.
dün uzunca bir yürüyüş sonrası olimpiyat köyüne gidelim dedik. green way denen ana yürüyüş yolu kapalıydı, biz de etrafı dolaştık. aslında o bölge sanayi bölgesi, bolca depo var; ama bu depoların bir kısmı, en azından fish island üzerindekiler ağırlıklı olarak atölyeye çevrilmiş. kocaman bir hangarın bir kısmı cafe, bir kısmı sergi salonu bir kısmı da kiralık, özel stüdyolar. biraz ilerisinde de ingiltere'nin en eski somon işleme fabrikası var; ama koku sorunu yok gibi görünüyor; çünkü restoranı filan da var. kanal boyunca dizi dizi yerler. manzaraları pek matah değil aslında, dev bir stadyum işte. yine de güzel müzik, bir fincan çay, geniş pencereler ve sonbahar insanı mutlu etmeye yetiyor.
*
62. gün bugün. bir devletin, bizzat aynı devletin hem "size trt şeş açtık ya!" deyip hem de mahkemede "bilinmeyen bir dilde konuşuldu" kaydı tuttuğu günlerin devamı. bu bile yeterken, tutup "tadında bırakın" diyor adam. açlık grevindeki insanlara tat alma duyusu üzerinden seslenmesi bile benim canımı yakıyor, anlatsam anlamaz.
3 yorum:
çok garip oldu. blogunuzu ilk defa gördüm. kinfolk'u keşfedeli de yeni oldu, tumblrcı değiliz ondan. bana garip gelen, bu tip yayına dair çok nadir bulunan bir eleştiriyi, epey derli-toplu bir şekilde ortaya koymuş olmanız. yani bir tür latif tarz-ı hayatla aranız var, ama bunun leşliğinden de muzdaripsiniz, mesafeniz de var. çok sekter olmadan harcıyorsunuz da. ne bileyim bana hoş geldi bu durum. pokal bardakları ben de çok severim. bunlara "gibraltar" da deniyor. aslında klasik italyan espresso bardağı, boy boy tabi. ikea'da minyatürleri de var. bizim işimiz olmaz ama, likör felan ikram edildiğini gördüm hoş da duruyor. kasvetli londra günlerinde size huzur ve ferahlık dilerim. yazılarınızı takip edeceğim ve bu ufak karşılaşma için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim. Uzun zamandır aldığım en kapsamlı yorum oldu :)
Kinfolk Türkiye'de var mıymış, satılır mıymış gibi acemi google araştırmaları getirdi beni buraya. Iyi ki de getirdi. Bloglarda gezinmeyi bırakalı yıllar olmuş mudur? Olmuştur. Ama okunan yalnızca bir yazı geri adım attırır mı? Attırır.
Siz bunu yazalı çok olmuş ya, ben yine de bırakıyorum buraya bir şeyler. Henüz başka hiç bir yazınıza bakmadım, bilmiyorum devam etmiş misiniz. Umarım etmişsinizdir.
Musmutlu günler size,
Ve anonim olmamak adına,
Betül Ün:)
Yorum Gönder